text
stringlengths
0
17.6k
YARIŞ ATLARI Hiç üniversitede kazandığım bölümden ya da yaptığım işten mutlu muyum diye soruyor musunuz kendinize? Bence herkes kendine bu soruyu soruyordur ve çoğu mutlu olmadığının farkındadır. Neden mi? Çünkü eğitim sistemi insanlara gerçekten yapmak istedikleri meslekleri değil toplumu memnun edecek meslekleri seçmeye zorluyor. Filmde de genel olarak insanların kendi istediği doğrultusunda değil toplumun istekleri doğrultusunda yaşadıkları gözler önüne serilmiş. Örneğin; Farhan'ın, vahşi doğa fotoğrafçısı olmak isterken babasının isteği ve yaptığı acındırmalar yüzünden mühendislik okuması, Raju'nun çok fakir olan ailesini geçindirebilmek için tüm sorumluluğu alarak çok para kazanabileceği mühendisliği seçmek zorunda kalması... Filmde ülke olarak mühendisliğe verilen değer çok belirgin, aileler çocuklarının mühendis olması için can atıyor, kimileri de bunu istemekle kalmıyor Farhan'ın babası gibi zorlama yoluyla yaptırmaya kalkıyor. Ben daha yeni YGS-LYS adlı sınavları atlattım, çalışmayı hiç sevmeyen bir öğrenci olarak sırf ailem mutlu olsun diye kendimi o kadar zorladım ki. Kendimi iki yıl boyunca tüm hobilerimden ve yapmayı sevdiğim diğer işlerden uzaklaştırdım. Artık eskisi gibi değilim, o çok eğlenen hayattan zevk alan ben yerine sürekli çalışan birisi geldi. Bu halimden memnun olmamama rağmen eğitim sisteminin getirdikleri yüzünden eski halime kolay kolay dönemeyeceğimi farkettim. Aileler tarafından harcanan emekler ve bunun getirdiği beklentiler ben de olmak üzere birçok öğrenciyi büyük bir baskı altına soktu. Filmde de söylendiği üzere Hindistan’da her 90 saniyede bir öğrencinin intihara kalkışması öğrencinin bu eğitim sürecinde ne kadar baskı altında kaldığını bizlere gösteriyor. Filmde Joy adlı karakterin okulun ve beklentilerin baskısını kaldıramayıp duvara “I quit” yazarak kendisini yurt odasına asması da bunun bir örneği değil midir? (Kendini asan o öğrencinin adının Joy yani “neşe” olmasını da ayrıca çok ironik buldum.) Aslında her insan bunun farkında ama filmdeki Ranço karakteri gibi pek az insan dışında kimse bir itirazda bulunmuyor, çaresiz, kendi güçlerinin farkında olmayarak çocuklarının geleceğini karartmasını izliyorlar. Film ayrıca düşünüp anlamayı değil yalnızca ezberi ve yarışı öğreten bir eğitim sistemini de eleştiriyor. Filmin bir sahnesinde Ranço öğrencilere bir soru sorar, “Kimse cevabı bulamadı mı? Şimdi bir dakika önceyi düşünün. Ben bu soruları sorduğumda sizde merak ya da heyecan oldu mu? Yeni bir şey öğreneceğiniz için sevindiniz mi? Hayır. Hepiniz hemen bir yarışa giriştiniz. Bu yöntemde birinci gelseniz bile ne faydası var ki? Bilgi hazneniz artmış olacak mı? Hayır, sadece üzerinizdeki baskı artacak. Burası bir üniversite, düdüklü tencere değil. Bir aslan bile kırbaç korkusuyla sandalyeye oturmayı öğreniyor. Ama biz bu aslana ‘iyi eğitilmiş’ diyoruz, ‘iyi eğitim almış’ demiyoruz.” işte filmdeki bu sözü çok beğendim. Bu söz ülkemizdeki eğitim sistemi ile de son derece benzeşen Hint eğitim sistemindeki çarpıklığı ve filmin asıl mesajını çok iyi anlatıyor. “Arkadaşınız başarısız oluyor, üzülüyorsunuz; arkadaşınız birinci oluyor, daha çok üzülüyorsunuz.” İşte bu söz çok doğru ve doğru olduğu gerçeği ise çok acı. Arkadaşlık, birbirinin üzüntüsünü paylaşmayı gerektirdiği gibi, başarısına da birlikte sevinmeyi gerektirir. Ancak bu bizleri adeta “Yarış Atları” haline getiren eğitim sisteminde aileyi ve toplumu memnun etme isteği ve hırsı gerçek hayatın ve arkadaşlığın önemini bizlere unutturuyor. Bence herkes toplumu düşünmeyi bırakıp kendi istediğini yapmalı, mutlu olmalı ve insanlarla içinde bulunduğu çıkar ilişkisini bitirip gerçekten sevdiği için arkadaş olmalı. Arya ÖZCAN
Aras Ünlüce 21802103 GERÇEĞİ KABULLENİŞ Hiç yaşadığınız her şeyin sahte olduğunu düşündünüz mü? Veya tüm bunların bir yanılgı olduğunu? Dövüş Kulübü filmini ilk izlediğimde aklımda bu sorular yer edinmişti, sanki bir devrim yaşamıştım ve kendimi aydınlanmış hissediyordum. Bir kere izlemekle kalmadım, defalarca seyrettim ve her seferinde farklı sorular ürettim, farklı bakış açıları kazandım. Bu eser; kendi hayatımdaki sahtelikleri, aslında gerçek olmayan şeylere fazla bağlandığımı, yalanların doğruların üstüne çıktığı gerçeğini sorgulamama sebep oldu. Hayatımızda tutunduğumuz şeylerin gerçekliğini sorgulamak zorunda kalmak herkes için zorlu bir deneyim olsa gerek. Aslında sevdiğimiz, inandığımız şeylerin gerçekten bizim tercihimiz değil fakat başkalarının dayatması olduğunu kavramak, modern hayat diye inandırıldığımız dünyanın tamamen bir kandırmacadan ibaret olduğunu bilmek.. Filmin ana karakteri de bu yollardan geçiyor, biz de bu vasıtayla şahit oluyoruz tüm bu yanılgıya. Sadece sahteliğe değil, insanın kendini özgür hissetmesine de değiniyor. Reklamlar yüzünden özgürlüğünü ve karakterini kaybetmiş bir nesil. Önemli sorunlarla ilgilenmek yerine iç çamaşırının üzerinde kimin isminin yazdığıyla ilgilenen bir nesil, benzin pompalayan, masa temizleyen, herhangi bir buhran veya büyük savaş yaşamayan, hüznü kendi hayatları olan bir nesil. Kalbinin derinliklerinde bir his kırıntısı bulmaktan çok uzaklaşmıştı karakterimiz, tatminsizdi. Bu tatminsizliğini evindeki mutfak eşyalarıyla kapatmaya çalışan, kendi hayatını bu eşyalardan ibaret sanan zavallı bir insandı. Ta ki Tyler Durden gelene kadar. Ana karakterin kendi yarattığı bu hayali figür, onda olmayan ve sahip olmak istediği her şeye sahipti. Tyler Durden, özgürdü. Evindeki mutfak eşyaları umurunda değildi, bir apartman dairesinde yaşamıyordu, sabahları beyaz yaka giyip önemsenmediği yerlere gidip para kazanmak uğruna küçük düşmüyordu. Tyler Durden bize gerçekten yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hatırlattı. “Önce teslim olmalısın. her şeyden önce korkmayı bırakıp, bir gün öleceğini kabullenmelisin. Sadece her şeyi kaybettikten sonra özgür kalabiliriz.” Her şeyi kontrol etmeye çalışmaktan vazgeçmemizi söyledi, dibi görmemizi öğütledi. Tatminsizlikle saldırıp sahip olduğumuz eşyaların sonunda bize sahip olduğunu söyledi ve filme de ismini veren Fight Club ismi altında bir topluluk kuruldu; amaçları sadece gelip kavga etmek olan bir grup adam. Hissetmek isteyen; bu reklam dünyasında herhangi bir yer edinemeyen, yine bu reklamlar yüzünden büyüyünce rock yıldızı olacağına inandırılan ve artık bunların bir saçmalıktan ibaret olduğunu kavrayan bir grup sinirli adam. Bu televizyon ve reklam dünyasının bu nesil üzerindeki etkisi çok büyüktü, az önce de bahsettiğim gibi herhangi bir savaş veya buhran yaşamayan bu insanlar, televizyonla büyüdüler. Reklamlar izlediler, gerçekleşmeyecek hayallere inandırıldılar. Bu etki; tatminsizliğin, hissizliğin yarattığı o büyük boşluk ve o boşluğu kapatmak için -veya kapatıyormuş gibi hissetmek için- yapılan hareketler çok acınasıydı. Tyler Durden hepsinin suratına gerçeği çarpıyordu. “Sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz. Sizler iç çamaşırı değilsiniz. Sizler dünyanın dans edip, şarkı söyleyen pisliklersiniz. ‘’ Kapitalizmin ve reklam dünyasının üzerimizde yarattığı bu inanılmaz etkiyi bu filmi izleyerek anladım. Olmayacağımız şeylere inandırılıyoruz, gereksiz şeylere anlam yüklüyoruz, istediğimiz için değil, bize böyle yapılması söylendiği için. Bizim ne hissettiğimizin önemi yok, hatta bir şey hissedip hissetmememizin de önemi yok. Sadece, bu dünyayı döndüren çarkın içinde olmak zorundaymışız gibi davranıldı, öyle inandırıldı. Gerçekten hissetmeyi unuttuk. Dünyayı böylesine ele geçiren birdüzene karşı nasıl ayakta kalırız bilmiyorum ama belki de ayakta kalmamıza gerek yoktur. Tüm umudumuzu kaybetmenin özgürlük olacağını söylemişti Tyler, belki de haklıdır. KAYNAKÇA Palahniuk, Chuck. Fight Club. 1999. Fox 2000 Pictures. Film.
Şerbetçi 1 Ömer Gökalp Şerbetçi 21502438 Başak Berna Cordan TURK 102/05 BUZUN ÜZERİNDE BİR DELİ İnsan yaratılışı itibariyle içinde mucizeler barındırarak dünyaya gelir. Milyonlarca farklı özelliğin sayısı milyarları bulan farklı dizilişinden birinin tek sahibi olarak var olmaya başlamak insanın hayatta gerçekleştireceği mucizelerin habercisidir. Bu mucizeler, insan hayatını yaşanılabilir kılan ve dünyanın ayaklarımızın altında döndüğünü bize hissettiren olaylar silsilesidir. Mucizeyi ise Hz. Musa’ya saygısızlık etmemek için denizi ortadan ikiye ayırmak olarak değil de bir et parçasının gerçekleştirdiği eylemler bütünü olarak nitelendirmek istiyorum. İlk nefes alışımız bir anne için mucize, bir baba için oğlunun kendi tuttuğu takımı desteklemeye başlaması bir mucize, bir öğretmen için öğrencilerinin okumayı öğrenmesi bir mucize. Sıradan eylemler gibi olsalar da bu fiillerin başlangıç kıvılcımı o kadar çarpıcıdır ki mucize ismini de bundan dolayı benden alırlar. Ancak bu çarpıcılık hayatımızın bir evresinde o kadar yoğunlaşıyor ki belki de kilometrekarelerce kara parçasından oluşan koca dünyamızın her noktasında bir kesimin öncelik görmesine sebep oluyor. Bu evre çocukluk olarak adlandırılır; pespembe, kapkaranlık, mutlu veya hüzünlü olarak nitelendirilebilir. Ancak çocukluğun ve çocukluktan çıkış zamanının milyarlarca insanın yaşamının en önemli -en mutlu değil- parçası olmasının sebebi, sahip olduğu mucizeleri hızlıca harcamasıdır. Yani hayatımızdaki her kilidin anahtarının basıldığı bir zaman dilimi oluşudur çocukluğu önemli kılan. Çocukluk dönemini yazının geri kalanında delilik dönemi olarak adlandırmak istiyorum. Ne de olsa çocukken yaptıklarımız birer delilik ürünüdür yetişkinler dünyasında.Şerbetçi 2 Sanki kendileri hiç deli olmamış gibi, sanki nefes alarak geçirdiği her 24 saatin birkaç saniyesinde o günleri, deliliği özlemiyormuş gibi davranmaları ilginç bir davranıştı. En ilginci buydu işte hepimiz çocuktuk neden yetişkinliğe geçiyorduk ki? Çocukluğumuzun son mucizesi miydi bu? Delilik olarak adlandırmamın sebebi, gerçekten de yaptığımız şeylerin pek azının farkında olmamız veya farkında olsak dahi farkında olmayan biri gibi yargılanıyor oluşumuz. Bu bilinçsizlik hâlinin kontrolü, soyadımızı aldığımız babamız ve kemiklerimizin derinliklerine sevgisini sütle aşılayan annemiz tarafından sağlanıyor. Bu kontrol edilme ve içimizdeki kontrolsüzlük isteği tıpkı buz tutmuş bir göl gibi. Anne ve babamız tarafından gölün üzeri buzla kapatılmış ve bazı kısımları onlar tarafından delinmiş. Buzun altındaki yaşam, saç telimizden parmak izimize kadar kodlanmış benliğimizden balıklar içermekte. Şanslı, diye tabir ettiğimiz çocuklar, ebeveynlerinin çocuklarıyla oynadığı Rus ruletinden sağ çıkanlardı. Peki, merminin çocukluğunu yani bütün yaşamını götürdüğü çocuklar ne yapmalıydı? Buzları kırmak çok temel bir içgüdü hâline geliyordu onlar için. Tekrar karşımıza çıkıyor işte, tabiri caizse bindiği dalı kesen, sıcak ayaklarını ölüm soğukluğundan ayıran buzları kırmaya çalışan bir deli. Buzları kırmaya başladığımız yaşlar, genellikle ergenlik çağıyla başlıyor ve çocukluğumuzun bitişini simgeliyor bu çağ. Korkunç bir bilinçlilik hâli sarıyor vücudumuzun her bir noktasını. Gölün her yerinde çatlaklar, her yerde kanlı yumruk izleri... İnsanı çıldırtan kararlar silsilesi. Çocukken yapılmış, içimize işlenmiş her şey bu kalın buz tabakasında. Altında neler olup bittiğini öğrenememek delirtiyor bizleri. Her şey o kadar pusludur ki o anlarda hiçbir şey net değildir ve en tehlikeli göz hastalığıdır bu yanılsamalar.Şerbetçi 3 Nefes alan, yürüyen, yemek yiyen tonlarca fiziksel mucizelere imza atmış bu et yığını yıllarca nasıl kontrolsüz olduğunun, nasıl da başkaları tarafından resmedildiğinin farkına varması o kadar acı vericidir ki… Çocukluk bu yüzden günümüz İstanbul’unda kaybolmak gibi: Tehlikeli, etkileyici ve acımasız. Boğaziçi’nin büyüsünün yerini milyonların ayak seslerinin korkutucu senfonisine bırakışı tıpkı okuduğumuz romanın peri masalıyla başlayıp bunun ardından gelen bir Stephen King hikâyesi ile bitişi gibi. Delilik gerçekten de tehlikeliymiş, gerçekten de bu deliliğin tedavi edilmesi gerekirmiş düşüncesine kapılıyor insan. Yetişkinliğe geçiş oluyor bu tedavi süreci. Bu tedavi düşüncesi bizden; kontrolümüzü sağlayan fikirlerin, kimselerin peşinden gitmeye devam etmemizi istiyor. Bu devamlılık çoğu zaman bize yüklenen ideolojiler, meslekler oluyor. Çoğunluğun tersine, bunlar gerçekten de bizim sahibi olduğumuz eşsiz genetik kodumuzla bir yapboz parçası gibi birleşiyor. Çoğunluksa malum hâlde yüzmeye çalışıyor boğulacağını bile bile. Buzu kıracak mısın, bir sonraki kışı mı bekleyeceksin, gölü donduranın kendi benliğimiz olduğuna mı inanacaksın yoksa delik deşik olmuş buz parçasının üzerinde yürümeye devam mı edeceksin ve bu yolculuk seni suya mı düşürecek yoksa hayalini kurduğumuz portakal çiçeklerinin içine mi götürecek? Bu sorular, sorgulamalar ve birtakım cevaplar Les Quatre Cents Coups(400 Darbe) filminde 12 yaşındaki Antoine tarafından önce perdeye ardından zihnimin unutulmayacaklar kısmına yansıtılıyor. Tam anlamıyla çocuk diyebileceğimiz Antoine, o yaşta o bilinçsizlik hâlinden kaçmaya çalışması, kendini ailesinden ve onu oluşturduğuna inandığımız çevresinden kopma çabası… Filmin sonŞerbetçi 4 sahnesinde Antoine babası tarafından bırakıldığı ıslahevinden kaçar ve koşar, sadece koşar Antoine. Öyle bir koşuştur ki bu neye ulaşacağını bilmeden, nerenin son durak olduğunu kestirmeden yapılmış bir acil çıkıştır. Ama Antoine filmin ve koşusunun sonunda bana öyle bir bakış atmıştır ki bir çocuğun mucizelerinin bitişini, buz gölünün tam ortasında yapayalnız kalışını ve içinde bulunduğu dünyadan daha da soğuk bir hiçlik suyunun içine düşüşünü haykırır bu bakış. Çocukluk ve çocuklar neşe, mutluluk, kıvanç, gurur kaynağı olarak bilindiler ama hepimiz unuttuk o bakışları attığımız zamanı; hiçliği, endişeyi, küçüklüğü, dünyanın büyüklüğünü, suyun soğukluğunu…
DİLİM DÖNDÜĞÜNCE İç ses. Hepimiz, çoğu film ve dizinin en az bir sahnesinde bir iç ses sekansına rastlamışızdır. Karakterimiz uzaklara veya karşısındaki karaktere bakar ve sahneye bir seslendirme sanatçısının derinlerden gelen sesi eşlik eder. İzleyiciler olarak bunu pek de yadırgamayız. Hatta muhtemelen düşünmeyi içimizden konuşmak olarak tanımlama fikri çoğumuzun kafasına yatar. Diğer insanların kafasının içini bilemem ama şunu biliyorum: Benim kafamın içinde kimse konuşmuyor. Ben konuşturmadığım sürece… Konusu itibariyle dili bilinmeyen, dünya dışı bir ırkla iletişim kurma çabasını işleyen Geliş filminin dil kavramı üzerine sorgulamaları, beni dünyanın dışından ziyade dünyamın içini anlamaya çalışmaya itiyor. Çünkü benim için her insan bir uzay, her düşünce bir uzaylı. Kendi düşüncelerimse konuşmak istediğim yegâne uzaylılar. Bu uzaylıları anlamaya çalışıyorum. Onların benimle aynı dili, aynı ses tonuyla konuştukları fikri bana mantıklı gelmiyor. Dili insan yarattı. Peki beyni kim… İnsan olmadığı (simülasyon teorisini bir kenara bırakırsak) kesin. Öyleyse neden bu beyin, bu uzaylı bizim dilimizi konuşuyor olsun? Dahası neden konuşuyor olsun? İnsan beynini dilin olmadığı bir bağlamda düşünmek menemeni yumurtasız hayal etmek kadar zor olsa da konu menemen olunca bazı babayiğitlerin bunu başarabildiğini biliyorum. Bu yüzden düşünme sürecimin devam eden satırlarında onların bu cesaretini örnek alacağım. “Bir silah ve bir araç arasındaki farkı anladıklarından emin olmalıyız. Dil dağınıktır ve bazen her ikisi de olabilir.” (Geliş 2016) Bana kalırsa o bir silah ama esas sorun şu ki namlunun iki ucunda da biz varız. Dil dağılıyor ve düşünce dünyamız onun etrafına öyle sıkı sarılı ki o dağıldıkça zihinlerimiz onunla beraber dağılıyor. Sınırsızlığı uzayı andıran zihinlerimizi dil mefhumuyla kısıtlıyoruz. Neden mi kısıtlıyoruz? Çünkü düşünme ve düşünceyi ifade etme eylemini birbirinden ayıramıyoruz. “Size tek vereceğim bir çekiç olsaydı, her şey çivi olurdu.” (Geliş 2016) Kafayı çekice taktık ve artık o kafanın içindekiler çividen fazlası değil. Maruz kaldığımız her şeyin tutsağıyız. Gerçeklik algımızı ele alalım. Fizik yasalarıyla sınırlı. Her olgunun bu yasalarla açıklandığı bir dünyadayız. Bu yüzden hayal gücümüzde dahi mucize algısı; bir şeylerin yerçekimine karşı koyması, dev nesnelerin yarılması ya da bir varlığın gözle görülemez oluşundan ibaret. Benzer şekilde her düşüncenin konuşarak ifade edildiği bir dünyadayız. Bu yüzden tüm düşüncelerimiz bu ifade edilebilirlik sınırlarının içinde var oluyor. Eğer dile dökemiyorsak o fikir üzerine yeterince düşünmemişizdir. O fikir olgunlaşmamıştır bize göre. En derin olanlarımız dahi kelimelerle düşünüyor. Geri kalanlarsa beyin niyetine kullandıkları tozlu bir not defterinden eskimiş cümleler seçmekle yetiniyor. Bana göre insan beyni cümlelerle, kelimelerle hatta fikirlerle bile değil; fikir orbitalleriyle dolu. O orbitallerdeyse muazzam bir hızla dolaşıp duran elektronlar misali yoğunluklar var. Yine elektronlar gibi, bu yoğunlukların yeri ve hızını tam olarak saptamak imkânsız. Ama biz o fikir orbitallerini alıp tek bir yörüngeye hatta tek bir noktaya indirgeme derdindeyiz. Sonra o noktayı alıp hafızamızdaki o ufacık kelime defterinin sürekli kullandığımız ilk birkaç sayfasından beceriksizce seçtiğimiz kelimelerle bezemeye çalışıyoruz. Bu ölü doğmuş fikir müsveddesini de karşımızdaki insanın suratına fırlatıyoruz. Onu, iki insan arasındaki mesafenin ve karşımızdakinin algısını çevreleyen onca filtrenin insafına bırakıyoruz. Sonra adına iletişim dediğimiz bu süreçle fikirlerimizi karşımızdakinin zihninde bizde olduğu netlik ve saflıkta var etmeyi umuyoruz. Ben sırf yalancı bir anlaşılma hissi tadabilmek için bu verimsiz sürece bel bağlamaktan bıktım. Artık dilimle konuşup zihnimle düşünmek; uzayımı özgür, orbitallerimi rahat bırakmak istiyorum. Çözümüm dilden kurtulmak değil elbette. Onun boyunduruğundan kurtulmak. Namlusu bana dönük o silahı zararsız bir araca dönüştürmek. Ayrıcakaybedecek hiçbir şeyim yok. Eğer başarırsam zihnim öylesine özgür olur ki bedenim bile onu kısıtlayamaz. Başaramazsam dahi hiçbir sözlükte böyle bir başarısızlığı anlatacak kelime yok. Üzülemem bile. Kaynakça Villeneuve, Denis, Geliş, 2016. Paramount Pictures Stüdyoları. Film. Emre Toktaş
ECE ÇANGA 21600851 Kırmızı Saçlı Kadın Adlı Kitaba Dair İçerisine dahil olduğumuz, yeryüzünde bulunan milyarlarca canlıyı “ canlı ” olarak anmamızın sebebi bünyelerde barınan elementlerin muazzam bir şekilde organize olmasından ibaret değil. Elbette bu sistematik düzen ve işleyiş bizim var olduğumuzu temsil ediyor. Fakat, bizi tam anlamıyla biz yapan soyut gerçekliğin -ruhumuzun- temelindeki başrol oyuncusunun duygularımız olduğunu düşünüyorum. Duygular, insan hayatına yön verirler. Korku, insanın kollarını bağlamıştır, ileriye yönelik adımlarınızı atmak için güç bulamamanıza neden olur. Memnuniyetsizliği kaba bir şekilde dile getirmek için tercih edilen duygu ise “ öfke ” idir. Ne yazık ki öfke, sebebinde olduğu üzere sonucuyla da yaşamımızı memnuniyetsizliğe sürükler. Gözyaşlarının geleceği görüşümüzü engellediği an ise anlarız ki üzüntü hakimdir zihnimizde. Mutluluk, özgürlüğün aynasıdır. Zamanın ilerleyişini hızlandırır böylece koşar adımlar atarak çağı yakalarız. Ömrümüzü dolu dolu geçiren bireyler olarak, bu duygularla birlikte, sadece geçmişi ya da anı temsil eden değil, çağları aşan bir duyguyu tadabilme şansına sahibiz. Yalnızca üç harf, tek bir hece… Hayatın akışı ve yaşanan olayların sonucunda bizi derinden etkileyen ve sevginin en yüksek safhada hissedildiği duygu olan aşk, en aramadığımız zamanda çıkıp gelir karşımıza. Kimi zaman farkına varmazsınız kapınızı çaldığının. Bir de bakarsınız ki, o en tatlı davetsiz misafiriniz olmuştur. Tüm mantığınız elinizden alınır, midenizdeki kelebekler gibi amaçsızca ama büyük bir şevkle kanat çırparsınız. Kanat çırpmanın ya da bir şeyler uğruna çırpınmanın bir gayeye dayanmadığını, karşılıksız ve içten oluşunun insanlığa -malesef- aykırı olması, aşkın pek çok olgudan baskın oluşunu vurguluyor. Lakin, böylesine dev bir duygunun yalnızca üç harfli bir sözcükle -aşk- anılması sizce de düşündürücü değil mi? Tanımlaması neredeyse mümkün olmamakla birlikte “ Anlatılmaz, yaşanır. ” diyebileceğim hisleri Orhan Pamuk şu satırlarda dile getirmiş: “ Dönüş yolunda mezarlığın yokuşunu çıkarken yıldızların hepsinin kafamdaki bir düşünce, bir an, bir bilgi, bir hatıra gibi olduğunu hissettim. İnsan hepsini aynı anda düşünemiyor ama görebiliyordu. Aklımdaki kelimelerin, aklımdaki hayallere yetişememesi gibi bir şeydi bu. Kelimeler duygularıma yetişemiyor ve yetersiz kalıyorlardı. ” Kırmızı Saçlı Kadın romanında yer verdiği bu kesitte kitabın ana karakteri olan Cem, tiyatroculuk yapan esrarengiz bir kadına - Gülcihan Hanım- aşık olmuştur. Engin duygularını ifade etmek için ise, gökyüzünden yola çıkarak, her bir yıldıza Kırmızı Saçlı Kadın ( Gülcihan Hanım ) ile yaşadığı anıları kodlamıştır. Öyle ki bu anılar, hayaller, canlanmasa bile Cem’den bağımsız hiçbir şeydir. Çünkü aşk denilen duygu, insanda hayat bulur. İnsanoğlu dışındaki başka hiçbir canlıya özgü değildir aşk. Bitkiler ya da hayvanların bizler gibi pek çok temel ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçları karşılayabilmelerini sağlayan tek özellikleri, sahip oldukları içgüdüleridir. Fakat bizler, içgüdülerimize ek olarak düşünebilme ve duygusal algılarımızı kullanabilme yetisine de sahibiz. Böylece temel ihtiyaçlarımızı rahatlıkla karşılayabiliyoruz. Düşünebilmemiz ve duygusal algılarımızın açık oluşu sonucu hayatımıza renk katabiliyoruz. Öyle ki aşk denilen hissi sadece bizler tadabiliyoruz. Bu sayede insanlar, yeryüzünde geçirdiği her güne dair güzel bir anıya sahip olabiliyor. Anılar ise biriktikçe “ tecrübe ” başlığı altında derleniyor. Çünkü aşkın, insanı olgunlaştıran birduygu olduğunu düşünüyorum. İçinde aşka dair bir şeyler taşıyan her birey, değişime ve yeni fikirlere açık olma eğilimi gösterdiğinden dolayı, kendi sabit fikirlerinden uzaklaşıp olayları farklı bakış açılarından gözlemlemekte ustalaşıyor. İçgüdülerin ve mantığın yanında, insanlık için olmazsa olmaz olan duygusal zekanın gelişimi ise kaçınılmaz oluyor. İşte bu nedenle bizler oldukça özeliz, duygularımız aracılığıyla diğer canlılardan farkımızı ortaya koyabiliyoruz. KAYNAKÇA Pamuk, Orhan (2016), Kırmızı Saçlı Kadın, Yapı Kredi Yayınları.
Alper Çankaya 21203056 TURK102-005 Eser Güler 11.12.2014 YAZ TATİLİ Apartmanın arka bahçesindeki müştemilatın yanında bir briketin üzerine oturmuştu.Patlayan çöp poşetinden çıkmış karpuz kabuğunun üzerinde uçuşan sineklere takılmıştı gözü. Bir yandan da dışındaki derisi soyulmuş topunun ortaya çıkan kumaş kısımlarını çekiştiriyor, elinde kalan küçük parçaları çöpe doğru fırlatıp sinekler arasında oluşan panik havasını izliyordu. Evde kalıp annesinin ‘‘kitap oku biraz’’ şeklindeki ısrarlarına maruz kalmamak için bir çocuğun yaz mevsiminde dışarı çıkabileceği en yanlış zaman olan öğle vaktinde kendisini sokağa atmıştı.Evden çıktıktan sonra önce Ufukların sonra da aynı apartmanda oturan Hakanların ziline basıp onları top oynamaya çağırmıştı. İkisi de güneş henüz tepede olduğu için annelerinden ‘‘Hava serinlesin öyle çık’’ telkini almışlar ve bu düşüncelilik de içeren uyarı karşısında,ısrarın azara da dönüşebileceğini tahmin ederek, akşamüstünü beklemek zorunda kalmışlardı. Alt sokağın çocuklarından da henüz gelen yoktu.Havanın sıcaklığının etkisiyle sanki zaman da mayışmış,çok yavaş ilerliyordu.Bir süre oturup çöpteki sinek hareketliliğini izledikten sonra apartmanın gölgesinin duvarla paslaşmak için yeterince büyüdüğüne karar verdi. Duvarda eskiden kalma,kiremit parçasıyla çizilmiş kaleye şut çekerken bir yandan da kendisini dışarıdan bir gözle izliyor,hareketlerine bir futbolcu estetiği vermeye çalışıyordu.Yaptığı vuruştan sonra bir futbolcunun gol sevincini taklit ederken birden gözüne tam tepesinden geçen elektrik teline dolanmış eski bir spor ayakkabısı takıldı. İçinde o ayakkabının oradan düşürülmesi gerekliliği hissi doğdu. Topu eline alıp ayakkabıya nişanlayarak ayağıyla dikmeye başladı.Düşürünce ne yapacağını bilmese de çocukluğun verdiği eve dışarıdan bir şey götürme içgüdüsüyle ayakkabıyı vurmaya çalışıyordu.Alper Çankaya 21203056 TURK102-005 Eser Güler 11.12.2014 Birkaç denemeden sonra vuruşunun şiddetini ayarlayamayıp topu müştemilatın çatısına düşürdü. Top kırık dökük kiremitlerin arasından içeri düşebileceği tek boşluğu bulup oradan içeri yuvarlandı. Daha önce Deli Ferzan isimli,kedileriyle yaşayan evsiz bir kadının sığınak olarak kullandığı bu kulübe o öldükten sonra çocuklar için bir macera alanına dönüşmüştü.Hakkında türlü hikâyeler uydurulan bu ev çocuklar için hem bir cazibe merkezi hem de bir korku ögesiydi.Önce perili olduğunu düşündükleri bu harabeye girmekten korkup topu orada bırakmayı ya da mahallenin ‘‘ağbi’’lerinden birinden topu almasını rica etmeyi düşündü ama sonra mahalle maçının bitiş zamanının kararını başkasının vermesi fikri ona dayanılmaz geldi. Zira top kiminse maçın ne zaman biteceğine de o karar verirdi. Topu orada bırakırsa maç başkasının topuyla oynanır ve mahalledeki güç dengeleri değişirdi. Bu gücü kaybetmek onun mahalledeki prestijini ve oynanan diğer oyunlardaki yerini de tehlikeye atabilirdi. Cesaretini toplayıp yavaşça kapıya ilerledi.Nefesini tutup eliyle tahta kapının mandalını yokladı. Kapı kilitliydi.Üzerindeki kir yüzünden içeride ne olduğuna dair hiçbir sır vermeyen camın alt köşesindeki küçük kırıktan topun nerede olduğunu görmeye çalıştıysa da başarılı olamadı.İçeriden gelen ekşimiş sidik kokusunun altında bir çözüm yolu düşünürken birden bir gürültü koptu. Bütün sırtı buz kesmişti.Arkasına bile bakmadan sokağın sonuna kadar koştu.Sokakta birilerini görünce rahatlamıştı.Köşede durup biraz soluklandı.Peşinden gelen kimsenin olmadığını anlayınca kaldırıma çöktü.Yüzü bembeyaz olmuştu. ‘‘Eve çıkıp su içiyim’’ diye düşündü ‘‘bi de ekmek arası yaptırırım’’. Bu sırada, bahçe duvarından yere atlarken duvara dayalı kalası devirip onu korkutan sesi yapan kedi de apartman duvarının dibindeki pis bir yoğurt kabından çocukların kendisi için koyduğu suyu içiyordu.
CEHENNEM BAŞKALARIDIR '' Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız? '' (Kaybedenler Kulübü 2011) 4-5 sene önceydi, izlediğim filmdeki bir replikten ibaretti bu söz benim için. O zamanlar üzerinde pek düşünme gereği duymadım. Felsefik düşünmeyi pek sevmeyen biriyim ondandı bu sanırım. Hele bir de buna aklın bir karış havada olduğu ergenlik çağı eklenince... Ali Lidar'ın '' Z Raporu'' adlı kitabı içinde barındırdığı hayatın gri yüzüne dokunan hikayelerle bu replik üzerinde daha derin düşünmeye sevk etti beni. Tabi bunda geçen yılların bana kazandırdığı olgunluk gerçeğinin de etkisi yadsınamaz. Modern toplumun gizlemeye çalıştığı ,utanılacak bir durum olarak mı düşünüldüğünden bilinmez, kimsenin açıkça dile getiremediği bir yara bu. Yalnızlığını biraz kalabalık yaşamak, kendini bir cam fanusta hissetme durumu, içindeki o derin boşluğun bir türlü dolmaması, cümlelerimizin her seferinde biraz daha kısalması... Yalnızlık eğer bir tercihse kendinle baş başa kalma ihtiyacıysa güzeldir. Ama kalabalıklar içindeki yalnızlık pek tercih edileninden değil hatta sanırım en acılılarından biri. Peki ama neydi bu yalnızlığın nedeni? Içten içe insanları kemiren bu boşluk neden doldurulamıyordu? Neden artık daha kısaydı cümlelerimiz? Soruların cevabı yine insanlarda saklı. İnsanlar, onların gittikçe açığa vurduğu iki yüzlü ahlak anlayışı ve bu anlayışla temellenmiş bir toplum. Sevgilisi mini etek giyince mangalda kül bırakmayan, cinsiyeti erkek olduğu için arkadaşlarıyla görüşmesine izin vermeyen aşk adamımızın sevgilisini çatır çutur aldatabildiği bir anlayış bu. Kapalı kapılar ardında kendi izole dünyasında her türlü sapık hatta ensest ilişkilere meyledip mahallede sevgilisiyle dolaşan bir kıza ''ahlaksız'' yaftası yapıştıran bir toplum bu ve daha genel anlamda toplumunbaşka ülkeler arasında yaşanan savaşı lanetlerken kendi ülkesinde yapılan insan hakkı ihlallerine gözlerini kapaması, meşru sayıp görmezden gelmesi olarak ifade edilebilen çarpık bir durum bu. Bu iki yüzlü anlayış bireyden topluma doğru çoğalarak devam ettiği için günlük ilişkilerimizde olduğu kadar toplumsal hayatımızda da her gün farklı şekillerde tezahür etmekte, genelde insani bir durumu anlatan yalnız sıfatının alanını genişleterek yalnız toplum kavramını hayatımıza sokmaktadır. Biz de yalnız ama kalabalık toplumun yalnız bireyleri olarak bu sahnede yerimizi almaktayız. Insanların veya toplumun iki yüzlü ahlak anlayışı özünde yaşama iç güdüsünün bir sonucu mu yoksa teknolojik gelişmeleri ister istemez hayatına alan fakat modern ahlak ve yaşantı konusunda aynı başarıyı gösteremeyen insanlığın bir davranış biçimi midir karar vermek zor. Ama açık olan şu ki: Bu anlayış toplum içinde bir güvensizlik ortamının doğmasına, samimiyetin azalmasına, insanların birbirinden gitgide uzaklaşıp kendini toplumdan soyutlamasına neden olmakta ve kalabalıklar içindeki yalnızlık dediğimiz durumu ortaya çıkarmaktadır. Bu kalabalıklar içinde duyulan yalnızlık toplumun en küçük yapıtaşı olarak bilinen ailelere kadar nüfuz etmiş. Eşlerin birbirinden uzaklaşmasına neden olmuş. Artan boşanma davalarındaki ana nedenlerden biri haline gelmiştir. Bizi, ailemizi, yaşadığımız toplumu bu denli kötü etkileyen bu durumu özetleyecek olursak bir nevi insan kendi yalnızlığının mimarı haline gelmiştir. Yazımı Ali Lidar'ın ''Z Raporu'' adlı kitabının beni en çok etkileyen ve bu yazıyı kaleme almama neden olan kısmıyla bitirmek istiyorum. '' Haydi dağılalım, çünkü kimse kimsenin umurunda değil! Haydi dağılalım, çünkü birlikteyken çok komik görünüyoruz! Haydi dağılalım, çünkü bu kadar bokluğa ancak yalnızken tahammül edilebilir! Haydi dağılalım, çünkü biz birbirimizi acıdan öldürürüz! Haydi dağılalım, çünkü ''cehennem başkalarıdır!'' (153) KAYNAKÇA Lidar, A. (2016). Z Raporu. İstanbul:İthaki Fotoğraf: Örnek, Tolga. Kaybedenler Kulübü.2011. Film Sümeyya ERDEM 21502289
Çocuksu Bir Heyecanın Kötü Sonucu Anlatılanlara göre 2003 yılının Kasım ayı imiş. İlkokul bire gittiğim dönemler yani küçüğüm daha. Bir de ben zor bir çocukluk geçirmişim yani hiç yerinde duramayan, ortada gördüğümüz zaman seveceğimiz yerde hareketliliğinden dolayı sinir olduğumuz çocuklar vardır ya, onlardan biriymişim ben de. Aile dostlarımızla birlikte Budapeşte’ye gidecek daha güzel bir zaman bulamamış sanırım ailem. Ya da benim biraz daha büyümemi mi bekleselermiş? Sanki çok berbat bir seyahat geçirmişiz gibi düşündünüz değil mi? Aslında çok güzel bir gezi geçirmişiz ta ki ben son anda büyük, hatta bizim o ülkede kalmamıza sebep olabilecek bir sorun çıkartana kadar. Ben o zamanlar çok küçük olduğumdan tam hatırlayamadığım bu seyahatimiz Macaristan’ın başkenti olan Budapeşte’de geçiyor. Seyahate aile dostlarımız olan Haluk Amcamlar; benimle yaşıt küçük çocukları Orhan, kızları Ece, anneleri Kıvılcım Teyze ve Haluk Amcamın annesi Ayla Teyze, ve tanımadığım bir tur acentesi ile gitmiştik. Şehir merkezinde bir otelde kalıyorduk. Gezilerimiz hep turla birlikte oluyordu. Bu yüzden hep bir program içinde hareket ediliyordu, istediğimiz zaman istediğimiz yerde gezemiyorduk. En azından bunlar annemlerin düşüncesi yoksa ben kaç yaşında çocuğum ne anlarım yurt dışından. Karnımı doyurabilecek yemek bulmuşsam o gün benim için bitmiştir zaten. Neyse ki Orhan’la aram çok iyiydi. Orhan benim kreşten arkadaşımdı ve tüm zamanımızı beraber geçiriyorduk. Bu yüzden seyahat sırasında hiç sıkılmamıştım. Tek sorun şuydu; Orhan benim aksime çok durgun, ağırbaşlı bir çocuktu. Benim gibi sürekli hareket halinde, sağa sola sataşan, yerinde duramayan bir tip değildi. Buna rağmen çok iyi anlaşıyorduk. Seyahatimiz 4 gece 5 gün sürmüş ve kazasız belasız bir şekilde son güne gelmeyi başarmışız. Son gün valizler toplanmış, otelden çıkış yapılmış, uçak saati bekleniyordu. Uçağın kalkmasına iki saat olduğundan tur rehberi serbest zaman vermiş. Bizimkiler de, yani benim ailem ve Orhan’ın ailesi, resme meraklıdır. Bu yüzden hemen otelin karşısındaki “Museum of Fine Arts” adındaki resim ve heykel sergileri olan müzeyi gezmeye karar vermişler. Müze çok büyük bir alana kuruluymuş ve içinde de binlerce resim ve heykel içeriyormuş. Zamanın az olmasından dolayı biz hakkımızı resimlerin olduğu kısmı gezmekte kullanmışız. Babam bir yer de annem bir yer de, herkes bir yere dağıldı ve asılı olan yüzlerce yıllık sanat eserlerini dakikalarca izliyorlar ve hakkında konuşuyorlar. Ben o yaşlarda ne anlarım resimden, tarihi eserden. Resimle ilgili olmak lazım böyle yerlerde gezmek için. Yoksa o eserlerden bir anlam çıkaramadıktan sonra ne anlamı kalır müzeyi dolaşmanın? Orhan’a baktım o da annem, Ece ve Kıvılcım Teyzem’in peşine takılmış hep birlikte bir tablonun önünde durmuş resmi işaret ederek birbirlerine bir şeyler gösteriyorlardı. Meraklanıp yanlarına gittim ve ne yaptıklarını sordum. Annem “Gel oğlum, resimdeki insan kafalarını sayıyoruz, sen de say” dedi. Sonunda uğraşabileceğim bir uğraş bulmuştum. Tüm dikkatimi verdim ve başladım saymaya. Bir, üç, beş, yedi, on bir, derken on üçüncüyü bulmanın vermiş olduğu heyecana kapılıp elimi on üçüncü insan figürüne vurdum. O darbenin sesi tüm salonda yankılandı adeta. Niyetim sadece göstermekti. Ben küçük bir çocuktum. Kendimi kontrol etmeyi yeni yeni öğreniyordum. Fakat olay yerinin ne zaman terk edilmesi gerektiğini bildiğim için hemen kaçtım oradan.Annemlerin anlattığına göre, İngilizce bilmeyen bir görevli anında yanlarına gelmiş ve bir şeyler söylemiş fakat anlaşamamışlar. Görevli İngilizce bilen bir meslektaşını çağırmış. Yeni gelen görevli resim üzerinde bir inceleme yapılıp hasar var mı yok mu tespit edilmesi gerektiğini ve bizlerin de bu işlemler bitene kadar hiçbir yere gidemeyeceğimizi söylemiş. Babamlar bunları duyunca başlarından kaynar sular dökülmüş çünkü uçağın kalkmasına iki saatten az süre kalmış. Ben olay mahalline geldiğimde Orhan ve Ece ağlıyor, annem ve Kıvılcım Teyze görevlilerle tartışıyor, babam bir köşeye çökmüş başını tutmuş ve ağlamaklı bir şekilde düşünüyor, Haluk Amcam da Ece ve Orhan’ı sakinleştirmeye çalışıyordu. Onların o halini görünce ciddi bir şey olduğunu ancak anlayabildim. Bu sırada aklımda kalan tek sahne; bizimle konuşmaya çalışan ilk, huysuz olan görevlinin diğer görevli arkadaşlarına benim taklidimi yaparak ve abartılı bir şekilde olayı anlatması oldu. Neyse ki daha sonra yanımıza gelen İngilizce bilen görevli çok anlayışlı biriymiş ki tespitlerin yapılmasını, raporların tutulmasını hızlandırmış. Resimde herhangi bir hasar, yıpranma olmadığı için benim hakkımda bir tutanak tutulduktan sonra gitmemize izin vermişler. Mucizevi bir şekilde uçağa yetişmişiz ve Türkiye’m canım ülkeme dönmeyi başarmışız. Sanırım son gün yaşanan bu korkunç ama benim açımdan bir o kadar eğlence kaynağı olan bu olay seyahatte geçirilen tüm o güzel anıların önüne geçmiştir. Annemlerin yaşadığı o korkuyu, telaşı şimdi çok daha iyi anlayabiliyorum. Müzede benim hakkımda tutulan tutanağı babam hâlâ saklıyormuş. Ne kadar ilginç ki sekiz yaşındaki çocuğu hakkında başka bir ülkede tutanak tutuluyor. İşin komik tarafı işte. Günümüzde benim bu müze maceram hala anlatılır. Bu anı her anlatıldığı zaman kendime şunu diyorum; Budapeşte’ye bir dahaki gidişimde o müzeye tekrar gidip o resimle fotoğraf çekileceğim. Müzelerde fotoğraf çekmek yasak dilebilirsiniz. Şöyle düşünün ben o resme dokunmuş hatta vurmuş biriyim, fotoğraf mı çektiremeyeceğim? MERT ÖZBAYER
Cemre Burak ÜŞÜMEZOĞLU 21402040 25.11.2014 2014-2015 Güz Dönemi 1 TURK 101-15 Başak Berna CORDAN Pembemsi Metal Müzik Deafheaven (dfhvn), San Francisco’da kurulmuş bir “black metal” grubudur. Sunbather albümleri ise 2013 yılında çıkmıştır. Sunbather, her açıdan inanılmaz bir albüm. Öylesine derin ve öylesine mükemmel yazılmış ki, insan dinlediği her saniye daha da etkileniyor. Etkilenmemek elde değil. Solistin çığlıkları öyle güzel ki, insan gerçekten albümü açtığı saniyeye defalarca kez teşekkür ediyor. Notalar akıp giderken ve duygular bir sel olurken durup biraz düşünüyorsunuz. Bu adam niçin boğazını acıtacak kadar acıklı ve öfkeli bağırıyor? Muazzam bir şarkıyı, “kimilerine göre” neden dinlenemez hale getiriyor? Acıyı bu kadar etkili aktarmanın başka bir yolu yok çünkü. Ne arka planda kalan enstrümanlar, ne de hafif bir kadın sesi yaşanan acıları tam olarak aktarmaya yetmez. Yetemez! Yazarın çektiği acıyı kulaklarınızla duyuyor, tanık oluyor, hissediyorsunuz. Belki tüm acılardan kurtulmanın basit yolu, bağırmaktır. Çoğumuz cesaret edemesek bile yüzlerce insanın karşısına çıkıp bağırmaya, onlar ediyorlar. Her ne kadar “metal müzik” denen müzik türü nefret ve korkuyla ilişkili olsa da, bu insanların neden bunları bu yolla, korkunç ve nefret dolu bir müzik yoluyla, aktarmaya çalıştıklarını düşünmek lazım. Yıllar boyunca sanatçılar duydukları korkuyu, hüznü farklı şekillerde yansıtmışlar. Edvard Munch, “Çığlık” adlı tablosunu yaparken, korkuyu anlatmak istemiş. Edgar Allan Poe, hüznü, ölümü anlatmak istemiş. Ne kadar başarılı oldukları, o an o tabloya bakarken hissettiğiniz duygularla alakalı. Eğer siz, bahsi geçen tabloya bakarken o korkuyu hissediyorsanız, o tablo fazlasıyla başarılıdır. Aktarmak istediğini, sizin hislerinize geçirmiştir. Siz, “Sunbather”’ı dinlerken nefreti, korkuyu, hüznü hissedebiliyorsanız, o başarılı bir albümdür. Bu yüzden Sunbather, sadece dönemsel bir başarı değil, kalıcı bir başarı yakalamış bir popüler kültür ürünüdür.2 Üşümezoğlu Her notada daha farklı bir hikâye anlatılır. Bir şarkıda reddedilmişlik, ulaşılamazlık anlatılır. Vahşice, korkusuzca çalınmış o notaların arasındaki öyküyü anlayabilirseniz, nefretin ve hüznün sebebini de anlayabilirsiniz. Acı çekercesine söylenmiş o sözlerin ardında yatan hüznü fark ederseniz, muhtemelen bu albümü daha çok, daha içten seveceksiniz. Aslında şu ana kadar sadece acılardan, kederden ve nefretten bahsettiğini söyledim. Oysa bazı kısımlar, mutluluk da içeriyor. Sonuçta, grubun üyeleri çıkılmaz bir bataklığın içinde yaşamıyorlar. Mutsuz, hüzünlü oldukları zaman kadar, mutlular da. Onlar da insan sonuçta, onlar da bizden, her ne kadar inanmak zor gelse de. Bu yüzden bu albüm, bana göre gelmiş geçmiş en güzel albümlerden biri. Çünkü içinde, çoğu yazarın bahsetmekten çekineceği kadar duygu, çoğu ressamın resmetmekten korkacağı kadar korku var. Acı var, ama mutluluk da var. Tam bir insan hayatının özeti aslında, “Sunbather”. Sevdiği kız tarafından fark edilemeyen bir çocuğun kısa hikâyesi de var çığlıkların arasında, acı ve kederle bulanmış din korkusu da var. Çocukluğu, babasıyla asla elde edemediği mutluluğu var. Her an gördüğü, ama sahip olamadığı Manhattan çekiciliği var. Aşkı, korkusu, hatta ölümü bile var yazarın. Bu yüzden kayboluyorsunuz notaların, sözlerin arasında. Korkuyla, acıyla, ama biraz da mutlulukla dolu birinin hayatı, Sunbather. Çalmaya devam ederken şarkılar, siz de bu hayata ortak oluyorsunuz. Geçmişe, yaşananlara, yaşanmayanlara göz gezdiriyorsunuz. Kimi zaman yükselen gitarlarla heyecanlanıyor, kimi zaman ise solistin bağırmalarıyla, çığlıklarıyla, acısıyla baş başa kalıyorsunuz. Hatta bazen onlar bile olmuyor, bazen yalnız kalıyorsunuz. Bir kilisede, sıradan bir Pazar ayinini dinliyorsunuz birkaç dakika boyunca. Yazarın korkularıyla yüzleşiyorsunuz. Uyuşturucudan sıyrılmış, fakat yakın arkadaşlarını uyuşturucunun pençesinden kurtaramamış bir gencin yardım çığlıklarını duyuyorsunuz. Tam bu dizelerde korkuyu hissediyorsunuz, zira yalnız kalmaktan da korkuyor yazar. Tüm arkadaşlarını kaybetmekten ve yalnız kalmaktan korkuyor. Albüm, sonuna3 Üşümezoğlu yaklaştığınızda size haber veriyor adeta. Biteceğim diyor. Aslında bir saatçik süren bu serüven vücudunuzda bahsi geçen etkileri bırakıyor. Sunbather, çıkalı bir yıldan az süre olmuş olmasına rağmen, benim en sevdiklerim listesine çok yukarılardan giriyor. Böylesine bir duygu seli zor bulunacağı gibi, böylesine başarılı bir müzisyen ekibin de bir araya gelmiş olması, başarılı bir albümü zorunlu kılıyor. Albüm, birçok insanın hayatı gibi bitiyor. Albümün geride bıraktığımız kısmı gibi sesli ve çığlıklarla değil! Yavaşça, sakince… Sanki bir saat boyunca o derin duygulardan bahsetmemiş, o anıları anlatmamış gibi bitiyor. Ölüyor hatta albüm. İlk tuşa bastığınızda doğuyor ellerinizde ve biterken de ölüyor yavaş yavaş…
Berrak Müftüoğlu Sözde Farklı İnsanlar Her insan kendine özgüdür, birdir, tektir. Peki, gerçekten öyle miyiz? Toplum bize olmamız gerekeni söylerken ne kadar kendimize özgü, ne kadar diğerlerinden farklı olabiliyoruz? En ufak bir aykırılığımız herkes tarafından, ailemiz tarafından bile ayıplanıyorken ne kadar kendimiz olabiliyoruz? Diğerlerinin ne düşündüğü önemli değil diyoruz ya, gerçekten diğerlerinin ne dediğinin önemsemeden hareket edebiliyor muyuz? Bu düşüncelerimizin de davranışlarımızın da hepsini daha küçükken ailemizden öğrenmiyor muyuz, peki niye kendimiz olduğumuzda en çok tepkiyi ilk onlardan alıyoruz? Bunlar Rainbow Rowell’in Eleanor&Park kitabını okurken aklıma gelen soruların bazıları, tabii ki kitabı okudukça soru sayısı bu kadarla sınırlı kalmadı, cevabına ulaşamadığım bir sürü soru oluştu kafamda. En mutlu olduğumuz, kimseyi dert etmediğimiz zamanlar bebeklik zamanlarımız sanırım. Yapabileceğin şeyler zaten motor becerilerin gelişmediği için sınırlı, onları her yaptığında da çevredekiler seni alkışlıyor. Küçücük bebekten ne kadar ne beklenebilir ki bir şeyi yapamıyoruz diye eleştirsinler. “anne” demeyi öğreniyoruz ,“baba” demeyi öğreniyoruz, ilk adımlarımızı atıp ilk defa koşuyoruz ve hepsi için alkışlanıyoruz. Sonra azcık daha büyüyoruz, bebeklikle çocukluk arası bir yerde alkışlar kesilmeye, yerini “Ben sana yapma demedim mi!” sözleri almaya başlıyor. Kızların etek giyip bebeklerle oynaması, erkeklerin sokaklarda koşuşturan yaramaz çocuklar olması bekleniyor. Kendi hayal dünyamızda olanları anlatmaya, yaşamaya çalıştığımızda “Öyle şeyler gerçek değil, normal davran.” deniyor, kendimize özgü hareketlerimiz oluşmaya başladığında “Neden diğerleri gibi değilsin.”. Biz daha farkına varacak yaşa gelmeden bu yargılar aklımıza işleniyor. Zamanla aslında herkesle aynı olan, sözde farklı kişilere dönüşüyoruz. Eleanor öyle değildi; evet, o da herkes gibi bu sözlerle büyümüştü ama belki yeterli durumları olmadığından belki de kendi istemediğinden herkesle aynı olmuyordu, o kızıl saçlı, kilolu ve tuhaf giyinen kızdı. Hepimizin etrafında en az bir tane bulunan o tuhaf kız.Kitabı raflarda ilk gördüğümden beri “Klasikleşmiş aşk hikâyesidir, okumam çok da gerekmez” deyip duruyordum, listede adını görünce de fikrim çok değişmemişti ancak o sıralar uzun zamandır kitap okuyamadığım için “klasik aşk hikâyesi okumak iyi gelir, yazısını yazmasam da olur.” diye düşündüm. Kitap tıpkı düşündüğüm gibi ortama uyum sağlayabilen oğlanın yeni gelen tuhaf kız Eleanor’la olan ilişkisini anlatıyordu. Yine de bu ilişkinin yanında tuhaf kızın tuhaflıklarının da oğlanın ilk birkaç asiliğinin de çevrelerinden aldıkları tepkileri görebiliyorduk. Demin dediğim gibi “tuhaf kız” Eleanor herkesle aynı değildi, ne görünüşü ne de aile yapısı buna izin veriyordu. Çevrenin tepkilerini gerçekten umursamadan, ya da umursamıyormuş gibi yaparak, hayatına bir şekilde devam ediyordu. Belki de hepimizin yapması gereken şey bunu yapabilmek, kimseyi umursamadan kendimiz olabilmek. Ben o kadar umursamaz olabilir miyim diye düşünüyorum, daha soruyu kafamda tamamlamadan içimdeki sesler susturuyor bu soruyu. “Peki, hayatımdaki en sivri kişi bu kadar rahat bir şekilde kendisi oluyor mu?” diyorum, onun bile “İstiyorum ama yapmayalım, tuhaf olur.” dediği zamanları hatırlıyorum. İşte o anlarda, başkalarının düşüncesi kendi isteklerimin önüne geçtiği anlarda “Madem herkesin davranışlarını çevre belirliyor, biz nasıl kendimiz olabiliriz ki.” diyorum. Kitabı okuduğumdan beri hepimizin kendimize özgü insanlar olduğumuza inanmıyorum. Sadece aynı kişinin birbirinden biraz farklılaşmış varyasyonlarıyız. O çocukluğa geçiş zamanlarımızda belirleniyor kimliğimiz ve yeni yeni ne yaptığımızı öğrenir halimizle bizim pek bir söz hakkımız olmuyor bu konuda. Hiç birimiz Eleanor kadar tuhaf olup, kendimiz olup, kimseyi umursamıyorum diyerek yaşayamıyoruz; ne yaparsak yapalım o birilerinin diyecekleri hep aklımızda oluyor. “ben umursamıyorum” diyenlerimizin bile öyle ya da böyle içine işlenmiş oluyor bu algılar. Ne yaparsak yapalım “sözde farklı” olmaktan daha ileriye gidemiyoruz. Kaynakça Rowell, Rainbow. Eleanor-Park. İstanbul: Pegasus Yayınları, 2015.
AD SOYAD: Ceren Türküm PEKTAŞ ID NUMBER: 21702129 BEŞ KURUŞSUZ BU SOKAKLARDA Emrah Serbes ülkemizde Behzat Ç. adlı eseri ile bilinen bir yazar aslında ancak bu yaz okuduğum Müptezeller kitabıyla beni bambaşka noktalara taşıdı. Bir noktadan başka bir noktaya gidişin, hayatın tüm acılarının ve gerçeklerinin yüzüme çarpışı oldu bu kitap. Son birkaç sayfayı okurken kafamda dolanan binlerce düşünceyle birlikte kitabın bitmemesi tek isteğimdi. Şehrin yalnızlığını ve tek yapabildiğinin cebindeki son parayla o sokaklarda şehre eşlik etmek olduğunu anlatan bu kitaba zaman ayırmak değil de, okurken bu kitabın kendisine dönüşebilmek gerekiyor aslında. Yıkılan evleriyle ve uçup giden bir balonla başlıyor Bakır’ın hikayesi. “Alt tarafı bir ev, al tarafı beton parçası ya. Çalışır ederiz, yine alırız. Ben de çalışırım bundan sonra söz, alırız bir ev daha.” Bu sözlerle parçalanan bir hayat daha başlıyor paramparça bir zihinde. Her zaman hayatın karşımıza çıkarabileceklerinin bir sonu olmadığını düşünmüşümdür; her yıkımın bir yenisini doğurabileceğini ve yıkılıştan daha güçlü kalkılabileceğini. Babası “Her ay evin taksitini ödedik de noldu? Bak uçup gitti elimizden o balon gibi. Keşke seni ağlatmasaydık çocukken...” diyor Bakır’a. Bak uçup gitti elimizden o balon gibi... Bu sözlerin vuruculuğu belki herkesi çarpmayabilir ancak çocuk olmak gerek anlamak için, doğmak büyümek ve hayatla yüzleşmek gerek. Yürünecek yol çok uzunken ve sadece bir çocukken ipinden sıkı sıkıya tuttuğun o balon parmaklarının arasından kayıp gittiğinde arkasından bakıp ağlamak ve belki de yıllar sonra bu anının güzelliğine gülümseyebilmek gibi büyümek gerek. Anlayabilmek için hissetmek gerek böyle şeyleri. Bu kitabın bütün vuruculuğu burada gizli aslında. Ne Emrah Serbes’in sokak diliyle yazışı yetebilir ne de karakterlerin gerçekçiliği, bu kitabı hissetmek gerek. Beş kuruşsuz bu sokaklarda yaşayanları görebilmek için bakmak gerekir. Bakmadan göremeyeceğimiz gerçeği de bu işte. Biz bakmadığımız sürece bu insanlar, Bakır gibi insanlar yoklar. Dönüp de yoklamak gerek Ankara’nın sokaklarını. İsmail’le yolları kesişir Bakır’ın. Bu kesişen yolun sonu belli değildi başta ama Emrah Serbes sayfalarca yazmıştır onları. Onların yolunu ve yaşadıkları tüm acıları. Her günlerinin sonunu şişelerce dibe vuran acıları anlatan biralarda ve bembeyaz tozu hücrelerine soludukları nefeslerde bulurlar. Yitip giderler beraber ama fark etmezler asla. İsmail ölür kitabın sonunda işte Bakır’In kıyılarına öylecevurur bu gerçeklik. Sadece İsmail yitip gitmez, Bakır da yitip gider bu kitabın sonunda. İsmail öyle bir ölür ki Bakır olursunuz o anda. Bakır olur, o acıyı hissedersiniz ve yine Bakır olur ölümü anlarsınız. Ölüm öyle bir yalan ki görmeden anlayamaz insan. Öyle bir yalan ki bu bittiğine inanamaz, arar durursunuz günlerce. Yapraklarca gözyaşı dökülür sokaklara, o beş kuruşsuz dolandığınız sokaklara. İşte bunu hissetmek gerekir. Daha sonra Bakır bir rehabilitasyon merkezine yatırılır ve burada bir kızla tanışır. Tanıştığı bu kız da bağımlıdır ama öyle cana yakındır ki Bakır kıza aşık olur. Nasıl aşk ama. Laf arasında anlatılsa iki bağımlının aşkı küçümser insanlar ama herkes kendi gibi olanı anlar en çok. İşte sıkıntı da burda. Hissetmeden anlayamıyoruz bir şeyleri, yaşamadan bilemiyoruz. Kendimiz gibi olmayanı göremiyoruz çünkü dönüp de bakmıyoruz. İsimler önemli değil, ne kızın ne Bakır’ın ismi. Ortada iki hayat var birbirine kavuşamayan. Kız da intihar eder daha sonra. Ölüm bu kadar basit değilken, dört kelimeye sığdırılmış ama anlatılamazken Bakır’ın aşkı da yitip gider. Ve hayat böyledir işte, sayfalarca yazar Emrah Serbes ve tüm o sayfalar Bakır’ın acısını anlatır size. Bu kitabı okuyun demeyeceğim, bu kitabı hissedin. Ne yazarın üslubu ne dili ne de karakterlerin kurgulanışı önemli değil burada. Hayatın yaşanmışlığını görün. Beş kuruşsuz gezen, ölümle yüzleşen ve kendini silip atan binlerce insan var bu sokaklarda. Hangi sokaklar? Bir kafede yan masada birasını yudumlayan bir adam olabilir bu kişi, gözünde bir morlukla Pazar poeştlerini taşıyan o teyze de olabilir siz balkonda çayınızı içerken ve bu kişi siz de olabilirsiniz. Anlamak gerek bazı şeyleri, hissetmek gerek. Sonuna kadar hissettim ben Bakır’ı, gerçekliği gözlemleyerek. Siz de hissedin Emrah Serbes’in gözler önüne sürdüğü bu acımasız müptezelliği. KAYNAKÇA : EMRAH SERBES-MÜPTEZELLER
Prestij ( Ahmet Batıkan ÜNAL ) REKABETÇİ İNSANLIK Prestij 2006 yılında filmi ve kitabı birlikte seyircinin ve izleyicinin karşısına çıkan rekabet iç güdüsünü sonuna kadar yaşayan iki sihirbazın hayatını konu edinmektedir . Temel olarak filmde iki eski iş ortağının bir birinden ayrılıp adeta birer düşman havasında rekabetini ve bu rekabet sırasında yapılan fedakârlıkları izleyicilerle aktarmaktadır . Ben ise bu yazımda rekabet duygusunun insanı hangi boyutlara taşıyabileceği konusunda fikirlerimi sizler ile paylaşacağım. Prestij filminde işlenildiği gibi rekabet her insanın sahip olduğu ve başkalarına karşı özellikle yakından tanıdığı kişiler arasından sivrilip ortaya çıkma dürtüsüdür.Rekabetin temelinde yatan düşünce ise aslında insanın bunca zamandır evrilip tabi bu evrilme biyolojik açıdan ziyade insanların toplumdakidiğer üyelere karşı üstünlük kurmak için yeni ve farklı yollar bulup kendilerini geliştirip evirmesidir . Buna bir örnek vericek olursak insanların yerleşik hayattan önceki dönemlerde ki en büyük rekabet bir başka değişle yarış konuları avcılık üzerineydi ve toplumun avlanan her bir bireyi daha çok hayvan avlamak için çalışıyorlardı . Ancak çok fazla hayvan avlayamayanlar ise bu rekabetin dışında kalmamak için beyninlerini biraz daha zorlayarak yeni avlanma teknikleri geliştirmeye başladılar ve tahmin edildiği gibi daha önceden onlardan daha fazla avlananların iki üç katı hayvan avlamaya başladılar ve bu seferde bu kısır döngü tekrar diğerlerine göre az avlanalarda gerçekleşmeye başladı ve her yapılan şeyin üstüne daha iyisini yapmaya çalışan birisi çıktı ve o günlerden şimdiki modern dünyamızın oluşmasına katkı sağladı . Benim diyeceğim odur ki rekabet denilen şey uğrunda bazen çok fazla fedakârlık yapılması gerekse bile insanlığın ve modernliğin gelişmesini sağlayan mienk taşlarının başında gelmektedir . Bununla birlikte rekabetin her ne kadar insanlık tarihi için çok önemli olduğunu düşünsem de herşeyin bir sınırı olduğunu düşünürüm aslında bu sınır daha çok rekabeti farklı bir boyuta taşıyıp başkalarına karşı düşmanlık beslenmesinden kaynaklanmaktadır . Çünkü bu tür durumlar insanların daha üretken olmalarını engelleyip onların hali hazırda bulunan rekabet duygularını başkalarına zarar vermeye yönlendirir ve gelişmelerin olamsı gerekirken gerilemeler olmaya başlar . Bu gerilemelere verilebilecek en güzel örnek ise hepimizin yakından tanıdığı ampulün mucidi olarakta bilinen Thomas Edison ve Tesla arasında olmuştur ve Edison 'nun rekabet duygusunu yanlış yönlendirmesi sonucunda Tesla'nın bulduğu veya bulmaya çalıştığı bir çok proje yarım kalmış ve insanlık tarihine , her ne kadar bir çoğumuz Edison'u sadece ampulün mucidi olan iyi biri olarak tanıyor olsada , kara bir leke olarak geçmiştir ve onlarca yıllık gerilemeye veya yerinde saymaya neden olmuştur. Son olarak rekabet dediğimiz şey iki kardeş arasında olan tatlı ve yapıcı bir düşünce olabilirken , iki düşman arasında ki yapıcılıktan çok yıkıcılığı temel alan bir olguda olabilir . Tabi bunların hemen hemen hepsi iyi ve kötü tarafları olmak üzere iki farklı kefeye ayrılır ve tartılırsa iyi taraflarının daha ağır basacağından emin gibiyim ; bu düşüncemin en önemli nedeni ise insanlığın bazen gerçekten telafisi mümkün olmayan hatalar yapmış olmasına karşın aslında bu hataların büyük bir çoğunluğu bireysel sorunlar yüzünden kaynaklandığını düşünmemdir . Bir başka değişle insanların rekabetçi tarafları bazı bireylerde orantısız ve gereksiz tepkilere neden oluyor olabilir ancak budemek değildir ki rekabet insanlığa zarar verir . Son olarak toparlamak gerekirse rekabet insanların ve toplumun gelişmesi için olmazsa olmazların başında gelmektedir ve rekabetin olmadığı bir dünya düşünülemez . Ahmet Batıkan ÜNAL
TEK ATIŞ Sadece tek şansımız var. Nefes almak, aşık olmak, gezip eğlenmek için sadece bir yerimiz var. Dünya’nın cezbedici olmasının sebebi de bu olmalı. Rengarenk bir sürü varlık, bizi sarıp sarmalayan binlerce doğal güzellik... Böyle bir yerde yaşadığımız için çok şanslıyız. Diğer gezegenlerin sıradanlıkları ve zevsizlikleri içinde kaybolup gidebilirdik de. Dolayısıyla restorantın en güzel masası bizim için rezerve edilmiş. Çok güzel yemekleri olan bir restorantın en güzel köşesindeyiz. Yani oraya nasıl geldiğim benim için hiç önemli değil. Biri beni bir anda oraya ışınlamış da olabilir ya da ben bütün masaları gezerek buraya karar vermiş olabilirim. Beni ilgilendiren şey yalnızca menüye bakıp en güzel yemeği seçmek ve birlikte oturduğum insanlarla tatlı bir sohbet eşliğinde yemeğimi yemek. Tabi sonrası da benim için önemli değil. Yemeğimi bitirdikten sonra hesabı ödemeyi ve oradan kalkıp gitmeyi düşünmek bile istemiyorum. Çünkü bu restorantta sadece bir kez yemek yeme şansım var. Bu da beni alabileceğim en büyük keyfi almam konusunda daha da çok cesaretlendiriyor. Yani sonrasını düşünmemeyi. Fakat bazı insanlar için bu durum geçerli olmamış ki yaşamdan sonra ne olacağı konusunu tartışmışlar. Lucretius, tam da böyle bir filozof. Yani daha yemeğini yerken nasıl eve gideceğini düşünenlerden. Doğanın Evrimi adlı kitabında ölümden sonra ne olcağını anlatmaya çalışıyor. Bu noktada bana ilginç gelen bir şey var. Tamam ben ölümden korkmuyorum ve hayatı ölüm korkusu olmadan yaşamam gerektiğini düşünüyorum. Fakat bu zamana kadar etrafımda hiç ölümden korkmayan birini görmedim. Herkes ölümden sonra ne olacağını düşündüğü için veya bu dünyadaki güzelliklerden mahrum kalacağı için ölmekten çok korkuyorlar. Lucretius ise tamamen bu insanlardan farklı ve yaşadığı dönemdeki çok tanrılı ortam ve üstüne devletinin inanç konusundaki baskısına rağmen yine de ölümden korkmanın zararlı olduğunu söyleyebiliyor. Bunu yapabilmesi onun yaşadığı zamanı göz önüne aldığımızda gerçekten beni etkileyen bir olay. Ölümü düşünmek ondan korkmayı beraberinde getiriyor. Çünkü sonrasındaki belirsizlik, insanın tüylerini diken diken ediyor. Gelecekte ne olacağımı ve neye dönüşeceğimi ya dadönüşemeyeceğimi anlamaya çalışmak sadece bir düşünme etkinliğinden öteye nasıl gidebilir ki? Ayrıca bunları düşünüp korkmak da istemem. Bence insana mutluluk verecek olan şey yaşamından keyif almaya çalışmasıdır. Belki bu dediğim şey çok tanıdık gelebilir çünkü herkesin ağzında olan fakat uygulamaya gelince kimsenin başaramadığı bir şeydir bu. Madem ki herkesin kafasında aynı şey var ama kimse bunu başaramıyor; demek ki bizim sandığımız zevkler keyif verici şeyler değiller. Dolayısıyla buna yamuk bakmalıyız. Yani alıştığımız şeylerin tamamen dışında bir keyif algısı oluşturmalıyız. Bu yazıda nelerden keyif alınabileceğini yazmayacağım elbette. Yani paraşütle atlayın, denizde dalış yapın, spor yapın gibi şeyler bana hep yanlış gelmiştir. Çünkü bence keyif, tanımı yapılacak ya da belirli ölçütleri olan bir olgu değil ki. Fakat kendim için keyfin ne olduğunu söyleyeyim: ölümü düşünmeden istediğim her şeyi yapmak. Ölümü düşününce nedensiz bir gerginlik kaplıyor vücudumu. Çocukken gördüğüm bir trafik kazasının da bunda etkisi olabilir ya da dedemi bir daha göremeyecek olmam. Bu yüzden ne adını duymak ne de düşünmek istiyorum onu. Sadece mutlu olmak, bana verilen süreyi çok güzel kullanmak istiyorum. Benim yapmaktan hoşlandığım aktiviteler daha önceden belirlediğim şeyler değil. Bazen kitap okumak, bazen sevgilimle film izlemek, bazen de yalnız kalıp güzel bir yürüyüş yapmak benim için keyfin kaynağı oluyor. Önemli olan ne yapmam gerektiği değil, o an ne yapmak istediğim. Dolayısıyla yaşamak benim için sıcak bir yaz günü biranın verdiği serinlik kadar güzel ve vazgeçilmez. Başta bir restorantın en güzel masasında olduğumuzu söylemiştim. Bu masada güzelce yiyelim, sohbet edelim, bir sürü fotoğraf çekelim, şarkılar söyleyelim... Fakat yemekten sonrasını düşünmeyelim. O zaman bizim için bu güzel şans hiç gelmemiş demektir. Ölümü düşünüp üzülmeye gerek yok. Verilen şansı en iyi şekilde kullanalım yeter. O zaman ne yemekten sonra eve gitmek için trafikte geçireceğimiz zaman ne de yiyemediğimiz diğer yemekler üzebilir bizi! Lucretus. Doğanın Evrimi. Arya Yayınevi. 2011. Baskı.
Selim Can Güler Bir İnsanlık Serüveni Gözlemleyebildiğimiz evrendeki milyonlarca galaksinin arasından Samanyolu Galaksisi bizim evimiz. Galaksimizde bulunan milyarlarca yıldız arasından ise Güneş, epey uzun bir süredir bizim yaşam kaynağımız. Uzaktan bakıldığında, Güneş Sistemi’ndeki küçük, basit bir noktada yaşıyoruz. Bu bakış açısından aslında her şeye gereğinden fazla değer biçtiğimiz çok açık. Fakat içine girdiğimizde Dünya içerisindeki yaşam bizi aynı anda hem büyülüyor hem de korkutuyor. Burada doğduk, burada büyüdük ve binlerce yıl sonra hâlâ burada gelişmeye devam ediyoruz. Fakat doğduğumuz zamanlardan çok farklıyız. Bizler artık yenilikler peşinde koşan uzay kâşifleriyiz. Kubrick de 2001: Bir Uzay Destanı’nda (Kubrick, 1968) bunu vurguluyor. İnsanlığın aletlerle olan ve uzun zamandır süregelen ilişkisi milyonlarca yıl öncesine dayanıyor, önce doğada var olan aletleri kullanmayı daha sonra ise bu aletleri kullanarak doğaya müdahale etmeyi hatta doğayı manipüle etmeyi öğrendik. Peki ya bu aletleri kullanmaya bizi iten neydi? Merakımız mı? Merak etmemiz için bir bilince sahip olmamız gerekmez miydi, bilincimiz nereden geliyordu? Belki de; merak musluklarımızı açan, durmak bilmeyecek olan bu tepkimeyi başlatan etki – filmde geçen adıyla – monolitlerdi1. Bizi daha fazlasını elde etmek ve bilmek için zorlayan bu gizemli güç bizden daha akıllı ya da en azından daha gelişmiş varlıklar tarafından bize yol göstermesi için konulmuş olabilirdi. Her nasıl gerçekleştiyse, bilinç ve merak insanlığın doğuşuna sebep oldu. İnsanlığın doğuşu bir domino etkisi yaratarak bizi bugün bulunduğumuz konuma getirdi. Ancak bu konuma gelmek çok temiz bir süreç olmadı, geliştirdiğimiz aletleri her zaman insanlığın ve doğanın yararına kullanmadık. Düşüncelerinden ya da inançlarından ötürü insanlara kasten zarar vermeyi tercih ettik. Hatta bazen, dogmatik görüşleri tercih etmek belki de daha kolay geldiğinden insan düşüncesini kısıtlamaya çalıştık. Ama bunların hiçbiri merakımızdan vazgeçmemize neden olmadı. Tam tersine pek çok kimsenin merakını “Bu durumu nasıl düzeltebilirim?” sorusuyla kamçıladı. Bulduğumuz her cevapla toplumumuzu daha optimize hâle getirdik ancak her cevap da bir soruyu beraberinde getirdi. Örneğin “yaşam nedir?” sorusuna aradığımız cevap bizi insan vücudunun derinliklerini araştırmaya itti. Veya birileri düşüncelerimizi kısıtlamaya çalıştığında içgüdüsel olarak 1 Monolit: 2001: Bir Uzay Destanı filminde Güneş Sistemi’nin farklı yerlerine yerleştirilmiş gizemli siyah levhalara verilen ad.sorgulayan tutumumuza daha da sıkı sarıldık. Serüvenimizin geldiğimiz noktasında taşıdığımız bu özelliklerle beraber içinde hayal edemeyeceğimiz kadar nesne bulunan sonsuz bir denize açılmayı başardık. Ancak evrenin yaşına kıyasla hâlâ yolun başında sayılırız. Cevabını bulamadığımız ve bizi kendine çeken soru sayısı uzaya ve yaşama dair her bulgumuzla beraber artıyor. Önümüzde, gelişmemiz için kavramamız gereken çok geniş bir bilgi ağı var. Ve bu bilgi ağında yalnızca sorular sorup doğru cevapları bularak başarıyla ilerleyebiliyoruz. Ancak artık cevap arayışımızda yalnız değiliz. Bazı soruları bizden daha hızlı şekilde çözen makinelerimiz var. Bizden farklı şekilde de olsa düşünebilen ve bizim tarafımızdan üretilen bu makinelere bilgisayar adını verdik. Bilgisayarlar bizim verdiğimiz bilgilerle sınırlı kalmayıp öğrenebiliyorlar. Süreçler aynı olmasa da bir insanın yaptığı gibi verilerden yola çıkıp sonuca varabiliyorlar. Bu zihnimizde yeni yer edinen çok ilginç bir kavram. Temelde birkaç elektronik bileşenden oluşan bir alete bizi bugüne getiren öğrenebilme gücünü veriyoruz. Yani yarattığımız şeylere yine kendimizi yansıtıyoruz. Bu sayede insan zekâsı tarafından üretilmiş bir zekâya, yani yapay zekâya gittikçe yaklaşıyoruz. Belki de makinelerin düşünmesinden daha da ilginci makinelerin duygularının olması. Pek tabii, programlanışı itibarıyla duyguların makineye eklenebileceği ve bunun çok da önemli olmadığı düşünülebilir. Ancak ileri seviye bir yapay zekânın, insanlarla iletişimde duyguların önemini kavrayıp duyguları kendi kendine öğrenmesi işten bile değil. Bizler hislerimizi evrimsel süreçte bize fayda sağladığı için edindik. Yani duygularımız, diğer pek çok işlevimiz ile beraber, her zaman bizimle beraber değildi. Bu sebeple öğrenme kabiliyeti olan herhangi bir aletin duygular edinmesi çok zor değil. Özellikle bahsettiğimiz alet insanlardan katbekat daha Dave , yapay zekâyı kapatıyor. Kubrick’in yönettiği 2001: Bir Uzay Destanı’ndan bir görüntü. (New Hampshire Public Radio, 2018)hızlı öğrenebilen bir makineyse. Yalnız, bir insanın vücudundaki biyokimyasal aktiviteler bir makinenin elektronik yapısından çok farklı. Bu yüzden bizden farklı düşündükleri gibi sahip oldukları duyguların da bizden farklı yollarda ortaya çıkmasını beklemek gerekir. Şu an hayatımızda olan basit yapay zekâlarda (Siri, Google Asistan) gözlemlediklerimiz yalnızca duygu görünümlü tepkiler. Bundan farklı olarak geleceğin yapay zekâları yaşamımızın bütünleşmiş ve ayırt edilemez bir parçası haline gelebilir. İnsanlık olarak elimizde olanla yetinmeyerek ve merakımızı hiç kaybetmeyerek çeşitli işler başardık, fakat başarabileceklerimiz bunlarla sınırlı olmaktan çok ötede. Mağara resimlerinden yeni zihinler yaratmaya uzun ve zorlu bir yolculuk geçirdik. Fakat yolculuğumuz bitmekten çok uzak. Gelişmelerin ve düşüncelerin önüne hiçbir zaman sınır koymamalıyız. Yerimizde saymayı hiçbir zaman seçenek olarak görmemeli, yenileşimi durmadan devam ettirmeliyiz. Önümüzde bizi bekleyen devasa sırlar olabilir. Fakat önemli olan bizi aşabilecek problemlerle karşılaşsak da yılmamaktır. Problemler hayatımızın ve insanlık tarihinin doğal birer parçaları, bunların üstesinden gelmek için ise tek ihtiyacımız merak ve düşünce. Kaynakça Kubrick, S. (Yöneten). (1968). 2001: A Space Odyssey [Sinema Filmi]. New Hampshire Public Radio. (2018, Nisan 3). New Hampshire Public Radio Web Sitesi: nhpr.org adresinden alındı.
Gerçek Hayatın Yansıması Başarılı bir çocuktum ilkokuldayken fakat çekingendim kitaplar konusunda. Kitap okuma alışkanlığını kazanamadığıma üzülürdü annem ki kendisi iyi bir okuyucudur. Benim de onun gibi zaman zaman bu dünyadan uzaklaşıp başka dünyaların tadına bakmamı istiyordu. Hayal gücümü geliştirmemi, toplumda kültürlü ve aynı zamanda da hayalperest bir insan olmamı... Kitap sevgimin başladığı o günü dün gibi hatırlıyorum... Çocuk sesleriyle dolup taşmış sınıfımda hep o köşede oturan, yalnız, daha önce hiç konuşmadığım kitabına dalmış büyük bir hazla okuyan Neva’yı gördüğümde pek şaşırmamıştım. Herkes onun kitap kurdu olduğunu insanlarla konuşmadığını biliyordu o yüzden kimse yanaşmazdı kızcağıza. Ama bu sefer farklıydı kız ayrı bir zevkle sayfalarda hızlıca gözlerini gezdiriyordu ve önyargılı arkadaşlarımın düşüncelerine kulak asmadan kızın yanına yaklaştım ve “Ne okuyorsun?” diye sordum. Kalın camlı gözlüklerinin arkasından ürkek bakışlarıyla “Harry Potter ve Felsefe Taşı” dedi. Kitaba baktım kapağı beni içten etkilemişti. Bazılarınıza beyaz kağıda basılmış bir resim gibi gelebilir ama kitaba baktığım an sınıftaki gürültüyü duymaz, ne Neva’yı ne de başka bir şeyi görmez olmuştum. Kapağı benimle konuşuyordu adeta. İçinde bambaşka bir dünya olduğunu anlatmaya çalışıyordu... İlk Harry Potter romanımı o çekingen kızdan ödünç almıştım.Ben Harry Potter serisiyle büyüdüm. 2007 yılında tanıştığım J.K Rowling imzalı bu kitap beni başka bir dünyaya sürükledi. Rowling öyle gerçekçi anlatmıştı ki ben Hermonie’nin Harry’nin Ron’un hatta Cin Dobby’nin, Ruh Emicilerin, Hortkulukların ve dahasının uzaklarda bir yerlerde var olduklarını düşündüm. Sihrin gerçek olduğunu düşünmek bana mutluluk veriyordu, gerçek hayattan uzaklaşmak, rahatlamak... Harry sorunların üstesinden gelirken, kapana kısılmışken, mutluyken... hep yanındaydım sanki onunla beraber maceradan maceraya koşuyordum. Süpürgesiyle uçarken onunla uçtum aşağıya baktım yükseklikten korktum, o yeni bir büyü öğrenirken onun kadar heyecanlandım elimdeki kalem asaya dönüştü ben de sihirli kelimeleri söyledim, asamı salladım ve devasa bir yılanla karşı karşıya kaldığımızda sırt sırta verdik, birlikte mücadele verdik... Hermonie, Ron, Harry ve ben ana kahramanlarıydık bu fantastik dünyanın. Yaşım kaç olursa olsun Harry’yi bazen çok kıskandım. Hayal ettim, gerçekten yaşamak istedim onun yaşadıklarını. Bazen de gerçek dünyama dönüp baktım ve iyi ki ben bu romanın kahramanı değilim dedim. Ama şimdi geriye dönüp bakıyorum da bu seriyi o kadar kısa bir sürede nasıl okuduğuma hayret ediyorum. Ya ben büyüdüm hayalperest olamayacak kadar, ya da o büyülü dünyanın insana verdiği hissi unuttum kim bilir? Bu seri bir çocuğun Hogwarts Cadıcılık ve Büyücülük okulundaki maceraları anlatmıyor. Harry Potter dizisi sadece insanların okurken eğlenmesi için yazılmamış, bir amacı var: geniş okuyucu kitlesine ders vermek. Çünkü Harry Potter dostluğun, paylaşmanın, nefretin, sevginin, sabrın, korkunun, çaresizliğin hikayesi. Ron, Hermonie ve Harry’nin arkadaşlıkları paylaşmayı, sevgiyi, aynı anneden olmadan da kardeş olunabileceğini öğretiyor. Çok sevdiğim akıllı bir karakter olan Hermonie’nin bir sözü paylaşmayı, zorluklara birlikte göğüs germeyi ve dostluğun her şeyden önde geldiğini gösteriyor: ”Her şeyi tek başına yapmak zorunda değilsin, Harry.” Bir başka öğrettiği şey ise nefret karşılıklı olsa bile insanların orta yolu bulabileceği. Draco Malfoy’la Harry Potter’ın arasındaki nefret hiç sona ermiyor fakat Harry en son kitapta Malfoy’un baskı altında olduğunu ne yaptıysa ailesi için yaptığını anlayınca onu affediyor ve ona yardım ediyor. Aslında Harry Potter gerçek dünyamızın değişik bir yansıması Harry okula gidiyor, derslere giriyor sadece onun dersleri bizimkilerden biraz farklı matematik, fizik, biyoloji değil de kehanet, sihir tarihi vs. Bizim de bakanlıklarımız var onun büyülü bakanlıkları var. İşleyişleri görevleri biraz farklı o kadar. Ama bazı şeyler hep aynı Rowling’in yarattığı dünyayla bizim dünyamız arasında: fedakârlık, sevgi, arkadaşlık, nefret, hüzün, neşe… Severek okuduğum bu kitapların beni daha iyi bir insan yaptığını düşünüyorum ve bir Hogwarts mektubu da bana gelse fena mı olurdu diyor yazımı bitiriyorum. “İyi veya kötü yoktur sadece güç ve onu elde edemeyen zayıflar vardır.” (Rowling’in kitabından bir alıntı)Kaynakça http://tr.wikipedia.org/wiki/Harry_Potter_serisi Gözde Deniz Gazioğlu TURK 101 Section 33
Selin Saraçoğlu - 21703298 Benimseyiş Hayatın, başkaları tarafından benimsenen sınırlar içinde yaşanılandan daha farklı olarak kendi düşüncelerimizle şekillenen bir yol olmasının taraftarıyım. Aslında, yaşadığımız toplumun sınırları içinde, toplum tarafından benimsenen düşünceler doğrultusunda yaşamaya yönlendiriliyoruz. Bana göre bu yönlendirmeler insanların duygu ve düşüncelerini hiçe sayarak yapılan dayatmalar olarak ele alınabilir. Her insanın ait olduğu toplumda hem katıldığı ve hem de uygun bulmadığı düşünceler vardır. Hiçbirimize doğduğu toplumu tercih etme hakkı verilmediği için insanlar büyüyüp gelişen düşünce yapısına göre kendi kararlarını verebilecek duruma geldiğinde, toplum kuralları tarafından baskı altına alınmamalıdır. Toplum, içinde çok çeşitli düşünce yapılarına ev sahipliği yapmaktadır. Genel anlamda benimsenen toplumsal kararlar ve bu bağlamda oluşan yapının da toplumdaki her bireye uyum sağlamasını beklemek neredeyse imkansızdır. Albert Camus tarafından yazılan “Yabancı” adlı romanı okurken de bende merak uyandıran konu bu oldu; insanlar içinde bulundukları toplumsal düzeni benimsemek zorunda mıdır? Duygulardan, özellikle aidiyet hissinden, uzakta bir yaşam algısını benimseyen “Yabancı”nın odak figürü Meursault, toplumun beklentilerini karşılamadığı için topluma yabancılaşmıştır. Eğer toplumsal kurallar bireyler tarafından benimsenmezse, bireyler bulundukları ortama nasıl ait hissedebilir? Yaşadığımız hayat, kalemin bizim elimizde olduğu boş bir kitap gibi görülebilir aslında. Kitaptaki sayfalar bizden bir parçayı; anılar, acılar, yanlışlar ve kararlar gibi bizi biz yapan değerleri barındırır. O sayfalar bizlerin hisleriyle anlam kazanarak kişisel düşünce yapımızın ortaya konmasını sağlar. Kişisel dediysem, gerçekten bizlerin özel bir parçası olarak o sayfalar yaşananlarla ve duyguyla doldurulmalıdır. Bir düşünün, en basitinden öğlen yediğiniz yemekten yaptığınız spora; arkadaşınızla paylaştığınız önemli bir gelişmeden ödevinizde seçtiğiniz konuya kadar her şey sizden bir parça barındırıyor. Bunlar, yaşamın günlük koşuşturması içindeki küçük şeylerin bile sizin karakterinizi oluşturduğunu göstermektedir. Olay, sadece basit şeylere karar verebilme cesaretini edinmekte değil; senin, kendi kitabında izleyeceğin olay örgüsünün iplerinin elinde olmasıyla alakalıdır. Dış etkenler tarafından şekillenen kararlarla yaşanan hayat, doldurulan kitap, artık kendimizin değil başkalarının eseridir. Bu düşünce farklı bir bakış açısından ele alındığında ise bir bütünün parçası olmak, insanın doğuştan gelen ihtiyaçlarından birisidir. Bulunduğu yere ait hissetmek, misafirmiş gibi değil de ev sahibi olarak bir yeri benimsemek, insanların hem güvende hissetmesini hem de aidiyet duygusunun güçlenmesini sağlamaktadır. Bu şartlar altında da toplum, her bireyin ister istemez bağlı olduğu büyük bir yuva olarak ele alınabilir. Ve her toplu alanda karşılaşıldığı gibi farklı düşünce yapılarının olduğu toplum çatısının altında da herkesin birbiriyle iyi anlaşması pek mümkün değildir. Toplumsal kuralların ortaya çıkışı da aslında bu gerçeğe bağlı olarak şekillenmektedir. Sevgi olmasa bile saygı çerçevesinde güvenli bir şekilde yaşayabilmek adına toplumdaki bireyler bu düşünce yapısına uyum sağlamalıdır. Toplumda beklentileri karşılamadığın, herkesten farklı bir düşünce yapısına sahip olduğun sürece toplumdaki birlik ve beraberlik duygusundan uzakta kalırsın ve bu durum bireyi yabancılaşmaya iter. Her ne kadar yalnızlık bazı insanlara huzur ve sakinlik getirse de uzun süre tek başına kalındığında, herkes iyi anlaşabildiği birisinin yanında olmasını ister, bu durum ise yabancılaşmanın insanınSelin Saraçoğlu - 21703298 doğasına ters düştüğünün göstergesidir. İnsan sosyal bir varlıktır ve toplum içinde yaşamak da ihtiyaçlarından sadece birisi olarak düşünülebilir. Bu bağlamda incelendiğinde bireylerin toplum içinde yaşama ihtiyacını karşılamak uğruna kendi benliklerinden vazgeçmeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Her şeyde olduğu gibi bu konuda da bazı sınırlar vardır. İnsanlar ne yalnız kalmayıp aidiyet duygusunu hissetmek uğruna toplum yapısındaki kemikleşmiş bazı düşüncelere boyun eğmeli ne de toplumdan tamamen bağımsız bir şekilde kendine ve etrafa yabancılaşarak içine kapanmalıdır. Kaynakça Camus, Albert. Yabancı. Can Yayınları, 2015.
ASLA KAÇIŞI OLMAYAN ÜÇ DUYGU Değersizlik, istenmeme ve zavallılık... Bu duygunun üçü de hayatım boyu beni her zaman her yerde takip etmiştir. Ben kendimi sevmeye, değer vermeye çalışsam da kötü kalpli zorba insanların bana karşı olan tutumları bu üç duygudan asla kaçamama neden oldu. Şimdi bile en küçük olayda bu üç duygu yüzüme vuruluyor gibi hissediyorum, asla ama asla kaçış yok, sonsuza kadar bu üç duyguya hapsolmuşum yani ve bu beni mahvediyor. Neslihan Önderoğlu’nun Yakınlık Korkusu öykü kitabını okurken de “Söylenenler ve Söylenmeyenler” öyküsünde bu üç duygunun üçünü de her satırda bir şekilde hissettim. Genel olarak öykünün tüm atmosferi bana bunu hissettirdi ve öyküyü okumayı bitirdiğimde öykünün bende ne kadar kişisel bir hissiyat bıraktığını fark ettim. Bu beni fazlasıyla duygulandırdı, öyküyü okurken sanki ben de öykünün içindeymişim de o atmosferdeki duyguları birebir yaşıyormuşum gibi hissettim. Özellikle öyküdeki Tamer karakteriyle kendimi fazlasıyla bağdaştırdım, öykü boyu en çok onunla empati yapabildim. Başta dile getirdiğim, bu yazının ana teması olan o üç duygunun üçünü de en çok Tamer karakteriyle hissettim. Diğer bir karakter olan Doğan’ın daha ilk andan iyi niyetli Tamer’e olan küçümsemeyen zorba davranışları, göz devirmeleri beni fazlasıyla etkiledi. Orada Tamer’in istenmemezliğini, değersizliğini ve zavallılığını ben onun yerine fazlasıyla hissedip üzüldüm ve sinirlendim. Hatta bir anda kendi hayatımda yaşadığım bazı benzer anları anımsadım. Geçmişte bana da tıpkı Doğan gibi kendisinin yüksek bir konuma geldiğini düşünüp öbür herkesi ezebileceğini düşünen zorba insanlar aynı muameleyi göstermişti. Üstelik bu iğrenç muamele çok uzak zamanda değil, birkaç yıl önce lisede yapılmıştı. Yani hâlâ anılarım çok net, hafızamdan hiç silinmemiş ve bu anılar beni hâlâ yoğun şekilde üzüyor, değersiz ve zavallı hissettiriyor. İşte bu yüzden özellikle Tamer’de kendimi gördüm, kaçışı olmayan duygularımı bir kez daha bu karakter ile yaşadım. Ayrıca yine Doğan’ın, Tamer’in hayata bir şekilde tutunmak için hevesle anlattığı yeni işini küçümseyip, bu işten bir cacık olmaz kafasında yaklaşıp Tamer’in tüm hevesini kırıp onu utandırması yine beni çok etkiledi ve bana eski anılarımı hatırlattı. Kendini bir şey sanan insanların bir şekilde hayatta başarısız olmuş zavallı insanlara karşı bu kadar kırıcı olup onları değersiz hissettirmeleri beni cidden çok kötü hissettiriyor. İnsanlar neden bu kadar kötü kalpli? Diğer insanları ezince ellerine ne geçiyor? Bu iğrenç insanların saçma egolarını bu şekilde tatmin etmeleri benim gerçekten midemibulandırıyor. Bir insanı bu kadar değersiz ve zavallı hissettirmek bu kadar kolay olmamalı. Girdiğin ortamda diğerleri tarafından istenmediğinin yüzüne vurulması da cabası... Bir de yazımın konusu olan üç duyguya ek olarak, önceki satırlarda görüldüğü üzere zorbalık hissiyatı beni çok fazlasıyla üzdü bu öyküde, kelimenin tam anlamıyla mahvoldum. Yeniden çocukluğuma dönüp zorba insanların beni nasıl istemediğini, nasıl değersiz ve zavallı hissettirdiğini anımsadım. Gerçi zorbalık sadece çocuklukta değil, her yaşta yaşanıyor bu öyküde görüldüğü üzere... Gerçekten öykü boyu ister istemez Tamer ile oldukça derin ve yakın bir bağ kurdum. Sanki Doğan beni de küçümsemiş ve değersiz hissettirmiş gibi ona Tamer’in yapamadığını yapıp haddini bildirmek istedim. Cidden bu öykü beni öyle hislere boğduki... İçimdekileri kelimelere dökmek çok zor ama kelimenin tam anlamıyla mahvoldum, bittim, tükendim. Şu an içimdeki hisler anlatamayacağım şekilde yoğun. Bu öyküyü ya da direkt kitabı seçerken asla böyle yoğun duyguları yaşayacağım aklıma gelmezdi. Türkçe ödevim için rastgele bir öykü okuyorum ve bir anda asla kaçamadığım beni hayatım boyu yiyip bitiren o değersizlik, istenmeme ve zavallılık duygularının üçünü de iliklerime kadar hissediyorum... Bu olay hem az biraz korkunç hem de garip şekilde iyi hissettirdi. İyi hissettirdi çünkü öylesine, ödev için okuduğum öyküde kendime dair bir şeyler bulmak, hissetmek çok özel ve güzel. Özellikle de bu kendime dair şeyler benim için çok derin olan, âdeta beni hapsetmiş, asla kaçışı olmayan, beni hayatım boyu her yerde takip eden o üç duygu olan değersizlik, istenmeme ve zavallılık ise... Dilara Yurdakul – 22003418 Önderoğlu, Neslihan. Yakınlık Korkusu. Can Sanat Yayınları, 2020, 1. Baskı
Hazel ŞENEL HER ŞEY ZITTI İLE ANLAMLI Bir dakika için hiçbir şey düşünmeyip sadece etrafı izleyin.. Gördükleriniz, o sessiz ve kusursuz düzen karşısında hayrete düşeceksiniz, eminim. Doğada her şey akıl almaz bir denge üzerine kuruludur. Veya insan vücudunu düşünelim. Bir sakatlanma olayında, vücudun sakatlanan bölümünün şiştiğini farkederiz. Bunun olmasının sebebi, vücudun orayı iyileştirmek istemesi ve aslında ilk müdahaleyi yapma çabasıdır. Hepimiz biliriz ki bu sistemi dışarıdan kontrol edebilecek bir bilgisayar veya herhangi bir alet yok. Peki bu denge nereden sağlanıyor? Bu sorunun çok basit bir cevabı var aslında. Denge, bir aradalıkla, birlikte bulunanların iş birliği ile oluşur. Aslında başka ve daha somut bir ifadeyle ile denge, karşıt güçlerin eşit büyüklükte olmasıdır. Ve bu tanım, bize çoğu şeyden ders almayı öğretmeye yetiyor diye düşünüyorum. Çünkü bu terim bize her şeyin, zıttını var ettiğini ve ancak bu zıt kutupların bir araya gelmesi ile dengenin kurulabileceğini veya bu şekilde dengenin bozulmayacağını anlatıyor. Bir örnek verecek olursam; iyiyi, kötü olmasaydı anlayamazdık veya tam tersi olarak kötüyü, iyiyi bildiğimiz için algılayabiliyoruz. Başka bir örnek olarak verebilirim ki; kısayı, uzun olduğu için biliyoruz veya siyahı, beyaz olduğu için. Güneş 24 saat içinde doğuyor ve batıyor. Asıl anlatmak istediğime gelecek olursam, önceki satırlarda belirttiğim denge kavramını ve verdiğim örnekleri hayatımızın her anına yansıtabiliriz diye düşünüyorum. Demek istediğim; hayatta her zaman iyiler ve kötülerin karşımıza çıkacağını biliyoruz. Ne hep iyi ne de hep kötü oluyor hayat, çoğumuz bunun bilincindeyiz. Çünkü söylediğim gibi iyiyi, kötü olmasa bilemezdik yani her şey zıttı ile varlığını sürdürüyor. Fakat, bu bilinci hayatımıza geçiremiyoruz diye düşünüyorum. Gözlemlediğimde, karşılaşılan zorluklarda bir an düşünmeden vazgeçen insanlar veya tam tersi olarak öne çıkan güzel sonuçlarla beraber kendini geliştirmekten vazgeçip, olayın coşkusuna esir olan insanlar görüyorum. Çok genel konuştum ama belki ben de Nüvide Gültunca Tulgar’ın ‘Kendi Kutup Yıldızını Bul’ adlı kitabını okumadan önce bu örneklerini verdiğim insanlar gibiydim. Fakat yazımın başından beri bahsettiğim ne varsa bu kitaptan öğrendiklerim sayesinde yazabildiğimi açıkça söyleyebilirim. Okumuş olduğum kitap, bana iyi ve kötüyü nasıl dengeleyebileceğimi öğretti. Ben artık karşılaştığım her güzel olayın, kötü yanını da kucaklıyorum veya oluşan her engeli iyi süprizler bekleyerek aşıyorum. Çünkü her iyiyinin arkasında bir kötü, her kötünün ise arkasında bir iyi olduğunun farkına vardım Nüvide Gültunca Tulgar’ın ‘Kendi Kutup Yıldızını Bul’ adlı kitabını okuduktan sonra. Kısacası, ne iyiye seviniyorum ne de kötüye üzülüyorum. Böylelikle yaşamımda duygusal anlamda da akademik anlamda da inişler ve çıkışları önleyebiliyorum, başka bir deyişle hayatımdaki dengeyi kurabiliyorum. “Var olana sevinenlerden, yok olana üzülenlerden olmayın.” derler ya.. ‘Kendi Kutup Yıldızını Bul’ kitabı da var olana da yok olana da şükretmeyi öğreten, bir solukta okuduğum bir kitap benim için. Bu kitabın insana yarınını dost bildirecek cinsten ve hayattan, gerçek kahramanların öyküleriyle yazılmış, hayat sevincini arttırabilen bir eser olduğunu belirtmek istiyorum. Kitabı okuduktan sonra ilk satırlarımda da bahsettiğim gibi farkındalığımın arttığını açıkça söyleyebilirim. Belki bana kazandırdığı en büyük avantaj bu oldu. Sabırsızlıklardan, acabalardan vazgeçip; gözlemlemeyi, beklemeyi öğrendim bu muhteşem kitap ile birlikte. Kitabın her sayfasını ayrı bir ilgiyle çevirirken, yaşama, insanlara, insanların hareketlerine olan bakış açım da arttı ve kazandığım bu geniş bakış açılarıyla, karşıma çıkan her duyguya karşı aynı tepkiyi verebilmeyi, yani hayatımı bir denge ile şekillendirmeyi öğrendim. Çünkü artık biliyorum ki; iyi ve kötünün yüzü aynı ve sadece her şey insanın yoluna ne zaman çıktığına bağlı.
Tuğba Tandoğan Sen ve Onlar Ailemiz, arkadaşlarımız ya da sevgi beslediğimiz bir yabancı uğruna hayatlarımızda bir şeyleri feda etmiyor muyuz? Neden yapıyoruz ki bunu? Sonuçta bizimde her canlı gibi bir ömrümüz var ve zaman tahmin ettiğimizden çok daha hızlı geçiyor. Düşünüyorum, bütün bu koşullar altında başkaları uğruna neden hayatlarımızda değişiklikler yapıyoruz diye. Neden sevgi denen bir duyguya bu kadar tapıyoruz. Sonuçta, onun ortaya çıkmasına neden olan biziz, aynı şekilde yok edemez miyiz? Ya da sevginin sınırları olması gerekmez mi? Bundan ötesi sevgi değil de takıntı olarak adlandırılamaz mı? Çok fazla soru var. Mesela, bir kişi düşünelim. Ailevi problemleri olan birisi, evini terk ediyor ve başka bir yere taşınıyor. Ama evini özlediğini söyleyerek bir ay içinde geri dönüyor. Tüm sıkıntılarının içine tekrar giriyor ve buna karşı bir pişmanlık duymuyor. Bu kadar güçlü bir bağ var ise bu sadece kan bağından geliyor olamaz. Toplumun da insanın üzerinde bu etkiyi yarattığını görüyoruz, aslında. Sonuçta birlikte yaşıyor ve birbirimizi etkiliyoruz. Bunun sonuncunda da çoğunluğun doğru kabul ettiği bazı yazılı olmayan kurallar oluşturuyoruz ama hepimiz bu çizgiler çerçevesinde olamayız, birçok kişi bu çizgiler içinde şekilleniyor olsa bile. Tabii, bu bağ ya da sevgi sadece öğretilen bir şey değil. Sonuçta insanlar robot değil. İşin duygusal ve psikolojik yanı da var. Ama safi bilimsel düşünürsek, bir anda o duyguları da yok ediyor ve aslında yine aynı noktaya geliyoruz. Duygular da vücut içerisindeki hormonal etkenlerden ötürü oluşmuşsa, bu durum, bizi konu içerisinde saf dışı bırakmaz. Ama konunun diğer tarafına gelmek istiyorum, yani insanların neden bu kadar yoğun yaşadığına. Raymond Carver’ın Fil adlı öyküsünde de oldukça fedakâr bir karakterin kendini nasıl harcadığını görüyoruz. Bir baba, kardeş, eş ve çocuk rollerine sahip bir insanın, bir anda bu rollerin altında ezilmesine ve kendi yaşamının değersizleştiğine şahit olabiliyoruz. Oldukça sıradan bir karakter aslında bu. Birçoğumuz, aslında bu kişiyiz. Çok fazla rolümüz var ve çevremizdekiler de bu rolleri kusursuz bir şekilde gerçekleştirmemizi bekliyorlar. Tabii, bir döngünün var olduğunu düşünebiliriz. O insandan bunu isteyenler varken, o kişi de sizden istiyor ve kısır bir döngü oluşuyor. Birçok kişi bu döngüde sağlam ve kendi değerini öne çıkararak kalabilirken bazıları çok eziliyor. Çünkü hepimiz aynı değiliz. Bazılarımız daha naif, daha yumuşak, daha paylaşımcı bir karaktere sahip ve bu onları dünyada maalesef ki ezilmeye mahkûm bir sınıfın içine koyabiliyor. Bireyin önceliğini bu kadar vurguluyor gibi gözüksem de buna da tam olarak inanmıyorum. Başkalarıyla birlikte olmamızın bir gereklilik olduğunu düşünüyorum ama bu düşünce de aslında bireyciliğin bir yansıması sayılmaz mı? Sonuçta başkalarına ihtiyaç duymamız bile kendimizi tatmin etmek istememizin bir sonucu oluyor ve bunu fedakârlık gibi kavramlarla süslüyoruz. “İyi” kavramları pazarlamaya çalışmak yerine bazı şeyleri kabullenebilsek aslında, dünyayı daha şeffaf görebiliriz. Diğer bir yandan, daha mantıklı bir şeyin içinde olabiliriz. Mantık ve duyguları hep iki zıtlıkmış gibi gösterirler. Fakat, birbirlerine tamamlayıcı olabilirler. Sadece mantığın varlığı, bir insanı robotlaştırıp nasıl bir zararTuğba Tandoğan verebilirse, sadece duygusallık da aynı derecede zarar oluşturabilir, belki de çok daha fazlasını. Sonuca gelirsek, herkesin başkaları uğruna hareket ederken bir kere daha ve farklı bakış açılarından yararlanarak düşünmesinin iyi olabileceğini düşünüyorum. Bu, daha sağlıklı sonuçlar elde etmemizi sağlayabilir. Öyleyse, denemekten herhangi bir zarar gelmez. Kaynakça Carver, Raymond. Fil. 1. Basım İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2015. Friedrich, Caspar David. Bulutların Üzerinde Yolculuk. 1818. Yağlı boya. Kunsthalle Hamburg. Hamburg.
Ağustos Böceği Olmak Güneşli Pazartesiler, kapitalizm eleştirisini olabilecek en naif şekilde yapan 2002 yapımı bir İspanyol filmidir. Filmde, çalıştıkları tersane hızlı küreselleşme ve arkaplandaki rantlar nedeniyle kapatıldıktan sonra işsiz kalan ve bu işsizlikle baş etmeye çalışan altı dostun öyküsü anlatılır. Filmin en öne çıkan özelliği, karakterlerin sanki birer film karakteri değil, gerçekten her gün mahallemizde karşılaşıp selam verdiğimiz tanıdıklarımız gibi olmasıdır. Her karakterin kendi hikayesi, kişiliği ve derinliği vardır ancak ana karakter Santa, bütün arkadaş grubundaki en ilginç fikirlere sahip, duygusal ve düşünsel açıdan en derin karakterdir. Birçok sahne onun orijinal kişiliğini yansıtır, bunlardan en düşündürücü olanı ise bir çocuk masalına verdiği tepkidir. Santa, bakıcılık yaptığı çocuğu uyutmak için ona masal okumaya karar verir ve şans eseri açtığı masal “ağustos böceği ve karınca”dır. Santa normal bir şekilde başlar masalı okumaya, ancak devam ettikçe dehşete düşer, sinirlenir. Karıncanın soğuk kış gününde ağustos böceğini ölüme terk etmesine şu tepkiyi verir: “Ve kapıyı açmadı!? Kim yazdı bunu? Çünkü olan şey bu değil! Karınca şerefsizin teki ve bir spekülatör ve neden bazılarının ağustos böceği olarak doğduğunu söylemiyor. Çünkü ağustos böceği olarak doğduysan s.çtın!” Santa, büyük ihtimalle bu çıkışını insanın doğduğu ailenin, eğitiminin, yetiştiği ortamın onu ağustos böceği veya karınca yaptığını düşünerek yapmıştır ve bu durumdan dolayı ağustos böceğinin sorumlu tutulmasına karşı çıkmıştır. Ancak ben bunu aslında Santa’nın kendine itiraf etmekten kaçındığı açıdan, insanın hayattaki öncelikleri açısından yorumlamayı tercih ediyorum. Gerçekten de, bazıları bu dünyaya ağustos böceği olarak gelir, bazılarıysa karınca. Kiminin önceliği hayattan keyif almak, anı yaşamak, şarkı söylemek, rüzgarı hissetmektir; kimininse güçlü bir görev ahlakı ile kışın üşümemek ve aç kalmamak için çalışmaktır. Şahsen, üçüncü bir grup daha olduğunu düşünüyorum ki bu zannımca en şanssız gruptur: Ağustos böceği olarak dünyaya gelip karınca olmak zorunda bırakılanlar. Bu, arada kalmış grup, asla gerçekten ne yapmak istediğinden, nasıl yaşamak istediğinden emin olamaz. Çevresindeki ağustos böceklerine özenir, onların rahatlığı, boş vermişliği, kendisinin uykularını kaçıran konulara karşı olan kayıtsızlığı onu hayran bırakır çünkü ne kadar isterse istesin, kendisine dayatılan sorumluluklardan kaçma cesaretini bulamaz kendinde. Evet, ona göre sorumluluktan kaçmak bir korkaklık ya da zavallılık değil, bir cesaret örneğidir, kişinin başkasından çok kendine ve kendi hayatına verdiği değerin bir kanıtıdır. Çünkü gelecekte mutlu olması için uğraştığı insan kendisi değildir, o anki hali değildir. Olduğu tek bir kişi vardır, o da ‘şu an’da yaşıyordur. Hatta bu insan, bazen şöyle de düşünebilir: Uğruna çalıştığım gelecekteki bu insan, gelecekteki kişiliği ve yaşantısıyla bunu hak edecek mi? Karınca grubunu gözlemlediğinde ise onlardaki azim ve çalışkanlık yine bir kıskançlığa neden olur. Kendisi, kaçmak isteyip kaçamadığı sorumlulukları yapmakta irade olarak büyük savaşlar verirken bu insanların bütün yükümlülükleri adeta bir makine gibi planlı ve programlı yapmalarını şaşkınlıkla izler. Ne yazık ki bu şanssız üçüncü grup, en kalitesiz vakit geçiren gruptur çünkü ne dinlenme vaktinden, ne de çalışma saatlerinden keyif alabilir. Dinlenirken o sırada çalışıyor olması gerektiğini düşünür, ancak çalışırken yaptığı işten nefret eder ve işine odaklanamaz. Devamlı bir arayış içindedir. Bu grup, aslında başkalarının kendisiye ilgili ne düşündüğünü en çok önemseyen gruptur. Kendileri için değil, toplum dayatmalarına göre, başkalarını memnun etmek için yaşayan insanlardır. Bu nedenle, hayattan aldıkları zevk ve hayat kaliteleri çoğunlukla daha düşüktür. Bu insanlar korkuyla yaşar, çünkü ağustos böceği ve karınca masalı gibi daha nice masallarla büyümüşlerdir, ağustos böceklerinin sonu unutmalarına mahal vermeyecek şekilde beyinlerine kazınmıştır. Ağustos böceklerinin hak ettiği gerçekten masaldaki son mu? Ağustos böceği de yazın neşeli, sıcak ve uzun günlerini sırf soğuk kış günlerinde üşümemek ve aç kalmamak için çalışarakgeçirip hayatının en güzel zamanlarını, hayatının son derece yavan bir kısmında hayatta kalmak için feda etmek zorunda mı? Oysa çiçekler yazın açar, yazın nehir girilecek sıcaklığa ulaşır, yazın bir ağacın altında oturup sazını çalıp şarkı söyleyebilir ağustos böceği. Yaşayabileceği bütün mutlu anları ölüm korkusuyla feda etmeye zorlanması hangi sistemce meşrulaştırılabilir? Denebilir ki, ağustos böceği belli bir zamanını çalışmaya ayırıp kalanında istediği gibi yaşayabilir. Peki ama, ya yapamazsa? Ya o zamanı ayıramazsa, ya kısıtlı çalışma saatini sürekli erteler ve bütün bir yazı ne olduğunu anlamadan geçirirse? Bunun için hak ettiği soğuk bir kış gününde ölüme terk edilmek mi? Ne zaman çalışıp ne zaman yaşayacağımızın dayatıldığı bir dünyada, insanların kapana kısılmış ve mutsuz hissetmesinden daha doğal bir şey olamaz, hele de büyük çoğunluk karınca olmaya çalışan ağustos böcekleri iken. Ekin Ilgın Gök Kaynakça Aranoa, Fernando León de, dir. 2002. Los Lunes Al Sol. Film. İspanya.
Efe ERDOĞMUŞ ÖLÜMÜN YAKINLIĞINI SEVMEK Ölüm de aynı doğum gibi temel bir gerçeği hayatın. Yaşamak, yaşayabilmek, ertesi günü çıkarabilmek ne kadar mutluluk verici olsa da pek çok zaman yaşlanmak da, ölüme adım adım yaklaşmakla aynı anlama geliyor. Tedirgin edici bir duygu her daim ölüme bir adım daha yaklaştığını bilmek. Çünkü bir yerden sonra o kadar alışıyor ki insan yaşamaya sanki hiç bitmeyecek, sonu olmayan bir rüya gibi gelmeye başlıyor. İçerisinde kaybolduğu bu rüyadan onu uyandıran da tam bu duygu oluyor o noktada. Ölüm korkusu, ölümün peşinde olduğu hissi… Ancak herkes yaşar mı bu korkuyu, ölümü kucaklayabilen kimse yok mudur? İnsandaki tedirginliğin nedenine bakmak gerek insandaki ölüm korkusunu anlayabilmek, insanın bu gerçekle neden bir türlü barışamadığını görebilmek için. Bu gezegende geçirdiği her dakikadan, fiziksel bir etkiden dolayı mı biraz daha yaşlı hisseder insan kendisini yoksa geçirdiği her yeni dakikanın etkisiyle uzaklaştığı hayalleri, istekleri yüzünden mi? Cevap her ikisi de aslında. Geçen zamanın insan üzerinde oluşturduğu fiziksel yorgunluk, mental bir yorgunluğu da beraberinde getirir. Önündeki zamanın azalması, mental olarak da kötü etkiler insanı. Ne kadar birbirlerine bağlıymış, aynılarmış gibi dursa da zamanın insan üzerindeki fiziksel ve mental etkisi, aralarında tek ve önemli bir fark var. Ne kadar fiziksel etkileri durduramasak hatta yavaşlatamasak bile mental etkileri önlenenebilir aslında. Geçen zamana bağlı olarak insanın üzerinde hissettiği baskı aslında pişmanlık, ümitsizlik gibi giderilmesi olası duygulardan kaynaklı. Giderilmesi olası ancak üzerine uğraş gerektiren duygular… Bitkilere benzetebiliriz bu duyguları, çimlenmeden kurtulunması gereken türden bitkiler. Bir kez insanın kafasına girince sonsuza dek büyümeye devam eden bitkiler. Ne kadar kurtulunabilir korkular ve endişeler olsa da insan üzerindeki mental baskıyı oluşturan duygular, efor sarf etmeden elde edilebilecek şeyler de değiller. Erken idrak etmek en önemli kısım bu konuda. Bir gün yaşlanacağının ve şu an sahip olduğu enerjiye, fiziksel kapasiteye sahip olamayacağının idrak edilmesi. İdrak etme kısmından sonra ise uğraşmak kalıyor geriye. İleride, yaş aldığı zaman biriktirilmiş onca bilgi ve birikim, maddi manevi her türlü servete rağmen elde edemeyeceklerini bugünden başarmaya, elde etmeye çalışmak. Başarısızlıklar, elde edilemeyenler yüzünden oluşuyor insanın ölüme, yaşlanmaya karşı olan korkusu. Yaşadığı yıllar boyu keşfediyor çünkü kendisini, kapasitesini ve yapabileceklerini. İstediği takdirde ulaşamayacağı bir şey olmadığını hissediyor yaş aldıkça. Ta ki yaşlanmanın, insana getirileri kadar ondan götürdükleri de olduğunu fark edene dek. Ölmeyi kendisine yediremiyor, uygun görmüyor insan. Çünkü hedefleri uğruna varlığını devam ettirmenin onun hakkı olduğunu düşünüyor. Hep olumsuz taraflarından bakıyoruz yaşlılığa. Aklına ilk olarak ölmek geliyor insanın konu yaşlılıktan açılınca. Oysa insanın birçok açıdan hayatında ulaştığı en yüksek nokta, yaşlılığında ulaştığı. O yaşa kadarki tecrübeleri çok önemli bir kere. Hayattaki birçok şeydendeğerli o tecrübeler. Bilgi birikimi ve o yaşa kadar kazanılmış yetenekler de önem açısından çoğu şeyle kıyas bile edilmeyecek faydaları yaşlılığın. İnsan ölümden veya yaşlılıktan değil de başarısızlıklarından, pişmanlıklarından kaçabilmek için ister yaşlanmamayı. Bu durum, zamanında peşinden koşulmamış hayallerin, insanın vakti varken ve enerjisi yerindeyken yapılabilecek, yerine getirilebilecek isteklerin yerine getirilmemesinden kaynaklanır. Yaşlılığı ne kadar önleyemesek, ölümü ne kadar geciktiremesek de insanın bu gerçekleri kabullenmesi ve kucaklayabilmesi yine kendi istekleri uğruna harcadığı emekten geçiyor temelde. Sonuç olarak, aslında belki de insanın yaşamındaki en değerli en güzel zamanlara korkarak bakılması yaşlılığın getirdiği ölüm yüzünden değil de insanın peşini bırakmayan, yarıda kalmış hayalleri yüzündendir.KAYNAKÇA Hebel, Johann Peter. Takvim Öyküleri. İstanbul: Everest Yayınları, 2023.
SESİN OLURUM Dünyaya geldiğimiz andan itibaren kendimizi içinde bulduğumuz bir kalabalık, toplum... Dayatmalarıyla, zorlamalarıyla, ceza ve ödül olarak sunduklarıyla bizi inşa ettiği hukuksal parmaklıkların ardında bırakan bu hayat yanıtlanmamış soruların bir bütünü ve evidir. İçinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız bu ev kadın için duygulardan sıyrılmış ilişkilerin, toplumdan dışlanmış ve özel yaşama hapsedilmiş, pasifleştrilmiş kadın benliğinin çığlıklarının çarptığı soğuk duvarlara sahip. Emma Goldman bu duvarlar karşısında dans eden ve unutuldu sanılan devrimin tüm sıcak ve güzel anılarını etrafa saçan “kızıl” kadın ne de güzel sesimize dönüşür “Dans Edemeyeceksem Bu benim Devrimim Değildir” diyerek ve ancak bir kadın anlatabilir onu yine kendi dilinden. Aykırıyım. Küçük gözlüklerimin ardına sığdırdığım dev bakışlarım korkuttu birçok insanı. Evet doğru biliyorsunuz ‘’anarşist kraliçe’’ diyorlar bana. Anarşistim. Amerika’nın bir dönem en korkulan kadınlarından biriydim. Tıkıldığım hapishaneler, gönderildiğim sürgünler var ama zincirleyemedikleri bir ufka sahibim. Ben bir kadın yazarım ve erkeklerin aldığıgülünesi ‘’olağanüstü hâl’’ kuralları uygulatan bir kadın emekçiyim. Hemencecik sınır dışı edilmem adına çıkarılan federal yasalar var ve ben bütün bunlar olurken devrim için dans eden farkındalığı olan bir kadın işçiyim. Hepinizin gördüğü ateş böceklerini yüreğine hapsetmiş, için için yanarak dans eden devrimci bir kadın... Anlatmaya çalışan bir dilim, işçilerin arkasını kollayan köleciliği savunanlara karşı çıkan, kimilerince kapitalizmin o kıyıcı iş güçlerinden biri olan uşaklık anlayışını yıkmaya çalışan bir insanım. Üzüldüm. Sadece üzülmedim savaşta ölmüş yüzlerce insana. Kendi sınırları dışına el uzatmış dünyanın her bir yerinden insan getirtip yoksullaştıran patron zihniyetine kalemiyle savaş açmış bir yazarım. Kafa gücü, kol gücü, kas gücü, ayak gücü görülmüş insanların hakkını radikal dedikleri yazılarımla arayan bir şeyim işte, adını ne koyarsanız. Günde on beş saat süren ağır çalışma koşullarının insafsızlığının, işçiler arasında giderek yayılan sıtma, verem gibi hastalıkların ihmalkârlık sonucu doğduğuna inandım ve inandırmaya çalıştım. Kadın ve çocukların çalıştırılarak erkek paydası görülmesine ayak diredim. Sözde fırsatlar ülkesinde ellerinden fırsatları alınan insanların sesi olmak için meydanlarda aldım soluğu. Ne de olsa kiralık katillerin polislerle iş birliği ettiği bir ülkede; gören, bilen, yaşayan bir insandım ve üzerime düşen sorumluluklarım vardı. Ölen işçilerin haklarını arayan eşleri, çocukları, arkadaşları ile birlikte sokaklarda dans ettim direniş için, hak aramak için müzik olup salındım akıllara. Bir anarşist ya da sosyalistin konuşması pek etkilememişti açıkçası meydanlardaki kalabalığı. İnsanlar ölmüştü ve toplanan kalabalığın derdi insan olduklarını hissetmek, diğerlerinin anlamasını beklemek ve bu kokuşmuş sistem içinde daha nicelerinin kaybedileceğine dair korkularını yenmekti. Tutuklananlar oldu, mahkemelere çıkardılar ve açıkça beyan edildi; dünya görüşleri yüzünden içeri alındıkları ve alınacakları. İlmekler boyunlara geçirildi, yaşayan sesler boğuldu ama mezardakilerle birden çoğalanları susturmaya yetmedi bu dikte düzeni. İşte bunlar küçüklüğümden beri şahit olduğum bir dizi olay. O günlerde dişerimi sıkıp anarşist olacağım demiştim. Oldum da. Büyüdüm. Kendini bilmez kilise adamları lakaplartaktılar bana hatta insanların beni biliyor olmakla dahi günah işlediklerini söylediler, daha yaşarken adımı hafızalardan kazımaya çalıştılar. Sıradan bir ailede doğmuştum ama sıradan olmamak için çaba sarf ettim, öyle ki babamın sürekli üzerime yağan ‘’Evlen!’’zorlamalarına karşı çıkıp sayısını hatırlamadığım kadar dövüldüm. Göç ettim, fabrikalarda çalıştım. Bu dönemde önce sosyalizmle, ardından anarşizmle tanıştım. Koleklifliği aşırı bulup bireyin özgürlüğüne tutundum ama bir sosyalist kadar da birleştirdim teori ile pratiği. İş istedim, vermediler, ekmek istedim ve yine vermediklerinde ekmeğimi zorla aldım, alın dedim. Tutuklandım. Koskoca iktidarın(!) korkulu rüyasıydım. Yaşamımı fikirlerimden ayrı tutup suikastlar düzenlediler, tehlikeye soktular. Özel hayatımı gündem edip kepaze etmeye çalıştılar. Karşı çıktığım evlilik fikri yüzünden fuhuşu destekliyor dediler, kadının cinselliğini özgürce yaşaması gerektiğine dair söylemlerimi kara zihniyetlerinde ahlaksızlıkla fişlediler. Ama ben dibe vurduktan sonra doruğa çıkanlardanım ve içimdeki devrimin her sancılı döneminde yeni aydınlıklar doğurduğuma inanıyorum ve bilirim ki özgürlüğü bilen insan fikirlerin dehlizlerinden meydanların aydınlığına tırmanır. BEN EMMA GOLDMAN... Kadının mevkii, konumu, duruşu, teninin rengi, dili, dini ne olursa olsun varlığı her zaman en söylenilesi şarkılara karşılık gelmiştir. Özgürlüğün cinsiyetsizliği konusunda kimi zaman kalemiyle kimi zaman sesiyle kimi zaman da sessizliğiyle savaşmalıdır kadın. Yılgınlığa düşmeden aydınlığa çıkan kapılar aramalıdır. Elimize tutuşturulmuş önceden ve başkalarınca yazılmış bir şarkı olsa da hayat unutmamalıdır ki kadın, ezgi hep “bize” ait. Daha iyi bir hayat ve daha iyi şartlar için uşaklığın bize kabul ettirilmesine izin vermemeliyiz. Kadın… Hayat sensin ve en iyi koşul yaşamaya başladığın ve değiştirebileceğin bugün… Bugünün… Kaynakça Emma Goldman. Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir. İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006. Print.
Mert ARAR Geceye Döktüm İçimi Bir gece tek başıma şehrin ışıklarından uzak bir tepede, arabanın içinde tek başıma oturdum. O gece, zifiri karanlık olan gökyüzünü inceleme fırsatı buldum. Aynı resimlerde göründüğü gibiydi. Kapkara bir sonsuzluğun içine serpiştirilmiş yıldızlar, şansıma güzel bir yarım ay ve kendi yaşanmışlıklarım ve pişmanlıklarım vardı orada. Sonsuz karanlığın dibini görmeye çalıştım o gece ve iyice odaklandığım zaman, gecenin karanlığında kendimi gördüm. Tüm o gökyüzünde ki karanlık, yaşamış olduğum zorluklar, umutsuzluklar ve pişmanlıklarımı yansıtıyordu bana fakat yıldızlar ise benim kurtuluşlarım ve umutlarımı yansıtıyordu. Kimse yoktu o akşam yanımda, gece ve yıldızlar vardı ve ben de hazır geceyi ve yıldızları bulmuşken sabaha kadar dertleştim onlarla. Pişmanlıklar ve umutsuzluklar insanın hayatında büyük bir yer kaplar. İnsanlar bu çaresizliklerini kendilerine açıklamaya korkarlar, bu yüzden kendilerine açıklayamadıkları hatalarını ve çaresizliklerine başka birine anlatmaya ihtiyaç duyarlar ve genelde o gece olur. Her nerede olursan ol, ışıklar kapatıldığında yanına ilk gelen kişi gece olur. Gece çok iyi bir dinleyicidir çünkü seni yargılamaz ve sorgulamaz. Gece sadece seni dinler ve yıldızları önüne sererek umutsuzlukların ve çaresizliklerinin çözümünün çokta uzaklarda olmadığını sana anlatır. Ben geceyle dertleşmeyi çok severim çünkü gece her zaman benim dertlerimi ve sıkıntılarımı çok iyi anlayıp beni çözüme ulaştırmıştır. Her gece yastığa başımı koyduğumda hemen uykuya dalamam çünkü yanımda gece vardır ve günümü onunla paylaşıp yorumlarım. O an da hatalarımı kendime açıklama fırsatı bulurum ve hazmederim bütün yanışlarımı. Ertesi sabah zinde ve psikolojik olarak çok güçlü başlarım güne çünkü üstümdeki ağırlıklardan kurtulmuş, hatalarımı kabullenmiş ve hafiflemiş olarak uyanmış olurum. Yıldızlar da gece kadar iyi bir arkadaştır bize çünkü gökyüzüne baktığımızda sonsuz karanlık kadar yıldızları da görürüz. Ne zaman yıldızlara baksam farklı bir yaşanmışlık görürüm onlarda. Her bir yıldız farklı bir insanın umudunu ya da mutlu sona ulaşmış hayatlarını yansıtır. Yıldızlar umut verir bana içerdiği yaşanmışlıklardan dolayı. Bu yüzden yıldızlı gökyüzünü sonuna hiç ulaşamayacağımızı sandığımız karanlık bir tünele benzetirim. Her adımımızda pes etmeyi düşünürüz, her adımda vaz geçmeye kalkarız ama tünelin sonundaki ışığı gördüğümüz zaman tekrar bağlanırız umutlarımıza. Yıldızlar da bana bu umudumu veriyor. Her baktığımda bu kadar yoğun bir karanlığın içinde o küçücük yıldızları görebiliyorsam. Yaşadığım bunca zorluğun da küçükte olsa bir çözümü olabilir diyorum. Gökyüzü ve yıldızlar bana kibrimi yenmemde de yardımcı oldu. Bu dünyada ne kadar küçük olduğumu ve ne kadar değersiz olduğumu gösterdi bana. Bir teleskopla baktığımızda dudak uçuklatabilecek büyüklükte olan yıldızlar, yeryüzünden baktığımızda bir nokta tanesi kadar gözüküyor ve kendime şu soruyu soruyorum acaba gökyüzünden bakıldığı zaman ben gözüküyor muyum? Cevabı kesinlikle hayır bu sorunun, işte evrende bu kadar küçük ve değersizken sahip olduğum bu kibir anlamsız ve gereksiz. Suzan Bilgen Özgün’ün Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız adlı öykü kitabı, bana dünyadaki yerimi sorgulamama, çaresizliklerimin anlamsız olduğuna ve bu çaresizliklerin eninde sonunda mutlu bir sona ulaşacağına anlamama yardımcı oldu. Hayata daha umut dolu bakıp, her şeyi önce kendi içimde çözmem gerektiğini anlattı. Yeryüzünde kapladığım yerin aslında ne kadar küçük olup kibrimin ne kadar da anlamsız olduğunu görmeme yardımcı oldu. Hiçbir zaman yalnız olmadığımı yanımda gecenin ve yıldızların olduğunu biliyorum artık. Gece en iyi dert ortağım ve yıldızlar bana ilham ve umut verem dostum oldu. Bana böyle dostlar kazandırdığı için Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız adlı öykü kitabı bende önemli bir yere sahip.
Muhammet Abdullah Koç Eğitimde Ailenin Rolü Her canlının doğasında üç evre vardır: doğmak, yaşamak, ölmek. Yaşama evresi insanlarda diğer varlıklardan farklıdır. Çünkü insan akıl sahibidir. İnsan karar verirken düşünür ve ona göre hareket eder. Peki insanların düşünceleri neye göre değişir? Kimlerin etkisiyle hayata karşı tutumuzu şekillendiririz? Bu sorunun cevabı hiç şüphesiz doğduğumuz çevre ve ailemizdir. Dünyaya geldiğimiz ilk andan itibaren çevremizden deneyimlediğimiz ve ailemizden öğrendiğimiz şeyler hayatımızın, düşünce yapımızın ve yaşadığımız toplumun şekillenmesini sağlar. Bu yüzden ebeveynlerin çocuklarına verdiği eğitimin ehemmiyeti yadsınamayacak kadar çoktur. Anne Baba ve Büyükanne Büyükbaba Olmanın Sevinçleri Üzerine adlı inceleme yazısı çocukken eğitimin önemini bir kez daha anlamamı sağladı. Sevgi, saygı, hoşgörü gibi değerler herkesin edinmesi gereken temel değerlerdir ve ağaç yaşken eğildiği için bu kazanımlar çocukken öğretilmelidir. Eğer ebeveynler çocuklarına gereken eğitimi vermezlerse kendine ve topluma faydalı bireyler yetişemez. Bunun en güzel örneğini kendi çevremde yaşadım ve hâlâ yaşamaya devam ediyorum. Ben doğduğumdan beri aynı apartmanda oturuyoruz. Komşularımızla aramız çok iyidir, apartmanın kadınları hemen hemen her hafta toplanıp vakit geçirirler. Hâl böyle olunca komşularımızın aile yapısı ve çocukları hakkında da fazlaca bilgi sahibiyim. Karşı dairemizde oturan komşumuz bir çekirdek aile ve benden iki yaş küçük bir çocukları var, ismi Emre. Aramızda çok yaş farkı olmadığı için küçüklükten beri görüşürüz. Emre’yi severim ama bazı davranışları aile eğitiminin ne kadar önemli olduğunu hatırlatır bana. Küçükken bir komşumuza oturmaya gittiğimizde ben sakin bir şekilde otururken Emre’nin yaramazlık yapmadan duramaması bile bunun bir göstergesi. Çocuktur, yaramazlık yapar diyebilirsiniz ama yaramazlığın da bir sınırı vardır. Aslında onun bu şekilde davranmasının sebebi kendisi değil, ailesiydi. Annesi onu hiçbir şekilde uyarmazdı yaramazlık yaptığında. Emre bu şekilde yetiştiği için şu an ailesine büyük sıkıntılar çektiriyor. Ailesi ile sürekli tartışıyor, kavga ediyor. En son olayları geçen ay oldu. Evde otururken dışarıdan bağırma sesleri duyduk. Seslerin sebebini sonradan öğrendik. Emre, babasından arabayı istemiş. Babası da Emre on sekiz yaşından küçük olduğu için arabayı vermemiş. Babası arabayı vermeyince Emre kavga çıkarmış ve olay çok büyümüş. Bunun gibi o kadar çok olayları oldu ki artık apartmandaki kimse şaşırmıyor.Böyle bir bireyin kendine, çevresine veya topluma faydalı olmasını bekleyebilir misiniz? Çocukken sevgiyi, saygıyı, nerede nasıl davranılması gerektiğini öğrenmeyen biri nasıl geliştirebilir kendini? Bu durumda suç öğrenmeyenin değil, ona öğretmeyenindir. Babasıyla hiçbir zaman eğlenceli vakit geçirmeyen, annesiyle sarılıp uyumayan, büyüklerinin ellerini öpmeyi öğrenmeyen bir insan güzel duygulardan, temel değerlerden yoksun bir şekilde hayatını sürdürür. Kendisi bu duyguları bilmediği için ileride çocuklarına da öğretemez. İnsanlara karşı sevgi ve saygısı olmayan, zorba, kırıcı birisi olduğunuzu varsayın. İstediğiniz bir şey olmayınca çevrenizdeki herkese zarar verdiğinizi, çevreniz tarafından sevilmeyen biri olduğunuzu düşünün. Çocuğunuz olduğunda ona nasıl davranırdınız? Nasıl aşılayabilirdiniz sevgiyi, saygıyı onun içine? İşte bu yüzden çocukların ebeveynleri tarafından şefkat, hoşgörü ve güzel ahlak görmesi birey ve toplum gelişimi için çok önemlidir. Beni insanlara karşı saygılı, sevgi dolu, hoşgörülü bir birey olarak yetiştirdikleri için aileme minnettarım. Eğer onlar beni bu şekilde büyütmeselerdi muhtemelen kimse tarafından sevilmeyen, yalnız ve saygısız biri olurdum. Şimdi siz de kendinizi sorgulayın. Nasıl biri olduğunuzu, insanlara karşı nasıl davrandığınızı düşünün. Çocuklarınıza, gelecek nesillere güzel duyguları öğretin. Ailenize her zaman bağlı kalın sevgi ve saygı ile örülmüş bir iple. Schmid’in de kitabında (2018) söylediği gibi “Korunup kollanmanın mekânıdır aile, olağan halde hiçbir şeyden korkmayacağınız yerdir, karşılıklı bol iyi niyete güvenebilecek ruhların meskenidir. Şu anlaşılmaz koca dünyada aile, anlaşılır bir küçük dünya inşasıdır.” (s.9). Kaynakça: Schmid, W., Bora, T., & Demir, T. (2018). Anne baba ve büyükanne büyükbaba olmanın sevinçleri üzerine. İletişim. Zampighi, E. (2018). A Happy Family [Tablo]. https://fineartamerica.com/featured/a-happy- family-eugenio-zampighi.html adresinden alındı.
Nermin Özdemir Filtrelenmiş Dünya Özellikle de şu son birkaç yılda fark ettim ki giderek köreliyor insanlığımız. Kaybediyoruz kendimizi, kocaman bir hiç olmaya doğru sürükleniyoruz. Kalbimizden, vicdanımızdan, maneviyatımızdan bahsederek övünen bizler bütün değerlerimizi kaybediyoruz yavaş yavaş. En kötüsü de bu belki de, çünkü o yavaş yavaş kaybediş birer perde indirmiş hepimizin gözlerine. Görememişiz insanlığımızı soyunup birer adım geride bıraktığımızı. Görememişiz maneviyatımızdan verdiğimiz ödünlerin boyumuzu aştığını. Hele ki vicdan! Hangi vicdandan bahsediyoruz acaba hâlâ? Tek derdimiz sanal bir dünyadaki popülaritemiz olmuş, gerçek dünyayı da sanal dünyayla karıştırır ve hayatlarımızı yaşayamaz olmuşuz. İnsanlığımız eksildikçe bizler daha da çok eksilmişiz, haberimiz yok. Kimse bilmiyor kendini, kimse tanımıyor artık birbirini. En çok da Küçük İskender’in Rahibinden Satılık Kilise adlı kitabını okuduktan sonra kanaat getirdim buna ve üzerine yaşadığım bir deneyim de insanlığa olan inancımın yitirilmesinin tuzu biberi oldu… “Tabiata karışmış yanlış hicivdik.” (İskender, 56) diyor mesela Küçük İskender kitabında. Kısa, öz ve maalesef çok doğru! Hiciv başlığı altında yaptığımız ironiler, ağzımızdan veya klavyelerimizden çıkan yorumlar… Farkında mıyız? Tek yaptığımız konuşmak olmuş. Yanlışa hicivle cevap veriyoruz sadece, doğruyla değil! Lafımızı edip geçiyoruz bir sonraki “paylaşıma”… İnsanlar dünyanın bir ucunda açlıktan ölürken biz orada burada yediğimizi paylaşmakla, makarnamıza tavuğumuza doğru filtreyi seçmekle meşgulüz! Çok güzel bir yorumu var Küçük İskender’in, “Bizim de filtremiz var hayatın bir ucunda: Çekilen acılar, hüzünler, filtreden geçip öyle yer ediniyor hafızamızda. Dozajı, etkisi azalıyor. Azaltarak seviyor, azaltarak anıyoruz. Azaltarak düşünmekle geçiyor ömrümüz ve biz bu hayatı ıskalamaya ‘temkinli olmak ya da metanetini kaybetmemek’ gibi abuk subuk fiiller takıp keyfimizden ödün vermeme lüksümüzü kullanıyoruz.” (İskender, 80) diyor benim anlatmak istediklerimi mükemmel bir şekilde özetleyerek. Üzülüyorum bu duruma, gerçekten çok üzülüyorum. Öyle bir farkındalık ki bu hem canımı yakıyor hem sinirlendiriyor beni. Sözlerime başlarken beni daha da ateşleyen bir deneyimimden bahsetmiştim, tam da Küçük İskender’in kitabını okurken karşılaştığım bir olaydan… Televizyon açıktı, halka açık bir yerdeydim. Haberleri izliyordu insanlar, bense kitaba dalmıştım. Bir X kişisi çıktı televizyona, sosyal medyada ünlü olmuş, günde 10 fotoğraf paylaşabilmekten başka hiçbir vasfı olmayanbir tip. İyi bir insandır, akıllıdır, güzeldir, bunlara yorum getirmek bana düşmez, konu da bu değil zaten. Haber kendisinin ayda ne kadar kazandığı ile ilgiliydi. Mekanda bir uğultu hâlinde devam eden konuşma sesleri bu haber ile birlikte kocaman bir gürültüye dönüştü. Herkesin bu konu hakkında bir söyleyeceği vardı! Kimisi tepkisini gösterdi, sosyal medyalarına girip uzunca metinler paylaştılar. Kimisi X kişisinin yanında yer aldı ve yine sosyal medyadan ona destek mesajları attılar. Tam arkamdaki grup sırf bu kişiye destek olmak için İstanbul’a gidip çalıştığı yeri ziyaret etmekten bahsediyorlardı. Daha sonra haber değişti. Şimdiki haber bir yangınla alakalıydı. Bir ihmal sonucu hayatını yitiren kızlarla, kızlarımızla alakalıydı. Bakın kadın sıfatı bile alamamışlardı daha, kızlardı, küçücük, bizler yaşında, hayatı daha yaşayamamış, görememiş, önlerinde upuzun yolları olduğunu sanıp yolun başında tökezleyen gencecik insanlardı bunlar! Ortamdaki gürültü dindi bir anda. Kimsenin bir yorumu yoktu. Kimse bir eyleme geçmedi. Kimisi hâlâ X kişisini konuşuyordu. Üstüne bir de biri kanalı değiştirmeyi önerdi haber “fazla kasvetli” olduğu için… Bir elimdeki kitabın satırlarına baktım bir de o an içinde olduğum ortama, insanlara… Yazıklar olsun bize. Yazıklar olsun ki hâlâ daha insanlıktan, vicdandan söz edebiliyoruz. Yazıklar olsun ki hâlâ daha başımız dik yürüyebiliyoruz bu sokaklarda. İnsanlığımızı azaltmışız, benliklerimizi azaltmışız, azala azala çoğalmışız ve giderek değersizleştiriyoruz dünyayı. Fakat tabii ki bu olayın bana kattığı tek şey insanlıktan tiksinmem olmadı. Kocaman bir farkındalık kattı bana hem bu deneyimim hem de Küçük İskender’in keskin satırları. Başım dik yürüyemiyorum ben artık, ama susmuyorum da. Her gün kendime ya da yemeğime filtre seçmiyorum da açıp haberleri okuyorum. İhtiyaç sahiplerini araştırıyorum, elimden ne gelir diye düşünüyorum. Keşke herkes yaşasa aynı farkındalığı, keşke herkes süpürse kendi kapısının önünü, keşke yine güzel ve yaşanası bir yer yapsak dünyayı ve kaygıyla, utançla değil de yine umut ve heyecanla beklesek yarınlarımızı… Kaynakça: İskender, Küçük. Rahibinden Satılık Kilise. İstanbul: Sel Kitabevi. 2006.
AYBÜKE ÇELİK 21501208 SESİN VE SESSİZLİĞİN ÖYKÜSÜ Hayat ince bir çizgi olarak tasvir edilir hep. İnce bir iz, ince bir yoldur herkesi farklı insanlara, olaylara ve amaçlara götüren. Kimisine uzun kimisine ise çok kısadır. Aşık Veysel’e göre uzundur mesela. O uzun ve ince bir yoldadır. Göremediği fakat hissettiği hayat budur. Kaderdir ellere çizilmiş, yazıdır alında ve belki de bu yüzden bir çizgiye benzetilir hayat. İncesine incedir fakat kısalığıdır hayatın ona ince dedirten tanımlayıcılığı. Narin de bir çalgıdır. Her çalanına farklı sesler veren, farklı sahnelere götüren ve en önemlisi de insana kendi şarkısını ezberleten… Kendi hayatının müzisyeni olmak ne güzel şeydir. Sesi bulma, hayatın şarkısına karışma çabası. Kendi besteni yapmak, biricik ve tek; sadece sahibine ait olmak. Çalınmak bir yerde kulağa, başkasının ‘’ şarkısında’’ kendini bulmak, belki mırıldanılmak sevgilinin ve dostun ağzında adınla. Hayat bu…İncenin içindeki derinlik. Yaptıkların ve yapacaklarınla derinleşmek. İnce çizgide sonunda sessizliğe bürünmek değil; kalın bir iz olmak bakanların seni hatırladığı… ‘’Yaptıklarınla ve yapacaklarınla derinleşmek …’’Hayat ince bir yol, üstünde yol boyunca sesini bir yakından bir uzaktan duyduğun bir bando. Hayatına girenlerin, yaptıklarının ve geleceğinin sesi olan çok sesli bir bando bu. Bu yüzden hayat gürültülü bir yol. Ve sen o ince yolu yıllarca geçiyorsun. Sekiz, dokuz, on oluyor, sonra otuz, kırk, altmış…Büyüyor gürültü sen yoluna devam ettikçe ve geldikçe sonra daha da karışıklaşıyor. Birden fazla ses, birden fazla ‘’şarkı’’ giriyor hayatına. Her şarkı bir şey, bir hikâye başlatıyor; yolunu uzatıyor bazen. Yolda kimi şarkıları da çok seviyor fakat bırakamıyor; kimilerini sadece duyuyor ‘’neden benim yolumda bu ses, bu şarkı? diyorsun. Anlayamıyorsun ama tutuyorsun onu yolunun bir köşesinde. Hayatıma bir yerden bir dörtlükle girmiş diyorsun. Gürültü…Düşüncelerin gürültüsü de hayat denilen ince yolda kafanın içinde hiç eksik olmuyor. Bunlarda söylenilemeyenlerin, içte ukde kalan durumların ya da itirafların gürültüsü. Yıllar geçtikçe kendini dinlemeyi daha çok seviyor, kendini keşfetmeye başlıyor sessizliğin müptelası olmaya başlıyorsun. İşte bu yüksek tempolu gençlik şarkısının kendini sessizliğe alıştırışı yavaştan. Böyle çizilmiş insanın yolu…Hayatın zıtlıklarını, detoneliklerini şarkıya çevirmek insanın gayesi olmuş. Olmalı da…İnsanın gayesi kısa hayatın detoneliklerini şarkılı hayallerle yeniden yazmak olmalı. Bir de seninle şarkını kendi şarkıları gibi eşlik edecek insanlar bulmak. Uzatamasakta, derinleştirmek hayatı… Peki ya gidiyor muyuz gündüz gece? Gidiyoruz. Hem de bazen farkına varamadan, durup düşünemeden.’’ Dinle kalbin ne diyor? ‘’ diyen Refik Durbaş’ı dahi duyamadan, âdeta koşuştururcasına gidiyoruz. Günler günleri, yıllar yılları kovalıyor; soranlara ‘’hayatı kaçırmamak için’’ diyoruz fakat aslında tam da burada hayatı ıskalıyoruz. Aceleye mahal yok diyenleri de daha yolun başında dalga geçercesine küçümsüyoruz. Hayat ise her biten sessizlikten bir çığlıkla yeniden doğuyor, yeni şarkılara başlıyor. Bir yandan da sessizliğe yaklaşanların duydukları ses biraz daha değişmeye, artık daha tok ve boğuk gelmeye başlıyor. Buna ne demeli? Mermerdeki sessizlik? Evet, değiştirilemez tek sessizlik bu. Sessizliğin sesi. İnce yoldaki sessizliğe gelmeden önceki son dönemeçlerde, amaçlara ve hayallere, iyiliğe ve merhamete hizmet eden hayatların, aslında ince sanılan yolda ne kadar yol aldıklarını, hayatlarını ne kadar dolu geçirdiklerinin farkına varıp onlardan biri olma, kendi şarkını yazabilmiş olma umudu ile arkamıza; bıraktıklarımıza bakıyoruz.Bıraktıklarımızın ince yolun üzerindeki kalın çizgiler olması dileği ile… Kaynakça 1.Durbaş, Refik. Bağışla Ziyanımı. İstanbul :Islık Yayınları, 2. Baskı.
KÖTÜ OLAN HER ŞEYE RA MEN Ğ Hiç kendinize soruyor musunuz “Bu insanlar bu kadar zor şeyler yaşadıktan sonra hala nasıl mutlular?” diye? Ben soruyorum. Hatta sadece diğer insanlar için değil kendim için soruyorum. Bu kadar erken yaşta, bu kadar kötü olaylar yaşadıktan sonra hala nasıl gülebiliyorum diye. Bu soruya cevap olarak kendi kendime bir sürü cevap buluyorum. Bu cevaplar genelde hayata olan sevgimden ya da hayatımda hep güçlü kadın örnekleri olduğundan öteye geçemiyor. Kendim hakkındaki bu gerçek aklıma Şebnem İşigüzel’in Ağaçtaki Kız adlı romanını okurken geldi. Kitabı okurken karakterle ne kadar benzediğimizi göz ardı edemedim. Kız yaşadığı her şeye ve tüm o hayatla ve gelecekte olacaklarla ilgili kaygılarına rağmen hayattan umudunu kesmemiş. Tam anlamıyla kendime benzetiyorum hatta ve şimdi size bunun nedenini anlatacağım. Sizin de bana hak vereceğinizi düşünüyorum. Aslında bir yere kadar hayatım gerçekten güzeldi. Sevdiğim insanlara yakındım ve zamanımın büyük bir kısmını onlarla geçiriyordum. Kendi arkadaşlarımla ve hatta ailemin arkadaşlarıyla bile aram iyiydi. Ama ne yazık ki bu durum böyle devam etmedi. 2009 yılında daha yani ben 11 yaşındayken babamı kaybettim. Bu gerçekten ani bir kayıptı ve hala üstesinden gelebilmiş değilim. Böyle bir durumun üstesinden gelinebilir mi onu bile bilmiyorum. Kısa bir süre önce de dedemi kaybetmiştim. Babamdan sonra gerçekten hayattan tüm umudumu kesmiştim. Tüm o kayıplardan sonra hayatım 5 seneliğine de olsa beklediğimden iyi geçti. Ailemle ve arkadaşlarımla her zamanki gibi iyi anlaşıyordum ve okul hayatım da tam istediğim gibi gidiyordu. Tam bunu düşündüğüm zamanlarda kuzenimi kaybettik. Ne kadar güzel değil mi? Tam da üniversite sınavına hazırlanırken bunun olması tam da benim yaşayacağım türden bir durum. Artık bu tür olayları gülerek anlatacak duruma gelmiştim ve en acı olan şey de bu sanırım. Tüm bu olaylara rağmen hayatım başka insanların beklediğinden hatta benim bile beklediğimden iyi geçti. İnsanlardan ve kurallardan ne kadar nefret etsem de bir o kadar da yaşamayı seviyorum çünkü ben. Tabii bir de garip bir korunma mekanizmam var. Hani kaç insan babasının öldüğünü anlatırken gülebilir ki? İşte ben gülebiliyorum. Üzüntülerimi gerçekten içine atabilen bir insanım. Sanırım bu özelliğim ailemde sahip olduğum örneklerden geliyor. Şöyle ki bizim ailenin kadınları gerçekten güçlü kadınlar. Küçüklüğümden beri annem olsun, anneannem olsun, annemin kuzenleri olsun hep zor durumlarla karşılaştılar ama hiçbiri bu durumlar karşısında pes etmedi. Annem de, anneannem de kocalarını kaybettiler ve ben ikisinin de hayata karşı umutlarında bir azalma görmedim. Böyle örneklerle büyüyünce ister istemez etkilenmişim herhalde. Bir de sanırım hayatın bir sınav olduğu düşüncesini kabul etmiş bulunuyorum ve bazen diyorum ki “Neden başarısız olayım?”. Her ne olursa olsun çevremde elbet beni seven ve bana destek olacak birilerinin olduğunu biliyorum ve onlar için güçlü kalmaya çalışıyorum. Çünkü biliyorum ki hem kaybettiğim insanlar hem de hala benimle birlikte olan insanlar da benden güçlü olmamı, isteklerimden ve hayallerimden vazgeçmememi beklerlerdi. En önemlisi de her şeye rağmen mutlu olmamı isterlerdi. Zaten her şey güzel olsaydı ben ben olmazdım ve her şey sıkıcı olurdu. Hayatı eğlenceli kılan karşılaştığımız zorluklar değil mi zaten? Bizi biz yapan yaşadığımız iyi olaylar kadar kötü olaylar da değil midir? Hayat her şeyiyle yaşamaya değer bence. Her ne kadar bazen kendinden bıktırsa da… Berfin Ciner 21601746
Turgut Uluç Atıl 21601518 Sahipken Bilinmez Değerler Toplum, bir arada yaşayan insanlar bütününe verilen isimdir. Bu kadar sade ve açık bir anlama sahip olması sizi yanıltmasın, gözüktüğü kadar kolay değildir topluma mensup olmak. Bir bölgede yaşayan herkes o bölgedeki topluma ait midir yoksa başka şartlar da var mıdır? Vardır tabi. Toplumsal değerler, uyulması gereken ahlaki kurallar vardır. Bu şartları yerine getirmeyen bir birey o toplumun merkezinde bile yaşasa o topluma ait olmaz. Toplumun dışında kalır. İşte bu dışarıda kalma sürecine “yabancılaşma” denir. Hepimiz zaman zaman yabancılaşmıyor muyuz topluma? Çoğunluk gibi düşünmediğimiz, içten içe ahlaki kurallara aykırı davranışlar yaptığımız en azından yapmak istediğimiz olmuyor mu? Şahsen benim oluyor. Ama bu acayip adam kadar değil. Kim mi bahsettiğim adam? Sizi Mösyö Meursault ile tanıştırayım. Albert Camus’nün müzmin yalnızı, duygu karmaşalarına ve topluma yalnızlaşmaya dair bütün birikimini kağıda saçmasını sağlayan aracıdır kendisi. Etrafında çok insan vardır; sevgilisi, komşusu, iş arkadaşları, patronu... Peki sizce bu durum Meursault’yu yalnız olmayan biri yapar mı? Tabiiki de hayır. Çölün ortasında tek başına duran ve varlığından herhangi bir canlı organizmanın haberdar olmadığı yorgun, dış kabuğu nasır tutmuş deriye benzeyen bir kaktüs gibi yalnızdır Meursault. Çöldeki yalnız kaktüs ile Meursault arasında yalnızlıkları bakımından büyük bir benzerlik var hakkaten. Peki farkları var mı? Eğer aralarında bir fark varsa bu fark kaktüsün etrafında gelişen olaylara karşı daha alakalı ve duyarlı olmasıdır bence. Zira bu umarsızlıktır Meursault’yu derin yalnızlığa iten. Başlarda bohem bir yalnızlığı vardır Meursault’nun. İşini kaybetmeyi umursamaz, üst komşusunun yaşlı bitkin köpeğine kötü davranmasını umursamaz, tepeden tırnağa materyalist duygular beslediği sevgilisini umursamaz. Belki de bu umursamazlıklar, hepimizin hayalinde olan umursamazlıklar. Öyle ya, hiçbir şeyi kafaya takmamayı ya da taksa bile sonuçlarına aldırmamayı istemez miyiz zaman zaman? Hiç kimseye hesap vermek zorunda olmadığımızı hissetmek, başımıza buyruk yaşamak ve insanlardan uzaklaşıp kalabalığın içerisinde sadece kafamızın içindeki sesleri duymak istemez miyiz? Hayatın hem güzelliklerinden hem zorluklarından uzaklaşmak… Meursault’nun durumu da tam böyledir işte, en azından başlarda. O kadar umursamazdır ki bu yönü onu çok sağlam karakterli bir adam olduğu algısını yaratır bizde. Ya da yanılgısını diyelim... Neden mi yanılgısı diyorum? Şu yüzden, hani bir söz vardır ya “gün gelir devran döner” diye, işte tam bu yüzden. Yalnzlığından mıdır yoksa sonuçlarını düşünmeyecek kadar umursamaz olmasın mıdır bilinmez, bir gün bir adamı öldürür ve idama mahkum edilir Meursault. Bu havalı umursamaz adamdan ilk tepki nedir sizce? Tabi ki önemsemez yine. Fakat dedim ya değişir bir kere işler. O umursamadığı, söylediklerini çoğu zaman dinlemediği kız arkadaşı gözünde tütmeye başlar. Hem onu, hem onunla yaptıklarını özler. Sonra işini özler, güneşi özler, özgürlüğü, mutluluğu, hayatı özler. Özler tabi nasıl özlemesin! Denir ya bir şeyin kıymeti onu kaybedince anlaşılır diye. Hepimiz için geçerli bu durum. Konu ne olursa olsun bir şeye sahipken değeri ya hak edilen kadar veya hatta hiç bilinmez. Alex mesela… Babamı zar zor ikna edip gittiğim maçlarda koşmuyor diye kafayı yerkenKadıköy tribünlerinde, gittiğinde anladım iyi futbolcu olmak için önce koşmak değil adam olmak gerekirmiş. Ya da şehrimi, İstanbulumu… Hayatı her sabah binlerce insana çekilmez kılan Pendik-Kadıköy minibüs yolu trafiğinin bile benim için bir değer ifade ettiğni…. Uzun lafın kısası; insan yalnız da kalmak istese, trafikten hayıflanmayacağı bir şehirde yaşamak da istese hayatımız bunlardan ibaret aslında. Varlığında değerini bilmediğimiz sahip olduklarımızıdan….
Ali Fuat Fırat SEVMEK VE YALNIZLIĞIN BOYUTLARI “Sevmek aynı zamanda karşıdakinin ihtiyaç duyduğu o yalnızlığı anlamak ve korumaktır.” (s.87) Okuduğum bir kitap serisini hatırlatıyor bana bu sözü Magris’in. John Bowlby’dan Bağlanma, Ayrılma, Kaybetme serisi. Kaçıngan, kaygılı, güvenli bağlanma çeşitleri, tonlarca psikiyatrik açıklamadan aklımda kalan. Bağlanma ihtiyacını doğal bir ihtiyaç olarak gören veya onu tamamen reddeden iki ayrı düşünce tarzımız var. İlişkiler de buna uygun olarak evriliyor. Ne çok okuyoruz aşk cinayetlerini, kıskançlık hikâyelerini. Gündemde hep bir kadın cinayeti. Bunlar hep kaygılı bağlanmaya işaret ediyor. Yalnızlık ihtiyacını hiçe saymak sevmek dahi değil. Ne çok duyuyorum arkadaşlarımdan, kız arkadaşının tek başına tatile gitmesine izin vermeyen, yarım saat ulaşamayınca felaket senaryoları yazdıklarını söylüyorlar. İçsel ihtiyaçla bağ kurma ihtiyacının çakışmasını gösteriyor bunlar, talebin anlayışa baskın çıktığı, kendini bir nevi dayatma ihtiyacı olarak gösteren sevgi sanıları. “Ey mutlu yalnızlık bu ayrıcalığın bedelini ödemek doğru.” (s.45) Günümüzün yozlaşan ve hızla tüketilen ilişkilerinde bir ayrıcalık yalnızlık. Değirmen taşında kendini, beklentilerini, zamanını, ruhsal kaynaklarını öğüterek, kısacası kendinden feda ederek ilişkinin ürünlerini beklemektense yalnız bir yaşamın huzuru mutluluk getiriyor. En azından belirli bir duygusal maliyet ödemiyorsun ve kaygılı bağlardan uzaksın. Öte yandan sosyal bağlar ise kendini dayatıyor. Ne çok düşünüyorum doğru insanı bulmanın ne kadar zor olduğunu. Ne çok içerliyorum uzun süreli düzgün bir ilişkisi olmayan insanı başarısız olarak addetmelerine. “Nihayet bir kişiye ulaşıldığında, neyi önemsediğimizi açıkladığımızda, genellikle cevap veremez.” (s.42) İhtiyaç duyduğumuz yalnızlığı açıklamayı geçtim, bugün karşımızdakini kaybetme korkusu ile ihtiyaçlarımızı bile açıklayamaz olduk. Yakınlık bağlarını tehdit eder diye düşünüp kendimizi kısıtlamayı daha uygun gördük, belki de boş bir duvara konuşacağımızıAli Fuat Fırat tahmin ettiğimizden. Sıkıntılarımızı içe attık, attıkça hırpalandık, hırpalandıkça bir sonraki ilişkide başkasını da hırpaladık. Başkasının yalnızlığını belki bir yuva olarak görüp içine beklentilerimizi doldurup kendi enerjimizle o yuvayı ısıtmaktansa kendi yalnızlığımızı ilmek ilmek işlemeyerek renkli bir tuvale çevirmek bize daha mantıklı geldi. Zaten yalnızlığın alanı mantık alanıydı, duygulara karşı zırhlanılmıştı burada. Yine de kendimizi kontrol edebildiğimiz o yalnızlık alanı tatmin edici değildi pek. Magris’in bedelini ödettiği yalnızlık bir süre sonra sıkıcı geliyordu çünkü sevme ihtiyacı sevilme ihtiyacından daha baskındı bazen. Yanlış ağızlardan duygusal sözler duyma ihtiyacı kovalıyordu. Böyle böyle duygusal bağlara karşı bağımlılıklar geliştiriyorduk. Kendimden biliyorum, yalnızlığımın süresi ne kadar arttıkça bağ kurma isteğim o kadar artıyordu. Ne de olsa anne kucağından beri alışıktık duygusal ve fiziksel temasa. Yalnızlığın bedel ödenerek kazanılan versiyonundan başka sanki bir bedeli beraber ödemek için kazanılan bir yalnızlık hâli daha olduğunu hatırlatıyor yazar. “Bazen asla iki kişiyken olduğun kadar yalnız değilsindir. Cennetten sürgünün küçük bir kutsal temsili.” (s.1) Duygusal mesafe, iletişimsizlik, zorunlu evlilikler geliyor aklıma. Başkasına aktarılamayan duygular, kesişme noktasının hemen hemen olmadığı yaşantılar ya da iki yaşam arasındaki tek kesişme noktasının yalnızlığın paylaşıldığı fiziksel alan olduğu gerçeği. Mutlu bir yalnızlıktan daha farklıydı bu yalnızlık. İnsanı besleyen verimli bir yalnızlık değildi. Bunu çok yaşamıştım. Özellikle de yolunda gitmeyen ilişkilerimde içine düştüğüm ruh hâliydi bu. Yanımdaki insana karşı daha da yabancılaşıyordum. Başta derin bir bağ ile yola çıktığım insanın bana giderek yabancılaşmasını, kendimin de yalnızlığa daha çok yakınlaşmasını izliyordum. İlla ki bir neden gerekmiyordu yabancılaşmak ve yalnızlaşmak için. Hayatın rutin akışına kendimizi kaptırmak yeterli olabiliyordu. Bazen aynı evi paylaşan iki uzak insan gibiydik, konuşmalar günlük “Ne yaptın?”, “Günün nasıl geçti?” gibi sorulardan öteye geçemiyordu çoğu zaman. Bir aradaAli Fuat Fırat kalabilmek her geçen gün daha fazla emek gerektiriyordu, o emeği sarfetmeye başladığından andan itibaren yalnızlık kapıyı çalmaya başlıyordu. Yarım bir cümle gibi giriyordu hayatımdan içeri, cümleyi bitirmek için ise bir başkasının dokunuşuna gerek vardı. Yaşantımı gözden geçirdiğimde yalnızlığın verimli olan boyutuna daha çok ihtiyaç duyduğumu görüyorum. Bağlarımı daha güvenilir kılmak, gergin veya çok fedakârlık gerektiren bir ilişkiyi zorlamamak ve kendimle baş başa olduğumda daha üretken aktiviteler yapmak iyi bir fikir gibi gözüküyor. Bu şekilde zaman zaman beni ziyaret eden hayata dair hem anlamsızlık hem de yüzeysellik inanışını besleyen o ruh hâllerinden az da olsa kurtulabilirim. Kaynakça: Magris, Claudio. Enstantaneler (Çev: İbrahim Yasin Güler) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2022, 1.baskı
Engin Esen Beton Ağaca Karşı Araştırmalara göre son 13 yılda yeryüzündeki ormanların %7’si yok edilmiş. Ormanlar bu hızda yok edilmeye devam ederse önümüzdeki 60 yıl içerisinde 15-20 ülke ormanlarını tamamen kaybetmiş olacak (Last Frontiers of Wilderness, 2017). Kâğıt üstündeki istatistiklere bakıldığında bunun ne kadar zararlı olabileceği sonucuna varmak zor olsa da, topraklarında bir tane bile ağaç kalmamış bir ülkeyi zihnimizde şöyle bir canlandırdığımızda durumun ciddiyetinin son zamanlarda iyice arttığını anlamak mümkün. Son yıllarda şehrin havasının giderek daha da rahatsız edici olduğunu, nefesinizi alırken verdiğiniz nefesten daha kirli bir havayı içinize çektiğinizi düşündünüz mü? Ben son zamanlarda bunu daha çok hissetmeye başladım. Havayı her gün daha da fazla kirletiyoruz ve ne yazık ki okulda öğrendiğimiz gibi ağaçlar yardımımıza koşamıyor. Yine de birçok kişi bu durumu farklı bahaneleri ileri sürerek görmezden geliyor veya fark etmiyor. Bu durum doğal olarak bazı sorular sormayı gerektiriyor. Ne zamandan beri ormanları yok edip yerlerine bina yapmak daha cazip oldu? Gelecek nesillere yaşanabilir, temiz bir dünya bırakmak için gereken çabayı gösteriyor muyuz? Bence bunun cevabını verebilmek için çevremize bakmamız yeterli. Çevremize baktığımızda birçok ev ve iş yerinde birkaç tane süs bitkisi ve birkaç metre çim yeşil alan olarak görülüyor. Bu sahte yeşil alanlar ise oksijen üretimi bakımından kendilerine ancak yetiyorlar. Gerçek anlamda orman kavramı sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada çok hızlı bir azalışa geçti. Doğal olarak hava kirliliği inanılmaz derecede yükselmeye başladı. Buna rağmen hâlâ şehrin ortasında kalan küçük bir parkı ya da bir ormanı bina yapabilmek için yok etmeyi göze alabiliyoruz. Kesilen onca ağacın yerine yenilerini dikmiyoruz, ağaç sayısı gittikçe azalıyor. Yeterince ağaçlandırma yapılmamasının bence iki sebebi var. Birincisi sorumluluktan kaçmamız. Başkalarının ağaç dikmediğini görünce kendimizin de böyle bir görevden sorumlu olduğu gerçeğini görmezden geliyoruz. Ne yazık ki bu kısır bir döngüye yol açıyor ve birçoğumuz ağaçlandırma çalışmalarına katkıda bulunmuyoruz. İkinci sebep ise geleceği yeterince düşünmememiz. Her ne kadar hava giderek kirleniyor, yeterince oksijen üretilmiyor olsa da durum, anlaşılacağı üzere bundan yüz ya da iki yüz yıl sonra atmosferin bulunacağı durum kadar ciddi değil. Bu da konuya yeterince dikkat etmemizi engelliyor. Eğer hava nefes alınamayacak kadar kirli olsaydı birçoğumuz muhtemelen ağaçlandırma çalışmalarına katılacak, ormanların yok edilmesinin önüne geçmeye çalışacaktı. Bugün hava her ne kadar nefes alınabilecek durumda olsa da, durumun sanıldığı kadar önemsiz olmadığını hatırlamak önemli. Havayı büyük ölçüde temizlemek ve birkaç yüzyıl önceki oksijen ve karbondioksit oranlarına döndürmek için çok hızlı bir şekilde ağaçlandırma çalışmalarına başlamamız gerekiyor. Ne yazık ki bu ağaçlandırma, yolculuk yaparken karayolu kenarında gördüğümüz ve ağaçların ya hep kurumaya yüz tutmuş ya da sökülmüş olduğu hatıra ormanları ile olmuyor. Yeni oluşturulan ormanların çok büyük kısmının yetişememesi, ağaçların yetişirken duyduğu gereksinimlerin karşılanmamasından kaynaklanıyor. Bu nedenle yapılması gereken, sistematik ve sürekli denetlenen ormanlar oluşturmak ve insanların ağaç dikmemek için buldukları sebepleri ortadan kaldırmak.Eğer herkesin ağaç dikmesini istiyorsak biz de ağaç dikmeye başlamalıyız. Bunun zor bir iş olduğundan, ağaç dikecek yer olmadığından yakınmak hiç doğru değil çünkü belli bir miktar ücret karşılığında ağaçlandırma çalışması yapan onlarca organizasyon var. Yine okullarda ve özellikle televizyon yayınlarında insanları bilinçlendirmek için yapılan çalışmalara daha çok önem verilmeli ki insanlar sadece bugünü değil yarını, çocuklarını ve torunlarını düşünsünler ve onlara daha iyi bir dünya bırakmak istesinler. Gelecekte daha rahat bir hava soluyabilmek ve daha yeşil bir dünya görebilmek için ormanlara ihtiyacımız var, ancak orman oluşturabilmemiz için de ilk yatırımı dikkatli bir şekilde yapıp ağaçları dikkatle büyütmeliyiz. Unutmamalıyız ki ormanı sevmek ve korumak, dünyayı daha yaşanabilir bir yere dönüştürmek için ilk adımdır. Kaynakça The last frontiers of wilderness: Tracking loss of intact forest landscapes from 2000 to 2013. (2017, Ocak 13). http://advances.sciencemag.org/content/3/1/e1600821.full adresinden alınmıştır
Can Polat Bülbül Nedir Bu Hayatın Amacı? Etrafımda olup bitenleri kavrayabilecek yaşa geldiğimden beri hep sorgulamışımdır bu dünyadaki amacımı. Anneme, babama, çocuk aklımla bu soruma cevabı olabileceğini düşündüğüm herkese sayısız kez sormuşumdur. Kimisi kızmış, çocuk aklınla neler soruyorsun demiş, kimisi derin düşüncelere dalmış, benim orada olduğumu bile unutmuştur, kimisi de basit bir cevapla beni geçiştirmiştir. Aklımda da kendi kendime sayısız çeşit cevap vermişimdir ama hâlen bu sorunun cevabını bulabildiğimi düşünmüyorum. Gerçekçi olursak da bu sorunun kesin bir cevabı yok sanırım. Herkesin farklı deneyimleri, farklı yaşamları varken ortak tek bir amacımızın olması mantıksız olurdu. Bu yaşıma dek bu soruya bulduğum cevaplardan bazıları, harcayamayacak kadar çok para kazanıp her türlü isteğimi yapabilmek, öbür dünyaya hazırlanmak, sevdiklerimi mutlu etmek, hayallerimi gerçekleştirmek tarzı cevaplar oldu. Okulda bir gün, öğretmenimiz bize Albert Einstein'ın hayat hikâyesini anlatmıştı ve Einstein'ın yaşamın anlamını bulmak için sürekli olarak kendine sorduğu sorularla en az fizikle uğraştığı kadar uğraştığından bahsetmişti. Bu, yaşamın amacını ararken karşılaştığım zorluklar konusunda beni rahatlatmıştı ve önceki düşüncelerimi de hesaba katınca fark etmiştim ki bu zor soruya herkesin cevabı farklı ve benzersizdi ve en önemlisi de tek ve kesin bir cevap kesinlikle yoktu. İzlediğim film olan The Banshees of Inisherin’de de İrlanda’nın küçük bir adasında yaşayan bir avuç insandan ikisi ve en yakın arkadaş olan, ana karakterlerimiz Padraic ve Colm’un, Colm’un tek taraflı isteği üzerine aniden biten arkadaşlıklarını görüyoruz. İstisnasızher gün birlikte içki eşliğinde sohbet eden ikilinin, adada herkesin bildiği bu arkadaşlığının aniden bu hâle gelmesindeki sebebi öğrendiğimizde ise bu sebebin Colm’un artan yaşı dolayısıyla endişelenip, hayatının amacını bu dünyaya bir iz bırakmak olarak seçmesi olduğunu öğreniyoruz. Colm kalan günlerini Padraic ile içki eşliğinde boş konular hakkında sohbet ederek, dedikodu yaparak geçirmek yerine kendi adını yaşatacak, gelecek nesillerin ağzında gezdirecek bir şarkı bestelemeye ayırmaya karar veriyor ve bunu gerçekleştirme amacıyla Padraic ile olan arkadaşlığını bir anda kesiyor. Colm'un bu kararı benim düşüncelerime yeni bir boyut kazandırdı. Geçen yaz, yaşadığım şehirde düzenlenen bir festivalde tanıştığım yaşlı bir ressam, bana hayatının amacını başkalarına ilham vermek ve güzel anılar bırakmak olarak tanımlamıştı. O zamanlar bu cevabı yüzeysel bulmuştum, ama şimdi Colm'un hikâyesiyle birlikte düşününce, bu cevabın da kendi içinde geçerli ve değerli olduğunu anladım. Film boyunca düşündüm, acaba ben öldükten sonra bu dünyada ismim kalsın ister miydim? Ben ölüp gittikten sonra, bir daha bu dünya ile hiçbir işim olmadıktan sonra gelecek nesiller benim adımı duysa, benim kim olduğumu bilse bu benim ne işime yarayacak ki, diye düşündüm. Bu sorulara bir cevabım yoktu, ismimi bu dünyaya bırakmamın da bana bir yararı yoktu. Yani benim hayattaki amacım, ismimi gelecek nesillere bırakmak değildi. Peki neydi benim amacım? Padraic gibi her gün uyanıp o günün ev işlerini bitirip sonra da kalan boş zamanımda arkadaşımla sohbet edip bir şeyler içmek miydi? Hayır, bu da çok sıkıcı idi, upuzun hayatımı böyle monoton bir şekilde geçiremezdim, hayatım bundan ibaret olamazdı. Filmin geçtiği ada olan Inisherin’de yaşayan herkes bu ikili gibi sıkıcı ve monoton bir hayata sahip, her gün aynı rutini tekrar tekrar yaşayarak hayatlarını tüketiyorlar. Padraic’in kız kardeşi Siobhan ise adadaki diğer kişilerden farklı olarak kitap okuyan, meraklı ve ada dışındaki dünyaya ilgili bir karakter. Film boyunca yavaş yavaş bu adadan ve bu monoton hayattan bıkıyor ve filmin sonunda da adayı terk edip ana karada yaşamaya karar veriyor. Bu karakter gelişimi de benim çok ilgimi çekti, kendimi Padraic ve Colm’un arasında kaybetmişken Siobhan ile buldum, ben de onun gibi monoton bir hayattan nefret ediyordum, ben de macera dolu, yeni şeyler keşfedebileceğim, yeni yerler görüp yeni şeyler öğrenebileceğim bir hayat yaşamak istiyordum. Sanırım Siobhan hayatın amacı problemini çözme konusunda bir adım atmama yardımcı oldu. Sonuç olarak, hayatın amacı nedir sorusu, her birey için farklı ve özgün bir cevaba sahip. Kimisi için başarıya ulaşmak, kimisi için sevdiklerini mutlu etmek, kimisi için ise başkalarına ilham vermek ve dünyaya iz bırakmak bu sorunun cevabı. Önemli olan, bu cevabı ararken kendimize dürüst olmak ve yaşamımızı uygun şekilde yaşamak. Önümde daha çok uzun bir hayat var, şimdilik belirsizliğini korusa da zamanla eminim ki benim de bu soruya cevabım daha da netleşecek.Kaynakça: McDonagh, Martin. Yön. The Banshees of Inisherin. 2022. CA: Searchlight Pictures. Film. Strange Harbors (t.y.). https://images.squarespace-cdn.com/content/v1/59d7e2c7e45a7c0ce235bb55/0b16b 217-a71c-4ed6-a746-bb09a4473acb /TIFF-2022-Film-Review-Colin-Farrell-The-Banshees-of-Inisherin.jpg?format=2500w adresinden elde edildi. Erişim Tarihi : 23 Şubat 2023.
ÖZGÜRLÜKLERİN BEDELİ İnsanlığın varoluşundan beri insanların kendiliğinden oluşmuş temel ihtiyaçları vardır. Bu temel ihtiyaçlar barınma, yeme-içme ve giyinme gibi bazı fiziksel ihtiyaçları kapsarken ; bir yere aidiyet ihtiyacı, sevgi ihtiyacı gibi psikolojik ihtiyaçları da kapsar. Bütün bu ihtiyaçların yerine getirilmesi için insanların en büyük ihtiyacı ise özgürlüktür. Özgürlük insanların uğruna yıllarca savaştığı, korumak uğruna canlarını verdiği insanlığın en büyük ihtiyacıdır. Peki bu özgürlüğün bedeli nedir? İnsan gerçekten özgürlüğünün bedelini belirleyebilir mi? İnsan içinde bulunduğu hangi durumlarda özgürlükleri hakkında konuşabilir? Özgürlük uğruna savaşlar bile verildiğinden bahsetmiştim. Bunun için en iyi örneğin Kurtuluş Savaşı olacağından eminim. Uğruna büyük bir destan yazılabilen bu özgürlük gerçekten nedir ? Günümüzde bahsedilen en büyük özgürlük fikir ve düşünce özgürlüğü üzerinedir. Peki fikir ve düşünce özgürlüğü gerçekten özgürlük kapsamında mıdır ? İnsanlar insanları fantastik filmlerdeki gibi manipüle etmediği sürece ne düşündüğüne , nasıl fikirler üreteceğine karışması imkansızdır. İnsanlar kendi iç dünyalarında, kendi fikirleri üzerine istedikleri gibi yaşayabilirler anlayacağınız. İnsanların fikir ve düşünce özgürlüğü derken gerçekten neden bahsettiklerini hiç düşündünüz mü ? İnsanların aslında bahsettiği fikirlerini ve düşüncelerini ifade edebilme özgürlüğüdür ve bence dünya üzerindeki en büyük ve önemli özgürlükler dahil olmak üzere günümüz dünya düzeni bu özgürlük üzerine kurulmuştur. Tarihin en baskıcı dönemlerini incelediğimizde görürüz ki insanların ilk kısıtlandığı nokta fikirlerini ve düşüncelerini özgürce ifade edebilmesi üzerine olmuştur. Dikta rejimleri tamamen insanların özgürlüklerini hiçe sayan ve yok eden rejimlerdir. Bunun en güzel örnekleri yine ifade özgürlüğü üzerinedir. İnsanları tamamen kontrolü altına almak isteyen bu rejimlerin başlarındakiler ifade özgürlüğüne öyle saldırırlar ki insanlar bunun farkına bile varamaz. Düşüncelerini ve fikirlerini rahatça ifade edemeyen insanlar yavaşça körelmeye başlarlar. İnsan olmanın temel gereksinimi olan düşünme ve sorgulama kabiliyetlerini yitirirler. Sonucunda görürüz ki paha biçilemez olan özgürlüklerini kendi elleriyle başka insanlara verirler ve sorulduğunda en özgür kendilerinin olduğunu düşünürler. Bu olay için bina yapımındaki tuğlaları düşünebiliriz. Eğer denge konumundaki tuğla yığınından birini çekerseniz tüm yığını yıkabilirsiniz. Yani anlatmak istediğim eğer ifadeözgürlüğünüzden vazgeçerseniz tüm özgürlüklerinizi yavaş yavaş kenara bırakmaya başlarsınız. Peki gerçekten özgür yaşıyor muyuz yoksa özgür yaşadığımızı mı düşünüyoruz ya da öyle düşünülmemiz mi isteniyor ? Etrafınızı bir inceleyin günlük hayatta karşılaştığınız insanları düşünün. Çevremizin belirli kalıplar üzerine şekillediğini fark etmek çok zor olmasa gerek. Hepimizin üstünde aynı kıyafetler, cebimizde aynı telefonlar, telefonların ucundaki kulaklıklarda aynı müzikler... Nerede farklı, aykırı bir insan görsek ezici bakışlarla onun gerçekten özgür olduğunu fark edemeden onları dışlıyoruz. Böyle bir ortamda gerçekten özgürlüklerden bahsetmek ne kadar doğru ? Başka insanların belirlediği yaşamlar içinde özgürlüğün varlığı hakkında konuşabilir miyiz ? Bu durumda özgürlükler benim gözümde sadece basit yansımalardan ibaret. Sahip olduğumuz en değerli şey olduğundan bahsettiğim özgürlüklerimizi korumalıyız. Kişi kendi benliğini bile belirleyemezken özgürlüklerine sahip çıkması söz konusu bile olamaz. Bir gün hiç müzik dinleyemediğinizi, kitap okuyamadığınızı, istediğiniz gibi düşünemediğinizi ve bunu ifade edemediğinizi, istediğiniz yere bile bakamadığınızı düşünün. Kapalı bir kutu içinde zindan hayatı yaşamaya benzer. Bizlerden alınacak olan en küçük özgürlükler bile rutin hayatımızı tamamen değiştirebilir. Gerçek özgürlüğün ne olduğunu bulmak ise insanın kendine kalmış bedelinin ne olduğu tartışılır ama insan kafasını gökyüzüne kaldırdığında ufak bir umut parçası yakalayabiliyor ise gerçekten özgür olmanın ne olduğunu anlamaya yaklaşmış demektir. Berkay Özşeker IE 21601679
FUTBOL DİNİ Yazıya hızlı girersem ofsayta düşerim diye endişe ediyorum. Ancak genel ifadelerle başlayıp asıl mevzuya varmakta da başarılı olamayacağım. Bu yüzden dolandırmadan başlıyorum. Futbolun mevcut toplumun günlük yaşantısında kazanacağı önemi oyunun yaratıcıları asla tahmin edemezdi. Öyle ki yeni tanıştığımız bir kimseye hangi takımı tuttuğunu da muhakkak sorarız. Futbol diğer tüm sporların pabucunu da dama atmıştır. Nitekim bir spor kulübünün voleybol veya hentbol takımının futbol takımı kadar ilgi toplaması oldukça nadir bir olay. Bu durum skorun futbolda her zaman daha mütevazı kalması ile alakalı olsa gerek. Daha az sayı ya da gol atılması, taraftarın golü heyecanla beklemesi demek. Ve hakkını da vermek lazım ki futbol güzel oynandığı zaman göze de hitap eder. Ancak futbol ilk çıktığı zamanın aksine alınıp satılan, pazarlanan bir meta haline gelmiştir. Günümüz futbolu profesyoneldir ve yegâne amaç eğlenmek değil kazanmaktır. Hâl böyle olunca futbolun seyir zevki de azalmıştır, en azından Galeano’nun iddiası bu yönde. Buna rağmen bu kültün seyirci kitlesi nasıl olmuştur da büyümeye devam etmiştir? Bu soruyu da ben yanıtlamaya çalışacağım. Bugünlerde futbolu oynayanlar, büyük ihtimalle galibiyetlere izleyenlerden daha az seviniyor. Neticede kendileri risk almaksızın isteneni vermeli, kazanmalı ve özgeçmişini başarılarla doldurmalıdır ki daha çok para kazanacağı bir yere gidebilsin. Bahsettiğim bu döngü bir modern çağ paradigması gibi gözükse de bin yıllık feodalizmin zamanımıza mirasıdır. Nitekim bugünün futbolcuları tıpkı bir Ortaçağ şövalyesi gibi şan, şöhret ve para için savaşmalıdır. Futbolun Kutsal Kâse’si olan şampiyonluk kupasını kaldırmaktan başka amaç düşünmemelidirler. Zaten bu yolda kendilerini destekleyecek taraftarlar da her zaman yanlarında. Ne yazık ki bu senaryoda taraftarlar papalık tarafından kandırılıp dini için savaştığını sanan serfler ve köylülerden farksız. Papalığın sözde kutsal seferlerinin asıl amacı zenginlikti. Hâliyle futbolun papalığı da yayıncı kuruluşlar ve futbol federasyonlarıdır. Papalık, keşişleri, ya da spikerleri ve amigoları, ile taraftarları kutsal seferler için harekete geçirir. Böylece serfler kendine has ritüellere sahip taraftar grupları ya da tarikatlar halinde örgütlenir. Papalığın oyunları bununla da bitmez. Hiç dikkat ettiniz mi bilmem ama şampiyonun genelde son haftaya değin belli olmaması bana hep şüpheli gözükmüştür. Bu durumun papalığın işine geleceği aşikâr fakat papalığın sahadaki adamı bu kadar etkili mi? Aslına bakarsanız sadece kart göstererek şövalyeleri aforoz edebilmek kontrol altında tutulması gereken bir yetki. Eminim ki papalık bu durumun suiistimal edilmesine karşıdır ve bilgece kararlar alınmasına yardım ediyordur. Bunun dışında kombine kart adı altında cennetten arsa satımı ve kimi taraftarların stada girişini yasaklayarak onları aforoz etme depapalığın diğer görevlerinden. Bir takımı küme düşürerek enterdiye de başvurduğu görülmüştür. Bazen yetenekli bir oyuncu ön plana çıktığında papalık onu serflere pazarlar ve yeni bir aziz doğar. Serfler onun ismini anarak dua eder çünkü onun yardımıyla muzaffer olacaklardır. Uzun lafın kısası papalık, serfleri yani taraftarı yönlendirecek ve sadık tutacak pek çok araca sahiptir. Papalığın hizmet ettiği tanrıyı ise kimse görmemiştir. Ama kesin olan çok parası olduğu ve serflerin sadakatinin devamını sağlaması gerektiği. Bir ihtimal, tek bir tanrı da yoktur. Demem odur ki değerli okurum, futbolun hala bu kadar insan toplayabilmesi aslında onları sahte fakat örgütlü bir dinle acımasızca kandırmasından ileri gelir. Bir dinin bu dünyada hiçbir şeyi olmayanlara sonsuz bir ahiret vaat etmesi gibi futbolu sömürenler de kaybedecek bir şeyi ve umudu olmayan insanlara sahte bir amaç gösterir. Bu yolla insanları da sömürür. Düşünün ki bu cümlelerin yazarı bir zamanlar ateşli bir futbol taraftarıydı. i i Galeano, Eduardo. Gölgede Ve Güneşte Futbol. Çev. Ertuğrul Önalp. İstanbul: Can Yayınları, 2015.
SUSMA, SAVAŞ!/ Beyza BOZDAĞ Eşit olmak birisi için ne ifade etmelidir? Her canlının eşit haklara sahip olduğunu savunup başkalarına yukardan bakmak gerçekten mantıklı mıdır? Hangi akıl yoksununun fikridir bir ırkın, bir cinsiyetin ya da bir dinin öbüründen üstün olabileceği düşüncesi? Belki bir iki insanın inanması normaldir böyle bir düşünceye ama yüzyıllarca bir değil milyonlarca insan takip etmiştir bu fikri, eziyet etmişlerdir başkalarına sırf kendilerini üstün sandıkları için. Böyle bir fikre insan nasıl inanabilir ve yıllarca bunun yüzünden başkaları acı çekip, hayatlarını nasıl kaybedebilir hâlâ anlayabilmiş değilim. Bütün insanların sadece iki basit hücrenin birleşip çoğalmasıyla oluştuğu ve aslında herkesin bu hücre yığınından ne eksik ne de fazla olduğu gerçeğini artık hepimizin kabullenmesi gerekir. Bütün yapıtaşlarımız aynıdır aslında. Sadece DNA’mızdaki binde birlik kısımdır farklı kombinasyonları yaratan. Peki, aslında bu kadar birbirine yakın olan insanoğlu cinsiyetler arasında bile ayrımcılık yapmayı nasıl başarmıştır? Özgürlük ve eşitlik gibi kelimelerin varoluştan beri lügatte bulunduğu bu dünyada kadınlara yıllarca ikinci cinsiyet gözüyle nasıl bakılabilmiştir? Peki, bütün bu soruları bir kenara bırakalım asıl merak ettiğim bazı kadınların bunu kabullenip nasıl yaşayabildiğidir? Evet, tarihte gerçekten bu durumu kabullenip pes eden kadınlar olmuş, kendileri için savaşanlara bile yan gözle bakmışlardır. Ama şu bir gerçektir ki bizim için savaşanlardır bu gün bile hâlâ gururla hatırladıklarımız. Uzun zamandır izlediğim en iyi filmlerden biri olan ‘Diren!’ de bu gururla hatırladığımız bir avuç kadının hikâyesini konu alıyordu. Bir avuç diye bahsediyorum ama bir avuç olmalarına rağmen dünyanın dengesini değiştirecek şeyler başarmıştı bu insanlar. Kimisinin canına mal olmuştu başardıkları, kimisi aylarca hapiste sürünmüştü, kimisinin çocuğunu almışlardı elinden ama son zerresine kadar değmişti çektikleri acıların. Filmi izlerken bu noktaya aslında ne kadar çaba sarf edip, kayıplar vererek geldiğimizi anlamış ve bu çabaların boşa gitmesini engellememiz gerektiği sonucuna varmıştım. Evet; dünyada hâlâ acı çeken, tecavüze uğrayan, hakaret edilen kadınlar vardı. Onlara susmaları gerektiği, haksız oldukları, güçlerinin kendilerini savunmaya yetmeyeceği söyleniyordu. Ama hepsinin bu sözlere kulaklarını kapatıp direnmeleri lazımdı. Direnmeleri gerekliydi ne pahasına olursa olsun Maud gibi, Edith gibi, Violet gibi, Emmeline gibi. Bu noktaya böyle gelinmişti ve böyle de korunması gerekliydi. Susmak hiçbir zaman bir çözüm değildi, olamazdı da. Kadın olmak hiçbir zaman zayıf olmak, güçsüz kalmak, susup oturmak anlamına gelmemişti ve gelmeyecekti de. Hiçbirimizin susup oturmaya hakkı yoktu; geçmişte bizim için savaşanların savaşını bitirmeli hâlâ bu yüzyılda bile kadına şiddet uygulayıp, hor gören düşüncelerin yok olmasını sağlamalıydık. Bunu başarabilmek için de önce kadın olmanın kendimiz içinne anlam ifade ettiğini bulmalıydık. Kadın olmak benim gözümde kalkıp konuşmaktı, kadın olmak herkesle eşit haklara sahip olmaktı, kadın olmak anne olmaktı, kadın olmak doktor, bilim insanı, başbakan, öğretmen, sporcu olmaktı. Kadın olmak özgür olabilmekti her konuda. Kendimiz inandığımızda özgür olduğumuza, karşımızda kim olursa olsun onu inandırmak da buna çocuk oyuncağı olacaktı. Evet, hâlâ bazı insanlar olacaktı susmamız gerektiğini söyleyen, bazıları olacaktı yolumuza çıkan ama her ne pahasına olursa olsun direnmemiz gerektiğini unutmamalıydık. Hepimiz aynı maddelerden yapılmıştık ne birinden eksik ne birisinden fazla. Aynı havayı soluyor, aynı gökyüzüne bakıyor, aynı dünyada yaşıyorduk. Aynı haklara da sahiptik. Hiçbir zaman teslim olmayacaktık, hiçbir zaman da savaşmaktan vazgeçmeyecektik. Ve dünyadaki herkes kadın olmanın özgür olmak anlamına geldiğini anlayana dek bu savaş da devam edecekti.
BİZİ BİZ YAPAN (cid:862)YOLLARIN BAŞLANGICI(cid:863) NEREDE? Yürüyüp gittiği(cid:373)iz yolları(cid:374) (cid:374)erede (cid:271)aşlayıp (cid:374)erede (cid:271)ittiği(cid:374)i (cid:271)ugü(cid:374)e kadar düşü(cid:374)(cid:373)e(cid:373)işizdir, düşü(cid:374)(cid:373)e ihtiya(cid:272)ı da hisset(cid:373)e(cid:373)işizdir. Nede(cid:374) hissedeli(cid:373) ki o kadar yoğu(cid:374) hayatları(cid:373)ızı(cid:374), gü(cid:374)leri(cid:373)izi(cid:374) ta(cid:373) da orta yeri(cid:374)de (cid:374)e gereği var o(cid:374)(cid:272)a za(cid:373)a(cid:374)ı(cid:373)ızı (cid:271)aşı(cid:374)ı eze eze yürüdüğü(cid:373)üz taş yığı(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) kökleri(cid:374)i(cid:374) (cid:374)erede olduğu(cid:374)u (cid:373)erak ederek har(cid:272)a(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374). Peki ya yolu(cid:374) so(cid:374)u(cid:374)a gel(cid:373)işsek, ileri gidemiyorsak ya da gitmekte(cid:374) korkup (cid:271)izde(cid:374) ö(cid:374)(cid:272)ekileri(cid:374) geçtiği yollarda(cid:374) geç(cid:373)eyi daha güve(cid:374)li (cid:271)uluyorsak? İşte o za(cid:373)a(cid:374) (cid:374)e yap(cid:373)alıyız? Bizler (cid:271)irer ağaç değiliz ki yüzyıllar (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a (cid:271)ir (cid:374)oktaya (cid:271)ağlı kalalı(cid:373) tek (cid:271)aşla(cid:374)gı(cid:272)ı(cid:373)ız ve (cid:374)ihai so(cid:374)u(cid:373)uz ay(cid:374)ı yerde olsu(cid:374). Bizler hareket ede(cid:374), gittiği her yerde sa(cid:374)ki asırlardır oraday(cid:373)ış gi(cid:271)i hayatlar kura(cid:374), geldiği(cid:373)iz ve gittiği(cid:373)iz yurtları(cid:373)ızı(cid:374) ta(cid:373)a(cid:373)e(cid:374) farklı olduğu varlıklarız. O yüzde(cid:374) (cid:271)aşla(cid:374)gı(cid:272)ı(cid:373)ızı ara(cid:373)aya yola koyulduğu(cid:373)uz da, öyle tek (cid:271)ir (cid:374)oktaya ilerleye(cid:373)eyiz çü(cid:374)kü sayısız yol ayrı(cid:373)larıyla karşılaşırız ve oraya kadar gele(cid:374) yolları(cid:374) da yol ayrı(cid:373)ıyla.Her (cid:374)e kadar (cid:271)iz o(cid:374)ları (cid:271)ir(cid:271)iri(cid:374)de(cid:374) ha(cid:271)ersiz tesadüf eseri (cid:271)irleş(cid:373)iş ya da ayrıl(cid:373)ış olarak düşü(cid:374)sek de (cid:271)izi (cid:271)iz yap(cid:373)ak içi(cid:374), bizi var et(cid:373)ek içi(cid:374) (cid:373)ilyo(cid:374)lar(cid:272)a yol (cid:271)ir araya gel(cid:373)iştir. Peki (cid:271)iz geç(cid:373)işi(cid:373)ize yol alırke(cid:374) ha(cid:374)gisi(cid:374)i seçe(cid:272)eğiz ha(cid:374)gisi(cid:374)e doğru ilk adı(cid:373)ları(cid:373)ızı ata(cid:272)ağız? Ta(cid:271)ii ki e(cid:374) aydı(cid:374)lık ola(cid:374)ı(cid:374)da(cid:374), e(cid:374) çok ka(cid:374)ıt ya da şahit (cid:271)ula(cid:271)ile(cid:272)eği(cid:373)iz ola(cid:374)ı(cid:374)da(cid:374). Ben de bugün önümde uzayıp gide(cid:374) yollar ol(cid:373)ası(cid:374)a rağ(cid:373)e(cid:374), sade(cid:272)e içi(cid:373)de uya(cid:374)a(cid:374) (cid:373)erakı(cid:373)da(cid:374) dolayı (cid:271)e(cid:374)i (cid:271)uraya getire(cid:374), (cid:271)u aile(cid:374)i(cid:374) üyesi yapa(cid:374) yolu(cid:373)u aradı(cid:373). Tah(cid:373)i(cid:374) ediyoru(cid:373) ki doğru za(cid:373)a(cid:374)da doğru yerde(cid:374) (cid:271)aşladı(cid:373), ailemi bir araya getiren bayram merasiminden. Her ne kadar (cid:271)e(cid:374) kita(cid:271)ı(cid:374)ı okuduğu(cid:373) yazar kadar şa(cid:374)slı ola(cid:373)asa(cid:373) da –benim ailemin okuya(cid:374), hayatı(cid:374)ı (cid:271)elgele(cid:373)eyi seve(cid:374) (cid:271)ir gele(cid:374)eği ol(cid:373)adığı(cid:374)da(cid:374) dolayı- yine de kendi(cid:373)i (cid:271)iraz(cid:272)ık şa(cid:374)slı addediyoru(cid:373); çü(cid:374)kü yazarı(cid:374) aksi(cid:374)e (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) a(cid:374)lat(cid:373)ayı herşeyde(cid:374) çok seve(cid:374) ve yaşaya(cid:374) (cid:271)a(cid:271)a tarafı(cid:374)da(cid:374) (cid:271)ir dede(cid:373) var. Bugüne kadar, ço(cid:272)ukluğu(cid:373) dahil dede(cid:373)i(cid:374) a(cid:374)lattıkları(cid:374)da(cid:374) aklı(cid:373)da kala(cid:374) sayısız hikâye var, bunları(cid:374) çoğu(cid:374)da dedem kendini hikâye(cid:374)i(cid:374) (cid:373)erkezi(cid:374)e koyar ve etrafı(cid:374)da gelişe(cid:374) olayları gü(cid:374)ü(cid:374)e yılı(cid:374)a dikkat ederek a(cid:374)latır. Bu hikâyeleri yaşa(cid:373)ı(cid:373) (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a hep sa(cid:374)ki (cid:271)aşkası(cid:374)ı(cid:374) hayatıy(cid:373)ış da (cid:271)e(cid:374)i(cid:373)le (cid:271)ir ilgisi yok(cid:373)uş gi(cid:271)i di(cid:374)ledi(cid:373). Hal(cid:271)uki aksi(cid:374)e (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) (cid:271)ugü(cid:374) var ol(cid:373)a(cid:373)ı, (cid:271)u odada oturup (cid:271)u yazıyı yaz(cid:373)a(cid:373)ı sağlaya(cid:374) seçi(cid:373)ler uzakta(cid:374) ya da yakı(cid:374)da(cid:374) a(cid:374)(cid:374)e(cid:373)i(cid:374), (cid:271)a(cid:271)a(cid:373)ı(cid:374), dede(cid:373)i(cid:374), dede(cid:373)i(cid:374) (cid:271)a(cid:271)ası(cid:374)ı(cid:374) aldığı kararlar ve seçimlerle ilgili. Basit bir örnek vermek gerekirse eğer (cid:271)a(cid:271)a(cid:373)ı(cid:374) dedesi (cid:271)e(cid:374)de(cid:374) (cid:271)eş kuşak ö(cid:374)(cid:272)e Gür(cid:272)ista(cid:374)’da(cid:374) gü(cid:374)ü(cid:374) (cid:271)iri(cid:374)de kalkıp (cid:271)ir ge(cid:373)iyle Tra(cid:271)zo(cid:374)’a gelip, orada(cid:374) da “a(cid:373)su(cid:374)’a kadar yürü(cid:373)eseydi ke(cid:374)di(cid:373)i (cid:271)a(cid:373)(cid:271)aşka (cid:271)ir şehirde (cid:271)a(cid:373)(cid:271)aşka (cid:271)ir hayatı(cid:374) içi(cid:374)de (cid:271)ula(cid:271)ilirdi(cid:373), daha da ileriye gide(cid:272)ek olursa(cid:373) hiç doğ(cid:373)a(cid:373)ış da ola(cid:271)ilirdi(cid:373). İşte (cid:271)öyle (cid:271)aze(cid:374) küçük (cid:271)aze(cid:374) de (cid:271)üyük olaylar ve kararlar zi(cid:374)(cid:272)iri (cid:271)ugü(cid:374) (cid:271)urada ol(cid:373)a(cid:373)ı sağlaya(cid:374) şey. Dede(cid:373)e tekrar dö(cid:374)(cid:373)ek gerekirse, (cid:271)u sefer o(cid:374)u eski(cid:374)i(cid:374) aksi(cid:374)e (cid:272)a(cid:374) kulağıyla di(cid:374)ledi(cid:373) çü(cid:374)kü (cid:271)iliyordu(cid:373) ki a(cid:374)lattığı her hikâye (cid:271)ahsettiği her i(cid:374)san öyle ya da (cid:271)öyle (cid:271)ir şekilde (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) geç(cid:373)işi(cid:373)i(cid:374) (cid:271)ir parçası. Yazarı(cid:374) dedesi(cid:374)i(cid:374) aksi(cid:374)e (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) dede(cid:373)in ülkeyi kurtar(cid:373)ak, çağdaş (cid:271)ir eğiti(cid:373) siste(cid:373)i oluştur(cid:373)ak gi(cid:271)i (cid:271)üyük hayalleri ol(cid:373)a(cid:373)ıştı hiç (cid:271)ir za(cid:373)a(cid:374), gü(cid:374)ü(cid:374)ü kurtar(cid:373)aya çalışa(cid:374), ailesi(cid:374)e ço(cid:272)ukları(cid:374)a (cid:271)aka(cid:271)ilmek için hep bir so(cid:374)raki gü(cid:374)ü(cid:374) sıkı(cid:374)tısıyla (cid:271)aşı(cid:374)ı yastığa koya(cid:374), a(cid:374)(cid:272)ak so(cid:374)rası(cid:374)ı hayal (cid:271)ile et(cid:373)eye(cid:374)/edemeyen (cid:271)ir i(cid:374)sa(cid:374) olagel(cid:373)işti. Dolayısıyla a(cid:374)lattığı olaylar ve kişiler de hep gü(cid:374)lük yaşa(cid:373)ı(cid:374) küçük (cid:271)irer parçalarıydılar. Bu(cid:374)ları(cid:374) arası(cid:374)da(cid:374) yolumu bulma(cid:373)a yardı(cid:373) ede(cid:272)ek ola(cid:374)ları ke(cid:374)di(cid:373)i(cid:374) seç(cid:373)esi, ayıkla(cid:373)ası gerekiyordu. Ve öyle de yaptı(cid:373) a(cid:373)a yaparke(cid:374) gözde(cid:374) kaçırdığı(cid:373) (cid:271)aze(cid:374) de (cid:271)ilerek göz ardı ettiği(cid:373) (cid:374)i(cid:272)e ayrı(cid:374)tılar ve i(cid:374)sa(cid:374)lar oldu. Kendi(cid:373)i o(cid:374)ları(cid:374) karşısı(cid:374)da (cid:373)ahçup hisset(cid:373)iyor değili(cid:373); a(cid:373)a haklı se(cid:271)ep olarak o kadar ayrı(cid:374)tıyla uğraşa(cid:272)ak kadar yete(cid:374)ekli ol(cid:373)adığı(cid:373)ı su(cid:374)a(cid:271)iliri(cid:373). Be(cid:374)i(cid:373) içi(cid:374) (cid:271)u a(cid:373)atör araştır(cid:373)ada önemli olan evlilikler, ayrılıklar ve yurtdışı(cid:374)a göçler oldu kısa(cid:272)a (cid:271)elirt(cid:373)ek gerekirse.Yukarıda da (cid:271)elirt(cid:373)iş olduğu(cid:373) gi(cid:271)i (cid:271)ütü(cid:374) di(cid:374)lediği(cid:373) olaylar günlük olduğu içi(cid:374) (cid:271)urada (cid:271)elirtip, yazı(cid:373)ı sıkı(cid:272)ı kıl(cid:373)ak iste(cid:373)iyoru(cid:373). “ade(cid:272)e (cid:271)u araştır(cid:373)a(cid:373)ı(cid:374) (cid:271)a(cid:374)a (cid:374)eler verdiği(cid:374)de(cid:374), neler hissettirdiği(cid:374)de(cid:374) so(cid:374) olarak (cid:271)ahset(cid:373)ek istiyoru(cid:373). Şu(cid:374)u a(cid:374)ladı(cid:373) ki (cid:271)e(cid:374) sade(cid:272)e a(cid:374)(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) rah(cid:373)i(cid:374)de(cid:374) doğa(cid:374) (cid:271)ir (cid:271)e(cid:271)ek ya da (cid:271)a(cid:271)a(cid:373)ı(cid:374) oğulları(cid:374)ı(cid:374) so(cid:374)u(cid:374)(cid:272)usu değili(cid:373), (cid:271)e(cid:374) (cid:271)ir kültürü(cid:374) deva(cid:373)ı, (cid:271)ir soyu(cid:374) (cid:271)ugü(cid:374) kay(cid:271)ol(cid:373)a(cid:373)ak içi(cid:374) tutu(cid:374)duğu köprülerde(cid:374) (cid:271)iri , dalı(cid:374)da(cid:374) düş(cid:373)üş (cid:271)ir yaprak gi(cid:271)i hiç(cid:271)ir yere ait ol(cid:373)aya(cid:374) değil aksi(cid:374)e özgür(cid:272)e dolaşa(cid:271)ile(cid:374) a(cid:373)a her za(cid:373)a(cid:374) (cid:271)ir (cid:271)ağı (cid:271)ulu(cid:374)a(cid:374) (cid:271)ir uçurt(cid:373)ayı(cid:373). Bazen bu (cid:271)ağ i(cid:374)sa(cid:374)ı kısıtlıyor(cid:373)uş gi(cid:271)i görü(cid:374)e(cid:271)ilir a(cid:373)a kala(cid:271)alığı(cid:374) akı(cid:374) akı(cid:374) aktığı (cid:271)ir (cid:862)yol(cid:863)da ke(cid:374)di(cid:374)izi kay(cid:271)et(cid:373)e(cid:373)ek ve değerli olduğu(cid:374)uzu hisset(cid:373)ek içi(cid:374) (cid:271)u (cid:271)ağ elze(cid:373)dir. Küfle(cid:374)(cid:373)iş (cid:373)ektupları, ya da yılla(cid:374)(cid:373)ış a(cid:374)ı defterleri(cid:374)i (cid:271)aze(cid:374) de (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) gi(cid:271)i (cid:271)ir (cid:271)üyüğü(cid:374) tozla(cid:374)(cid:373)ış hafızası(cid:374)ı kur(cid:272)ala(cid:373)ak i(cid:374)sa(cid:374)ı toz yığı(cid:374)ı(cid:374)a gö(cid:373)(cid:373)üyor , aslı(cid:374)da ö(cid:374)ü(cid:374)üzde uzayıp gide(cid:374) yoldaki her toz zerre(cid:272)iği(cid:374)i(cid:374) (cid:271)ir ö(cid:374)(cid:272)eki(cid:374)de(cid:374) ha(cid:271)erdar olduğu hatta (cid:271)ir ö(cid:374)(cid:272)eki(cid:374)i(cid:374) eseri olduğu(cid:374)u ve ataları(cid:373)ızı(cid:374) -öl(cid:373)üş ya da yaşaya(cid:374)- bize öğütleri(cid:374)i her za(cid:373)a(cid:374) duy(cid:373)ayı , o(cid:374)ları a(cid:374)layıp yolu(cid:373)uza ışık tut(cid:373)ası(cid:374)ı sağla(cid:373)ayı öğretiyor. Burak SARI TURK-102-3
Ölüm, yaşam ve mutluluk Yaşamı ve ölümü anlatan bir hikâyedir bu. Bütün bunların arasında kendi varlığını, yaşamını sorgulayan ve bir gün ölmesi gerektiğini farkında olan küçük Doug'un yaz tatilinin hikâyesi. Daha önce yaşamanın ve ölümün nasıl bir şey olduğunu hiç düşünmemiştir Doug; ancak artık farkındadır ve yaşadığını bilmek içinde garip bir mutluluğa yol açar. Doug'un sevdiği insanların ölümü ona yaşamanın önemini ve mutluluğunu göstermiş ancak bir o kadar da korkutmuştur. Ölen insanlar mutlu ölmüştür. Bunun sebebi ise yaşadıkları hayatın her anını mutlu ve istedikleri gibi yaşamaları olmuştur. Hayatı doya doya yaşamışlardır. Her hayatın sonunda ölüm vardır. Varoluşun iki ucudur ölüm ve yaşam. İkisinin arasında ise net bir çizgi vardır. Doug bir gün bu çizginin bir tarafından öbürüne geçmesi gerektiğini bilir. Ancak 12 yaşındaki bir çocuk için bunu kabul etmek o kadar da kolay değildir. Yaşamanın verdiği mutluluğu yeni fark etmişken. Aslında çoğumuz yaşadığımızı farkında olmadan yaşarız. Hayatımız belli bir rutinde ilerler. Kimimiz okula kimimiz işe koştururuz. Ardından ödevler, çocuklar, ev işleri derken yaşamın güzelliklerinden habersiz geçiririz günlerimiz. Bu dünyada ortalama 70 yıl kadar geçirir bir insan. Ancak her saniyesini dolu dolu yaşamak varken biz genelde bunun son 10 senesini değerlendirmeye çalışırız. İnsan yaşlanınca ve çevresindeki insanları teker teker kaybetmeye başlayınca farkına varır bu hayatı dolu dolu yaşamadığını. Ama iş işten geçmiştir tabii artık. Ne yaşanacak hayat ne de yaşayacak enerji kalmıştır. Doug küçük bir çocuk olmasına rağmen bunu benimsemiştir. Bu farkındalığı ise yine ölüm beraberinde getirmiştir çünkü biz ölüm olmadan yaşamanın güzelliğini fark edemiyoruz. Anılar hepimiz için önemlidir. Çoğu zaman yaşadığımız güzel zamanlar hafızamızdan silinip gider. Fotoğraflar kalır, yazılar kalır. Belki de günlük tutmak iyi bir fikirdir ya da bir fotoğraf albümü edinmek. En güzeli de çocukluk anılarıdır. Küçükken umursamayız onları. Ancak büyüdüğümüzde kalan fotoğraflar bizi mutlu eder. Belki de tutulmuş günlükleri okumak, ya da eski mektupların üstünden geçmek. Aslında hepsi hayatımızdaki küçük mutluluklardır. Bu kitapta da mutluluklardan, çocukluk anılarından bahsedilir. Koskoca bir yazı anlatır kitap ve bir çocuğun gözünden. Bir çocuğun geçirdiği yaz ne kadar doluysa bir kitap da o kadar dolu dolu ve heyecanlıdır. Bu kitabı yazarken Bradbury çocukluk anılarından esinlenerek yazmıştır. Küçüklüğünden hatırladığı duygular olaylar bu kitabında canlanır tekrardan. Bir çocuğun mutluluğunu anlatır kitapta. Mutlu olmadığını iddia eden insanları anlamıyorum. Mutlu olmak için o kadar çok sebap varken. Mutluluğu derinlerde aramaya gerek yok. Çünkü mutluluk senin görmek istediğin yerdedir. İnsan mutlu olmak istedikten sonra hayatındaki küçük şeylerle de mutlu olabilir. Doug mutluluğu arayarak bulmaya karar vermiştir. Ve bu arayışların sonunda fark ettiği şey aslında mutluluğu yaşadığıdır. Yaşıyor olmanın verdiği his onu mutlu etmektedir. Ölümü düşünmeden, doya doya, hayatının her saniyesini değerlendirerek yaşamak onu mutlu etmektedir. Doug’un arkadaşı Tom ise o an hayatın tadını çıkarır. Asla mutluluğu aramaz ve çevresindeki olaylara bir o kadar da duyarsızdır. Kitap bize mutluluğu görmeyi anlatır. Farkındalığı öğretir. Anıların ve hayatın önemini vurgulayan bir kitap işte bu. Bütün bunların arasında mutluluğu arayan 12 yaşındaki bir çocuğun hikâyesi. Mutluluğu ararken ölümle tanışan ve mutluluğun aslında yaşamın kendisi olduğunu fark eden bir çocuğun. Zaten Ray Bradbury'nin birçok hikâyesi bize hayatı sorgulatır. Yaşadıklarımıza farklı bir bakış açısı kazandırır. Tesadüf mü bilmiyorum ama okuduğum Ray Bradbury hikâyelerinin çoğu bir çocuğun gözünden yazılmış oluyor. Çocukların gözünden bakmak bize olayın daha net daha tarafsız ve saf taraflarını gösterir. Kendi kafamızda komplikeleştirdiğimiz olayın aslında ne kadar basit olduğunu görürüz.
BARKIN KENAN 21203063RUTİN Yarım kalan rüyasına devam edebilmek için yastığın terden ıslanmamış kısmına kafasını koyup tekrar uykuya dalmaya çalıştı, ancak saat yediyi bulmuştu bile. Alarmı kapatmak için komodine doğru uzandığında sol kürek kemiğinde hafif bir ağrı hissetti. Ofiste yapacak bir şey bulamadığında, ellerini başının arkasında kenetleyip olabildiğince geriniyordu. Bu yüzden olsa gerekti bu ağrı. Pek umursamadı. Bugün de sağ tarafa ağırlık veririm o zaman, dedi. Güldü içinden. Terleyeceğini bile bile deodorant kullanmadan geçirdi dün giydiği soluk mavi gömleğini sırtına. Koltuk altı tıraşı olmuştu, deodorant sıkarsam tahriş eder diye düşündü. Yatmadan önce fazla bir şey yiyip içmediğinden tuvaleti gelmemişti, yüzüne üstünkörü su çırpıp, terden yapış yapış olan ensesini yıkadı. Akşam soğusun diye bir pet şişeye su doldurup buzluğa atmıştı, onu alıp çıktı evden. Merdivenleri inerken sağ ayakkabısının bağcıklarını fazla sıktığını fark etti. Birbirlerine eşit olmalıydılar yoksa rahat edemezdi. Apartmanın kapısına sokak kedileri için plastik kapta su koyan bir alt komşusu vardı, onun dairesinin önünde eşitledi bağcıkları. Yoluna devam etti. Kabın içindeki su kirlenmişti, yine de sarılı beyazlı bir kedi sırtını kabarta kabarta yaklaşıyordu kaba doğru. Apartmanın gölgesinden çıkınca, güneş ve basık hava, doğal bir refleksmişçesine suyundan içmeye zorladı onu. İçti. Otobüs durağına varana kadar ensesi yapış yapış olmuştu bile. Durakta her sabah selamlaştığı takım elbiseli adam vardı. Kendi yirmi otuz adımda ter içinde kalırken takım elbisesinin içinde sıcaktan hiç rahatsız olmayan bu adam garip geliyordu ona. Otobüste de yine her sabah gördüğü birkaç insan vardı. Tanımadığı sıskaca bir kadının yanına oturdu. Birkaç sıra önünde kulaklıkla müzik dinleyen, ayaklarıyla da sessizce ritim tutan genç bir çocuk vardı. Gözleri çocuğun ayaklarına takılıp ritim tutmasını izlerken, otobüs ofisin bulunduğu durağa varmıştı bile. İndi. Ofise giden yolda kocaman ağaçlar olduğu için gölgeden yürüyebiliyordu. Ter içinde kalmıyordu. Güvenliğe selam verip asansöre doğru yürüdü. Sıcak asfalttan sonra klimaların etkisiyle buz gibi olmuş pürüzsüz fayanslarda yürümenin keyfi bir başkaydı. Sandalyesine oturup hafifçe gerindi. Pet şişedeki buz erimiş, su biraz biraz ılımaya başlamıştı. Hala içilebilecek durumdayken içeyim dedi ve bitirdi suyu, sebilden doldururum. Bilgisayarı açmak için eğildiğinde yerde duran bir ataş gözüne çarptı, uzanıp aldı.Bilgisayarın açılmasını beklerken ataşı eğip bükerek zaman geçirdi. Yapılacak pek bir şey yoktu bugün de. İşlerini halledip kafeteryaya doğru yol aldı. Simit aldı otobüste bozdurduğu parasıyla. Terasa varmadan bitmişti simit. Bugün susam kalmadı yirmilik dişinin oyuğunda. Sevindi. Sigara içerken bir yandan dilini arkaya doğru kıvırıp o susamı çıkarmaya çalışmak oldukça yorucuydu. Sigarasını içip masasına geri döndü. Çalıştı. Gerindi. Biraz daha çalıştı. Biraz daha gerindi. Ataşı biraz daha eğip çöpe attı. Biraz daha çalıştı. Sıkıldı. Esnedi. Biraz daha çalıştı. Gerindi. Gerinirken koltuk altını yokladı. Kokmamıştı. Sevindi. Bilgisayarı kapattı. Pet şişesini alıp daima birileri ayarı tutturamayıp suyu taşırdığı için önü sırılsıklam olan sebile doğru yürüdü. Ayaklarını su birikintisinin sağına ve soluna koyup şişeyi doldurdu. O da biraz taşırdı. Taşırırken ıslanan pet şişeden markanın yazılı olduğu yapışkanlı bandı çıkarıp büzüştürdü, arka cebine koydu. Durağa yürüdü. Sabahki yolculuktan kalan bozukluklar duruyordu. Tam para verip para üstü beklemeden orta kapının arkasındaki ikili koltuğa tek başına oturdu. Büzüştürdüğü yapışkanlı bant poposunu rahatsız etti, çıkartıp yan cebine koydu. Akşam güneşi durakla ev arasındaki yola vurmadığı için dönüş yolunda ensesi kuru kalıyordu. Plastik kaptaki su biraz daha kirlenmişti. Merdivenleri tırmandı. Eve girip markasız pet şişeyi buzluğa attı. Dolaptan dondurulmuş pizzasını çıkartıp mikrodalgaya koydu. Isınmasını beklerken tuvalete gidip gün içinde içtiği yarım litre suyu işedi. Mikrodalganın sesiyle heyecanlandı, pizzayı seviyordu. Sifonu çekmeden acaba bugün üzerine ketçap sıkarak mı yesem pizzayı diye düşünerek mutfağa doğru yürüdü. Ketçapsız yedi. Tabakta kalan mısır tanesini baş ve işaret parmaklarını kullanarak ağzına attı. Dişinde kalmasını istemediğinden ön dişleriyle çiğnedi mısırı. Yuttu. Odasına gidip dolabından çıkardığı temiz atleti giydi gömleğini çıkarıp. Gömlek her zamanki yerine, yatakbaşının topuzuna asıldı. Işığı açmadan yarım yamalak uzandı yatakta. Televizyonu açıp sıkılmayı bekledi. Sıkıldı. Yan cebinden telefonunu ve yapışkanlı bandı aynı anda çıkardı. Büzüşük yapışkanlı bandı komodinin üzerine fırlattı. Odayı sadece televizyonun ışığı aydınlatıyordu. Bu yüzden yapışkanlı bandı komodinin üzerine fırlatmayı becerebildiğinden emin olamadı. Umursamadı. Telefonun alarmını kurdu, saat yediye.
Eren Can Özdemir Anı Ateşinde Ağrılar Başım ağrıyor, başım çok ağrıyor. Kulağımdan eksilmiyor bitip tükenmek bilmeyen çınlamalar, sanırım kaybettim neşeli tonlarını hayatın. Kaybettim çünkü anılarım gece gündüz ayırt etmeksizin saldıran Moğol atlıları gibi gözümün önüne geliyor adeta bir film şeridi edasıyla. Belki şarap olsaydı tüm bu anılar; dize gelebilirdim yıllanmış güzellikleri karşısında lal olup. Ama ne yazık ki ne bu film şeritleri, bu anılar birer şarap misali beni bekliyor ne de ben iyi bir içiciyim Neyzen Tevfik‟in yanında. Bahsettiğimin tam aksine bambaşka bir yola sokuyor beni; sapa, çukur dolu, ışık almayan, beni bana geri vermeyen bir yol. Kendimi avuttuğum tek nokta ise bu yolda yalnız olmadığımın bilincinde olmamdı. Sonuçta tek ben olamazdım tüm bunları yaşayan, tek ben olamazdım tüm bu acılara reva görülen, ölmeden gömülen… İşte bu beyhude kendimi avutmaya çabalamalarımda, aklıma hep Friedrich Klein ve onun sözleri gelir: “Anılarımın saldırısı işkenceye dönüştü giderek, kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlayıp gözlerimde yaşlar belirdi. Çıldırmanın eşiğinde olduğumu fark ediyordum” (Hesse 52). Bu ağır sözlere sahip olan adam ki geçmişinden, hatalarından kurtulmak için coğrafya coğrafya gezip duran, anılarını unutmak için sürekli yenilerini yaratan birisiydi, ama ona rağmen anıları peşini bırakmadı. Anıları dikiş tutmayıp sürekli açılan bir yara gibi olan ben ise Genç Osman gibi Yedikule Zindanları‟nda bekledim çaresizce. Başım ağrıyor… Nedenini öğrenmeye çalışırken bu nereden geldiği belli olmayan çınlamaların, yaşım arttıkça anılarımın benliğime bindirdiği yükün de arttığı dank etti kafama. Çünkü yıllar geçtikçe anıların yarattığı pişmanlığın ve tahribatın bende oluşturduğu yükün bir dağ hâline geldiğini ve benim de Atlas misali onu taşımaya çalıştığımı gördüm kendime acıyarak. Yani en azından ben bu yükler altında hiç olmadığı kadar boğuluyorum bugünlerde. Daha da acı olan ise o kadar alıştım ki bu yüke, çınlamalara, ağrılara; ne zamandan beri onlarla birlikte yaşadığımı hatırlamıyorum. Çoğu zaman arkama bile dönüp bakmadan gitmek istiyorum. Asıl mesele öyle basitçe tası tarağı toplamak veya kendimi unutturup, tarih sahnesindeki önemsiz yerimi silmek değil, sadeceEren Can Özdemir anılarımı bıraksam yol kenarındaki bir çöp torbasına bu bile yeter bana. Ama bu „ateşten gömleği‟ ne çöpçüler toplayabilir ne de ben bir çırpıda çıkartıp atabilirim ruhumdan. İşte elimden bir şey gelmediğini fark ettiğim o vakit, kaçıp kurtulmak yerine - ki yapamadığım besbelli ortadayken - yüzleşmeyi de denedim anılarımla. Ne yaşadıysam, neyle karşı karşıya geldiysem, daha doğrusu hangi anılar benim üstümde bu kadar büyük bir etki -ruhumda sızı- yarattıysa onu bulmaya çalıştım. Yalnız kaldım on iki gün on iki gece, düşündüm Kanuni gibi hayatı ve aradım tutunacak bir sebep. Kafamda şekerler patlıyordu, evet delilik damarlarımda hızını alamamış bir rafting botu gibi akıp gidiyordu. Ve birden her şey sonra erdi. Ortada ne akarsu ne de üstümde bir yük vardı. Sanki iki karadelik birbiriyle çarpıştı ve ortaya bir yıldız çıktı. Beynimden eksik olmayan korkutucu anılar birer birer eğildi önümde ve kabul ettiler hakimiyetimi. Ne olduğu, neler yaşandığı hakkında hiçbir fikrim yokken önümde bir kağıt-kalem ve dört dizeden oluşan bir yazı gördüm: “Adının üstüne anılar koyma/Sen mezar değilsin/Anılar adının ardından gelsin/Sen duvar değilsin” (Asaf 45). Delirip kendini kaybetmenin acısından ucu ucuna kurtulan şanslı kişilerdenken ben, çevremde azımsanamayacak sayıda geçmişleri ve anıları tarafından ele geçirilmiş insanlar görüyorum. Tüm bu insanlar; metroda, yolda, dört duvar arasında kalmış işyerlerinde veya evlerinde ruhsuz şekilde ve acı çekerek zaman geçiriyorlar. Daha doğrusu zamanın onlar için bitmesini bekliyorlar diyebilirim. Çünkü artık o bireyler yeni bir işe girişecek veya yeni bir duygu tadıp yeni anılar yaratacak hâlde değiller. Anılarında hapsolmuşlar ve gerek pişmanlık gerekse yılgınlıkla o gün, onlar için belirlenmiş işlerini yapıyorlar çaresizce. Beynini ele geçiren anıları yüzünden iki eliyle sıkı sıkı geçmişi tutarken bu insanların, sadece deliren kişilerin yüzlerine kondurduğu o umursamaz, acılı boş bakışın arkasına sığındıklarını görmek kadar içimi acıtan bir şey daha yoktur. Onlar için şimdiki zaman ve gelecek zaman yoktur, tek boyutta soyutlanmışlardır geri kalandan. İşte tüm bu saydıklarım bendim bir zamanlar. Ve o yüzden hâllerinden o kadar iyi anlıyorum ki… Yolumuz, düşmanımız, acımız aynıydı. Canlarını yakan anılarla her gün baş başa kalmak, her an onları tekrar tekrar yaşamak. İşkencenin böylesi dünya tarihinde daha önce vuku bulmamıştır. Baş ağrıları çekiyoruz biz. Böylesi baş ağrısı daha önce vuku bulmamıştır… Kaynakça: * Hesse, Hermann. Klein ve Wagner. Çev. Kamuran Şipal, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017. Baskı * Asaf, Özdemir. Çiçek Senfonisi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016. Baskı
Muharrem KARAKAŞ 21302258 Türkçe 101 Sec. 57 Seda UYANIK 22.11.2014 GÖZYAŞI DURAĞI Hayatım boyunca dramatik filmler, diziler ve eserler ilgimi çekmiştir. Bu eserlerde yaşanan olayların, günlük hayatta karşıma çıkabilecek olması yada bizzat hayatımda tecrübe edinmiş olduğum olaylara olan yakınlığı beni bu tarz eserlere yöneltmiştir. Ağlamak benim için hayattaki en zor şeylerden birisidir. Günlük yaşamımda, başıma ne gelirse gelsin iki damla gözyaşı akıtıp rahatlatamam kendimi. Günlük hayatımın aksine dram izlerken gözyaşlarıma hakim olamam ve her akan damlayla birlikte daha da fazla rahatladığımı hissederim. O yüzden ki ne zaman bir film izleyecek olsam önceliğim hep konusu dram olan filmler olmuştur. İzlediğim onca dram arasında en çok gözyaşı akıttığım, benim için başucu filmi niteliği taşıyan film Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum adlı eseridir. Babam ve Oğlum filmini vizyona girdiği ilk gün izleme şansı bulabilmiştim. Filmin vizyona girdiği yılda çocuk yaşta olmama rağmen o gün duyduğum heyecanı bugün bile çok net bir şekilde hatırlıyorum. Film vizyone girer girmez zaten bütün Türkiye’de büyük yankı uyandırmıştı ama benim için onu bambaşka kılan sebep sanırım o yıllarda sıkça şahit olmak zorunda kaldığım babam ve dedem arasında yaşanan kavgalardı. Az önce de belirttiğim gibi filmi ilk izlediğim zaman çocuk yaştaydım ve her çocuk gibi babamı gözümde dünyalara sığdıramaz, onu bir kahraman gibi görürdüm. Babam benim için bu kadar kıymetliyken,dedem ile babamın yaşadığı kavgalar bende derin yaralar bırakıyordu. İşte bu yüzden daha filmi izlemeden gözlerim doluydu zaten... İtiraf etmek gerekirse Babam ve Oğlum, gözyaşlarım kuruyana kadar ağladığım ilk film olmuştu benim için. Sanırım biraz bu durumun psikolojisinden biraz da bizim yaşantımıza benzeyen konusundan dolayı ne zaman fırsat bulsam bıkmadan sıkılmadan tekrar tekrar izledim. Ne zaman günlük yaşantımda sıkılıp, bunalıp, ağlamak isteyip de ağlayamasam sığındım Babam ve Oğlum’a... Bu yönüyle günlük hayatımda akıtamadığım gözyaşlarıma bir durak oldu Babam ve Oğlum. Çocuk yaşlarda izlemeye bağımlı olduğum film bana ergenliğim boyunca, lise hayatım boyunca stres ve dertlerimden arındığım bir çıkış kapısı oldu ve şuanda da olmaya devam ediyor. Yazıma başlamadan önce bir kez daha izledim filmi ve şuana kadar fark etmediğim bir şeyi fark ettim. Eskiden Babam ve Oğlum’u izlerken, Sadık’ın yerine babamı, Hüseyin’in yerine ise dedemi koyardım. Fakat şimdi Sadık’ın yerine kendimi, Hüseyin’in yerine de babamı koyuyorum ve film daha bir etkiliyor beni. Maalesef ki babam ile olan ilişkilimiz filmi ilk izlediğim zamana göre bir hayli farklı boyut aldı, babamı sığdıramadığım o koca dünya daraldı ve kahraman babam güç kaybetti... Fark ettim ki bu sebepler Babam ve Oğlum’u daha da kıymetli bir hale getirmiş benim için ve filmi her izleyişimde hissettiğim duygular sabit kalmamış, benimle birlikte büyümüş... Babam ve Oğlum filminin bana yaşattığı duygular, bütün hayatım boyunca yapmış olduğum film seçimlerini hep drama yönlendirmiştir. Özellikle Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum’dan sonra çıkan filmlerini vizyona girdiği ilk gün izlemeye çalıştım. Fakat ne Çağan Irmak’ın diğer filmleri ne de onca tavsiye üzerine izlediğim diğer filmler Babam ve Oğlum kadar etkilememiştir beni. Belki de beni bu kadar etkilemesinin sebebi filmin baş karakterlerinden biri olan Sadık’ta kendimi görmem, filmde yaşanan olayların duygularıma en derinden tercüman olmasıdır. Zaten sanat eserlerini değerli kılan en önemli özellik insanlarınduygularına tercüman olmaları değil midir. İnsanın 40 yıllık dostunun ortak olamadığı hissiyatlarını bazen bir film ömrün boyunca unutamayacağın bir şekilde vurmaz mı yüzüne?...
Yiğit Güvercin 21300879 TURK 102 - 08 04.11.2014 GÜVERCİNİN ANLATTIKLARI Yıllar yılı barış ve özgürlükle bağdaştırılmış, huzura hasret kalınan zamanlarda kanatlarına sonsuz umut ve manalar yüklenmiş bir garip kuştur güvercin; sık rastlanılır oluşu ile hayatı bizlerle paylaşan, adeta gökyüzüne bize dair bir şeyler taşıyan anlamlı bir varlık… Bizlere bu kadar yakın olmasıyla güzideleşen güvercinin bize anlattıkları ve hatta bizle benzeşen halleri var gibidir sanki. Patrick Süskind’in Güvercin’inde kendi huzur mekanizmasının işleyişini insanlardan olabildiğince uzak kalmaya bağlamış olan Jonathan Noel, yalnız, durağan ve olağan biçimde yaşadığı yarım asırlık ömründe belki de hiçbir anlam yüklememişti güvercinlere. Hiç farkına varamamıştı sade huzurunun kaynağı olan kendini soyutlama çabasının ondan götürdüklerini ve içine kapanışının bir bedeli olacağını. Ta ki kimsenin bulunmadığına emin olduğu apartman koridorunda bir güvercinin donuk gözlerini üzerinde hissedene kadar… Biriyle yüz yüze gelmek, birinin gözlerinin içine bakmak insana var olduğunu hissettiren en önemli detaylardan belki de. Yaşayan varlıklar olarak güvercinler başının iki yanına konuşlanmış gözlerini hep belirli bir noktaya dikerler, tıpkı insanlar gibi. Güvercinler varoluşlarını bu yolla mı hisseder bilinmez ama insanın bir başkasının gözlerinin içine bakabilmesi, o gözlerin ifade ettiği ne olursa olsun paylaşmaya çabalaması basit ayrıntılar olmaktan ötede bahşedilen ömre tutunuş ve var olabilme savaşıdır aslında. Jonathan Noel’in sol gözünü kendisine dikmiş güvercinle paylaştığı beş-on saniye yarım asırlık yaşamını tarafsızca yansıtan bir aynaydı belki. Belki de o güvercinle göz göze geldiğindeki korku özünde insanlardan kaçarak geçirdiği hayatıyla yüzleşişiydi. Tekdüze ve yalnız bir yaşamın arkasına sakladığı tüm kaygıları bir olup gözlerinin önüne gelmişti adeta. Sadece kendisine rol hakkı tanıdığı küçük dünyası üzerine yıkılmıştı. En acısı da bu yıkıma sebep olanın çocukça bir korkaklıktan ibaret olduğunu fark edişi olmalıydı. Benliğineduyduğu yetersiz saygıyı bile kaybetmiş gibiydi sanki. Kendisine bu yoğun hisleri yaşatan güvercini oracıkta vurmak istemişti lakin bir gerçek daha yüzüne vurulmuştu tam bu anda… Kanatları vardı güvercinin, uçabilirdi dilediği zaman. İnsanoğlu fizyolojik olarak kanat gibi bir yapıya sahip olmasa da kendisini özgür kılabilecek, kendisine bahşedilen sınırsız dünyayı ve sonsuz insanı başarabildiği kadarıyla keşfedebilecek potansiyele sahip. Keşfetme çabası uğruna insan, zincirlerini kırdıkça doğasında saklı olanı, onu huzurlu kılanı sezebilir ve böylelikle kendisine ve diğer insanlara dönük bir anlayış kazanabilir. Bu anlayışı kazanma yolunda edindiği tecrübe ve farkındalık ile değerli ve yaşanılabilir kılar içinde bulunduğu dünyayı. Dışarıdaki hayata kanat çırpmayı reddederek tecrübesi ve farkındalığını körpecik bırakan Jonathan Noel, sığ yaşamının verdiği sahte huzura inanmış, etrafına yabancılaşmasının yanında fark etmeden kendisine de yabancılaşmış ve bu durumun cezasını ağır bir şekilde ödemişti. Ruhu bedenine hiç uğramamışçasına gerçekleştirdiği eylemler ve tükettiği yıllar yanlarında Jonathan Noel’den bir şeyler götürmüştü. Hayatın kötülüklerinden uzaklaşmaya çalışırken iyilikleri de yitirmiş, kendi elleriyle yarattığı Araf’ın tek mahkûmu olmuştu. İnsan doğasına aykırı olarak kurduğu düzeninin sahici bir sarsıntıyla yıkılması kâbusu olurken hiç düşünememişti felaketinin sorumlusu saydığı güvercinin anlattıklarını dinlemeyi… Var oluşunu anlamlandırma ve hayata tutunabilme yolunda insan rastgele bir güvercinin bile kendisine neler anlatabileceğini fark edebilmeli bazen. Hatta bir güvercin misali dünyaya kanat çırparak her türlü korkudan arınmış bir halde sonsuz dünyanın bir parçası olmalı. Kim bilir, belki de korkusuzca açılan kanatların büyüyen gölgelerinde saklıdır hayata dair ne varsa…
Gökçe Batur ZAYIF DÜŞMEK Sanırım bundan iki sene önce çok büyük bir tehlikenin eşiğinden döndüm. Şimdi anlıyorum ki çok ciddi bir şeyle yüz yüze kalmışım, hem de daha kanunlar önünde reşit bile olmadan! Kimdi peki bunun suçlusu? Ben mi? Arkadaşlarım mı? Ailem mi? Yoksa koskoca bir toplum mu dünyanın her yanına yayılmış olan? Belki de bir suçlusu bile yoktur bunun ya da artık parmakla gösterilemeyecek hâldedir. Çünkü sebep çok açık, sebep her yerde… İki sene önce kendimden, vücudumdan nefret etmeme sebep olan her şey hâlâ devam ediyor ve birçok genç kızı kara büyüsünün altına alıyor. Sanki dünmüş gibi hatırlıyorum o hâlimi, aynalara bakamayışımı, sokaklarda vitrinlerdeki cam kapılardaki yansımalarımdan kaçışlarımı, aç kalışlarımı, şekerim düştüğü için bayılışlarımı, kendimden nefret edişimi… Daha hayatının başında olan küçücük bir genç kız bunu hak etmek için ne yapmış olabilir ki? Sebebi nedir bunun? Gerçekçi bile olmayan, sağlıksız bedenlere duyulan arzu ve bunlara sahip olma yolunda yapılan baskı nedir? İki sene önce kıyısına geldiğim uçurumu hatırladıkça içim ürperiyor. Herkese, her şeye ve özellikle de kendime çok kızıyorum bunun bir parçası olduğum ve olabildiğim için. Liz Osborne Leavel’a ise minnet duyuyorum.Neyse ki her şeyin kıyısında onun hazırladığı kampanyadan bir fotoğraf ile karşılaştım ve gerçekler bir tokat gibi çarptı yüzüme. Bu fotoğrafı görmeden önce farkında bile değildim yamacında durduğum uçurumun, bir adım ötesinin bomboş bir karanlıktan ibaret olduğunun… Fotoğraftaki her şey arkamda bırakmaya çalıştığım bir geçmişin birer parçası aslında. Hâlâ inanamıyorum bu vücuda sahip olmanın hayalini kurduğuma, ideallerimi sağlıktan ve estetikten çok çok uzak biçimlerden oluşturduğuma ve bu yolda kendimden nefret ederek vücudumu hiç hak etmediği şeylere maruz bıraktığıma… Kelimenin tam anlamıyla açlıktan ölene dek beklemiştim yemek yemek için. Günde bir elma, eğer kötü bir günümdeysem iki elma yiyordum. Önüme zorla konan bütün tabakların sonu öyle ya da böyle çöp kovasının içi oluyordu. Yediğime, iyi olduğuma dair herkesi kandırmıştım. Hatta en zorunu, belki de imkânsızını başarıp kendimi de kandırmıştım kendi yalanıma. Ne uğruna peki? Güzellik mi? Bunun güzellik olmadığına çok eminim… Kendime itiraf etmekte bugün bile zorluk yaşasam da toplumun lafına kanmıştım. İşin merakına düşmüştüm. Özenmiştim. Televizyonlarda, dergi kapaklarında, hatta ve hatta eve gittiğim yoldaki reklam panolarında gördüklerime özenmiştim gerçekliklerini hiç sorgulamadan. İşte tam bu anımda Osbourne’un “You Are Not A Sketch” çalışması yetişti imdadıma. Bir çizim, bir model ve bir yazı… Tek gereken bu oldu. Yazı kısaydı fakat çarpıcıydı. “Sen bir çizim değilsin,” diyordu. O an ideal sandığım yalanları bıraktım. Belki de uzun zaman sonra ilk defa kendime baktım aynada. Gördüklerim beni dehşete düşürdü, fakat bu sefer farklı bir sebep için… Sonunda fark etmiştim kaybettiğimin sadece kilolar olmadığını. Uçurumu en net hâliyle görmüştüm. En büyük adımlarımla kaçtım o uçurumun kıyısından, ardıma bile bakmadan. Sağlığıma kavuşmam aylar aldı, kendimi affetmem ise yıllar… Her şeyin sonunda üzücü olan ise bunu başlatan ben değildim, bunun kurbanı olan tek genç kız ben değildim ve bu benimle de son bulmadı, hâlâ devam ediyor… Her yerde kemikleri sayılabilecek durumda olan incecik kızlar var. Büyük ihtimalle yeteri kadar vitamin bile almıyor vücutları yahut ihtiyacı olan herhangi bir şeyi alamıyorlar bu “ideal” uğruna ve zayıf düşüyorlar, onların sandıklarından çok başka bir anlamda. Onların da Liz Osbourne’un bu çalışmasıyla buluşup benim yaşadığım aydınlanmayı yaşamalarını ümit ediyorum. Hatta artık herkesin uyanıp, medyanın dayattığı idealleri bırakıp sağlıklı ve mutlu hayatlarına geri dönmelerini diliyorum. O uçurum herkesi içine alabilecek kadar büyük, fakat sadece birkaç farkındalık sahibi insanın yok edebileceği kadar da “zayıf”… Kaynakça: Leavel-Osbourne, Liz. You Are Not A Sketch. 2013.
İNSANLIĞA, KENDİMİZE BİR BAKIŞ Öyle bir kitap ki Sapiens (Grafik Tarih) [1], her bir sayfasında toplumu ve gerçekliği sorgularken buluyorum kendimi. Her bir görsel, her bir kelime; inandığım varlıların gerçekten inancımı hak edip hak etmediklerini düşünmeye itiyor beni. Neyin gerçek neyin hayal olduğu, artık önceki kadar kesin bir sınırla ayrılmış değil benim için. Gerçekliğin kendisi bile aynı şeyi ifade etmiyor artık. Tek insan türü olmadığımız gerçeği, birkaç bin yıl kadar öncesine kadar, bir nebze sarsıyor insanı. Onlara ne olduğunu düşünüyorum, eğer hala buralarda olsalardı ne olacağını düşünüyorum. Etrafta çok farklı şekillerde insanlar olsaydı belki de ırkçılık gibi kavramların hiç gelişmeyebileceğini düşünüyorum. Ama hiçbir şey o kadar da basit değil artık benim için, şunu da düşünmeden edemiyorum: Irkçılık yerine türcülük mü olurdu o zaman? Kendimizi diğer insanlardan üstün gördüğümüz bir gerçeklik canlanıyor kafamda, kendimizin kendimize yaptıklarımızı da düşününce diğer insanlar için belki de ölümdü en iyisi diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Biz, sapiens, tek tür olduğumuz halde bile birbirimizi katletmek için sebepler bulmakta hiç de zorlanmıyoruz, diğer insan türleri hala var olsalardı onlar için sebep bile aramazdık belki de. Kim bilebilir ki onları insan olarak görüp görmeyeceğimizi, bize göre zeki hayvanlar dahi kabul edilebilirlerdi. Zincire vurulmuş köleler olurlardı belki de, bu durumunda kendimizi haklı çıkarmak için bir cümle yeterdi bize: Onlar insan değil. Bizim türümüz çok da yükselemeden düşüşleri kurtuluştu onlar için diye düşünüyorum artık. Acı bir gerçek ama bir gerçek, insanlık olarak yaptıklarımız ve yapabileceklerimizin bir sınırı yok. Bu korkutmalı mı yoksa bana güven mi vermeli onu hiç bilemiyorum. Yaşayıp görmekten başka bir şansım yok sanırım. Sadece diğer insan türlerinin değil, günümüz dünyasını var eden her şeyin gerçekliğini sorgularken buluyorum kendimi. Ne kadar da hassas ve kırılganmış gerçek dediğimiz. İnsanlar olarak önce birşeyi kendimiz var etmiş ve sonra gerçekliğine inanmışız. Neyin gerçek neyin gerçek olmadığını yeniden tanımlamalıyız diye düşünüyorum. Ve bunu düşünürken kafamda başka düşüncelerin dolaşımına izin veriyorum. Gerçekliğin kendisi gerçek mi ki bir şeyin gerçekliği onunla ölçülsün. Böyle felsefi sorular üzerine düşünmekten haz etmem aslında, bir cevapları yoktur neticede. Ama kitabın sayfaları arasında sürüklenirken kendimi düşünmekten de alıkoyamıyorum. İnsanlık olarak var ettiğimiz nice şeyin, aslında çoğunluğun o şeyin varlığına olan inancından dolayı var olduğu gerçeği, bir şeyin gerçekliğinden ziyade varlığını da sorgulamaya yöneltiyor beni. Ama daha sonra düşünmenden edemiyorum acaba kendimi mi tekrar ediyorum diye. Bir şeyin gerçekliğini sorgularken de aslında varoluşunu sorgulamıyor muydum? Üzerine düşünecek çok fazla şey buluyorum arkada bıraktığım her bir sayfayla ve de her bir düşüncem ile. Sayfalar arasında ilerledikçe ahlak kavramı üzerinde de düşünmeye başlıyorum. Geçmiş kabilelerin kültürleri ve ahlak anlayışları arasında yolculuk ederken bu kavramın aslında sandığım kadar keskin sınırları veya evrensel geçerliliği olmadığı olgusu biraz daha yer etmeye başlıyor zihinimde. Çok kısa sürede çok değişim yaşabileceği gerçeğine daha çok inanmaya başlıyorum. İnançlar ve ideolojiler de eskisi gibi hissettirmiyor artık. Biz için, insanlık için, bir gereklilik mi yoksa geçmişten kalma yükler mi olduklarına karar veremiyorum. İnsanı Tanrı’nın mı yarattığı yoksa Tanrıları insanın mı yarattığı sorusu yankılanıyor zihnimde. Cevabı biliyorum içten içe ama sesli bir şekilde itiraf edemiyorum kendime. Sayfalar, yazılar ve görseller beni ikna ediyor, ben kendimi ikna ediyorum, bu yeni fikirlerin gerçekliğine, yeni gerçekliğimin kendisine. Bütün kitap boyunca sorguluyorum sadece. Cevaba ulaşamayacak olsam da ulaşacak bir cevap olmasa da sormaya devam ediyorum. Sorularım yeni sorularımı doğuruyor. Bir süre sonra neyi sorguladığı bile unutuyorum, akışına bırakıyorum sadece. İzin veriyorum kelimelere beni yönlendirmeleri için, sorgulayacak ne çok şey var sonuçta. Her şey, sorgulayabilecek zamanım olupolamayacağını sorguluyorum. En nihayetinde kendimi sorguluyorum. Merak ediyorum eski zamanlarda yaşasam nasıl olacağını, değil eskiden kastım seksenler veya doksanlar ne de Orta Çağ Avrupası, tarımdan öncesinden bahsediyorum. Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir grup insan, pek fazla sorumluluk yok gibi, dertler ve sorunlar belki de sadece günlük ve haftalık, birçok şeyde aynı anda iyi olmam beklenmiyor, matematik ve ya fizik bilmek zorunda değilim. O zamanların insanları için de her şeyin bu kadar kolay olmadığını biliyorum tabii ki de ama yine de düşünüyorum ve düşünüyorum, hoş bir düşünce. Kayboluyorum kendi zihnimin içinde. Deniz Tuna Onguner Sapiens Grafik Tarih: İnsan Türünün Doğuşu [1] Üzerine KAYNAKÇA [1] Harari, Y., Vandermeulen, D., Casanave, D., Champion, C. and Hunter, A., 2020. Sapiens grafik tarih: İnsan türünün doğuşu (Çev. Ekin, D.). İstanbul, Kolektif Kitap. (Orijinal Yayın Tarihi, 2020).
KELEBEK MİSALİ BİR ÖMRÜN YARIM KALANLARI İngiliz edebiyatının önemli kadın romancılarından Jane Austen’ın gerçek hayatını, aşkını anlatan film: Becoming Jane. Arkadaş tavsiyesi üzerine izlediğim film. Fazlasıyla övdüklerinden, yüksek bir beklentiyle başlamıştım filme. Bitirdiğimde herhangi bir hayal kırıklığı yaşamadım. Gerçekten güzel bir film olduğunu düşünüyorum. Klasik bir aşk hikayesi olarak eleştiriler alsa da, Jane Austen gibi ünlü bir romancının hayatından uyarlanması insanı merak ettiriyor. Kısacık yaşamına az ama güzel romanlar sığdıran yazarın, popüler kültürde yer edinmesinde kuşkusuz romanlarının filme uyarlanmasının etkisi büyük. Başrolleri James McAvoy ve Anne Hathway paylaşıyor. Anne Hathaway zaten hayran olduğum, güzel bir oyuncu olduğu için bende her zamanki etkiyi bırakırken, James McAvoy’a hayran olmamak elde değil. Diğer filmlerini izlemediğimden oyunculuğunu bilmesem de bu filme fazlasıyla yakıştığını düşünüyorum. Eski dönemlerdeki aşkları anlatan filmlerde daha farklı bir tat var. Bunda en büyük etkiyi kıyafetler yaratıyor. Ve tabii ki danslar. Dans sahnelerinin ve müziklerin filme güzel bir hava verdiği, daha etkileyici olmasını sağladığı kanısındayım. Baloda Jane dans ederken, aniden Tom Lefroy’un gelmesi, bana aşkı hissettiren oldukça güzel bir sahneydi. Tekrar tekrar izleyesim geldi. Filmin konusu Jane Austen’un gençlik yılları, yaşadığı tutkulu aşk ve kadın olarak özgürleşme çabası. Ailesi zengin adamla evlenmesi için baskı yapmaktadır. Annesi, paranın her şeyden, sevgiden daha değerli olduğunu söylüyor. Fakat kendisiyle çeliştiği bir durumvar. Çünkü o, sevdiği insanla, Jane’in babasıyla evlenmiş. Birçok zorluk yaşadığından olsa gerek kızının da aynı şeyleri yaşamasını istemiyor. Peki tekrardan seçim sansı olsaydı, parayı seçip aşkı yok sayabilir miydi? Jane, sevmediği bir adamla sırf daha iyi bir hayata sahip olmak için evlenmek istemez. Kendine olan inancı tamdır ve bir kadının kendi kendine yetebileceğine inanmaktadır. Bunu filmin birçok yerinde dile getirmekle birlikte, içinde gerçek aşka kavuşma isteği de vardı. Film boyunca Jane Austen’un romanlar hakkındaki düşüncelerini ve kadınların yazar olamayacağına ilişkin genel kanıyı eleştirmesini görebiliyoruz. “Romanlar…Hani şu kadınların okuduğu, hatta yazmaya bile kalktığı, tatsız tuzsuz yavan şeyler değil mi? Kadınlar yazdığında, beynin o en büyük gücünü, insan doğasının ilmini ortaya koyamaz, hayatı dolduran zeka ve nüktedanlık gibi hususiyetleri hayal edebilecek en güzel sözcüklerle tasvir edemez sanıyorsunuz.” Jane’e ait bu sözlerden anlaşıldığı gibi kadınların roman yazabileceğine dair şüphe vardır. Jane bu ön yargıya öfke duymaktadır. Filmin ilerleyen sahnelerinde, Tom Lefroy gelip birlikte kaçmayı teklif ettiğinde, galiba yarım kalmayacak bu aşk, birlikte olmayı başarabilecekler diye düşünüyorum. Ama Jane, Tom’un dayısından aldığı parayı ailesine gönderdiğini öğrendiğinde onunla gitmekten vazgeçiyor. Jane, Tom’un ailesinin zor duruma düşmesine sebebiyet vermek istemiyor. Çünkü göze alamıyor, korkuyor; aşklarının bitmesinden, suçluluk duygusundan, birbirlerini yıpratmalarından. Yaşayıp mutsuz olabilme ihtimaline karşı, onun hep sevdiği şekilde kalmasını tercih ediyor. Ama hayatta mutlu olabilmek için cesaret gerekir. O gün gitmediği için pişman olmuş mudur? Yaşayamadığı şeylerin pişmanlığını hep hissetmiş olsa gerek. “Müsriflik ve hovardalığın aslında çok yararlı bir numaraymış” Jane’e ait bu söz beni etkileyen şey oldu bu sahnede. Dışarıdan öyle güzel yargılıyoruz ki herşeyi, ardında ne var bilmeden. Herkesin bildiğinin aksine Tom, aldığı parayı umursızca savuran biri değildir. Ailesini düşünen, onlara yardım eden ve aşkını her şeyin önüne koyabilme cesaretini gösterebilecek kadar da yürekli bir insandır. Film boyunca en merak ettiğim şey ise nasıl bir son ile biteceği oldu. Kötü sonla biten filmleri pek sevmemişimdir. Gerçek hayata inat, mutlu sonlar isteyenlerdenim ben de. Film bitiminden sonra içimde hep bir burukluk, mutsuzluk yaratıyor. Senarist veya yazar neden güzel bir son hayal etmez ki? Belki de böyle daha ilgi çekici olduğunu, insanları daha çok etkilediğini düşünmüş olabilirler. Ama bana göre güzel bir sonla bitse etkileyiciliğinden bir şey kaybetmez. Sadece film bittiğinde yüzünüzde oluşan ifadeyi etkiler; ya küçük bir gülümseme ya da hafif bir buruklukla filmi bitirirsiniz. Filmin sonlarına doğru Jane Austen, kendi romanlarındaki sonların nasıl olacağına dair bilgi verir. “Karakterlerim ufak sıkıntılardan sonra arzuladıkları her şeye sahip olacaklar.” Kendisi mutluluğu tadamamıştır. Fakat romanlarındaki karakterlerinin mutlu bir hayata kavuşacaklarını söyler. Bu içindeki yaraları sarma şekli olabilir. Eğer Tom Lefroy ile mutlu bir hayata sahip olsaydı, bu sefer karakterlerine kötü bir son yazabilirdi. Gerçek hayatta tam olarak mutlu olamayan Jane Austen, tutkuyla bağlı olduğu yazarlık hayalini gerçekleştirmeyi başarır. Yarım kalan aşkının acısını hep hissettiğinden olsa gerek, hayatı boyunca hiç evlenemez.
1 Berfu Lâçin KARAMAN 21300468 02.03.15 Sare ÖZ TUR 102-27 DOĞRU İDEOLOJİ İdealler masumdur, tarih ise acımasız (Fury,2014). George Orwell’in Hayvan Çiftliği kitabını okuduğumda aklıma gelen ilk düşünce bu oldu. İnsanların ideolojiler tarafından nasıl körleştirildiğini hissettim. Doğuyoruz, büyüyoruz ve ölüyoruz. Bu basit döngüyü sadece bir kere yaşayacağımızı biliyoruz ama yine de başkalarının bizim nasıl yaşayacağımıza karar vermesine izin veriyoruz. Bir nevi insanoğlunun çaresizliğini bu kitapta bir kez daha görüyorsunuz. İnandığımız en doğru ideolojiyi hayat biçimi olarak belirlemeye çalışıyoruz ki bir kere yaşadığımız dünyanın daha anlamlı olması için. Peki, seçtiğimiz ve savunduğumuz ideolojiler hayatımızı ve hayat amacımızı ne kadar temsil ediyor? İnsanlar sosyalistim, kapitalistim gibi terimleri neleri düşünerek seçiyorlar ve bu fikirleri gerekirse ölümüne savunabiliyorlar? Kitap bir çiftlikteki hayvanların çiftlik sahibine başkaldırarak çiftliğin yönetimini ele geçirmesini anlatıyor. Yönetimi ele geçiren hayvanlar eşitlik prensibine dayalı bir yönetime karar verirler. Fakat seçtikleri yöneticiler eninde sonunda yozlaşmaya başlar. Çiftlik kurallarını kendilerine göre değiştirmeye, sorunları gizlemeye çalışırlar. George Orwell, kitabı yazdığı yıllarda bu kitap komünist yönetimin ağır bir hicvi olarak görülse de, kitap sadece komünizmi değil bütün ideolojilerin şahıs faktörleriyle nasıl kirletildiğini gözler önüne sermiştir. Hayvanların masumca bir eşitlik arayışıyla çıktıkları bu yolda kendi içinden çıkardıkları yöneticiler tarafından ihanete uğramalarını gösteren yazar, o yıllarda Sovyet rejiminin nasıl amacından saptığını ve artık toplumlara zarar vermeye başladığını göstermeye çalışmıştır. Bu kitapta hayvan çiftliği öyle iyi sembolize edilmiştir ki çoğu zaman hayvanların, toplumun belirli kesimlerini temsil ettiğini rahatça anlayabilirsiniz. Binlerce sistem, milyonlarca lider ama bir kazananı olmayan savaş. İdeolojilerin savaşı geçmişten günümüze devam eden hatta gelecekte de devam edecek olan bir savaş. Bu savaşın sadece kaybedeni var ve ne yazık ki galibi yok. İnsanlar hangi ideolojiyi benimserse benimsesin her zaman sistemlerin ihtiyaçlarına daha çok cevap veren bir ideoloji doğacaktır. Başınızda ister kral olsun, ister bir diktatör ya da bir meclis eninde sonunda o yönetim son bulacak ve toplumun ihtiyaçlarına cevap veren yeni bir fikir birliği sizi yönetecektir. Bu değişim kimi zaman bir gecede olur, kimi zaman yıllarca süre içerisinde. Bazı değişimleri fark2 KARAMAN etmezsiniz bile. Bugünlerde dünyanın kapitalist ekseninin batıdan doğuya doğru kaydığını, Avrupalı beyaz adamın artık gücünü kaybettiğini çoğu kişi göremiyor bile. Liberal yönetimlerin tekrar etkisini kaybettiğini, otoriter ve muhafazakâr liderlerin yönettiği ülkelerin toplam kapitali kendi üzerlerinde topladığı günlerdeyiz. Bu bir ideolojik değişimdir. Ne yazık ki 60lı yılların özgürlükçü akımları artık son bulmaya başlamaktadır. Dünya gün geçtikçe ülkelerin üzerinde bulunan liberal şirketler ile buna karşı olan otoriter rejimlerin arasındaki savaşta kazananı belirlemeye çalışıyor. Sonuç ne olursa olsun değişmeyen tek şey var ideolojiler hiçbir zaman yok olmuyorlar. Toplumlar seçimlerini yapıyor ama asla onu yok etmeyi tercih etmiyorlar. Dünyanın herhangi bir yerinde ideolojik sistemi olmayan bir toplum göremezsiniz bu yüzden. Gelişmemiş dediğimiz Afrika ülkeleri bile en kötü bir diktatör tarafından ya da kabile sistemiyle yönetiliyorlar. İnsanlar ideolojilerden asla vazgeçmiyor aksine onları sürekli değiştirerek toplumların varlığını sürdürmeyi deniyorlar. İnsan faktörü sistemleri her zaman olumsuz etkiler. Bu yüzden günümüzde çoğunlukla demokrasiler ayakta kalabilmişlerdir. Demokrasiler kişiden çok kurumlara dayalı çalışırlar. Bu yüzden o kurumlara geçen kişilerin niyetleri ne olursa olsun, yetkileri yasalarla sınırlandırıldığı için belli kalıplar içinde karar almak zorundadırlar. Kişisel hatalar, hırslar veya kıskançlıklar kısacası hiçbir insani faktörün yönetimi etkilemesine izin verilmemeye çalışılır. Bütün liderler küçük ya da büyük fark etmeden tarihin tozlu sayfalarına karışır bu yüzden. Hayatları değil kurdukları ideolojiler hatırlanır. Hepimiz belirli görüşlere ve değişik ideolojilere sahibiz. Aklımızdaki en doğruyu savunuruz her zaman. Doğru ya da yanlış olması önemli değildir. Bizim için doğru olması o ideolojiyi sahiplenmemiz için yeterlidir. Bugün şeytan olarak gördüğümüz Hitler bile milyonlarca kişiyi kendi ideolojisine inandırmıştır. İnsanlar doğruyu yaptığını düşünerek belki de en vahşice cinayetleri işlemişlerdir. Din uğruna cinayet işleyen biri görevini tamamladığını düşünür. İşte bu yüzden “İdealler masumdur, tarih acımasız.” Bütün Hayvanlar Eşittir, Bazıları Daha Eşittir.(Orwell,1954) Kaynakça Fury. Perf. Brad Pitt. 2014. DVD Orwell, George. Hayvan Çiftliği;. New York: Harcourt, Brace, 1954.
Zeynep Deniz Gülden 21601266 İKİ FARKLI NOTA Birçok kişiyi sevebilirsiniz, birçok insandan etkilenebilirsiniz, çok güzel ilişkileriniz olur belki ama herkes ömründe sadece bir kez âşık olur ve bunun ne zaman olacağını asla bilemezsiniz. Hiç beklemediğiniz bir anda, hiç beklemediğiniz bir yerde, belki de henüz çok gençken âşık olacaksınız. Âşık olduktan sonra birini yine sevebilirsiniz ama aşk sadece bir keredir. Aşk, sevgiden çok farklı olan ve bazı insanların kaç yaşına gelirse gelsinler karşılaşamadıkları bir duygudur. Ben aşkın kendisiyle karşılaştım. Benim için hem çok erken hem de çok geçti. Zaten aşk böyle bir şey. Tüm zıtlıkları içinde barındırıyor ve onu aşk yapan da bu zıtlıklarla eşsiz bir bütün olabilmesi oluyor. Çok güzel bir bestenin bambaşka birer notası oluveriyorsunuz. Birbirinden çok farklı ama aynı zamanda da bir o kadar uyumlu. Hatta yan yana değilken anlamsız. Ben öyle bir anda öyle bir adama âşık oldum ki kelimelerimin yeteceğini düşünmüyorum. İşin en tuhaf kısmı henüz daha o adamı tanımıyorken onun adını bile bilmiyorken yüzünü gördüğüm ilk anda ona âşık olacağımı bilmemdi. Yanlış anlamayın, yakışıklılığı değildi beni etkileyen. Biliyordum o, o adamdı. Bildiğim bir şey daha vardı ki, asla birlikte olamayacaktık. Bu aşk ikimizi de çok üzecekti. Onun yanında anlamlı bir nota oldum ben. Ona her yaklaştığımda besteler yazıldı, o her gittiğinde anlamsız kaldım. Çok benziyorduk ve hiç benzemiyorduk. Şairdik ikimiz de, yazıyorduk. Bir gün bana ‘’ Yaz Zeynep, yazmazsan kötü biri olursun’’ demişti. ‘’ Gitme Metin, gidersen yazamam.’’ diyemedim. Gerçekten de eskisi gibi yazamıyorum. Benim mürekkebim kalbimden akan duygularımdı. Lakin ben kalbimionun beni bıraktığı yerde düşürdüm. Ondan sonra tüm yazılarıma şemsiye açtım. Yazı yazmak bana acı vermeye başladı, tıpkı şu an olduğu gibi. Benzer bir geçmişimiz vardı. Uzun bir ilişkiden çıkmış ve çok acı çekmişti, benim gibi. Fakat o artık korkuyordu, bu noktada bir bütün olamıyorduk. Yazının ilk başlarında benim için hem çok erken hem de çok geç olduğunu söyleme sebebim de buydu. On dokuz yaşında bir kız için çok erken, geçmişlerinde yaşadıklarından ötürü bir araya gelemeyen iki insan için çok geçti. Bana en son ‘‘Bu kadar güçlü duygular nasıl tarif edilir bilmiyorum. Bildiğim tek şey ben şimdi bu duygulardan, bizden kaçacağım ve sen de gitmeme izin vereceksin’’ demişti. Tutmadım onu, tutamadım. Aşk böyle. Birine gerçekten âşıksanız onun mutluluğu için katlanamayacağınız şey yoktur. Aslında onsuzluk katlanılmazdır ama onun için katlanırsınız. Ben de öyle yaptım. Sadece iyi olduğunu bilerek onu bir ömür boyu görmemeye razıydım. O gitti, ben anlamsız kaldım. Eskisi gibi değilim artık. Bir daha olabilir miyim, asla. O gittikten sonra önümde ne bir sayfam kaldı yazacak ne de bir kalemim. Yazamadım, yazsam ağlardım. Su ve ateş olarak tanımlardık birbirimizi. Çok benziyorduk dediğim gibi ama aslında çok farklı iki parçaydık. Tıpkı kitaptaki karakterler Bianca ve Manuel gibi. Ben su olurdum o ise ateş. Aslında yan yana asla var olamayan, ama birbirlerinden ayrı da bir bütün olamayan, su ve ateş... O yakardı hep, elinde değildi. Ateşti sonuçta. Ben de beni yakmasına razı, kendime su serperdim. Bir tek onun yüreğinin yangınına su serpemedim sonra ben de su olmaktan vazgeçtim. Artık ne ben suyum ne de o ateş. Biz artık başka bestelerde birer notayız. Anlamsız ve bütün olmaktan da bir hayli uzak. Manuela Salvi, Ayın İki Yüzü, 2015
Fırat DEMİRALP KENDİN OLMANIN BEDELİ Halihazırda yaşamını sürdüren canlı türlerinin en akıllısı olan insanlar olaraktan kimi zaman kasıtlı kimi zamansa farkında olmadan yaptığımız bir şey var: Kendimizi diğer insanlara beğendirme çabamız… Bunu yapmaya öylesine gönül adamışız ki biraz düşününce neredeyse tüm davranışlarımızın arkasında bunun saklandığını görüyoruz. Mesela gecesinde çok geç yattığınız bir hafta içi sabahını düşünelim. Alarmınız o tiz sesiyle çalıyor ve siz yataktan kalkıp kalkmamak arasında cebelleşiyorsunuz. Belki çarşafınızın yumuşak dokusu sizi daha da içine çekerek zekice bir akıl oyunu oynamaya çalışıyor ama siz aniden o gün toplumda oynamanız gereken seçkin bir rol olduğunu hatırlıyorsunuz. Bir şirketin genel müdür yardımcısı olarak baştan aşağıya jilet gibi görünmeniz gerektiğini ya da isim yapmış bir üniversitenin kıdemli profesörlerinden biri olarak insanların gözünde saygınlığınızı yitirmemeniz gerektiğini çok iyi biliyorsunuz. Bütün bunları düşünmek kendi iç savaşınızı kazanmanıza biraz daha yardımcı oluyor ve sonunda gözlerinizi aralamayı başarıyorsunuz çünkü o iddialı imajınızı yaratmak için tatlı mı tatlı uykunuzdan biraz feragat etmeniz gerekecek. Siz her ne kadar bunu kendiniz için yaptığınızı, yani düz mantıkla kendiniz için süslendiğinizi, söyleseniz de gerçeği adımız gibi bildiğimizi siz de biliyorsunuz. Bir topluluğun parçası iken takındığınız her tavrın, giyim kuşamınıza gösterdiğiniz ekstra özen de buna dahil olmak üzere, sizden önemli parçalar yansıttığının farkındasınız. Bu yansımanın diğer insanlara nasıl döndüğüyse işin kilit noktası. Sizi nasıl algıladıkları, hakkınızda ne düşündükleri, ilk izlenimlerinin ne olduğu belki de sizin kendiniz için ne düşündüğünüzden daha bile önemli. Her yerde olduğunuz gibi varolabilmenin ve kabul edildiğinizi bilmenin verdiği haz hemen hemen hiçbir şeyle örtüşemez sanırım. Onun yarattığı mutluluk duygusu ise pahabiçilemezdir fakat olur da aksi yaşanırsa bunun tam anlamıyla bir felaket olduğunu söylersem yalan söylemiş sayılmam. Sosyal normlar tarafından kabul edilmemek, gittiği hiçbir yere uyum sağlayamamak veya tıpkı Mrs. C. gibi altmış yedi yıl boyunca sadece bir gün yaşadığını hissedip onu da hiç yaşamamış olmayı dilemiş olmak felaketlerin en babasıdır. Hayatta bir kere reddedildik mi bir daha eskisi gibi olamıyor, aynı şekilde hissedemiyoruz bazen. Duygularımız zedeleniyor, beklentilerimiz kararıyor ve aynaya aynı gözlerle bakamıyoruz. Kendimizi nasıl gördüğümüzden çok başkasının bizi nasıl gördüğü daha da önemli oluveriyor bir anda ve eski bahaneler geçerliliğiniyitiriyor. Ağzımız ya da dilimiz “Umrumda değil, kim ne düşünürse düşünsün” diye isyan ediyor ama benliğimiz buna yürekten inanmıyor. Vicdanımız insanların dedikodu malzemesi olmaktan utanç duyuyor ama yaşattıklarından ötürü pişman da olamıyor. Bedenimize sinen is lekelerinden arınmak için Mrs. C. gibi haftalarca kendimizi suyla arıtmaya çalışıyoruz kimi zaman. Sonrasında ise sineye çekilip kimseyle bir şey paylaşmama evresine geçiyoruz çünkü artık diğerlerinin doğru ahlak yasasına ters düştüğümüzden oldukça eminiz. Yirmi dört saatliğine kendin olmanın bedeli çoğu zaman altmış yedi yıldan da fazla sürüyor. İnsan en çok doğru anlaşılmamaktan, kabul edilmemekten yakınıyor ama aynı hatayı kendisinin de yaptığının farkına varamıyor. Onaylanmayı bekliyor bir köşede sessizce. Kendi kendinin sessiz çığlığı oluyor. Aynı anlatıcının yaptığı gibi onaylanmayı ve geçmişi hatırlatan bu donukluğun yok olmasını. Geçmişimize ait ufak bir anı, mantıksız davrandığımız ama bunun önemsiz olduğu küçük bir zaman dilimi, kısa bir süreliğine hayatımızda ilk defa kendimiz olduğumuz o saatler… Bize tamamiyle doğru ama başkalarına her şeyiyle yanlış gelen o erdemli hatamız! Paramızı, adımızı, servetimizi hatta onurumuzu dahi feda edecek kadar gözümüzü karartan bir olay, bir mekan, bir insan.
Elif Gözde KORKMAZ ASLA MEMUR OLMAYACAĞIM Yirmi bir yaşındayım ve yirmi bir yıldır memurlukla iç içeyim. Memurların en sevdiği şehir olan Ankara’da doğup büyüdüm ve bir memur çocuğuyum. Çalışan anne babanın çocuğu olmak farklı bir durumdur ama memur anne babanın çocuğu olmak daha da farklı bir durumdur. Doğduğunuz andan itibaren ebeveynlerinizin size ayırabileceği zaman kısıtlanmaya başlar ve bu ömür boyu devam eder. Ömrünüzün ilk iki ya da üç yılında, annenizin size ayırabileceği zaman, sağ olsun devlet tarafından bir hak olarak tanınmıştır. Bu süre bittikten sonra ise, henüz bu kadar küçükken, anne ve babanızdan ayrı bir hayat yaşamaya başlarsınız. Bakıcılara ya da kreşlere götürülürsünüz. Sosyalleşmeye başlarsınız bir yandan. Bu durumda anne ve babanızdan bağımsız, başkalarından taklit ettiğiniz tavırlar geliştirmeye başlasınız. Ebeveynleriniz, bu tavırları kimi zaman yanlış bulup, sizinle ilgilenenlere şikayete giderler. Bu noktadaki tepkilerinin altında yatan sebebi hep merak etmişimdir. Çocuğuyla ilgilenemeyen, bu yüzden çocuğu, onlara göre yanlış büyüyen anne baba suçluluğu mu yatar bunun altında, yoksa gerçekten birilerini mi suçlamak isterler? Bu yazıya başlarken amacım, birilerini şikayet etmek ya da bu şekilde büyüdüğüm için mutsuz olduğumu vurgulamak değildi. Tam tersi, memnunum bu şekilde büyümekten. Fakat yazdıkça, şikayetim olan bazı noktalar olduğunu fark ediyorum. İlkokul dönemi mesela. Bence memur çocukları için bu dönem, en tuhaf dönemdir. Anne babandan bağımsız bir yere gidemezsin, ama gitmen gerekiyordur. Onlar da seni bırakmaz istemez, ancak yetişmeleri gereken işleri vardır. Sanki onlarla işe yetişmek zorundaymışsın gibi onlarla beraber uyanırsın, onlarla beraber hazırlanırsın. Koşa koşa okula yetiştirilirsin. Sınıfından birçok kişinin ebeveyni çocuğunu sıraya oturturken, senin ailenden biri okulun kapısında seni öpmüş, işe yetişmek için yine koşarak uzaklaşmıştır. Sabahlarını rahat geçiren anneler, çocuklarına güzel kahvaltılar hazırlarlar devamlı. Sınıfta görürsün neler hazırladıklarını. Sen keyifsiz kahvaltılarla geçiştirirsin sabahlarını, bazen simit ve peynir yersin sadece. Şimdi fark ediyorum, şu an kahvaltı yapmaktan hoşlanmayışımın temeli bu döneme dayanıyor. Keyif almıyorum kahvaltıdan, keyif almayı öğrenmemişim çünkü. Bunun gibi ileriye taşınacak bazı özellikler edinirsin bu dönemde. Geriye dönüp baktığındaysa, aynen şu an yaşadığım gibi, bazı eksikliklerle büyüdüğünü fark edersin. Tuhaftır yani bu dönem. Biraz daha büyüdüğündeyse, kendi isteklerinle anne babanın isteklerinin uyuşmadığı fark edersin. Onları anlamadığını fark edersin, onlar da seni anlamazlar. Boşluklar vardır yani ilişkinizde. Günde en fazla dört saat gördüğün bu insanlarla yeterince zaman geçirememişsindir. Kendi isteklerini oluşturmaya başlarsın. Genelde ergenlik dönemine denk gelir kendi isteklerinin oluşmaya başlaması. Hatırlıyorum, ben bu dönemde tek başıma bir şehre gidip gezmek istemiştim. Zaman, mekan ve diğer tüm koşullar da bu isteğin gerçekleşmesi için uygundu. Yılda sadece bir hafta diledikleri gibi tatil yapma alışkanlığına körü körüne bağlı ebeveynlerime de bu isteği bir türlü anlatamamıştım. Neden gidecektim ki? Ya başıma bir şey gelseydi? Yazın giderdik zaten, ne gerek vardı şimdi tatile? Buna benzeyen ve uyulmaları gereken çok keskin kuralları vardır memur evlerinin. Yılda bir kez tatil yapılır. Saat yediden sonra eve gelinen her saat geçtir. Düzgün insanlarla arkadaşlık yapılır, soytarılar hayatta kimseye bir şey katmaz. Bir hareketin doğrultusunda başka birinin rahatsız olup olmayacağını mutlaka düşünmelisindir, o senin rahatını hiç düşünmese de... Bu şekilde uzar gider liste. Yıllar içinde yeni maddeler eklenir, çıkarılır. Her koşulda, hayatının her noktasında aileni mutlu etmek, tatmin etmek ve iyi bir evlat olmak için bu kurallara uymalısındır, sen büyüyesin diye bin bir emek harcayananne babanı üzmemelisindir. Senin yeni yeni kurmaya çalıştığın bireyselliğin, bu noktada ikinci plana atılabilir. Bence hiçbir şey bu kadar çok kural koymamalı insanın hayatına. İnsan hem kendine, hem de çevresine daha ılımlı yaklaşmalı bence, daha açık fikirli olmalı. Ne gerek var para kazanmak için hem kendini, hem aileni kısıtlamaya? Neden çocuklarını daha az göresin ki, neden çocuğuna güzelce kahvaltı yapmayı öğretemeyesin? Asla memur olmayacağım. Kendi hayatımın kurallarını kendim koyacağım. Ebeveynlerime, benim için yaptıkları her şey için minnettarım. Bana ilerde hangi mesleği seçmemem gerektiğini öğrettiler, bunun için de minnettarım. İkisini de çok seviyorum ama sitem ettiğim yerler de yok değil. Her zaman bağımsız ve özgür bir hayattan yanayım, ancak memuriyetin de, memur çocuğu olmanın da buna uyan hiçbir yanı yok. Keşke onlar da bunu görüp, kendilerine yeni yollar çizebilseler.
MEHMET ALPEREN ERTAŞ Yalnızlık Çubuğu Birinci Çoğul Şarkı adlı kitabı okurken insanları incelemeyi sevmemden kaynaklı olarak bu soğuk günlerde de insanların davranışlarının ve kitabın anlattıklarının benim düşüncelerimle örtüştüğü fark ettim. Peki neydi bu düşünceler ? İnsanları yalnızlaştırma operasyonu. Herkesin yalnızlıktan yakındığı şu sıralarda sadece telefonla ilgilenip duruyoruz her iki dakikada bir mesaj gelmiş mi yeni fotoğraf paylaşılmış mı diye bakıyoruz sadece. Teknolojinin nimetleri çok fazla deyip gerçekten kaçımız gerçek anlamda kullanıyoruz ki zaten. Daha lüks kaliteli kameralar çıkıyor zengini fakiri fark etmeden daha iyisini almak için uğraşıyor da uğraşıyor kimisi birinin taksidini daha ödemeden yenisini almayı planlıyor, çoluğunun çocuğunun rızkını heba ediyor. Ne yapıyoruz biz cidden beynimizi kullanamaz hâle geliyoruz yavaş yavaş sanki. Teknoloji ise sadece bizi yalnızlaştırmaktan başka bir şeye yaramıyor aslında. Örnek mi dersiniz? Çok basit. Daha çok olmadı aslında yabancılarda selfie türkçe de öz çekim denilen bir şey çıktı. Amacı neydi bunun peki? Amacı insanları tekleştirmek, birisiyle konuşmasının birisinden bir şey rica etmenin gerek olmadığını inandırmak. Artık kimse benim fotoğrafımı çeker misin demiyor alıyor ön kamerasını doğrultuyor kendine çekiyor istediği kadar. Artık kalmıyor insanlarla tanışmak için bir yol belki bir bahane. İnsanlar ağlıyor üniversitelerin sır paylaşım sayfalarında, anonim olarak yazıyor arkadaşım yok, okulu sevmiyorum, alışamadım diye bence bu da çok büyük etkenlerden biri. Kendi kendini öz çekim yapmaktan dolayı değil elbette teknolojiden dolayı iletişime geçememek den dolayı aslında. Daha ilginç olanı ise geçenlerde çıktı ismi de öz çekim çubuğu yani demek oluyor ki artık kolunuz yetişmiyorsa manzarayı almaya ya da arkadaşlarınızla toplu bir ortamda ön kameraya tam sığamıyorsanız bağla telefonunu çek fotoğrafını. İletişim nerde? Yok elimizde kalmadı. Ben eminim ki şu blog ödevinde birçok kişi yalnızlık, sevmek, sevilmek kavramları üzerinden binlerce şey yazmıştır benim gibi. Sonra geçip ben neden yalnızım demiştir. Kulüplere yazılmıştır yine olmamıştır etkinliklere gitmiştir ama yine yine arkadaşsızlıktan yakınmıştır çünkü sen ne kadar kulübe gidersen git yine o telefonunla ilgileniyorsun anı yaşayamadan başkaların ne yaşadığıyla ilgileniyorsun yine iletişime geçmiyorsun. Peki sadece yalnızlığa iten teknoloji mi oldu bizi. Mesela basit bir çay da örnek olarak verilebilir yalnızlığa. Çay dediğin demlik olur hep beraber içilir kalkılır ben şahsen öyle severim. Şimdi ise poşet çaylar var herkes istediği zaman suyunu kaynatıp içiyor ailecek toplanılmıyor bile. Her odada bir televizyon var herkesin kendi sevdiği dizisi ailenleyken bile yalnızlığa itiyor bu durum seni . Ya da grupla çalışma ödevlerini düşünelim. Hoca grupları belirliyor gruptakiler hemen aralarında bir Whatsapp grubu oluşturulup görev dağılımı yapılıyor sonra herkes kafasına göre. Nerde iletişim bunun burasında? Nerde grup çalışması? Şahsen Türkçe ödevlerinin de evden yapılmasına karşı biriyim ben zaten. Türkçe dersinin amacı sadece yazı yazmayı mı öğretmektir bu okulda. İngilizce dersinin devamsızlık sınırının bu kadar az olduğu bir okulda Türkçe ye verilen değer üzüntü veriyor diğer derslere verilen krediyle karşılaştırıldığında daha da üzücü bir hal alıyor doğrusu. İngilizce dil bilgisi hatalarına Türkçeden daha az dikkat eden bir nesil bu okulda yetişiyor ve kitapta da dediği gibi sonu nasıl iletişim e geçeceğini bilmeyen bir grup Türkiye vatandaşı yetişiyor. Neden Türk vatandaşı dediğimi sorarsanız dikkat edinokuldaki yabancı öğrencilerin bizden nasıl daha rahat iletişime geçtiğine. Bunun nedeni öz dillerinde verilen eğitimin daha iyi olması değil de nedir?
Ahmet Faruk Güler Güler 1 21300463 Türkçe 101- Şube 018 Başak Berna Cordan 02.12.14 Kaçınılmaz Son 'Ölüm' Kitabın kapağını açtığımda ilk olarak fark ettim ki ben uzun zamandır herhangi bir öykü kitabı okumamıştım. Birisi öykü dediği zaman ise aklıma hep Ömer Seyfettin ve Yalnız Efe gelir. Hafızama bu ikilinin kazınmasının sebebi, acaba ilkokul yıllarında katıldığım kitap okuma yarışmasında bu kitap sayesinde başarı elde etmiş olmam mıydı, yoksa okuduğum son hikâye kitabı acaba bu kitap mıydı? Bunları düşünerek kendimi sorgulamaya başladım. Sonrasında öz eleştiri yaparak kendime Ömer Seyfettin kitaplarından ileriye gidememiş bir ''zavallı'' damgası yapıştırdım. Bunu Ömer Seyfettin'i küçümsemek için söylemiyorum, haşa! benim ne haddime... Bunu kendi acizliğimi anlatmak için söylüyorum. O günden bugüne çok sular akmıştı köprünün altından, ancak ben hâlâ üzerine herhangi bir gelişme kaydedememiştim. Şimdi ise nasip oldu ve elime bir öykü kitabı aldım. Bu öykü kitabı ise Guy de Maupassant'ın tüm öykülerinin toparlandığı bir kitaptı. Eğer neden bu kitabı seçtim diye soracak olursanız cevabım lisedeki kısıtlı edebiyat bilgim olacaktır. Edebiyat derslerinde öykü konusunu işlerken hep Maupassant'ın bu türde öncü olduğundan bahsedilirdi. Daha önce Maupassant'ın herh angi bir kitabını okumadım ancak alanında öncü insanlar benim dikkatimi fazlasıyla çekmeyi başarırlar. OGüler 2 yüzden eğer bir öykü okuyacaksam, –ki uzun zamandır hiçbir öykü okumadığım gerçeğini de unutmamak gerekir− bu kitap kesinlikle Maupassant'a ait bir eser olmalıydı. Kütüphanenin tozlu rafları arasında kitabı ararken neden bilmem kendimi Hogwarts'ın bilinmeyen mahzenlerinde geziyormuş gibi hissettim. Sanki yıllardır kimse bu koridorlara uğramıyordu. Yıllar önce birisi oraya bir hazine saklamıştı ve ben o bilinmeyen hazineye ulaşmaya çalışıyordum âdeta. Daha sonra bu yazıyı yazarken ise bu hayalimi derinlemesine düşünme ve irdeleme imkanı buldum. Yaptığım çıkarımlara göre bu çocukça görünen hayal aslında toplumun acınası hâlinin bana bir yansımasıydı. Öyle ki, kitabı ararken bile kendimi çok sıra dışı bir şey yapıyormuşum gibi hissediyordum. Oysaki kütüphaneyi sık ziyaret eden birisi olarak, sürekli bu tarz duyguları hissediyor olmam normal değildi. Böyle hissediyor olmamın tek sebebi çevreme göre farklı bir iş yapıyor olmamdı. Oysa ileri toplumlarda bu olması gereken bir yapı taşıdır. İşte, bu güzel hayallerimin arkasındaki gerçek, toplum olarak geri kalmış olmamızmış. Kitapta beni en çok etkileyen öykü ise Le Horla oldu. Eserin girişinde yapılan memleket sevgisi vurgusu çok güzel betimlenmişti çünkü insan mutlu olduğu yere aittir ve mutlu olduğu yer de genel olarak akrabalarının, sevdiği insanların olduğu yerdir. Tabi ki herkes için geçerli değildir ancak birçok insan için mutlu olunan yer memlekettir. İnsanlar, sevdiği insanlar o topraklardan göçmüş olsalar bile, yine de o topraklara özlem duyarlar.Güler 3 Neden bilinmez, insanları oraya, ata topraklarına çivileyen bir büyü var gibidir. Toplumumuza baktığımızda bunun etkisini daha net görebiliriz. Bir insanla tanıştığımızda ilk sorduğumuz birkaç sorudan birisi ''Memleket neresi?'' olur. Öyle ki herkes hemşehrisini bulmaya ihtiyaç duyar.Her insan o topraklardan küçük de olsa bir parça arar. Memleket sevgisi, özlem duygusunun ağır bastığı hislerden birisidir. Orda bir köy vardır uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesek de tozmasak da o köy bizim köyümüzdür. Le Horla, Maupassant'ın hastalığının nüksettiği ve ölüme çok yakın olduğu bir dönemde yazılmıştır. İnsanın doğasında iyilik olmadığını kabul eden Maupassant'ın bu eseri, diğerlerine göre daha da karanlık senaryolar içeren bir bunalım öyküsüdür. Bu bunalımın sebebi kuşkusuz Maupassant'ın hayat sahnesinin son perdelerini oynuyor olmasıdır, ancak öykünün sonunda fark ettim ki bu cinnetin sebebi ölümün yaklaşıyor olması değil, yazarın ölüme hazır olmamasıdır. Oysaki ölüm canlı hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır ve her insan bu son perdeyi oynamak zorundadır. Bunu bilip buna göre yaşarsak hayatın o kadar da karanlık bir yer olmadığını göreceğiz. Kaynakça  Maupassant, Guy de. Bütün Hikayeler. İstanbul : İnkılap ve Aka, 1970.
ASLA ASLA DEME İmkansızlık mı? Bana imkansızlıktan bahsetmeyin. Zira bu dünyaya geldiysek eğer, zihnimizde ‘imkansızlık’ kavramına yer vermemeliyiz; çünkü düşüncelerimiz oranında hayal kurarız, hayallerimizin oranında inanırız, inandıklarımız uğruna yaşarız ve yaşadıklarımız kadar varız. Bu doğrultuda çalışır, bu amaç uğruna çabalarız. Böylece düşüncelerimizi, ruhumuzu, hayallerimizi kısacası benliğimizi özgür bırakır ve kafesimizden çıkarız. Biz bu kafesten çıktıkça kendimizin farkına varmaya başlar, hayallerimiz doğrultusunda hayatımıza daha doğru bir şekilde yön verebiliriz. Fakat zihnimizdeki imkansızlık kavramıyla bu saydıklarımdan hiçbirini gerçekleştiremeyiz. Ve bu imkansızlık kavramının, düşüncelerimizi kemiren bir fare olduğunu düşünürsek, bu da zihnimize, düşüncelerimize, en büyük hayal ve amaçlarımıza konulan bir barikat gibidir, zihnimizde yeri olmaması gerektiğini görürüz. Ben, hayatın bize sunduğu rolleri incelemeden, araştırmadan, sorgulamadan kabul eden, o rolleri bir kukla gibi ruhsuz, karaktersiz ve renksiz oynayan, yanındaki insanlara rol arkadaşı muamelesi yapan insanları oldum olası sevmemişimdir. Zaten bu imkansız kelimesini de başımıza saran bu insanlar değil midir? Ben, benim. İçimdeki ruhla, hayallerimle, zevklerimle, geçmişim ve geleceğimle, amaçlarımla, bunları gerçekleştirmek uğruna yaptığım fedakarlığımla, aldığım risklerle, sevdiğim insanlarla, yaptığım seçimlerle, azmimle olduğum ve olmak istediğim kişiyim. Benim için hayat çok basit iki kelime üzerine kuruludur; azim ve inanç. Ben hayattaki rolümü bu iki kelimenin ışığı doğrultusunda şekillendiriyorum. Rolüme ruhumu, inançlarımı ve her koşulda benim yanımda olan insanları dahil ediyorum. Rolümü benim rolüm, canlandırdığım karakteri ben haline getiriyorum. Ve ne var biliyor musunuz? Size başta söylediğim o imkansız kelimesinin benim için güneşin altından erimeden kalmaya çalışan bir kardan adamdan farkı kalmıyor. Benliklerini ve hayallerini hiçe sayan, azmi ve kazanmayı kendilerine düşman edinmiş kendi hayatlarını özgürce yaşayamayan o insanların tek dostu imkansızlıkken; beni ben olduğum için seven dostlarım, arkadaşlarım, yakınlarım, bana en büyük desteği veren ailem, gerçekleştirmek uğruna risk aldığım hayallerim ve bu yoldaki en büyük yardımcım olan azmim, benim en büyük dostum ve yol arkadaşımdır. İmkansızlık, sınırlama, kabullenme gibi kavramlar ise henüz bana karşı zafer kazanamamış düşmanlarımdır. Bu düşmanlarım bir koşu bandının üstünde bana yetişmeye çalışıyorlar ama bilmiyorlar ki azim ve kararlılığım beni her seferinde bitiş noktasına getiriyor. Ben hedefe ulaştığımda ise onlar bıraktığım yerde bana ulaşabileceklerini zannederek sadece yerlerinde sayıyorlar. Bu gülünç durumu bir amacım uğruna savaştığım her zaman yaşıyorum ve bilin bakalım ne oluyor? Sonuç yine aynı… Bundan dört yıl kadar önce bu yazdıklarımı bana okutsalar, bunu benim yazdığıma inanmaz, güler geçerdim. Çünkü o yıllarda her girişimin başarısızlıkla sonuçlandığı, kendime inancımın olabildiğince az olduğu, amaçlarından vazgeçmiş, yanımda olan insanların desteğini pek de umursamayan, kendine inanmayan bir insandım. Ta ki liseye geçinceye kadar… Lisede kendimi daha iyi tanıma fırsatı buldum, neyi yapıp yapamayacağımı ya da istedikten sonra bana o zamanlar imkansız gelen şeyleri başarabileceğimi anladım. Kendime hayallerim doğrultusunda bir amaç belirledim. Bu amaç uğruna yaptığım fedakarlıklar, her şekilde yanımda olan insanların yardımları, azmim ve inancım beni bugünburaya getirdi tıpkı Apollo Creed gibi… Filmi izlerken o insanın gözlerindeki inanç ve azim bana beni hatırlattı. Ben de bir zamanlar istedim, hayal ettim, çalıştım ve başardım. Artık biliyorum ki benim tek rakibim, aynada gördüğüm o insan, benim. Bir şeye inandığınız ve gerçekten olmasını istediğiniz zaman asla geri adım atmayın, size verilen senaryoyu, dayatılan hayatı, sorgulamadan, düşünmeden yaşamayın. En başta kendinize, her koşulda yanınızda olan sevdiklerinize sonra değerlerinize, istek ve hayallerinize inanın, inanın ki önünüzdeki tüm engeller azminiz karşısında eğilsin, ufalsın ve toz olup yok olsunlar.
Zamanda Yolculuk Geçmişteki Hataları Düzeltebilir Mi? Zaman kavramının ne olduğu sorusuna herkes farklı bir cevap verebilir. Geçmişte yaşanmış ya da gelecekte yaşanacaklara tanıklık edebilmek -özellikle de geçmişte yapılan hataları düzeltebilmek- isteği hepimizin içinde var olan bir duygu kuşkusuz. Zaman için belki de söylenmiş en güzel söz Reiki Yaşam başlıklı sitede belirtildiği gibi Herakleitos'un "Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz" deyişi bence. Aynı zaman ve şartlarda, mekan aynı olsa bile bir şeyi sadece bir defaya mahsus olarak yapabileceğimiz yargısını çok güzel ifade ediyor. Mekan ve şartları kontrol altına alsak bile zaman konusunda elimizden bir şey gelmiyor. Tamam bu durumu kabullenelim ama ya günün birinde zaman yolculuğu gerçek olursa o zaman ne olacak? Bir sürü zaman yolcusu hatalarını düzeltmek için bu olanağı kullanmaya başlayacak. Wells' in 1885 yılında yayınlamış olduğu Zaman Makinesi kitabından sonra bu konu birçok romanda ve filmde işlendi. Halen de güncelliğini yitirmeden çok sayıda kitap ve filme konu olmakta. Thomas Mullen'in Saptırıcılar romanı da Irak Savaşı gibi daha güncel olayları ve CIA gibi bir haber alma teşkilatını zemine oturtarak yazılmış bir bilim kurgu. Wells Zaman Makinesi' nde geçmişe yolculuk yapmasına rağmen olan olayları engelleyememiş ve karısını kötü sondan kurtaramamıştı. Saptırıcılar romanında da aynı soruna başka açıdan bakılıyor. Felsefi bir sarmal bu durum aslında. Geçmişe dönüp olan kötü olayları değiştirebilirsek her şey iyiye mi gider yoksa bambaşka sorunlarla mı karşılaşırız? Sonsuz olasılığa sahip bir dizi. Sonuçlar asla tam olarak bilinemez. Bu durum Kozmik Anafor başlıklı sitede belirtildiği gibi Edward N. Lorenz'in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi - Kelebek etkisi ile açıklanabilir. Onun bu konudaki ünlü örneğinde olduğu gibi Amazonlar'da bir kelebeğin kanat çırpması ile Amerika Birleşik Devletleri'nde bir fırtına kopabilir. Bu, küçük bir olayın sonsuz olasılıklarla büyüyüp çığ etkisi yaratmasını ifade ediyor. Bunlar konunun hep bilgisel tarafı ama benim aklımda başka sorular da var. Örneğin kahramanın umursamaz ama her zaman iyi olduğu Amerikan filmlerinde tarihin akışında yapılan düzeltmeler, sonucu kötü olsa da hep iyi niyetle yapılıyor. Bence olaya bir de farklı perspektiften bakmak lazım. Zaman makinesi Amerikan Kongresi'nin elinde olsa bunun diğer ülkelere etkisi ne olur? Ya da kullanım hakkı Birleşmiş Milletler'de olsa orada kimin sözü geçecek? Herkesin bir oyu mu olacak? Sonuçları sadece bazı ülkelerin lehine mi olacak? Atom bombası- açık ya da gizli birçok ülkenin elinde bu silah var- örneğine mi benzeyecek? Zaman makinesi birçok ülkenin eline geçecek olsa herkes tarihin üzerinde oynama yapardı. Güney Amerika ve Kuzey Amerika'da yerlilerin Avrupa'dan gelenlerce katledilmesinin engellenmesi iyi olurdu. Düşünsenize tekerleği bulamamış Kızılderililer'in elinde tank teknolojisi(!). Bir Türk gözü ile biz Viyana'yı mı alıyoruz? Yoksa bizi Malazgirt Ovası'nda bozguna mı uğratıyorlar?İstanbul'a hala Konstantinopol mü diyoruz? Ha bir de Büyük İskender, Asya yerine İspanya üzerine yürüyor. Sezar o gün Roma'da öldürülmüyor. Kristof Kolomb'a Kraliçe İsabel para vermiyor ve Amerika bir yüzyıl sonra keşfediliyor. Belki de Almanya İkinci Dünya Savaşı'nın galibi. Zaman makinesi üzerinden büyük dinlerin doğdukları yerlere ve zamanlara gidilip tur düzenleniyor, ileri teknoloji silahlar din savaşlarında. Bu mantıkla biz dünyanın sonunu zaten bu yüzyıla kalmadan bitirirdik. Konu insan doğası olunca yapılan her şey kimin için iyi kimin için kötü belirsiz. Buna kim karar verecek? Filmlere bakılırsa olay San Francisco ile New York arasında ve bütün konu Abraham Lincoln'ün suikastı üzerinde gerçekleşecek. Biz sadece figüran olarak haritada yer alıyoruz. Saptırıcılar' dan çıkardığım ana düşünce şu: Bu zamanda yolculuk işi hiç gerçekleşmemeli. Hatalarımız bizleri biz yapan en önemli olgulardan biri. Yolumuzu hatalarımızdan ve kaybettiklerimizden çıkarttığımız derslerle belirliyoruz. Geçmişte olmasın dediğim şeyler tabii ki var. Düzeltebilecek olsam yapar mıyım? Tabii ki evet. Ama düzelttiğim zaman oluşabilecek sonsuz olasılıkları da bilemiyorum. Belki de başıma daha kötü bir şey gelecek. Sonuç olarak ilk başta belirttiğim gibi Herakleitos Usta haklı, madem biz nehirde bir kere yıkanabiliyoruz bari tadını çıkaralım. Kaynakça: "Aynı Nehirde İki Kez Yıkanılmaz". Reiki Yasam t.y.. Web. 21 Kasım 2016 Toprakçı, Kemal Cihat. "Kaos Ve Kaos Teorisi". Kozmik Anafor t.y. Web. 21 Kasım 2016 Kemal Alp Sezer
Mustafa Çınar Maceraperest Olmak Bize Ne Katabilir ? Maceracı bir ruha sahip olmak çoğu insanın hayallerinde yer edinmiş durumdur. Özellikle insanlar bu ruhun onları özgürleştireceğini ve hayatlarını değiştireceğini düşünür. Ben maceracı olmayı bir karakteristik özellik olarak nitelendiririm ve bu özelliğin insana birçok olumlu yansıması olduğunu düşünürüm. Olumlu yansımaları kazandıracak bu özelliğe sahip olmak tabi ki bazı gereklilikleri de beraberinde getiriyor. Bu gerekliliklerin neler olduğunu görme ve olumlu yansımalarını inceleme yolunda bana rehber olan bir kitaptan bahsetmek istiyorum size. Bu kitap bir çoğumuzun ilk okul veya orta okul döneminde mutlaka aşina olduğumuz Robinson Crusoe. Vurgu yapmak istediğim asıl nokta ise maceracı olmak olgusu. Maceracı olmak öncelikle cesaret, özgüven, soğukkanlılık gibi özellikleri barındırmayı gerektirir. Bu özellikleri barındırmak hem büyük fedakarlıklar gerektirir hem de zorlukları beraberinde getirir. Robinson Crusoe getirdiği zorlukları görmek açısından bizlere ışık tutabilecek bir eserdir. Robinson Crusoe, maceraperest bir ingiliz olup deniz aşırı seyahatlar yaparken bir adaya hapsolmuş ve bu adayı bir yaşam alanına çevirmiş birisidir. Bu süreçte yamyamlarla, yabani hayvanlarla, hastalıklarla ve aklımıza gelemeyecek birçok doğa odaklı etkenle mücadele etmiş ve bu mücadeleyi başarıyla yürütmüştür. Hayatta kalması ve Cuma karakterini ehlileştirip kendisine yoldaş yapması bu süreçteki başarısını göstermiştir. Cuma karakteri ile olan ilişkisi ve hayatı paylaşıyor olması eserimizin de vurgu yaptığı dostluk olgusunun bir göstergesidir. Dostluk olgusunun yanı sıra Cuma ve Robinson Crusoe’nun adada hayatta kalmak adına verdikleri mücadele takdire şayan olup, Robinson Crusoe’nun ne denli azimli ve kararlı bir yapıda olduğu ve bu özelliklerini mücadelesine katılan Cuma’ya aktarımı da öğretim ve yetiştirmede ne denli başarılı olduğunu göstermiştir. Bu özellikler yine eserin vermek istediği mesajlardan bazılarıdır. Eserde bizlere asıl verilmek istendiğini düşündüğüm mesaj ise umudunu kaybetmemek. Robinson Cruose, İngiltere’den çıkıp tanımadığı, bilmediği bir adada tek başına kalmış olmasına rağmen hiçbir zaman umudunu kaybetmemiş hatta bir geminin oradan geçebileceğini düşünerek o güne hazırlıklar yapmış birisidir. Bunları yaşarken Robinson Crusoe’nun psikolojik incelemesini yaptığımda fark etmiş olduğum önemli bir nokta da oluwmlu bir düşünce sistemine sahip olmasıydı. Yaşadığı bunca zorluklara rağmen herşeyden pozitif bir yöne çıkarmayı ve her zaman olumlu düşünüp moralini bozmamayı başarmış bir kahraman. Zaten kahramanı hayata bağlayan değerlerin başında yaşamaya dair olan umudu, azimli, hırslı, özgüvenli yapısının yanı sıra olumlu düşünmesidir. Yazımda bu eseri teknik olarak da incelemeyi uygun buldum. Çünkü, bu yazı ile sizlere kitabı her bölümüyle tanıtmak istiyorum. Teknik olarak baktığımda dikkatimi çeken unsurların başında romanın türkçe çevirisinin oldukça yalın bir dile sahip olup toplumun herkesimi tarafından kolayca anlaşılır bir yapıda olduğunu gördüm. Bu yapı, kitabın tercih edilmesi konusunda olumlu yönde etki yapıyor ve okuyucuları kitaba adeta bir mıknatıs gibi çekiyor. Robinson Crusoe romanı bize hayatımızın her parçasında bizlere ders verebilecek bizleri olum yönde etkileyebilecek, yönlendirebilecek bir eserdir. Özellikle dostluk, arkadaşlık, mücadele, azim, kararlılık, yaşama umudunu korumak ve her zaman olumlu düşünmek gibi içlerini doldurmaya yüzlerce kelime harcayabileceğimiz, kaybettiğimiz ya da kaybetmeye yüz tutmuş değerleri anlamada bizlere yardımcı olan önemli bir eserdir. Bu eseri yalnızca ilk ve orta öğretim seviyesinde öğrenim gören kişilere değil her yaştan insana gönül rahatlığı ile tavsiye etmeyi bir borç bilirim. Kaynakça Defoe, Daniel. Robinson Crusoe. Çev: Akşit Göktürk. İstanbul:Yapı Kredi Yayınları, 2009
ZAMANDAN VERİM ALABİLMEK Hayat,yıllarca süren ömürlerden yaşanılan milyonlarca anıdan alıp verdiğimiz sayısız nefesten oluşur.Ama sadece bunlardan ibaret değildir.Aşklar,nefretler hayatımızın birer parçasıdır.Onlara sıkı sıkıya tutunup kendimize bir alan oluşturur ve bu alanı uzun yıllar muhafaza ederiz.Onları o kadar benliğimizle bir tutup,sahipleniriz ki ne yaşadığımız andan zevk çıkarabiliriz ne de takıntımıza bir ilaç bulabiliriz.Halbuki bazı şeyleri bırakabilsek hayattan neler kaçırdığımızın farkına varabiliriz. Dünya kendi etrafında dönmesiyle bizim bir günümüzü tamamlar.Ama o bir gün yaklaşık yedi milyar insanın hayatında çok şeye mal olabilir.Ne bir günü!Bir salise dahi hayatımızda yapraklar uçuşturabilir.Yakınımızın öldüğü haberini alıp bize yıkabilir ya da iki dudak arasından dökülecek iki kelime havaya uçurtabilir.Hayatın ve zamanın bu kadar kırılgan olması ve yine zamanın bu kadar değişmez ve bir şekilde kaçınılmaz olması bana ne yaptığımı sorgulamama sebep oluyor.Kaçınılmaz şeylerden uzaklaşıp ve yine bizim kontrolümüzde olmayan şeylere bu kadar kaygılanmamız ne hayatımızı daha mutlu ne de daha güvenli yapacak.Hayatı boyunca ölümden korkup kendince tedbirler alan birisi ölümden kurtulmayacak dahası hayatını ölümden korkarak ve hayatını kaçırarak geçirecek.Böylesine her saniyenin farklı olduğu ve her saniyenin kendi kaderimizi belirleyecek olması beni korkutsa da önemli olan yaşadığım ana tutunup bir şekilde onu yaşamak.Ve onu yaşayabileceğim en iyi şekilde yaşamak.Çünkü her ne kadar bazı anlar dünyamızın başımıza yıkıldığını hissetsek de dünya bizden bağımsız olarak dönmeye devam ediyor.Ben yedi milyar içerisinde olan bir bireyim.Ne problemlerim onlarınkinden daha büyük ne de ben.Güzel bir kıza aşık olup bunu yaşamaktansa arkasından uzun süre boyunca ağlamak anlamsız.Yine, kariyerimiz için çalışmaktansa onun için endişelenip karalar bağlamamız anlamsız.Sabah zorunda olduğumuz için değil bunu istediğimiz için kalmak daha iyi.Belki de bu kurallara uymanın bir kılıfı olarak da görülebilir.Ama toplum içerisinde yaşadığımızdan kurallara uyma bağlılığımız olduğundan bundan nefret etmektense bunu kendimizce kabul etmek daha anlamlı.Ya da bu Türkçe ödevini iyi bir not almak için değil bunu kendimi geliştirmek için bir fırsat olarak görmem bunu daha az acılı hale getirecektir.Çünkü zaman ben ne yaparsam yapayım akacak ve ileride pişman olmak istemiyorsam bunlar benim yükümlülüklerim.Bunun kişiden kişiye değişebileceği gerçeği de var.Benim gibi kariyer odaklı bir insan için zamanla ve yükümlülüklerimizle başa çıkabilmemin en iyi yolu bu.Sabahları uyandığımızda güne nefret ederek değil ondan birşeyler çıkarma umuduyla başlamak lazım.Baktığımızda çoğu başarılı insan zamanını en iyi şekilde kullanan insanlar.Uyku saatlerini minimumda ve verimli olarak geçirip günün geri kalanına da bu verimi yayan insanlar.Zaman yönetimi hakkında bir sürü kitap yazılıyor ve insanlar bunları alıyor.Ama bunları hayatlarımıza uygulamak bambaşka bir dirayet ve çaba gerektiriyor.Çünkü insanlar herhangi birşeyin kıymetini kaybettiklerinde anlar ve biz her nanosaniye birşeyler kaybediyoruz.Bunu anı yaşamak olarak değerlendirenler olsa da bunun doğru yolu sadece kafamıza estiği gibi yaşamak değil bunu verimli ve bilinçli olarak yaşamak.Anlamını anı yaşa olarak bildiğimiz ‘carpe diem’ de aslında anı anlamlı yaşa manasına gelir.Sadece bir hayatımız var ve bundan bir tane daha olmayacak.Bunu da olabildiğince pişman olmayacağımız ve tadını alabileceğimiz hale getirelim. Birçok insan zamanı hayatlarının önünde bir engel olarak görüyor.Daha fazla zamanları olsa daha iyisini yapabileceklerini veya zamanda geri gitse daha iyi olabileceğini.Malesef zaman tek yöne akan bir boyut.Sürekli ileri giden bir an bile durmayan…Geleceğe gidilebileceği tahmin edilse de o da şuan elimizden gelmiyor.Zaman hakkındayakınmaktansa yapabileceğimiz en iyi şey onu elimizden geldiğince kontrol etmek.Geçen her zamanı tadını çıkararak geçirmek... AHMET FURKAN KARAOĞLAN 21501679
BENİ TAKİP ET Başkalarının hissettiklerine, inandıklarına körü körüne bağlanmak yerine kendi gerçeğimizin peşine düşsek ya? Ve yine bu kişilerin söyledikleri gibi yaşamayı yavaşça bir kenara bırakıp, kendi patikamızda tökezlesek, düşsek, kalksak, koşsak...Tıpkı Alice Harikalar Diyarında'da başkalarına deli saçması gelen olayların, Alice için gerçekliğin ta kendisi olması gibi. Kimsenin bilmediği, inanmadığı bir dünyanın, Alice'in ait olduğu tek yer gibi hissetmesi ve burada kendini bulması, çok da deli saçması gelmiyor bana. Çünkü; her ne kadar bunu kabullenmesek de, herkes gibi ben de arada bir konuşan tavşanlar, uçan kedilerle hoşsohbetlere dalıyorum kendi diyarımda. Son zamanlarda çoğu kişi, ben dahil, kendi fikirlerinden ara ara vazgeçip, başkalarının isteklerini el üstünde tutuyor gibi hissediyorum. Birisi saçın çok kısa olmuş, uzun daha güzeldi dediğinde saçımızı kestirdiğimiz için pişman olup, kendimizi beğenmemeye başlıyoruz. Böylece insanların fikirlerine gereğinden fazla önem verip, onların beklentilerini karşılamak için yaşamaya çalıyoruz ki bu sizce de çok yorucu değil mi? Yani güzel hissediyorsak, modaya uymadığımızın bir önemi var mı? Ya da sevdiğimiz şarkıya denk gelince ritme ayak uydurup dans ediyorsak, dışarıdan deli gibi görünmek kimin umurunda? Benim umurumdaydı. Üç yıl öncesine kadar ailemin hayatımdaki söz hakkı, benimkinden o kadar fazlaydı ki, kendi iç sesimi unutmuştum, o da benimle konuşmak istemiyordu zaten. O, her zaman kendimi keşfetmemi, ne istersem onu olabileceğimi öğütlerken, ben onu susturup, 'evet, bence de komşunun kızı/oğlu gibi doktor olmalıyım' diyordum. Kitabını okuduktan on yıl sonra, yetişkinliğe erişmiş aklımla filmini de izledikten sonra, Alice in Wonderland , sessize aldığım iç sesimi tekrar konuşturdu. Böylelikle istediğim şeyin mimar olmak olduğunu dışa vurup, kendi hedeflerim için daha çok çalışmaya başladım. Kendimi bulduğumda daha hızlı yürüyebildiğimi farkettim, çünkü artık istediğim yolda yürüyorum. Her insanın parmak izi kendine özgüdür, benzersizdir, tıpkı fikirleri gibi. Hayatımıza başkalarının karışmasına izin verdikçe, parmak izimiz algılanamaz hale geliyor. Yani artık 'sen' olmuyorsun da 'sen ve diğerleri' oluyorsun ve hayat başkası olmaya çalışmak için çok kısa. İnsan ömrü üç gündür zaten; dün, bugün ve yarın. Üç günlük dünyada yaşıyoruz madem, düşünüp hareket etmek varken, neden dinle, kabul et, değiş yapalım ki? Benliğimizden adım adım uzaklaşmaya, harikalar diyarına inancımızı kaybetmeye başlıyoruzdur bunu yapıyorsak. O zaman nereye gittiğimizin bir önemi kalmaz, kendimiz ne hissettiğimizi bilmiyorsak. Nereye gittiğimizi bilmeden de bir yere varamayız. "Bu sabah kim olduğumu biliyordum, ama o zamandan bu zamana çok değiştim" diyordu Alice filmde Harikalar Diyarı'nı keşfedince, belki siz de sabah kim olduğunuzu biliyordunuz ya da öyle sanıyordunuz. Şu ana kadar belki başkaları sizin yerinize konuşmuştur, ama artık bir başkası sizin hayatınızda söz sahibi olmasın. Kendi sesinizi keşfetmeye başlamalısınız, yeni doğan bebeklerin ağlarken seslerini kendi seslerine alışmaları gibi. Dış sesleri susturup kendinizi bulduğunuzda, kim ne düşünür, ne der kaygısından kurtulduğunuzda, en önemlisi de kendinizi bulduğunuzda değişiminizi kabul edin. İlk başlarda ben de bu değişimi kolay kucaklayamadım, kendi başıma karar vermekte zorlandım. Ama; düşüncelerimde ve davranışlarımda özgür olmanın tadına varınca, bir başkası benim hakkımda ne düşünüyor, fikrimi söylesem kızar mı üzülür mü, düşüncelerime güler mi, komik duruma mı düşerim ve bunun gibi bir sürü kafamı meşgul eden sorulardan,vesveselerden kurtulmuş oldum. Çünkü herkes gidip tek başıma kaldığımda, hesap vermem gereken tek bir şahıs olduğunu anladım; asla yalan söyleyemeyeceğim, benim içimi bilen, bir ben. Kaynakça Lewis Carroll, Tim Burton. Alice in Wonderland. Walt Disney Pictures, 2010.
Alihan Bakır. KİMİN SEÇİMLERİ Seçimler hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. Sürekli olarak önemli veya önemsiz, bir şeyler seçiyoruz. Kahvaltıda ne yiyeceğimiz, o gün işe veya okula gidip gitmeyeceğimiz gibi. Ama bazı seçimler var ki hayatımızı direkt olarak şekillendirir. Örneğin meslek seçimi. Geçen gün odamda oturup ödevlerimin arasında boğulmamaya çalışırken aklıma birkaç soru geldi; “Yaptığım üniversite ve bölüm tercihinden ne kadar memnunum?”, “Tercihlerimi yaparken ne kadar bilinçliydim?”. Siz de böyle sorular sormuyor musunuz kendinize arada bir? İnsanın seçimlerini tamamen kendisi yapması gerçekten çok önemli, bizi birbirimizden ayıran şey seçimlerimizden başka bir şey değildir. İnsanın monotonlaşmasını engelleyen, insanı farklı kılan şeydir, kararlarımız ve seçimlerimiz. Ama insanın seçimlerini bağımsız bir şekilde yapması önemli olduğu kadar da zor; çünkü çevremizde çok fazla etken var, aile, arkadaşlar, öğretmenler, patronlar gibi. Bu seçimlerimizin belki de en önemlisi meslek seçimi, ancak ona bile karışan bir sürü insan var. Kendimden bir örnek vermem gerekirse, tercih dönemi yaklaşırken büyükbabam sürekli benim tıp yazmamı istediğini söylüyordu. Teyzem, amcam kuzenlerim hepsi hemfikirdi büyükbabamla. Ancak ben annem, babam ve ablamın sayesinde istediğim bölümü yazabildim, bana her zaman “Seçimini kendin yapacaksın, biz sana her zaman destek olup yanındayız.” diyorlar, bu sayede de istediğim bölümü yazabildim. Ülkemizde mesleklerin insanların gözünde giderek değersizleştirilmesi meslek seçmenin zor oluşunun sebepleri arasında. Kendimden başka bir örnekle açıklayayım, çocukluğumdan beri makinelerle aram iyi. Kurcalamayı, bozmayı ve sonra tekrar tamir etmeyi hep sevmişimdir. Lisede matematik ve fizik en iyi olduğum ve en çok sevdiğim derslerdi, makine mühendisi olmak istiyordum. Fakat konu üniversite ve bölüm seçimine gelince kendimden o kadar emin bir şekilde makine mühendisliği yazamadım tercih formuna çünkü özellikle ülkemizde mühendisler saygın insanlar olarak düşünülmüyorlar ve çoğunun maaşı çok az. Ailemin desteği sayesinde cesaretimi toplayıp yazdım ama benim tercih listemde bile en saygın ve en çok getiri sağlayan iki meslek vardı, dişhekimliği ve tıp. 3 Idiots filminde bir diyalogda da “Michael Jackson'ın babası onu boksör olmaya, Muhammed Ali'ninki de şarkıcı olmaya zorlasaydı ne olurdu? Felaket olurdu.” diyorlardı. Ne kadar doğru, değil mi? Fakat zaten şu anda nice Michael Jackson’lar boksör olmaya, Muhammed Ali’ler de şarkıcı olmaya zorlanıyor aileleri tarafından. Bahane olarak da “Senin daha saygın bir meslek sahibi olmanı, daha yüksek gelirin olsun istiyoruz.” Diyorlar. Yaptıkları tek şey çocuklarını, çocuklarının istemediği bir yola sürüklemek. Sizce de felaket olmamış mı? Seçimlerimizi kimin yaptığı konusuna daha farklı bir açıdan bakacak olursak, başkalarının bizim adımıza karar vermesinin her zaman zorla ya da dışardan gelen baskılarla olmadığını görebiliriz. Çoğu insan kendi seçimlerinden sorumlu olmaktansa başka birinin dediğini yapmaktan hoşlanır. Muhtemelen bilinç düzeyinde herkes bu gerçekliği inkâr eder, ama aslındainsan doğasına hiç de aykırı değil bu durum. Seçimlerimizi bizim yerimize bir başkası yaptığı zaman, herhangi bir şey ters gittiğinde sorumluluk bizde değil secimi yapan kişide oluyor. Böyle olunca geriye donuk düşünüp seçimlerimizi irdelememize gerek kalmıyor. Yani seçimlerimizi farkında olmadan da olsa başkalarına yaptırarak isin kolayına kaçıyoruz bazen. Ne olursa olsun kişinin tüm seçimleri gibi meslek seçimi de kendi kararı olmalıdır. Olmadığı zaman hayattan zevk alamaz kişi. Çünkü başlangıçta sabredebilir ancak mutlaka sabrı tükenecek ve “Ben ne yapıyorum burada?”, “Ne işim var benim burada?” gibi sorular aklına gelmeye başlar. İşte o zaman tehlike başlar çünkü 3 Idiots filminde de geçtiği gibi her doksan dakikada bir intihara kalkışılıyor ve bunun temel sebebi yaşanılan hayatı sevmemek. Bunun çözümü çok basit aslında, 3 Idiots filminde de söyledikleri gibi “Tutkulu olduğun şeyi meslek edin, o zaman işini severek yaparsın.”. Kaynakça: Hirani, Rajkumar. 3 Idiots. 2009. Vinod Chopra Productions. Film.
MERHABA OTİZM Yazıma, bir zamanlar ön yargıyla yaklaştığım otizmlilerden özür dileyerek başlamak istiyorum. Hiç bilmediğim farklı bir dünyaymış meğersem otizm. Bunları Leean Whiffen’in Elveda Otizm kitabıyla ve yazın gittiğim Düşler Akademisi ile öğrendim. Öncelikle kitaptan bahsederek başlarsam, Leean, oğlu Clay’in otizmli olduğunu öğrendikten sonra kendisini büyük bir karmaşanın içerisinde bulur. Pahalı terapi ücretleri ekonomik olarak zorluklara yol açarken, Clay’in durumu da ebeveynlerini psikolojik olarak etkilemektedir. Tüm zorluklara rağmen, kenetlenen bu aile yılmadan savaşır ve bir çocuğun yaşayabileceği belki de en büyük zorluklardan biri olan otizmi beraber aşarlar. Bazı olayları yaşamadığımız için onların zorlukları, çileleri hatta varlıkları bile bizlere çok soyut geliyor. Otizmliler de bu gruplar arasında başı çekiyor. Otizm farkındalığı maalesef çok düşük ülkemizde. İnsanlar böyle bir şeyin olduğunun farkında bile değiller ne yazık ki. Ben de ilk defa bu yaz karşılaştım otizmli bireylerle. Otizm diğer engeller gibi direkt olarak anlaşılabilen bir şey olmadığı için fark etmek biraz zor. Fakat biraz dikkatli incelerseniz farklılıklarını anlayabiliyorsunuz. Evet, farklılık diyorum çünkü bana göre otizm bir engel veya eksiklik değil farkındalıktır. Otizm, aslında her insanda belirtileri görülen bir hastalık, alerjiye benzetebiliriz hatta. Ne zaman ki bu belirtiler çoğalmaya başlıyor, o zaman sıkıntılar kapıda beliriyor. Evet otizm bir farklılıktır ama ihtiyaçlarıyla ilgilenmek konusunda birebir yaşayan biri olarak kesinlikle söyleyebilirim ki, otizmli bireylerin bakımı çok zor. Düşünce gücünün de ötesinde bir zorluk, hayatınızı adamanız gerekiyor adeta. Akademiye gelen otizmliler arasında her yaştan insan vardı. Yaşça büyük olanlar genelde daha çok içe kapanıktı başlarda, tanışıp kaynaştıktan sonra ise sanki kardeştik. Otizm değişik yan etkileri olan bir farklılık. Bazı otizmli bireyler dahi derecesinde yüksek IQ ya sahip olabiliyor ama genel kanının aksine zekâları her zaman bu düzeyde olmuyor. Tanıştığım 12 yaşındaki Necip’i hiçbir zaman unutamayacağım sanırım. Mükemmel zekaya sahip pırıl pırıl bir çocuktu. Hasta diyemezdiniz ona kafadan hesapladığı matematik işlemlerini görseniz, sadece iki dakika içinde kaldığı odanın detaylarını baştan sonra sizlere de anlatsa siz de ona hayran olurdunuz. Sevgi dolu bakan gözleri, sizi önemsediğini belirten küçük detaylar o kadar farklıydı ki. Bu özel bir yetenek, bir farklılıktı, buna hastalık demek yanlış olur hatta ayıp bile kaçar. Necip’i ilk gördüğümde karşılıklı sevgi hissetmiyorduk doğal olarak. Korkmuştuk birbirimizden. Nasıl davranacağımı bilememenin verdiği endişeyle gitmiştim yanına. O da yeni biriyle tanışmanın gerginliğini hissediyordu, saklamaya çalışsa da kolayca fark ediliyordu. Öyle kasmıştım ki kendimi, vücudum üç dört santim genişlemiş bile olabilir. İlk gerginliği üstümüzden attıktan sonra bana atları ne kadar çok sevdiğinden bahsetti. Yumuşacık yelelerinden tutun da hangi malzemeden eyer yapılırsa at daha rahat eder, ona kadar. Sanki karşımda yılların tecrübesi bir seyisle konuşuyormuşum izlenimi vermişti. Ertesi gün beraber at çiftliğine doğru yola koyulduk. Yol boyunca elimi hiç bırakmamıştı, ata binerken korktu ben elini bırakınca. Ama sonradan anladı, kurmuştuk o bağı bir kere. Her zaman arkasındaydım, düşmeyecekti. Düşse bile uzanan el olacaktım ona. O çocuğun hayalini gerçekleştirmesini izlemek ayrı bir keyifti. Hayat belki onu hep dışlamıştı normal bir çocuk olmaktan. Çok fazla arkadaşı olmamış, küçük yaşlardan beri terapilere gitmişti. Ve Necip maalesef, şanslı olanlardan biriydi. O an orada olup Necip’in mutluluğunugörmenizi isterdim, uzun süren susuzluk sonunda su bulmak gibiydi veya dışarıdayken çok sıkıştığınızda eve gelip işemenin rahatlamasıydı yüzündeki. Neciple geri dönerken bir şeyler konuştuk, aslında pek dinleyememiştim yüzündeki gülümseme beni başka diyarlara götürmüştü. Necip hayallerini gerçekleştirebileceğine inanıyordu artık, farklı olsa da bu bir engel değildi önündeki. Önünüze koyulan engelleri yıkıp geçmek kolay değildir. Ama bir kere yıkarsanız o engelleri, artık bilirsiniz içinizde bir yerlerde. Bir ses fısıldar size, karşınıza yine engeller çıktığında. ‘Sen bunları daha önce de aştın, şimdi de yapabilirsin.’ Kitap genel olarak çok hoşuma gitti. Duygular çok güzel ifade edilmişti ve olduğu gibiydi. Ayrıca otizm farkındalığının artması için de çok önemli bir adımdı. Ne yapacağını bilemeyen anne babalar için adeta bir rehber. Kitap daha çok yaşanan şeyler üzerine olduğu için edebi tasvirlere pek rastlamadım. Kitapta tek beğenmediğim kısım ise kitabın başlığıydı. Bunu da araştırdım ve çeviriden kaynaklanan bir değişiklik olduğunu fark ettim. Kitabın orijinal başlığı ‘ In A Child’s Journey Out of Autism’di. Elveda Otizm yerine Merhaba Otizm çok daha iyi bir başlık olurdu diye düşünüyorum. Çünkü kitapta otizmle mücadele anlatıldığı kadar otizmin kabullenişiyle beraber yan etkilerinin tedavi edilip özel yanlarının ortaya çıkarılması anlatılıyordu.
Babaoğlu, 1 Beste Babaoğlu ID: 21300881 Section:14 Tarih: 2.12.2014 Öğretmen: Başak Berna Cordan Ödev numarası:4-2 Hayata Dokunan Tarifler Yekta Kopan’ın ‘’Aşk Mutfağında Yalnızlık Tarifleri’’ yaratıcı adıyla bende merak uyandırmasının yanında beni kitaba çeken insanların yorumları ve öykülerdeki karakterlerin yalnızlıklarından şikayet eden tipler olması oldu. Ben de bir nevi etrafımdaki kalabalıkların beni ittiği yalnızlıktan şikayet eder dururum. Bu sebeple yazarla güzel bir bağ kurdum. Kitapta birbirinden farklı on tane olay yer alıyor ve bunların her biri başka ilişkiler üzerine yazılmış olsa da bizi tek bir noktaya çıkarıyor. Pek yaratıcı öyküler diyemem ama çok içten, hayata dair, insana dokunan cinsten bir eser olduğunu söyleyebilirim. Genel olarak kitapta işlenen tema ve benim üzerimde yarattığı etkiyi iki başlık altında toplayabilirim: yalnızlık ve hüzün. Öncelikle kitaba da adını veren ve ilk kısımda yer alan öyküden başlamak istiyorum. Kitapta ayrı ayrı yazılmış ve hepsi kendince adlandırılmış olan tam dokuz öykünün içinde hiç şüphesiz söyleyebilirim ki Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri en çok beğendiğim kısımdı. Bu öyküde yazar, zamanın da sağlamış olduğu kolaylıkla aslında unuttuğunu sandığı eski sevgilisini tesadüfen görmesiyle yaşadığı duygu karmaşasından bahsediyor. Karşılaştıkları an, tabi ki tek taraflı olarak, kaybettiğini düşündüğü tüm hisleri ve yaşadıkları acı tatlı bütün anıları resmen aklını esir alıyor. Daha çok kendi kendine yapmış olduğu iç konuşmaları okurken bunlara hayran olmaktan kendimi alamadım. Öncelikle, herkesin yaşamış olduğu veya olabileceği duygulardan kaynaklandığını düşünüyorum ama kesinlikle kendi hayatımla çok fazla benzerlikler buldum. Beni en çok bu nedenle etkiledi çünkü satırları okurken daha cümlenin sonunu görmeden neler geleceğini tahmin edebiliyordum. Şu an düşünebilirsiniz bunun neresi etkileyici diye? Hiçbir orijinalliği yok. Sonunu bildiği bir şeyden insan zevk alamaz ki… Evet, dışarıdan ben de böyle düşünürdüm fakat benim bahsettiğim olay tam olarak öyle değil. Dikkat çekmek istediğim nokta: Yazarın benzer olaylara göstermiş olduğu farklı yaklaşımı sayesinde benim hayatımı da o yöne çekmesi. İnsan hayatının bazı dönemlerindeBabaoğlu, 2 etraflarındaki kalabalıktan sıkılır ve uzaklaşmak ister. Yalnız kalmak, sadece kendiyle olmak… Bu durum hiç beklemediği anda ve en son düşündüğü kişiden geldiğinde ise afallar. Bunalıma girebilir, tüm hayat enerjisi azalabilir ve etrafından soğuyabilir. Artık yalnız kalma isteği yoktur. İşte bu noktada, yazar bana yalnızlık duygusunun tarifini kendimce tekrar tekrar sorgulamam gerektiğini verdiği kendine has ‘’Yalnızlık Tarifleri’ ’yle göstermiş oldu. Farklı farklı ilişkiler işlenmiş öykülerde ve yine beni başka bir açıdan etkileyen yazısı ‘’Düş Eş’’ oldu. Baba-oğul arasında geçen konuşmalardan yola çıkılarak aslında ailenin, çocukların hayatları üzerindeki etkisi çok güzel kaleme alınmış. Eski dönemlerdeki baba figüründen yola çıkılarak bir babanın kendi oğlunun geçmişten günümüze tüm hayatını etkileyecek olan davranışlarına dışarıdan bir göz olma ayrıcalığı yaşadım. Karakterimiz, kendisinin babasıyla olan benzerliklerini sorgularken ben de kendimi düşünmekten alıkoyamadım. Şu an beni ben yapan şeylerin tümünün mimarisi ailemmiş meğerse. Olaylara verdiğim tepkilerin, seçtiğim doğruların sadece kendime ait olduğunu düşünürken hepsinin yazarının ailem olduğunu fark ettim. Bu öyküyle yolum kesişene kadar tüm kontrolün bende olduğunu sanıyordum. Hayatımı ne de güzel idare ediyordum aslında. Tabi ki etkileri olduğunu biliyordum ama bu denli bir senaryonun içinde olduğumu hiç düşünmemiştim. Bundan kaçış yok. İsteyerek ya da istemeyerek bir şekilde aile kavramı hayatımızı şekillendirmeye devam ediyor. Zor bir seçim olmuştu benim için, fazla seçenek vardı fakat çok doğru karar verdiğime eminim. Bu kitabı bir şekilde hayatıma katmalıydım ve o zaman şu anmış. Resmen hayata dair bir yapıt olmuş. Dokunaklı, içten… Belki de çok basit, bilindik dediğimiz olaylar kaleme alınmış. Eğer kitabı tam anlamıyla hissedebilirseniz, yazar hayatınızın fark etmeniz gereken taraflarıyla yüzleşmenize olanak sağlıyor. Her daim size yol gösterebilecek, sizi siz yapan tarifler bulabileceğiniz bir eser. Başucumdaki yerini aldı bile. Kitabın arkasında da yazıldığı gibi: Kahkahası ve gözyaşlarıyla doyasıya yaşanan yalnızlıkların kitabı… Kaynakça Kopan,Yekta. Aşk Mutfağında Yalnızlık Tarifleri. İstanbul: Can Yayınları, 2014.Babaoğlu, 3
Toplumsallaşmış Benzerlik ! ! ! “Hücremde kendi evimdeyim ve hayatım orada duraklamaktadır.” (68). Kitabı yaşamaya başlayışım, bu cümleyi okumam ile başladı. Pek kabul etme eğiliminde olmasak da hepimizin içine sürüklendiği bu “toplumsallaşma” denilen olgudan, her ne kadar kötü bir yolmuş gibi gelse de; aslında, en güzel kaçışı temsil eder bu cümle. Hepimiz bir yerlere sığınmaya çalışıyoruz, her gün. İçinde bulunduğumuz toplumun gereklerine uygun giyinip, istenenleri konuşup, onları söyleyerek geçiriyoruz hayatımızı. Böyle bakınca “Bu çok aptalca neden yapıyoruz?” demek bile gelse içimizden, bunu genelde dışarı vurmayıp, vursak bile en ufak darbede hemen sarsılıp tekrar içimize atarak susuyoruz. Biz, istenilene uygun şekilde yontulmuş bir kabın(kalıbın) içinde özgür yaşıyoruz aslında, sahip olduğumuzu zannettiğimiz gerçek özgürlüğün aksine.. Ve gerçek anlamda özgür olmamızın tek yolu ise bu toplumdan uzak kalmak sanırım. Ne kadar uzak olursak, o kadar az özenir ve benzerleşiriz. Bu nedenle de günümüzde suç işlemenin cezası olan toplumdan zoraki uzaklaştırılma, her ne kadar alışık olmadığımızı ve asla mutlu olamayacağımızı düşündüğümüz bir habitat olsa bile aslında bize verilmiş olan bir özgürlüktür. ! ! Kitapta da “toplumsallaşmış” duyguları içinde barındırmayan, günümüz insan psikolojisi kalıbının dışındaki karakterin bu özgürlüğe varışını “evim” diye nitelendirişi beni fazlasıyla etkilemişti açıkcası. Bir yandan da, varolan herhangi bir şeye sahip olmamanın getirdiği boşluğu (burda sahip olmadığı en önemli şeyleri ise zincirleri) “duraklamak” olarak nitelendirişi, hayatıma bambaşka bir bakış açısı kattı. Kitabın bu sayfalarında durup kendime baktığımda fark ettiğim şey ise tam olarak şuydu; sahip olduğumuz her yeni şey, kaybetme korkusu ile kendimize sıkı sıkı bağladığımız yeni bir zincirdir. Zinciri sırtınızda bir süre taşıdıktan sonra (sahip olduğumuz o şeyi alışkanlık haline getirdikten sonra) sanki onsuz asla devam edemeyecek gibi hissedersiniz, zincirsizliği hafiflik yerine boşluk olarak algılarsıhız. Ben; bunun sebebinin bizim de gittikçe toplumun bir eşyasına dönüşüyor olmamıza bağlıyorum. Toplumsal değerlerde niteliği olan herhangi bir nesne veya duygu; zaman geçtikçe bizi aynı şeye koşan robotlara çevirir; ve bu robotluğa dönüşüm sırasında, tüm toplumun değer verdiği o şeye sahip olmayı heveslendiren haz ve hırs gittikçe bütün benliğimizi kapsar. Biz de birer “yabancı” olmaktan çıkarız. İşin gülünç yanı ise, bunları elde ederek; diğer “robotlardan” üstün olduğumuzu onlara göstermiş olduğumuzu düşünür ve bu şekilde farklılaşmış olduğumuzu hayal ederiz. Mutluluğu verir bu bize, yaşamak için belki tek sebebimiz olan mutluluğu. İnsanı mutlu eden şey de önceki güne göre daha fazla “şey”e sahip olmak değil midir zaten? Eğer düne kıyasla bugün daha fazla şeyiniz varsa mutlusunuzdur, öyle olmanız gerekir. Zam alınca mutlu olmaz mıyız? Bir arkadaş daha edinince? Maddi ve manevi, insanı varlık içinde olmak mutlu eder. Bu değerleri de toplum var eder. Uzun lafın kısası; siz, toplumun yarattığı değerlere sahip oldukça mutlu olduğunuz için her zaman hırs yapar, fazlasını ister, buna çaba gösterir ve bunların hepsine ve daha fazlasına tekrar tekrar sahip olmak için yaparsınız ve yaşarsınız. Sanırım, günümüz insanları yaşamlarının bu olduğunu kabul etmek istemediği için sürekli “Yaşamın amacı nedir acaba?” diye başka yönelimlerde kendilerini buluyorlar. Kitabın bana kattığı asıl ve en önemli nokta buydu. ! ! Genel hayatıma baktığımda yaptığım, yapmakta olduğum ve yapmayı düşündüğüm bir çok şey için kendime sorduğum “Neden?” sorusunun cevabını; kitap, az önce anlattığım olgularda verdi bana. Genelde bir kitabı okuduğunuzda ana kahramanda ya da yan kahramanların birinde görürsünüz kendinizi. Benim kendimi gördüğüm nokta ise ana kahraman dışındaki her şey idi. Kitabın bir sayfasında okduğum bir kesit kanıtladı bunu bana: “Hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilim; çünkü her iki durumda da gayet doğal olarak başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu, binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası, bundan daha açık bir şey yoktu. Şimdi ya da yirmi yıl sonra olsun, ölecek olan hep bendim.” (103). Az önce bahsettiğim toplumsal değerler içinde bulunmamın doğrultusunda; bu, benim asla cesaret edemeyeceğim bir özgürlüğü barından bir cümle. Bu cümle; kendini, asıldığı iplerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bir kukla gibi gören ve toplum tarafından, hakkında; kişisel değerleri yüzünden toplumdan tamamen dışlanması gerektiği düşünülen ve bu sebepten dolayı toplum yasaları tarafından idama m!ahkum edilen bir “yabancı”nın cümlesi…!Umutcan Aşutlu !! ! ! ! ! !
EDİRNE’Yİ ANLAMAK Hemen hemen herkesin hayatı boyunca gezdiği birçok şehir vardır. İnsanların gezdiği çeşitli yerler her insanda değişik duygular uyandırabileceği gibi, herkes kendi bakış açısından gittiği yerleri daha önceden bulunduğu yerleri de göz önünde bulundurarak yorumlamaya, anlamaya ve tanımaya çalışır. Kafasında gezdiği yeri şekillendirirken de daha önceden orada bulunmuş olan insanların deneyimlerini ve kendi yaptığı araştırmaları göz önünde bulundurur. Ben de şu ana kadar gezdiğim yerler hakkında önceden ayrıntılı ön araştırmalar yapıp değişik insanların o yerlerle ilgili yaşanmışlıklarından ve deneyimlerinden faydalanmıştım; fakat bir istisna dışında. O istisna ise daha önceden bulunmuş olduğum hiçbir yere benzemeyen bu yarıyıl tatilinde ailemle birlikte gittiğim Edirne’dir. Edirne’nin sadece tarihi, kültürel ve gezilebilecek yerlerini araştırdıktan sonra Edirne hakkında daha fazlasını öğrenmek için çaba sarf etmedim. Oraya daha önceden giden kişilere danışmadım ve tamamen kendi izlenimlerim üzerinden Edirne’yi, insanlarını, tarihini ve doğasını yorumlamaya karar verdim. Edirne’ye İzmir’den yola çıkarak Çanakkale üzerinden gittik. Çanakkale boğazından feribotla geçerken içimde sanki başka bir dünyaya gidermişçesine bir his vardı. Belki daha önceden Trakya’da hiç bulunmadığımdan belki de Trakya’da bana ait bir şeylerin varlığından haberim varmış gibi hissettiğimdendir; ama bu duygu her iki ihtimalde de beni mutlu ediyor ve keyiflendiriyordu. Çanakkale Boğazını geçtiğimizde o duyguyu iliklerime kadar hissetmiştim ve daha Edirne’ye varmamıza çok olmasına rağmen oraya varmış gibi sevinmiştim. Zaten o yüzden yolu hiç anlayamadım ve dümdüz yemyeşil ovalardan geçerek Edirne’ye vardık. Edirne’ye ilk geldiğimizde kendimi tarihin ortasında buldum. Sanki zaman makinesinde gibiydim; çünkü karşıma her yerden neredeyse ara sokaklardan bile tarihi camiler, müzeler, kervansaraylar çıkıyordu. Bu büyüleyici manzara ve çehre karşısında nutkum tutulmuştu. İçimden her yeri gezmek ve keşfetmek geliyordu. İlk uğradığımız yer Selimiye Camiiydi. Selimiye Camii tüm ihtişamıyla karşımızdaydı ve hepimiz Selimiye Camii’ne büyük bir hayranlıkla bakıyorduk. Mimar Sinan’ın yaptığı bu eser sanki bir dönemi özetler gibiydi. Cami avlusuna girilen kapıdan, caminin kubbesine hatta camii minaresindeki şerefelere kadar her şey bize bir şeyler anlatıyor gibiydi. Cami minarelerinin üç şerefeli olması o döneme ait bir özellikti ve sadece şerefe sayısına bakarak camilerin Mimar Sinan’ın eserlerini ortaya koyduğu zaman dilimine ait olduğunu veya Edirne’nin tanıklık ettiği savaşları, bir zamanlar yıkılıp sonra yeniden inşa edilen minarelerden anlayabiliyordunuz mesela. Camileri ve kervansarayları gezerken aklınıza burada yaşamış olan insan figürleri geliyordu. İki cami arasında kalan dar sokaklarda macun satıcılarını hayal edebiliyorduk veya kervansaraylarda kalan yorgunluktan bitap düşmüş insan figürleri adeta gözümüzde canlanıyordu. Eski tahta evlerde yaşamış olabileceğini düşündüğüm bazı insan figürleri de vardı; ancak özellikle çürümüş tahta balkonlara baktığımda sanki orada oturan ve belki de esnaf veya zanaatkâr olan eşinin eve gelmesini bekleyen güzel kadınlar vardı. Sokaklarda yürürken sanki tarihte yolculuk yapıyorduk. Bu hissi yaşamamızın nedeni belki de her köşe başında tarihi bir Osmanlı Çeşmesi olması veya şehrin tam ortasında kalmış tarihi mezarlıklara rastlıyor olmamızdandır. Hatta bir keresinde araçların çift yönlügeçtiği bir yolun ortasında kalan iki tane mezar görmüştük. Bu durum bizi oldukça etkilemişti ve derin hayallere dalmamıza neden olmuştu; çünkü orada kimin yatabileceğine dair tahminler yürütmeye başlamıştık. Böylesine ilginç bir mezarda kim yatıyor olabilirdi acaba? Belki dönemin en ünlü medrese hocası ya da kimsesiz çocukların yurdunda bakıcı olan bir bayan olabilir miydi? Bu düşüncelerle birlikte yürürken Bulgar Kilisesi’ne çoktan varmıştık. Bulgar Kilisesi’nde çok şirin ve kibar bir hanımefendi bizi kapıda karşılamıştı. Kadının yüzünde adeta Rumeli insanın sıcaklığını hissetmiştim ve burada yaşayan halkın her türlü inanca ve kültüre ne kadar saygılı olduğunu bir kere daha anımsadım. Bulgar Kilisesi’ndeki heykeller ve resimler bir dönemin sanat tarihine ışık tutuyor gibiydi. Sanatın gelişim evrelerini rahatlıkla görebiliyordunuz ve bu da insanın aklına acaba o dönemde yaşayan bir sanatçı olsaydım ben ne tarz sanat eserleri yapardım sorusunu getiriyordu. Mesela ben o dönemde yaşasaydım büyük ihtimalle heykel yapardım diye düşündüm; çünkü ben mühendislik fakültesinde okuyorum ve yeni şeyler yaratmayı seviyorum. Ayrıca resim gibi iki boyutlu değil de üç boyutlu bir çalışma olması benim gibi çoğu mühendisin daha çok ilgisini çeker. Nasıl ki inşaat mühendisleri bina tasarlayıp ortaya çıkartıyorlarsa veya bir elektronik mühendisi gerekli elektronik parçaları bir araya getirip elektronik cihazlar tasarlıyorsa, heykel yapan sanatçı da taşa şekil vererek yepyeni bir sanat yapıtı ortaya çıkartıyor. Edirne’de diğer dikkatinizi çeken unsur ise Bulgar Kilise’nde karşılaştığım hanımefendiden de yola çıkacak olursak insanların sevecenliği ve yardımsever oluşudur. Örneğin Balkan Şehitliği’ne giderken bir kahvenin önünden geçiyorduk ve yaşlı bir adama yolu tarif etmesi için ricada bulunduk ve o andan itibaren etrafımızda abartısız yedi sekiz kişi birikmişti. Başka bir tarihi mekân için başka bir kişiye yol sorduğumuzda ise beyefendi yolu bilmediğini söyledi ve yoldan geçenleri durdurarak yolu bizim yerimize öğrenmeye çalıştı hatta bu sırada telefondan da araştırma yapıyordu. Yani bu karşılaştığımız durumlardan Edirne halkının hem yardımsever hem de araştırmacı bir yapıya sahip olduğunu gözlemlemiş oldum. Bu yüzden Edirne için neden Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısı dendiğini coğrafi anlamı dışında insanlarının düşünme tarzı, olayları sorgulaması ve araştırmacı yapısından geldiği kanaatine vardım. Bu yüzden Edirne’nin ve Trakya insanın Türkiye’nin aydınlık yüzü olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak, Edirne hem tarihi içinde yaşatması hem de modern ve çağdaş insan profiliyle eski ve yeni çatışmasının yaşanmadığı bir yer olarak yorumlanabilir. Tarihi mirasına sahip çıkıp olabildiğince yaşatmayı ilke edinmiş Edirne halkı ve Edirne ruhu aynı zamanda çağdaş düşünce tarzıyla tarihin üzerine geleceğini inşa etmeyi başarmış nadir şehirlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bana göre bize de gelecek nesiller olarak Edirne ruhunu tüm ülkeye ve tüm dünyaya yaymak için tarihi bir görev düşmektedir. Berkay Göktuğ AVCI
Işıl Ünveren KEDERİN ARDINDAKİ BAHAR Kampüsün cıvıl cıvıl olduğu bir yerde, yüzlerin güldüğü bir zamanda, önümde kahvem ve çikolata kokusuyla henüz tadına bakmadan beni mutlu eden tatlımla dışarda oturuyorum. İçimde aylardır kendisine hasret kaldığım bir huzur beliriyor ansızın. Hemen arkasından neşeli bir müzik çalmaya başlıyor zihnimde. Yanımdaki arkadaşlarım yine şaşkın ama bir o kadar da alışmış çünkü ben yine tam güneşe doğru oturmayı tercih etmişim. Ne zaman böyle güneşli bir havada dışarda olsak hep aynı sözler geliyor kulağıma: “Yüzüne güneş geliyor, rahatsız olmuyor musun sen?”, “Yüzün herkesten önce kırıştığında anlarsın sen bizi.” Bu cümlelere karşı onlarca cevabım olsa da hep “Seviyorum ben böyle.” demekle yetiniyorum. Seviyorum ben çünkü o benim gittiği zaman üzüldüğüm, gelmesini dört gözle beklediğim, etrafımda hatta içimde çiçekler açtıran misafirim. İnsan hiç yollarını gözlediği misafirine arkasını döner mi? Hele bir de o misafir gelirken özlemini hissettirdiği dönemin tüm acısını, çilesini, hüznünü siliyor; yanında da bolca umut, güzellik, içten bir gülümseme getiriyorsa… Şubat’ın ikincisi yarısı tam da böyle şeyler ifade ediyor benim için. Kış mevsimini sevmeyen biri olarak âdeta bir yeniden doğuş, hayata dönüştür bahar benim için. Tıpkı insanlar gibi doğa da üzerindeki kasvetli mantosundan kurtulmuş, ağaçlar içinde sakladığı güzellikleri yavaş yavaş gün yüzüne çıkarmaya başlamış, toprak sarı otlardan kurtulup esas rengine kavuşmuş. Ve benim için de üzerimdeki tüm ağırlığı bir kenara bırakma, beni yoran düşüncelerden uzaklaşma, önümüzdeki yaz için heyecan verici planlar yapma vaktidir. Ali Smith de İlkbahar isimli kitabında şöyle ifade ediyor: “Şubat… Yeşilliklerin ayı, güneşin döndüğü ay, yağmur ayı… İnsanların güneşi yeniden dünyaya çağırmak için mum yaktığı aydı” (89). Ben de bahsedilen, mum yakan kişilerdenim işte. Tüm bir kışı baharın hasretiyle geçirir, içimi ısıtan güneşi göreceğim günleri heyecanla beklerim.Baharın gelişine mumlar yakan, kalbi çarpan insana, kendime, sorarım şimdi: Peki yüreğimin kara kışlarında da baharı böyle umutla, sabırla, geleceğinden emin bir şekilde bekleyebiliyor muyum? İnandırabiliyor muyum kendimi ardından bahar gelmeyen bir kış olmayacağına? Tahmin edersiniz ki bu sorunun yanıtını baharın gelişini görebildiğim perspektifimden bakarak veremiyorum ben. Zihin aynı zihin, kalp aynı kalp değilmiş gibi fikirlerim tam ters yöne çeviriveriyor yüzünü. Bambaşka bir pencere beliriyor orada. Güneşin altı ayda bir göründüğü kutuplar sanki orası. Asla aydınlanmayacakmış gibi karanlık, hiç ışık yok. Yani yüreğim, her kışı sonsuz bir kışmışçasına yaşamayı tercih ediyor her seferinde. Öyle umutsuz, öyle bitkin, huzursuz ve mutsuz… Gökten düşen ufacık bir kar tanesine bile boyumu aşan karlarda beni mahsur bırakmış gibi muamele ediyor. Onlarca kaçış senaryosu, kurtulma yöntemi oluşturmaya başlıyor zihnim. Bu düşünceler yığınının içinde zamana bırakma fikrinin adı bile geçmiyor nedense. Zamanla bulutların ardından kendini gösterecek güneşin üşümüş kalbimi sıcacık yapacağını kabullenemiyorum sanırım. Oysa kışa bir günde dur deyip, baharı tüm güzellikleriyle önümüze seren zaman bize neler getirmez? "Zaman her şeyi değiştirebilir. Sıkıca kapalı görünen ve açılmayacağına inanılan kapılar bir süre sonra kolaylıkla açılır. Bir dönemin imkânsız ve düşünülemez olanı, başka bir dönemin olması muhtemeli, hatta sıradanıdır." diyor Smith ve ben de tüm kalbimle hak vermek istiyorum ona (1000Kitap başlıklı sitede belirtildiği gibi). Anlayabiliyorum, şimdi gözyaşlarıyla geçirdiğim zamanları belki birkaç yıl hatta birkaç gün sonra gülerek anacak ve anlatacağım. Bahara günler kala kışı bitmeyecek sandığımı hatırlayacağım ve şunları söyleyeceğim yine: “Üzüldüğüm, içinden çıkılmaz sandığım hâller ne kadar önemsizmiş; şimdiki yaşadıklarım çok daha zor oysa.” Evet, bitmek bilmeyecek kısır döngü… Hep geriye bakma, geçmişle kıyaslama… En azından inancım var artık. Baharın geleceğine değil, bu ihtimali kabullenebileceğime… Zihnim, kalbime önüme çıkan ve aşılamayacakmış gibi duran dağların ardındaki güzelliklerden bahseder belki ve o da dağlara tırmanırken bir umut yeşertir içinde. Sert kışlarda gücüne güçkatmış, baharda yağacak olan yağmurlarla çiçekler açacak bir umut… Zamanın gücüne inanır belki o zaman kalbim de. Zamanın gökyüzüne baharı getireceğinden hiç şüphe etmediği gibi içimde yağan karları eriteceğine de inanır ve yüzünü güneşe çevirip onun sıcaklığına olan hasretini dindirir. Kaynakça Smith, Ali. İlkbahar. Çev. Seda Çıngay. Kafka Kitap, 2022. Baskı. Smith, Ali. “1000Kitap.” y.y. t.y. Web. 19 Şubat 2024.
BATUHANERDURCAN 21301855 TURK101-13 ÖDEV4-2 ALİTURANGÖRGÜ 19.11.15 GÜZELİNSANLARAGÜZELŞEYLERDENBAHSETMEKBENİMDERDİM Birandasamimiyetkurarmısınız?Hemenalışabilirmisinizyabancıinsanlara?Diyalogkurmak zorlarmısizitanışmadan?Tanımadığınızinsanlarlapekfazlakonuşmayısevermisinizyadatercih edermisinizbilemiyorumamabirandasamimiyethissettiğiniz,yıllardırtanışıyormuşsunuzgibi hissettiğinizinsanlarvardır,eminimsizindehayatınızdangeçmiştiryadageçecektiröylebirileri,güzel birileri.Birdebenimgibilervarmesela,böylesamimiyetlerihayatlarınınbirparçasıolarakgörmek isteyenleryani.Dünyanındönüşivmesiylesamimiyetsizleşenbirçağdahergünaynısamimiyeti yakalamakheryiğidinvebenimdeharcımolmayabiliyorbuhayatta.Bizebutaraftadüşendeaynı tadıedebiyattayakalamakolduki,bencebudayakalanmışbirşanssankibuçağdaveböylebir dünyada.Denemeokumakbirsamimiyetişibanakalırsa,güzelbirsamimiyetişi.VeMurathan Mungandenemeseverlerinmuhakkakyolunundüşmesigerektiğibirisimdirbenimgibidüşünen kafalarda.Buaçıdanfazlacayollarındangeçmişliğimvardırüstadın.Bugünyineaynıyollardangeçiyor vetanıdıküslubunutattığım‘GüneSöylediklerim’debuluyorumkendimi.Kendisinigeçmişyıllarda dinlemefırsatıbulmuşbiriolarakhiçşaşırmıyorumburadakidoğaçlamaharitayaveişinakışına bırakıyorumkendimi.Banakalırsakendisidebenimdüşüncelerimdengeçiyorbunoktada.Ve doğaçlamabiredebiyatsunuyorbizlere.Bencedeedebiyatdediğimizoluşumgünden,günlük işlerden,bizlerden,hayattangeçmeliaslında.‘GüneSöylediklerim’böylebirhavadagiriyor hayatlarımıza. Sanatsanatiçindir,sanathalkiçindirtartışmalarıyüzyıllardırsürerkenbukonuyatakılıyoraklım Mungan’ınsamimisayfalarında. Doğaçlamaolmalıbazışeylerdiyorumçünkühayatböylebirsüreçtenibaretbanakalırsa.Neolacağınıbilemediğimiz,tahminlerimizintutmadığı,iddialarıpekfazla tutturamadığımızbirserüveniçindeyizaslında.Buserüvendeplanlanmış,kurgulanmışyapıtlarbir yerdensonracansıkıyorgerçekleşmeyenumutlarımızda. Açıkçasıkitaplardakikadınlardaha güzellerdisankidiyerekyaşayacağımbirhayatyerineböylesinesamimikonuşanbenimlediyaloğunu sohbethavasındakuran,yüzgözolmaktankorkmayanyazarlardan,butürlügüzelinsanlardandaha çokkeyifalıyorumbuhayatta.Bahsetmekistediğimşukiedebiyatyenilenenvegerileyenbirçağda samimiyetsizleşenhayatlarımızaelatmalıbiranda.Konuşmalıbütünsayfalar,muhatapolmalıyız kıvrılankapağınaçtığıderinsayfalarda. Süslenenkapaklardeğilçünküedebiyat,bireditörünsatar satmazkavgasındandahaderinşeylervarsankiarkafonda.Parasalkaygıdanöncetartışmamız gerekenlervarsankidemiyormuacabakimseler,ogüzelolankimseler.Derdimianlatamadıktan sonraençoksatanlaramusallatolmuşumnedirdiyedüşünenkalmadımıacababuralarda.Kalmışki okunacakçokşeyvardiyesusturuyorumsitemlerimi. Doğaçlamademişkenbasitleşecekmiyazılanlardiyedüşünsemdeşunubiliyorumkidoğaçlama samimiyetigeçmişidegetiriyorakıllarakalemevizeizniveriyorsunuzkilaflafıaçıyoryani.Mungan üstadımızdaçokçakarşılaştığımızbirdurumbumesela.Busamimiyetteoluşacakolanedebiyatta geçmişarkadadeğilyanınızda,herbirsatırarasındakucaklaşıyorolacakgelecekle.Edebiyat hayatımızdakonuşmayıöğrenmeklebaşlayanbirserüvenolacak.Venasılyıllarönceöğrendiğimizbir kelimeyiyıllarsonradilimizdeyuvarlıyorsak,yıllarönceyadabelkidünhissettiğimizibugünaynı samimiyetleanlatacağız.Anlamamışolan,yaşamamışolanlarabirfaydamızolacakveanlaşılacağız okumayıhuyedinmişolaninsanlarca,güzelinsanlarca. KAYNAKÇA Günesöylediklerimmurathanmungan-Google'daAra.(n.d.).RetrievedOctober25,2015,from https://www.google.com.tr/search?q=günesöylediklerimmurathan mungan&biw=1438&bih=685&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ved=0CAYQ_AUoAWoVChMI2Y6y6cfd yAIVxIcsCh0GEQlJ&dpr=0.95#imgrc=zTaQbdzf-f15eM:
Hazel Ecem Özyol 21602534 SESSİZLİĞE HAPSOLANLARIN GÜRÜLTÜSÜ “The Gold Rimmed Glasses” (2017, 22 Mart) http://cineplex.media.baselineresearch.com Hayat kimileri için yalnızca sessiz kalmaktan ibaret. O insanları susmaya iten güç sizi de yakalamak için gizlenmiş bekliyor karanlığın içinde. Kurduğunuz onlarca düşü sadece kendinize saklamak ve yalanlarla donatmak çevrenizi, dürüst olmayı istemek ama gerçeklerden korkmak, gerçeklerin ne getireceğini kestirememek ve tüm o belirsizlikler... Tüm bunları önünüze çıkardığında hayat, küçük bir çocuk gibi yorganın altına sokulmakta bulursunuz çareyi. Çevrenize o yorganın ardından titreyen eller ve dolan gözlerle bakarsınız. Herkesten, her şeyden gizlenme ve asla saklandığınız yerden çıkmama arzusuyla dolar taşar içiniz. Yalnızca kendinizle paylaştığınız, sayıları günden güne artan sırlar arkadaştan çok düşman olur size. Bu gizlenişinizi anlayacak ve sizi rahat bırakmak isteyecek insan sayısının azlığı belki de en kötü kısmıdır bu hikayenin. Gizem insanları meraka, merak da onları peşinize düşürecek. Prangalarından kurtulup özgür bir yaşama atılmayı bekleyen sırlarınız, göğsünüzden sökülmek için çabalayacak bu kez. Çünkü yerlerinde tutmak için büyük çaba sarf ettiğiniz tüm o saklı köşeler dayanamayacak meraklı gözlerin dedikodu dolu fısıltılarına. Tahmini kanıların yayılıp kesin kararlar oluşturmasına mahal vermemek için, gerçeklere kanat çırpacak giz dolu düşünceler. Kurtulunca bu suskunluktan, kalkınca nefes almanıza engel olan baskı ciğerlerinizden biter mi her şey? Mümkün olmaz mı rahatlayıp derin bir nefes almak? Bana sormayın. Bana sorarsanız gerçeği anlatmak zorunda kalırım size. Mümkün olmaz nefes almak ve bundan sonra böyle bir ihtimalin var olması da mümkün olmayacak, demek mecburiyetinde kalırım. Sırlarınızı zihnine kazımış insanların kirli fısıltıları artacak. Yükselen seslerini rüyalarınızda bile duymaya başlayacaksınız bir müddet sonra. Bana sorarsanız, suskunluğa hapsolmuş insanların yaşadıklarını anlatırım size. Siz hiç yanınızdan geçip gidenlerin yüzündeki alaycı ifadeye şahit oldunuz mu? Daha kötüsü, görmezden gelinmeyi tattınız mı? Kendinizi hiç hayalet hissetiniz mi? Bunu yaşayanların yerine koymayı deneyin kendinizi. Birden bire insanların size yüz çevirdiğini, hakkınızda dedikodular döndürdüğünü hayal edin. Üstelik önceleri çok da saygın, imrenilen bir insanken artık size çevrildiğinde iğrenmenin izlerini taşıyan ve bu yüzden görmezden gelmeye çabalayan, içinizden geçip giden bakışlardüşünün. Bir süre sonra öyle inandırırlar ki orada olmadığınıza, artık sizde bir hayalet olduğunuzdan emin olmuşsunuzdur. Tüm çabaların ve başarılan ardından gelen umutları... Sonra, kurulan hayallerin nasıl kırıldığını ve tüm ümitlerin arkasında tuzla buz olmuş cam kırıklarını andıran bir kalp bıraktığını tasavvur edin. Öyle ki bazen hissettirdiği acılar çok daha sahicidir kemik kırıklarından... Hafızanızı çok da zorlamazsınız sanırım, kırılan eşyaların çıkardığı şangırtıyı kulaklarınıza geri çağırmanızı istesem. O sesten çok daha sesli, çok daha korkunçtur ufak, masum beklentilerin büyük yanılgılara dönüşürken çıkardığı gürültü. Bir zamanlar insanların parıltılarını merakla, imrenerek takip ettiği altın çerçeveli bir gözlüğün çatlayan camında bulabilirsiniz o korkunç gürültüyü. Yalnızlığı düşünün. Parçalanıp yere savrulan hayallerinizin her bir parçasını onlarla bir kez daha tek başınıza yüzleşerek toplamanız gerekecek. Ne onları kaldırmanıza ne de onlarla yüzleşmenize yardım edecek biri olacak etrafta. Hissedin konuşamamanın getirdiği acıyı. Aklınızdan geçenleri söyleyememenin ruhunuzu katran karasına boyayışını, ruhunuza dolanları söküp atamamanın çaresizliğini görün. İçeride kalan, adresine ulaşamamış her itirafın minicik bir kıymık gibi haince saplandığını siz de en içerinizde duyun. İfşa olmuş gizemi ve üzerinizden çekilen yorganın sizi sürüklediği savunmasız çıplaklığı hayal edin. En azından bir deneyin. Böylece bulabilirsiniz belki Ferrara’lı bir doktordan geriye kalanları. Tüm çaresizliğiyle kendini bıraktığı Po Nehri’nin bedenini sarmalayan sularında, aradaki küçük bir akıntıyla savrulan eskinin asalet sembolü altın çerçeveli gözlüğünde ya da özgür kalamayan ruhunun özgürlüğüne kavuşmuş sırlarında bulabilirsiniz. Kaynakça Bassani, G. (2016). Altın Gözlük. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Fotoğraf. “The Gold Rimmed Glasses”, http://cineplex.media.baselineresearch.com/images/302987/302987_full.jpg adresinden elde edildi.
Ertuğrul KARAMANLI AŞKIN GÜCÜ Helen adında bir kadın ve onun uğruna birbirine giren iki ordunun hikayesi, Truva Savaşı. Aşk insana neler yaptırtıyor dedirten bir hikaye aslında. İki kişinin birbirine olan aşkı yüzünden iki koca ulus birbirine savaş açıyor ve birçok ölüm ve trajediyle sonuçlanıyor. Ben bunun pek mantıklı olduğunu düşünmüyorum. Fakat aşk ile mantığın uyuşmadığı bilinen bir gerçektir. Aşk duygusal bir kavramken mantığımız duygudan yoksundur. Elbette benle aynı fikri paylaşmayan insanlar olacaktır. Onların gerçek aşk tecrübesini yaşamadığını düşünüyorum. Gerçek aşkı tecrübe etmiş bir insan aşkın gerektiğinde savaş çıkartacak kadar güçlü bir duygu olduğunu bilir. Aşk, birçok edebiyat eserinin konusu olmuş ve insan hayatında çok önemli yer oynayan bir kavram. Bazı insanlar aşkın varlığına inanmasa da ben inanıyorum. Fakat aşk iki ulusun savaşa girmesine sebep oluyorsa bu duygunun iyi bir şey olduğundan bahsedebilir miyiz? Bu soruya iki bakış açısından bakmak gerekir. Bu olaya aşık çiftin gözünden bakarsak, onlar için onların kavuşmasından daha önemli bir mesele yoktur ve kavuşmaları için yapabilecekleri her şeyi yapmaya hazırlardır. Bu kendilerinden çok daha güçlü bir ulusa savaş açmak anlamına gelse bile onları durduracak bir şey değildir. Bizim bakış açımızdan ise bu gayet mantıksız ve sorumsuzca bir harekettir. Kendi ulusunu bir kişinin özgürlüğü için tehlikeye atan bir insanın kötü bir insan olduğunu bile düşünürüz. Fakat yaptıkları şeyin mantıksız olması bunun yanlış olduğu anlamına gelmez. Doğru ve yanlış kavramları mantıklı veya mantıksız kavramları ile ilişkilendirilemez. Bu bakış açılarından ikisinin de kendi açılarından doğru olduğunu düşünüyorum. Gerçek aşk mantığı tanımaz, mantık da duygudan yoksun olmalıdır. Ben kendi geçmişime dayanarak aşkı tecrübe ettiğimi düşünüyorum. İlkokulda Elif adında bir kızdan çok hoşlanırdım ve yanımdan geçerken bile kalbimin hızlı atmaya başladığını, yanaklarımın kızardığını ve büyük bir utanç ve kaçma isteği hissediyordum. Elbette her insan aşkı aynı şekilde tecrübe etmese bile ben bu yaşadığım duygunun aşk olduğunu düşünüyorum. Bu duygularımı ona da anlattım fakat aynı duyguları onun bana karşı yaşamadığını öğrendim. O güne kadar bu denli hayal kırıklığına uğramamıştım ve tabii ki çok üzüldüm. Tıpkı Hektor'un Helen'i geri kazanmak için her şeyi denediği gibi ben de Elif'in kalbini kazanmak için elimden geleni yaptım. Duygularımı kağıtlara dökerek şiirler yazdım, özel günlerde hediyeler aldım fakat onun bana olan görüşü değişmedi. O hâla beni arkadaşı olarak görüyor, bana olan hisleri değişmiyordu. Fakat ona olan duygularım arkadaşlıktan öte olduğu için her gün ona arkadaşım diyerek yalan atamazdım. Demek ki aşk birine zorla yaşatacağınız bir duygu değil. Bir insanı zorla kendinize aşık edemezsiniz, o insan size aşık olur. O yüzden ben de bu aşktan vazgeçmek zorunda kaldım ve unutmayı tercih ettim. İlkokul bittikten sonra onunla hiç görüşmedim. Olayın üstünden bayağı bir süre geçtikten sonra lise dönemindeyken Elif'i tekrar çarşıda gördüğümde aynı duyguları tekrar yaşadım. 3 senedir aklıma bile gelmemesine rağmen onu unuttuğumu düşünmeme rağmen onunla konuşmaya başlamam ile yanaklarımın kızarması ve kalbimin hızlı atması tekrar başlamış oldu. Bu da aslında aşkın gücü hakkında bir bilgi veriyor sanırım. Aradan uzun zaman geçse, siz unutsanız bile aşk unutmuyor demek ki. Bu duyguyu başka hiç bir zaman yaşayamadım fakat bu tekraryaşayamayacağım anlamına gelmiyor. Bir insan aşkı hayatında birçok kereler tecrübe edebilir. Eminim ki gelecek hayatımda birçok kızla tanışacağım ve aynı hissi yaşayacağım. Kaynakça: Havell,Herbert Lord, İlyada'nın Öyküsü,Alakarga Yayınları,2014, Baskı.
Verda Nur Sarıbaş Kızılay’da Beş Parasız Kitabın sayfalarını kapatınca hatırladım. Kızılay’dayım. Cebimde param, kredi kartım ve telefonum var. Sırtımda sıcacık tutan bir palto, ayağımda botlarım… Tertemiz ve güzel görünüyorum. Birkaç arkadaşımla yediğimiz eğlenceli, bol sohbetli öğle yemeğinden sonra ayrılıyoruz. Birkaç kitabevine bakıp, eve döneceğim. Birkaç kat yüksekliğindeki üst geçitten karşıya geçmek istiyorum ve bir insan seliyle birlikte çıkmaya başlıyoruz merdivenleri. Önümdeki durunca düşecekmiş gibi oluyorum. Merdiven kenarlarında yayılmış dilenciler, satıcılar cabası… Kendi çapında bir savaş bu. İlerle! Oh, sonunda iniyor ve rahatlıyorum. Birden üzerimdeki hafifliğin omzumda asılı durması gereken çantamın yokluğundan kaynaklandığını anlıyorum. Aman Allah’ım! Ne oldu? Çantam nerede? Kim aldı? Sesim yükseliyor birden. Bir koşuşturmacayla giden-gelen insanların sadece bir bakışlık dikkatlerini çekebiliyorum. Biraz merdivenlere biraz da insan kalabalığına şaşkın şaşkın bakındıktan sonra polise gidiyorum. Bulunursa beni arayacaklar. Kızılay’da ve beş parasızım tıpkı Orwell’in Paris ve Londra’da Beş Parasız kitabındaki gibi diyemesem de parasızım… Kızılay’da tanıdık kim var diye düşünüyorum. Seçenekler bir bir taranıyor ve eleniyor aklımda. Hiç tanımadığı birine “Bir bilet parası verir misiniz?” diyemiyor insan. Ama Kızılay’dan Eryaman’a yürümek! Nasıl da morali bozuluyor insanın. Birinden telefonunu istesem? Ah, nasıl istenir ki!? Yapamam bunu. Ne kadar yürüdüğümü, kaç ışık geçtiğimi hatırlamıyorum. Yolda hiç kimseyi görmedim desem yalan olmaz. Araçlara ne yakın ne uzak yürüyordum. Bir korku hali almıştı ve dudaklarım kurumuştu. Sırtımdaki palto tonlarca ağırlıktaydı sanki. Çok terlemiştim havanın soğuğuna inat. Yollar bitmiyordu. Eve varışımla son bulan geçici bir yoksun kalma öyküsü benimkisi. Birkaç saatlik yoksulluktan bahsetmiyorum bile birkaç saatlik yoksun kalmak beni ve ailemi perişan etmişti. Belki ucuz atlatmıştım. Yolda bir sıkıntıyla karşılaşmamıştım ve beni bekleyen bir ailemin olduğunu bilmek paha biçilemezdi. Yürümek, sonunda sizi bekleyen bir aile varsa, varlığınıza sevinen birileri varsa anlamla kazanıyor. Kimseniz yoksa sizi bekleyen, sizi bekleyen güzel günler gibi, dünyanın neresine giderseniz gidin fark etmiyor. Paris'te veya Londra'da da olsanız eğer berduşsanız diğerlerinden hep farklı olacak, itelenecek, istenmeyeceksiniz. Satırlarca süren yoksulluk kısır döngüsüne kelimelerin kifayetsiz kalmadığı bir kitaptır, Paris ve Londra'da Beş Parasız. Bir keresinde sosyoloji öğretmenim demişti ki “Çocuklar bir konuda bir araştırma yapacak, bir yazı yazacak, bir değerlendirme yapacaksanız alana inin. Yani, mahkûmları kaleme alacaksanız biraz cezaevinde yaşamalısınız.” Orwell’in Paris ve Londra’da Beş Parasız adlı bu kitabını okuyunca bu sözü iliklerime kadar hissettim. Orwell alandaydı. Öylesine içindeydi ki okurken sayfalar içine çekiyordu insanı. Kahreden bir fakirlik sayfalar dolusu. Bir ekmek kaç frank, bir eski çorap kaç peni, bir bulaşıkçı kaç küfür işitir ustasından diye başlayan sayfalar dolusu histerik durumlar. Fakirlik tekrar ediyordu ve her tekrarı bitmek bilmeyen bir ısrarla, fakirliği yok etmek istercesine yazıyordu Orwell. Kitabı yarıladığımda gerçekten yorulmuştum. Temel ihtiyaç olan yeme, barınma ve giyinme gibi şeylere muhtaç kalınca insan, toplumdaki varlığı bir değer ihtiva etmekten uzaklaşıyor. Tek algınız bir dilim ekmek, bir fincan çay… Bu dünyada yaşamı, toplumu, bu hale neden geldiğinizi sorgulayacak güç kalmıyor. Çünkü artık sorgulamak bile yok. Tek önemli olan o günü atlatmak o kadar. Derme çatma ucuz otellerden, barınma evlerine ve parklardaki banklara kadar süren yaşamları, yaşama tutunma mücadelelerini kademe kademe verirken en acı tarafı gözler önüne seriyor Orwell. Aynı havayı soluyan insanlar aynı sigarayı paylaşıyorlardı, birbirlerini tanımadan. Yaşamları da bir sigaranıniçilen tarafı ve sokağa fırlatılan geriye kalanı gibi farklı oluyordu. Çalışmak arzusu, üstünüz başınız kokuyorsa, üzerinizde temiz giysiler yoksa, ertesi güne dinlenmenizi sağlayacağınız başınızı sokacağınız bir yer ve üzerinde uyuyacağınız bir yatağınız yoksa mümkün olmuyordu. Açlık ve sefaletin kol gezdiği bu yerlerin, o muhteşem şehirlerin çok uzağında olmaması. Zenginlik ve fakirlik birbirinden uzak duramıyorlardı ve birilerinin yoksulluğunun artması birilerini daha çok zenginleştiriyordu. Ne siyasiler ne kilise ne de insani hareketlerle yola çıkanlar bu sokak insanları seline yardım ediyorlardı. Birkaç dilim ekmek ve çay için kilisede diz çökmeye razı olmaları neye hizmet ederdi bilemiyorum ama bir iyilik yapmak istiyorsanız bir evsize günaydın deyin, insan olduğunu hatırlatarak başlayın. Hayallerimdeki güzel ülke Fransa’nın bir başka yüzünü görmek, yüzümü düşürmüştü. O gün Kızılay’da paltomu satmayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Botlarım kaç lira eder diye sormadım kendime. Kimseler de sormasın bunu, sormak zorunda kalmasın.
SESSİZ ARKADAŞLAR Odamda her uyanışım bir lunapark keyfindedir. Sağım solum bebekliğimden bugüne yaşadığım anıların renkli ve komik figürleri ile doludur. Annem ve babamın parmağı vardır birçoğunun hikâyesinde. Az değildir onlar da aslında, bıraksam ikisi de ortak olmaya hazırdır oyuncak dükkânıma. Bazılarının yoldaş edindiği, yanından ayırmadığı bir oyuncağı vardır ya hani, bense kıyamam birini seçmeye, her birine ait minik masallarım zihnimin kitabında yazılıdır, zaman zaman açar keyifle okurum. Odamın baş köşesinde duran pelüş panda, annemin beni uyutmak için panda resimleri ile dolu dergiyi göstererek uyutma savaşını hatırlatır bana. Annemin ayağında belki de dilime pelesenk olmuş ilk sözlerimi yineleyerek “Panda, anne bak panda.” diyerek uyurdum. Bu masal burada bitmiyor elbette, matematik sorularına ara verdiğim bir anda cep telefonumdan panda videoları izlerken buluyorum kendimi. Pandalar, hâlâ hayatımın sakin ve neşeli anlarını simgeliyor. Onlara bakarken çocukluğumun hiç bitmeyen o sakin dünyasında huzur buluyorum. Sonra bir bakıyorum cam dolabın içinden bir kovboy ile göz göze geliyorum. Şimdi de başka bir masalın kapısı aralanıyor. Düşündükçe patlamış mısırın kokusu geliyor burnuma. Tatil günlerinde kuzenlerim ile birlikte yeni vizyona giren çizgi filmleri izlemek için sinemalara koşardık. Büyük şehirde büyümenin belki de en güzel ritüelini yaşardık. Karanlıktan korkmadığımız tek yerdi sanki sinema salonları. Film başladığı anlarda, sesimiz de vücudumuzla beraber transa geçerdi âdeta. O filmlerden birinde rastlamıştım cesur kovboyuma. Şanslıydım çok, annem de babam da en az benim kadar müptelasıydı oyuncakların. Annemin bana kovboy Woody’inin oyuncağını almasıyla da başlamıştı dostluğumuz. Geceleri uyumadan önce fısıldardım kulağına en gizli sırlarımı. O minik kulağa fısıldadığım minik sırlar hâlâ orada mıdır bilmem ama ne zaman ona baksam onun da bana bir şeyler anlatmak istediğini hissederim hâlâ. O gün bugündür Woody odama ve hayatıma ortaktır. Ona baktıkça çocukluğumun hem çok uzak olduğunu hem de yanı başımda durduğunu görebiliyorum. Bu arada kovboyumun raf komşularını da pas geçmek istemem. Onlarca küçük figür tıpkı bir balo salonunda dans edenler gibi rafımı şenlendirirler. Her birinin rolü farklıdır, bir araya geldiklerinde maskeli baloma gelmiş misafirlerim gibidirler. Kimisi bir şövalyenin, kimisi bir sihirbazın, kimisi de kaykay kullanan bir gencin minicik bedenlerine sığdırılmış komik suretleridir. Raflarda bir yerlerde küçük bir de mavi oyuncak araba durur, o araba ne kazalar gördü! Benimle kilometrelerce yol yapan bu arabanın bir zamanlar pilotu olduğuma inanmaz kimse. Halılar yarış pisti, yastıklar bitiş çizgisi olurdu. Yarası beresi olmayan kazalar yapardık. Annem bir defasında “Bu hayaller sayesinde gerçekten yarış pilotu olursun bir gün.” demişti. Belki de oldum, kim bilir? Bazı oyuncaklarım da vardır ki, ara sıra aklıma geliverirler ve içimi sızlatıverirler. Armağan isimli kitabın yazarı Celal Kadri Kınoğlu “Bazen hatırlanır oyuncaklar. Ararsan bulamazsın, yazarsan bulursun.” (29) derken ben de yazarken hatırladım onları. Yazdıkça başka çocukların raflarında başka masallara kahraman olan uzaklardaki oyuncaklarımı ve masum kokulu hatıralarını da buldum zihnimde. Misafirliğe gittiğimiz bir gün oyun oynamak üzere ev sahibi çocuğun odasına girdiğimde gözlerime inanamamıştım. Uzun zamandır oynamadığım oyuncaklarım annemin gazabına gelmiş, o çocuğun oyuncak kutusunda âdeta hapse mahkûm edilmişlerdi. Ne yapıp edip onları kurtarmalıydım bu esaretten. Gizlice minik dostlarımın bir kısmını ceplerime doldurmuştum. Eve vardığımızda kavuştuğum dostlarım için çok mutluydum ama cebime sığmayanlar içimde bir sızı olarak kalmıştı. Cebime sığmayan o oyuncaklar, çocukken hissettiğim o ilk kayıp duygusunu hatırlatır bana. Belki de bu yüzden, kaybettiklerimin tesellisini yazılarım sayesinde buluyorum. Kim bilir eski dostlarım o çocuğun dünyasını da bir lunaparka dönüştürmüştür ya da bir dolapta karanlık bir kutunun içinde benim onları bir gün gelip kurtarmamı bekliyorlardır. Poyraz BOYACIOĞLUKaynakça: Kınoğlu, Celal Kadri. Armağan. İthaki Yayınları, 2022. 1. Baskı.
Hale Okumuş 22203268 KAYGI FIRTINASI İçimde bitmek bilmeyen bir korku var. Daha önce de benzerlerine şahit olduğum, nasıl başa çıkılacağını bildiğim fakat başıma geldiğinde bana yine aynı hataları yaptıran o his. Modern dünyada adına anksiyete denilen o hisle beraber yol alıyorum. Sanki bir labirentte gibiyim, üşüyorum, açım, ama yukarıda gökyüzü var. Yani hâlâ bir umut var. Ama ısrarla aynı yollardan gidiyorum çünkü içimdeki karanlık fırsat vermiyor, ona boyun eğiyorum. Kafamda o hiç girmediğim yolların hayali var. Birden ürpererek sorgulamaya başlıyorum, sahi farklı deneyimlere adım atmayacaksam o zaman neden o labirente girdim? Korkum beni ele geçirdiğinden beri nasıl biri olduğum hakkında şüphelerim var. Bu korku öyle ki gerçekte olduğum, olmak istediğim kişiyi hoşuna gitmediği takdirde günlerce işkencelere maruz bırakıyor. Onun yaşam enerjisini bir bütün olarak emiyor ta ki pes edene kadar. Bana adice gülüşler atarak köşesine çekiliyor. Bir tarafım beni canavar olarak nitelendiriyor. Susturulması ve aşırı uçları törpülenmesi gereken bir yaratık. Fakat sessiz bir direniş var, canavarın direnişi eli kolu bağlı olsa da devam ediyor. Çiğdem Ülker’in Buluşmalar adlı denemesinde bulunan günlük hayatta karşımıza çıkan “duvarları yıkmak” konusuyla alakalı bir bölüm, tüylerimi diken diken etti. Gerçekten de bende duvarları aşamama, yeni aksiyonlar alamama durumu söz konusu. O duvarı yıktığında göreceklerini sadece tahmin edebilirsin. Eğer rasyonel düşünen bir insansan, duvarın ardını duvarı yıkmadan da öngörebilirsin. Lakin kara bulutlar yine belirir önce dersin ki sadece temkinliyim fakat gerçekte arkana bakmadan sadece koşuyorsun aşamayacağını düşündüğün “Şeker gibi eririm.” dediğim o yağmurdan. Korku yeni bir gerçekliğe daha kapısını aralıyor o da geç kalmışlık hissi. Labirentte o da benimle beraber hareket ediyor. Yeni bir yol haritası çizmek istediğimde “Şimdi sen kaçıncı sınıf oldun?” diyen teyzelerle ve “Kaç doğumlusun?” diyen sınıf arkadaşlarımla beni burun buruna getiriyor. İçimde esen nefret ve tiksinti rüzgarıyla göz gözü görmez oluyor. Gözlerimden akan yaşlar hemen kuruyor rüzgârda ve ben insanların yargılarına karşı inadım ve birazcık da olsa kendime olan güvenimle kalkıyorum ayağa. Çıktığım yol beni özgürlük kavramına daha da yakın kılıyor. Kaygı beni denetlemeye, alaşağı etmeye gelene kadar emin adımlarla keşfime devam ediyorum.Anksiyete, gövde gösterisine başlıyor. Önce benim hâlâ düşününce ah çektiğim bir meseleyi aklıma düşürüyor. O yeni patikada yürürken birdenbire olduğum yerde çakılıveriyorum. Sonra diğer vesveseleri fısıldıyor kulağıma. Deli oluyorum, susturmak istiyorum bütün sesleri. Yapamıyorum, bütün yardım ellerini, “Bu benim yolum.” deyip elimin tersiyle itiyorum. Sesler daha da artıyor çünkü artık yapayalnızım. Zihnimi ele geçiren kaygı beni bedenen de çok yoruyor. Önce yemeden içmeden kesiliyorum sonra iyice elden ayaktan kesiliyorum. Kendimin fırtınası ortasında kalakalıyorum. Birdenbire bir insan kalabalığı beliriyor kimseyi tanımıyorum, bir yardım eli bekliyorum ama beni ezip geçiyorlar. Biri çıkıp bir ışık hüzmesi gibi gelip bana “Hala deneyebilirsin.” diyor gülümseyerek. Hıçkırarak ağlayıp boynuna sarılıyorum çünkü hala umudumun olduğunu bana hatırlatıyor. Zihnimdeki labirente gün doğuyor, fırtınadan sağ salim çıktığım için kendimi tebrik ediyorum. İnsanların bana olan tepkilerini normal karşılıyorum çünkü artık anladım, beni ben kadar iyi tanıyamayacaklarını biliyorum. Kara bulutlar hiçbir zaman peşimi bırakmayacak; herkesin hızı, her yiğidin yoğurt yiyişi farklı bunun farkındayım artık. Zihnimdeki labirentin sonu bilinmez, yolları çetrefilli ama bir o kadar da ben olmuş yollarda temkinli olduğu kadar emin adımlarla yürüyorum. Kaynakça Ülker, Çiğdem. Buluşmalar. Remzi Kitabevi, 2021.
Meltem ŞEN TAŞ PLAK SESLİ KADIN Her an ve her saniye, birbirinden farklı sonuçlar doğurarak ilmek ilmek geçip gidiyor biz arkasından bakarken… Size de oluyor mu bilmem ama benim bazı şarkılarım vardır her şeyden ayrı tuttuğum, herkesten gizlediğim, yastığımın altında sakladığım. O şarkılardan herhangi birini ne zaman dinlesem her seferinde aynı anın içinde buluveriyorum kendimi. Zaman ve mekân kavramı kayboluyor şarkının kulağıma değdiği ilk anda. Böyle duygular kimilerine şarkılarla, kimilerine filmlerle, kimilerine de kitaplarla oluyordur mutlaka. Evren var oldu var olalı da bir ışınlanma merakı sürüyor gidiyor… Size bir sır vereceğim, aslında biz ışınlanabiliyoruz! Hem de en güzel, en özel anılarımıza… Hep derlerdi zaten, hayatının en güzel zamanlarını yaşarken farkında olamıyormuşsun, anıların tadı o yüzden bir başkaymış. Biz, ’’o’’ şarkıyı dinlerken, ‘’o’’ filmi izlerken, ‘’o’’ kitabı okurken mutluluğa ışınlanabildiğimizi fark etmeyip hâlâ arayış içinde oluşumuz da bu tabirin bir kanıtı olarak nitelendirilebilir… Hele ki ‘’o’’ şarkıyı taş plak sesli kadın, Sema Moritz söylüyorsa… Sema Moritz ile hiç ummadığım bir anda karşılaştım; bir matematik sorusunu çözüp video olarak internette paylaşmış bir öğretmenin videosunu izlerken sıradaki video Sema Moritz’in ‘’Fikrimin İnce Gülü’’ şarkısını seslendirdiği güzel mi güzel bir videoydu ve otomatik oynatma modundaydı. Evet, inandım, en büyük aşklar nefretle başlarmış. Stres ile birlikte matematik sorusunuanlamaya çalışırken bir anda o taş plaktan süzülüyormuşçasına çıkan sesin kollarında buldum kendimi. Sema Moritz benim meditasyonum oldu, benim yastık altında sakladığım ve kimsenin onu tanımamasını istediğim sırrım oldu. Sonra ‘’Mazi’’, ‘’Evlerinin Önü Mersin’’ her gün sıkılmadan dinlediğim sırlarım oldu. ‘’Hasret’’ ise benim ismini ağzıma bile alamadığım bir şarkıydı öyle de kaldı… Bir şarkının sadece adını anmak bile insanı ürpertir mi? Bu şarkıyı kimse bilmesin sadece benim kalsın isterdim ama sanırım artık büyümenin sırası geldi ve paylaşmayı öğrenmem lazım… Konserde Sema Moritz, ‘’Hasret’’i söylemeye başladığında kalbimin atışını hatırlıyorum. Evet mutluydum, heyecanlıydım ve duygusaldım o an… Garip olan şey ise, bütün bu yoğun hislere karşın yine ‘’o’’ hisse çekiliyordu ruhum, ‘’Hasret’’i her dinleyişimde içimde oluşan belirgin ama tasvir edilmesi imkânsız ‘’o’’ hisse… Sema Moritz ile tanışmak en büyük hedefim olmuştu o gün. Haberdar olması lazımdı seslendirdiği şarkılar ile yarattığı bambaşka dünyalardan. Büyük kitlelere seslenmek de zordu, bir şeyler yapıyorsun ama sonuçlarını göremiyorsun, bilemiyorsun… Dinleyici olmak da kolay değil aslında, seni tanımayan ama senin o kişiyi tanıdığını adın gibi bildiğin, hissettiğin biriyle oturup konuşamamak. O gün ben konuşabildim; ışınlanmadan, hayallerde kaybolmadan. O taş plak sesi gerçekti, capcanlı karşımdaydı. Aynı kayıtlardaki gibi çıkar mı çıplak bir ses? Ben o şarkılar ile birlikte yastığımın altına mutluluklarımı, üzüntülerimi, hayatımı koydum sanıyordum ama âdeta oradan çıkmış karşıma dikilmişlerdi sevgili Sema Moritz’in sesi ile. Hayat bize her seferinde hiç ummadığımız şeyler hazırlıyor. Her köşeden başka bir sürpriz çıkıyor adeta. Mesela benim Sema Moritz’in şarkıları ile karşılaşmam da benim için bir sürprizdi, ‘’artık bir konser vermeli ve tanımalıyım sesiyle dünyamı değiştiren kadını, iki lafın belini kırabilmeliyim’’ diye sayıklarken hiç beklemediğim bir anda haberini aldığım konseri de… Hayatımda hiçbir zaman en’lerim olmadı, hiçbir konuda hem de. Fakat sanırım Sema Moritz ve ‘’Hasret’’i bundan fazlası oldu benim için. Hayatın anlamını kavrayabilmek, bu sürprizleri anlayabilmekten geçiyor olmalı. Bazen gözler sadece kapanmalı ve sıradaki sürprizi beklemeli… ‘’…Gözlerin varsa her anın bir sürpriz olduğunu ve önceden hazırlanmış hiçbir cevabın işe yaramayacağını görürsün’’ Osho /Bhagwan Shree RajneeshKAYNAKÇA istanbul.net.tr. “Sema Moritz - Efsane Hanımlar - Konser Parti - Istanbul.net.tr, Kültür Sanat Etkinlikleri, Konser Tiyatro İstanbul Şehir Rehberi.” Istanbul.net.tr İstanbul Şehir Rehberi, Istanbul.net.tr, 26 Oct. 2016, www.istanbul.net.tr/etkinlik/konser-parti/sema-moritz-efsane-hanimlar/77450/13.
Mutluluk Denince Akla, Hemen Onun Adı Gelir: Komfor (Ne Alaka Ya!) Uzun bir süreden beri kullanmakta olduğum Goodreads hesabımı kapamıştım, listemdeki bir kaç kitabı denemiştim e-kitap halinde - aslında elimde fiziksel olarak olsa daha çok haz duyarım, ki kütüphaneden isteyip getirtebilirdim ama birincisi bencillik yapmak istemedim, biliyorum yalnız ben okurdum herhalde. İkincisi ise daha yararlı kitaplar varken neden bestseller kategorisine kayayım- ve bu tempoyu yorucu bulmuştum, şimdilerde yine bir istek geldi ve Originals: How Non-Conformişts Move the World* adlı kitabı okumaya karar verdim. Okuduğumdan ne anladım? Evet bir çok tavsiye Amerika şartları için pratik ve de zaten bu pratiklikleri hayata geçirebilmek için en azından bir iş hayatına atılmam lazım. Onun dışında bahsedilenler çok çok rahat bir biçimde, Google’lana Google’lana çözülebilir. Komfor kelimesinin kökeni Yunanca güç’e dayanır, aslında günümüz açısından tezat bir tanım oluşturuyor diyebilirim. Çünkü şu anda modern ülkelerde yaşayan bir çok insan hayatlarının genelinde geçmişin veya şu andaki şirketlerin meyvesini yiyerek hayatlarını devam ettiriyorlar. Buna ben de dahil. Sürekli birileri bizim için bir şeyler yapıyor diye iyice saldık göbeği, biralar gittikçe zamlansa da. Aslında geçen de ilginç bir şey keşfettim bence: Midterm sınavında neden bir insan favori diziniz ne diye sorar ki, sanki sınavı hazırlayan matematik hocamız da bizim ne kadar vakti boşa harcayıp harcamadığımızı ölçüyor gibiydi. Dizi izlemek konfor simgesi midir? Evet. Acelesi olan bir insan niye böyle vasat şeylerle uğraşsındı ki. Tabi Midterm geçti, ben 2 günde dur şu Westworld abarttıkları gibi miymiş diye daldım diziye, son bölümü heyecanla bekledim, ama sanki onun da etkisi geçti, etkisi derken Imdb’de 15. sırada olan bir diziden bahsediyoruz, oyuncu kadrosunun muhteşemliğinden bağımsız olarak. Etkisinin neden geçtiğinin cevabını UFO’larda buldum. İnsanoğlu komforuna düşkünleşip medeniyette karınca gibi ilerlerken, bu adamların 100 G’ye falan dayanabilecek şekilde kendilerini adapte etmeleri veya o teknolojileri bulmaları falan ne derece usta bir biçimde ilerlediklerini gösteriyor sanırım. Belki de gelecek halimizdir, ha? Olasılık 1: Şayet ki öyleyse, o zaman Tanrı aşırı derecede çılgın, bir imzasını isterim. Olasılık 2: Varsayalım ki buraya kendi başlarına gelen farklı bir uygarlık var karşımızda, o zaman komforu önemsemeyen tip lan bunlar.100 G’de ne komforu Allahını seversen. Konuyu esas noktasına geri çekersek, diğer bir nokta, bugün eğlence sektörü modern köleliği destekleyen bir alettir, bize düşen şey, bize uzun vadede fayda sağlayacak kişi ve ortamlarda takılmaktadır, ki insanlar telefonları ve internet sayesinde zırt pırt kendilerini bir yere ışınlarken, kendi şehirlerindekilerinin kıymetini bilmiyorlar, yabancılaşmanın bir sonraki seviyesi: parayla muhabbet etmek olabilir, o noktada çoğumuz fakirleşmesse, ki madeni para süpürgesinin icat edileceğinden adım gibi eminim. Niye yaşıyorum peki, hele ki şu anki komforumu feda edip de gelecekte mutlu olmayı düşünürken? Bunun yanıtı müzik ve brewmaster olma isteğimde gizli biraz. Kapanış paragrafim ise şöyle başlasın: Nasıl yaşayacağınızı önceden kestirirken, bugün ne derece kendinizi komfor düşkünü birine dönüştüreceğiniz sizi değerli kılan şey değildir, güngelir kelebeğin kanat çırpısı bir kaosa neden olabilir ve varsayalım ki geleceğinize dair ışık yok, işte o zaman tüm gücünüzle koşma zamanınız gelmiştir, son nefeslerinizde ciğeriniz havanın soğukluğunda kavrulmalı ve aniden bir krizle beyniniz son kareleri işleyip boşluğa adım atmalıdır. Benim hayatta ilerlemekten anladığım budur. Kaynakça *Grant, Adam M. Originals: How Non-conformists Move the World. NY, NY: Viking, an İmprint of Penguin Random House LLC, 2016. Print.
Masalsı Şehirde Yirmi Dört Saat Bazı şehirler vardır ki, havasını solumak, tarihini yaşamak, doğasına hayran olmak insana farz olmuştur. Daha küçük bir çocukken bile, akrabalarımın yurt dışı gezilerinden eli boş gelmemek için valizlerine doldurdukları ucuz kartpostallardaki büyüleyici manzaralarıyla bana ah keşke... dedirtebilen birkaç şehirden biriydi Palermo. O zamanlar benim için bu şehir, sarıyı, kırmızıyı, maviyi ve yeşili kaliteli bir matbaa aracılığıyla kendi bünyesinde kusursuz bir dengeyle harmanlayarak görsel olarak bana sunan ütopik bir cennetten ibaret olsa da, böyle bir yerin gerçek olabilme ihtimali bile bana huzur verir, yüzüme tatlı bir tebessüm kondururdu. Nihayet kartpostallardaki şehre canlı canlı bakıyordum bir otobüs camının ötesinden. Bizi havalimanından alıp kalacağımız yere götüren o serviste, yanı başımda uyuyan arkadaşlarımın aksine, varana kadar bir o yana bir bu yana dünyaya gözlerini yeni açmış bir bebek misali merak ve heyecanla bakarken, aklımdan hayallerimi süsleyen bu şehirde neler yapacağımı geçiriyordum. Otobüsün ani freniyle sarsılan bedenim otelimize nihayet vardığımıza delalet ediyordu. Sabırsızdım ve karşımda tüm heybetiyle duran bu binaya girmek için can atıyordum. Otobüsün merdivenlerinden birer birer inerken şehrin nemli ve oldukça sıcak havasını içime iyice çekmiştim bile. Otobüsün camından iki adım ötede gibi görünen yol ellerimize valizlerimizi aldığımızda kilometrelerce ötede gibi hissettirmeye başlamıştı. Bina eski olsa da İtalya’nın otantik havasını yansıtıyor, tavanlardaki el boyaması motifler ise her baktığımda sunduğu yeni ayrıntılarla beni şaşkınlığa uğratıyordu. Öylesine keşfetmek istiyordum ki bu şehrin her bir köşesini, telefonumu, cüzdanımı hatta pasaportumu bile yanıma almadan atmıştım kendimi tanımadığım bu şehrin sokaklarına. İtalya’nın Arnavut kaldırımlarında adım adım dolanıyor, daracık ara sokaklara sapıyordum. Her bir sokakta farklı tarzda evler, apayrı kültürler ve birbirinden olabildiğince farklı insan profilleri karşılıyordu beni. Çin sokağında kıpkırmızı ejderha motifleriyle donatılmış ışıltılı bir hayat var iken siyahi vatandaşların mahallesindeki hayatın sade ve gösterişten uzak oluşu ekonomik durumlarının ne denli vahim olduğunu ele veren en büyük ipuçlarından biriydi. Her sokak başında konumlanmış olan sokak çalgıcıları yerel melodileriyle insanı bu şehrin atmosferine daha da aşina ederken, şehir merkezinde bulunan hemen hemen her kafenin ve restoranın önünden geçerken insanın burnunu dolduran buram buram yemek kokuları fazlasıyla cezbedici ve misafirperver bir ortam yaratıyordu. Sıcakkanlı ve pozitif enerjiyle dolu bu insanlar yurdum insanına olan benzerliklerinden de olsa gerek ki, kendimi asla yabancı gibi hissettirmiyor, tüm samimiyetleriyle yuvamın huzurunu ülkemden ve evimden binlerce kilometre uzakta olmama karşın bana sağlıyorlardı. Güneş batmaya yüz tutmuş, sokaklar gündüzlerin bunaltıcı sıcağından kaçmak için evlerine kapanan insanların dışarıya dökülmesiyle kalabalıklaşmıştı. Bir yandan gecenin karanlığını aydınlatan sarı sokak lambalarının İtalya’nın eşsiz çeşmelerine vuran yansımalarını incelerken, bir yandan da çoktan tıklım tıklım dolmuş olan restoranlardan birinde masa bulmayı umut ediyordum. Epeyce bir yol gittikten sonra artık sokağın sonuna geldiğimi fark etmiş ve tek seçeneğimin önünde ahşap iskemleler bulunan minnacık seyyar bir restoran olduğuna kanaat getirmiştim. Küçük olmasına karşın gayet temiz ve samimi olan bu restoran, başta iç açıcı görünmese de iri kıyım restoran sahibinin bana karşı olan nazik tutumu, keyifli sohbeti, cömert ikramları ve hazırladığı pizzanın lezizliğiyle favorim olmuştu bile. Sıra bu muazzam günü noktalamaya gelmişti. Bir kiosk aramak için restorandan ayrılıp yine yola koyulmuştum. Kalabalık iyice artmıştı, insanlar üstüme üstüme geliyordu ama nihayetinde dolunayın tam tepede olduğu bu bol yıldızlı geceyi şanına uygun bir şekilde bitirebilmek için gerekli olan tüm malzemeleri siyah bir poşetin içine tıkıştırmıştım.Turumun son durağındaydım. Havada hafif bir esinti, önümde berrak bir deniz, kayalara vuran dalga sesleri, elimde hafif ekşi biraz tatlı aromalı bir İtalyan içkisi, huzur içinde bir ben ve muazzam bir şehir, Palermo. Elif Naz Ateş
Balcı1 Ceren Balcı 21202487 Turk102-024 Gönenç Tuzcu Harikalar Diyarı “Bir bebek anne karnında bir sıvı veya su içerisinde ve bir hortum yardımıyla beslenerek kendini geliştirir.” der bütün uzmanlar. Öyleki bir bebeğin hayatta kalmasında en önemli faktördür ‘su’. Kendi bedenine uygun, cildi kadar hassas ve bakışları kadar berrak olanı ister bir bebek. Eminim ki kendimi ilk doğduğum anlarda da şimdiki kadar rahat hissettiğim tek su Didim Altınkum’un deniziydi. Yaklaşık yirmi bir yıldır her yaz gitmek için kışın hazırlıklara başladığım ve Ankara ile mesafesi on iki saat olsa da o yolu tepmekten hiç sıkılmadığım bir eğlencedir benim için Altınkum. Elbette ki sadece eğlence arayanların uğrak mekânı değildir. Birçok emekli teyze ve amcanın huzuru aramak için gittiği hatta bir süre sonra yerleşmeye karar verdiği de bir yerdir. Birçok turiste hizmet eden, ağırlayan ve aslında herkesin kendine ait bir yer bulabileceği veya bir çevre edinebileceği çok sıcak bir atmosfere sahiptir. Gündüzleri altın renkli kumuna ayaklarınızı sürdüğünüzde size sıcağından dolayı horon teptirebilen ancak bu durumdan rahatsız olmanızı engelleyebilecek kadar da berrak ve masmavi bir denize de sahiptir. Benim dilimde cennet olan suyu kimileri için tedavi niteliğindedir. Dünya çapında yapılmış olan ve sadece kırk dört ülkenin alabildiği ‘Mavi Bayrak’ ödülünü kazanmış bu kumsal, uzmanlar tarafından da onaylanmış ve bütün bir yılın yorgunluğunu atmak için ideal bir seçim haline gelmiştir. Plajın hemen yanında gülümseyen esnaflarıyla sizi bir cadde selamlar. Bu caddelerde gündüzleri denizde harcadığınız enerjiyi geri kazanmak içinBalcı2 karnınızı doyurabileceğiniz birçok lezzeti bir arada bulabilirsiniz. Burası ne yiyebileceğinizi düşünürken sizi mutlaka kararsız bırakacak ve sadece kokuyu takip etmenizi isteyecektir. Geceleri ise adeta açık hava eğlencesi sunan bu yer gençlerin cep harçlığı çıkarmak için grup olarak önlerinde bir şapka eşliğinde hünerlerini sergilediği konser alanına dönüşmektedir. Türkiye’nin batısından doğusuna birçok gencin ülkemizi tanıtmak amacıyla restoranların içinde animasyoncu olarak çalışmasının Türkiye ekonomisine dolaylı yoldan da olsa katkıda bulunduğu göz ardı edilmemelidir. Altınkum sizleri hem doğal güzellikleri hem de içinde barındırdığı esnaf sıcaklığıyla kucaklamaktadır. Doğal güzellikleri ise elbette ki sadece berrak denizi ve sapsarı kumundan ibaret değildir. Apollon Tapınağı, Batı Anadolu kıyılarının bağımsız ve en büyüleyici anıtı olma niteliğine sahiptir. Hiçbir dış etki olmaksızın sadece tarihin dokunduğu ellerle parçalanmış ve üst üste yığılmış olan anıtsal kalıntıları barındırmaktadır bu etkileyici zaman makinesinde. Altınkum, limanında çeşitli özelliklere sahip tekneleri barındırır. Kimisi eğlencesiyle ün yapmıştır kimisinin de büyüklüğü ve görseli dillerde dolanmıştır. Şu da bir gerçektir ki, Didim’de bulunan tüm koyların güzelliği sapsarı saçları olan mavi gözlü şirin bir kızı anımsatır. Martı Koyu, Cennet Koyu, Cennet Adası, Akademi Koyu, Akvaryum Koyu ve belki de daha ismini hatırlayamadığım onlarcası gözlerinize görsel şölen yapabilecek kadar ihtişamlıdır. Cennet Adası’nda ziyaretçilerine sunduğu çamur ile size kendinizi pamuk gibi hissettirebilecek çamur banyosuyla kendinizi şımartırken, Akvaryum Koyu’nda su altındaki güzellikleri net bir şekilde görebilirsiniz. Üstelik renkleriyle kendilerine hayran bırakan balıklarla birlikte yüzme şansını da yakalayabilirsiniz.Balcı3 Didim bir tatil beldesi olarak size çok fazla seçenek sunacaktır. Ancak, eğer orada kalıcıysanız kışın sessizliğine de hazır olmalısınız. Sezonluk işler ve çalışanlar nedeniyle yazın hareketliliğinden kışın pek bir iz kalmaz. Yine de bir kere görüldükten sonra bununla yetinemeyip her yıl alışkanlık haline gelerek sizi kendisine çekecek bir doğaya ve sıcaklığa sahiptir bu yer. Tarih kokan tapınağı, gençler için çeşitli eğlenceler sunan mekânları ve aynı zamanda da huzuru ayaklarınızın altına seren ender yerlerden biridir Didim, Altınkum.
Tonguç Çelikcan Özne Bu yazımda sizlere Jean Paul Sartre’ın Öznellik Nedir kitabının beni hangi düşüncelere sürüklediğinden bahsedeceğim. Yeterince öznel miyiz? Veya hep aynıya doğru mu gidiyoruz? En son ne zaman farklı bir insan gördük? Etrafımıza baktığımızda aslında öznelliğin genellikle olmadığını görüyoruz. Herkesin hayatı aynı başlar ama o hayatta neler yaşadığımız bizim farklarımızı ifade eder. Aslında doğarız ve ölürüz ama önemli olan arasındakilerdir. Şimdi öznellik nedir diye düşünmek istiyorum. Öznellik insanın kendi düşüncesini kendi yoluyla düşünmesi anlamına gelir bence. Peki, bu öznelliği çevremizde görebiliyor muyuz? Doğuyoruz yürümeyi öğreniyoruz, konuşmayı öğreniyoruz ve daha neler neler yapmayı öğreniyoruz. Sonra okula başlıyoruz. Ardından ortaokul geliyor. Orada diyorlar ki eğer düzün bir yaşama sahip olmak istiyorsan iyi bir liseye gitmek zorundasın. Lisede diyorlar ki eğer iyi bir yaşantı sürmek istiyorsan iyi bir üniversiteye gitmen gerek. Sonra eğer iyi bir iş istiyorsan iyi bir şekilde mezun olmalısın. Ardından gelen iyi çalış ki iyi yerlere yükselip emekliliğin düzgün olsun demek. Kısacası hayat başka kişilerin bize söyledikleri hayat standartlarında yaşamaktan başka bir şey değil. Hayatımız sona erinceye kadar yapılanların farkını görmek çok zor. Kimse demiyor ki çık dolaş ülke ülke başka yaşayışlar, başka insanlar tanı. Ama nedense kimsenin cesareti buna yetmiyor onun yerine kapalı kutular içinde kalmayı tercih ediyoruz. Dediklerim belki klişe gelebilir ama sorun bu klişe olgunun varlığını umursamadan yaşamamız. Şimdiki zamanlarda insanlar birbirini umursamadan sadece kendileri için yaşamaya çalışıyorlar. Başkasına güzel görünmek için giydiklerimiz aslında kendimize çıkar sağlamak için yapılan bir işten farkı yok. Sonuç yine aynı kapıya çıkıyor farklı olan, örneğin farklı bir giyim kuşanımda bulunan kişiye o nasıl giysi, neden böyle şeyler giyiyorsun gibi eleştirilerde bulunuyor artık insanlar. Ya bizim gibi ol ya da dışlan diye de özetleyebiliriz aslında. Öznelliğin sonunu aslında istemeden biz getiriyoruz. Farklı gördüğümüz an anında karşı çıkıp kötü kötü düşüncelere dalıyoruz amacımız kötülük olmasa da. Çünkü en baştan beri gördüğümüz veya bize anlatılan bu. En basitinden günümüzün en kolay erişilebilir iletişim aleti olan televizyona baktığımızda içeriğinin bize bu görüşü dayatmaktan sanki başka bir şey olmadığını görüyoruz. Dizilerde hep zenginliğe karşı fakirlik, eğlence programlarında moda eleştirisinden başka bir şey göremez olduk. Peki, bu dayatmalar arasında biz kendimiz için neler yapabiliriz? Öncelikle kim olduğumuzu, neleri sevip nelerden hoşlanmadığımıza ilk önce karar vermemiz gerek bence. Yani kendimiz olan özneyi bilmek gerek. Ardından bu sevdiklerimiz ve sevmediklerimizi okuyup öğrenmemiz gerek çünkü bir yaşam felsefesine sahip olmak gerek. Ben şucuyum bucuyum diyerek bir sonuca varılmadığı anlamamız gerekiyor. Kendi düşüncemizi kendi başımıza üretmemiz gerek. Başkasının görüşünü kullanarak kendimizi kısıtladığımızı anlamamız gerekiyor çünkü bu dünya hepimiz için, hepimizin çevreye farklı bir açıdan bakması için. Başka bir sorun da eğer sürekli eylemlerimizi sanki başkaları için yapıyormuş gibi yaparsak belirli bir süre sonra sıkılmaya ve depresyon dediğimiz noktaya varırız. Monoton değişmeyen ve kendini hiç düşünmeden sadece dışarısı için yapılan eylemlerin sonucu insan sağlığına bir faydası olmadığını düşünüyorum. Günümüzde artan depresyon oranını da bu yüzden arttığını düşünüyorum. Çünkü sorun insanların kendi benliğinden uzak kala kala artık aynı olmaya başladılar ve bu insanların sağlığını doğal olarak kötü bir şekilde etkiliyor. Kabullenemesek de belki de kurtulamayacak olsak da bu gerçeği reddedemeyeceğimizi düşünüyorum.
Eylül Karakoç 22103628 Cinsiyet Belası Bacaklarımın arasındaki oluşuma göre hayatımın tamamen şekillendiği bir evrende yaşıyorum. Eşit işe eşit ücret alamadığım, fikirlerimin küçümsendiği, bedenimin hakkında benim dışımda herkesin karar verebildiği bir evren. Yazdığım yazıları, romanlarımı kendi ismimle yayımlayamadığım, bilimle uğraşsam da öne çıkamadığım ve en kötüsü de her ay bacaklarımın arasındaki beladan dolayı uyarıldığım. Onun kendi varlığını her ay bana hatırlatması. Yaşadığım bölgeye göre belki çocukken evlendirilebileceğim, ışıksız sokaklarda ölüm ve taciz korkusuyla yürüyebileceğim bir evren. Öyle bir evren ki gün geçtikçe sokağın ıssız olmasına gerek kalmıyor. Öyle bir evren ki bedenimi saklamama bile gerek yok. Bazen uzuvlarımdan tiksiniyorum, belki cinsiyet disforisinden belki de üzerinde hakkım olmadığından, bilmiyorum. Bu evrende nasıl kadın olman gerektiğini en çok sana kadınlığı deneyimlemeyenler hatırlatıyor. Nasıl evlilik çağına geldiğini, gece dışarıda ne işin olduğunu ve eğer mini etek giydiysen tecavüzünün suçlusu sen olduğunu…Bunu hak ettiğini söylediklerin de sanki bedenine dokunuyorlarmış gibi hissediyorsun. Sanki uzuvlarını aralarında paylaşıyorlar. Tecavüzcünle evlendiriyorlar seni. Kürtaj hakkını elinden alıyorlar, bedenine dokunuyorlar ve bacaklarının arasındaki oluşumdan dolayı anne olma zorunluluğunu yerine getiriyorsun. Bazen de bacaklarının arasındaki fazlalıktan dolayı kadın olmadığın iddia ediliyor. Sokağın başındaki ucuz kafede bile garsonluk yapamıyorsun, okulun tuvaletlerini bile temizletmiyorlar sana. Nerede okursan oku… Zorunlu seks işçiliği yaptığın arabadaki adam. O adam seni öldürüyor, sonra yakıyor. Hande Kader’i. Ve bütün ülke sessiz. Kimse sesini çıkarmıyor çünkü bacaklarının arasındaki fazlalık onu Özgecan kadar insan yapmıyor! Hande Kader’in bedeni yakılarak can veriyor ve buna herkes sırtını çeviriyor. Transları anma gününde Odtü’deki çocukların elindeki mumda eriyip gidiyor Hande. Annenin karnından çıktığın gibi doktorlar seni “kadın” yapıyor. Bedenin hakkındaki kararın doktorların elinde, interseks doğdun. Bacaklarının arasındaki karışıklıktan dolayı uzuvlarına daha küçücükken dokunuyorlar. Hakların doğduğun an ihlal ediliyor, bu öyle bir evren. Ve burada korkulan, sinir hastası olan ve iğrenilen yine sen oluyorsun.2006’ da Ankara’da yaşıyorsun, beyanından kaynaklı zorunlu seks işçisisin. Esat-Eryaman o zamanlar bomboş. Arkadaşlarınla, manevi ailenle beraber orada bir yaşam alanı kurmuşsun. Evini yağmaladılar, bütün arkadaşların öldü. Dava hâlâ sürmekte çünkü bacaklarının arasındaki fazlalık toplumun adalet dediği sisteme uymuyor…Cahit Zarifoğlu’nun da dediği gibi ben de bu çağdan etimle kemiğimle ve her uzvumla nefret ettim, ediyorum. Anne Sexton kadınlık, cinsellik ve kürtaj gibi konuları ele alıp bana ilham kaynağı olan bir şair. Bana göre onun yaptığı da bir çeşit mücadele ve bir çeşit aktivizmdir. İngiliz dili ve edebiyatı okumamla beraber şiir ve aktivizmi beraber yürütebilmem için bana her zaman bir ilham oldu. Üniversiteye başladığımdan beri toplumsal cinsiyet eşitliği ve LGBTİ+ hakları için mücadele ediyorum. Mücadelemi hak ihlallerimizin minimuma indiğini görmeden susmayacağım. Müslüman olmak, kadın olmak ve kadın olmanın yükümlülüklerini çekmek zorunda değilim. LGBTİ+ özneler hedef gösterildikçe yaşamları ve hak mücadeleleri de tehlikeye giriyor. Mücadeleme devam ettikçe hedef gösterilmelerden dolayı ölüme doğru yürüyormuş gibi hissediyorum ama inanılmaz bir zıtlıkla bu durum bana yaşama sevinci veriyor. Kimseden saygı ve kapsayıcılık beklemiyor ve kimseye de tercih değildir demek zorunluluğu hissetmiyorum. Velev ki tercih. Tercih olsaydı da bu kadar renkli, duygusal ve korkusuzca örf-adetlerinize karşı gelmeyi tercih ederdim. Karnımdaki sancıyla, erkekliğinizle baş ederdim yine. Hiçbir LGBTİ özne muhafazakâr kişileri hedef göstermediği ve öldürmediği gibi aynı titizliği de onlardan bekliyorum. Bir tane daha mumda eriyip gitmemek için elimden geleni yapacağım. Bir tane daha cadının yakılmaması için susmayacağım.Eylül Karakoç 22103628 KAYNAKÇA Sexton, A. Yaşa ya da Öl. Çev., Arzu Göncü. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2021.
Aygün 1 Konuştuğunu Zannedenler "Özgür olmak için bir başkasının daha bulunması gerekir." (Çakmakçı 15) Dünya, Güneş'in etrafında o kadar çok döndü ki, istediğimiz yerdeki kişi ile istediğimiz zaman iletişime geçtiğimiz zamana geldik. İletişimde bulunurken bir yerde rastladığımız söz öbeklerini aldık, başka bir yerde kullandık. Kurulan iletişim de sözlü olmaktan çok yazılı ve görsel öğeleri içerdiği için artık değişim hissedilebiliyor. Bu durum, iletişimi zenginleştirmekten çok iletişimi baltalamaya başladı. Örnek vermek gerekirse, yazılara duygularımızı sığdıramadığımız için karşıdaki insan, yazdığımız mesajın nasıl duygular içerdiğini anlayamayabilir, bu durum da konuşmanın yanlış yönlenmesine, hatta tartışmalara bile yol açabilir. Kısa olsa da içerisinde çok fazla nedeni barındıran bir gerçek: İnsanlar birbirlerini artık anlayamıyor. Konuştuğunu gördüğümüz insanlar nasıl olur da aslında birbirini anlayamaz? Acaba konuşuyor muyuz, yoksa iletişim mi kuruyoruz? Diyalogda bulunan iki insanın yaptığı şey sadece aynı konuda cümleler kullanarak konuşmaktır. İletişim kurmak ise karşındaki insanı anlamak ve kendini, seni dinleyen insana tamamen açabilmektir. İnsanlar olarak bunu artık yapamıyoruz. Nedenini Osman Çakmakçı, Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog'da; "Bunun nedeni de sözcüklerin her birinin o sözcükleri kullananların deneyimlerini yüklenmeleri ve o deneyimlerin anısını taşıdıkları için de hiçbir zaman aynı sözcüklerle konuşamayışımız."(2) diyerek açıklamış. Karşıma çıkan örnekler aklıma geldiğinde bu cümleye katıldığımı fark ettim. En basitinden, doğacak çocuklarına isim arayan bir anne-baba adayı, birbirlerine isim önerirken eğer önerilen isimde birisi karşılarına çıktıysa o isme karşı objektif olarak yaklaşamayacaklardır. Kuracakları cümle de aşağı yukarı, "Ben bu ismi sevmiyorum, okulda bu isimde biri vardı ve bana hoş davranmamıştı." olabilir. Örneğim özel isimler üzerinden olsa da aynı durum objeler için de geçerli. Bir lambayı hayal etsek, gerçekten de hepimizin aklında beliren "lamba" görseli aynı mıdır? Kimimizin beyninde kocaman, saraylara lâyık bir avize belirirken; kiminde oldukça basit bir ampul belirebilir. Başka bir örnek olarak sanat eserlerini ele alırsak, herkesin başyapıt olarak nitelendirebileceği bir eserde, bestecinin bu başyapıtı bestelerkenki düşünceleri, hissettikleri ona özgüdür. Bizi duygusallaştıran bir şarkı, söz yazarında bu etkiyi hiç yaratmamış olabilir. Bu sebeplerden ötürü, bir insanın diğerini kesin olarak anlaması ve iletişim kurması mümkün değildir. Her ne kadar geçmişimiz ve kelimelerin zihnimizdeki anlamları, şekilleri aynı olmasa da, insanlar olarak iletişim kuramamamızın tek sebebi bu değil. Konuşmalarımıza artık yazılı öğelerin hükmetmesi, insanlara karşı yaklaşımımızı farklılaştırdı ve bir şey söylerken göz teması kurmayınca ya da konuştuğumuz kişi karşımızda olmayınca o kişiye aklımıza geleni söyleyebilirmişiz gibi hissediyoruz. Bunun sonucunda insanlar, yazılı konuşmalarda sahte kimliklerini rahatlıkla ortaya sürebiliyor ve kimsenin aslında nasıl biri olduğu gerçekten anlaşılmıyor. Örneğin, sevmediğim bir insana, kafama silah dayasalar da yüzüne bakarak onu sevmediğimi söyleyemezken; mesajlaşırken fazlasıyla kalp kırıcı bir üsluba sahip olabilirim. Tabii bunu kullandığım söylenemez, ama içimde barındırdığım potansiyeli fazlasıyla rahatsız edici buluyorum. Ben bu özelliği içimde barındırsam da bazıları bunu yapabilmekten aciz durumda. Günümüzün en büyük iletişim problemlerinden birisi, dediklerimiz karşısında karşımızdakinin ne düşünebileceğini, hissedebileceğini gözden geçirmememiz. Ancak birbirimize karşı “ego” adı verilen zırhlarımızı çıkartıp iletişime geçmeye çalışırsak bu problemi atlatabiliriz. Elbette ki herkesin içinde büyüklü küçüklü bir ego vardır. Mesele bu egonun bulunması değil, günlük hayatımızda bizim önümüze geçip, ikili ilişkilerimizde bize hükmetmesidir. Yazı boyunca hep iletişimi engelleyen faktörlerden bahsettim, ama yardımcı olan en büyük etken olan kitapları görmezden gelemem. Kitap dediğimiz şey, sayfa yığınından ibaret değildir. Kitabın ilk sayfasından itibaren yazar ile iletişime geçmeye başlarım. Bilirim ki o sayfalarda bana kendini açmış bir kişilik vardır ve o sayfalarda kendimi arayarak hayali olarak kişiliğimi yazara açarım. Hissettiklerimi duyamaz, bilemez; fakat bunu hissettiğine eminim. İletişim kurmakta zorluk çektiğim insanlar olsa da, bilirim ki başucumda tam benlik, sayfalar dolusu bir kişilik beni bekliyor.Aygün 2 Bulunduğumuz zamanı göz önünde bulundurursak, birbirimiz ile iletişim kurmamız benim gözümde imkansız görünüyor. Yine de, olumsuz yaklaşımımın beni karamsar bir insan yapmasına izin vermek istemiyorum. Yaşayıp görerek, desteklediğim bu tezi çürütmeyi çok isterim. Hayata bir kez geliyoruz. Bu yüzden de şansımı deneyip, gerçekten iletişim kurabileceğim birini aramamak için hiçbir neden göremiyorum. Ozan Aygün Kaynakça: 1- Çakmakçı, Osman. Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2015. Baskı.
Elif Şeyma Kayır ÇELİŞKİLER Şu hayat denilen şey, bize yaşamamız için verilen bir armağandır. Belki de pozitif düşünen bir insan olduğum için armağan olarak görüyorum onu. Ama biliyorum ki bu armağan hem cenneti hem de cehennemi barındıran bir tezatlık kutusunun içindedir. Hem cenneti hem de cehennemi yaşatan bir kutu düşünün. O kutu size, bana, hayal edemeyeceğimiz, gözlerimize inanamayacağımız mutlulukları veren, kalbimizi küt küt atmasına sebebiyet verebilecek özel anılarımızı yaşatan, ‘’Oh be, dünya varmış! ’’ , ya da ‘’Bitti sonunda!‘’ dedirtecek huzurlu anları yaşatan, bir o kadar da dünyamızı ters çevirebilecek üzüntüler, hüzünler yaşatan ya da sabrımızın sınırlarını zorlayıp lanet ettirecek kadar sıkıntılar yaşatan bir kutu. Aynı anda hem nefreti hem sevgiyi yaşatan bir hissiyat, bir yandan hem yanlışı hem de doğruyu öğreten bir öğretmen, bir yandan da hem güzeli hem de çirkini gösteren bir aynadır, kutu. Hayat denilen armağanı şekillendiren bir kutudur o, ayrıca renklendiren de o. Her şey zıttıyla var, üzüntüler, yanlışlar, mutsuzluk, huzursuzluk kelimeleri ne kadar negatif görünse de aslında hepsi pozitif olanı yaşamamız için verilen birer parçalardır. Büyük bir üzüntüden sonra büyük bir mutluluk yaşarız ya da ilk seferde hata yaptığımızda, ikinci sefer doğru olan ne ise onu yaparız. İşte böyle bir kutu, böyle mucizevi bir şey. Yazarımız Ece Temelkuran’ın köşe yazılarının derlemesiyle oluşan İçeriden Kıyıdan Konuşmalar isimli yapıtı, hayatın ya da en doğru biçimiyle hayatı şekillendiren kutunun bize yaşattığı çelişkileri, ayrıca yazarın ve bizim, bu çelişkilerin karşısında değişen duygu döngümüzü analiz etmiş. Bence güzel analiz etmiş ancak yazarla ortak noktada buluşamadığımız küçük noktalar var kitapta. Öncelikle, yazarımız hayatta olan ya da bana göre kutunun sahip olduğu, temel bir çelişkiden bahsediyor ve yazarımız soruyor, “Huzurlu bir kıyıda yerleşecek misiniz yoksa serüvenlere davet eden yola mı çıkacaksınız? ” ( Temelkuran: 269) ve bundan sonra büyük kararsızlıklarımızın sebebini ‘’Hayat, yol ve yuva arasında geçen bir çekişme, bu çekişme sırasında geçen zamandır aslında,’’ diyerek belirliyor yazarımız. (Temelkuran: 269) Evet biz karar veremiyoruz ve karar vermek istiyoruz, hayatımızı yani bize verilen armağanı, kutu yerine biz şekillendirmek, biz renklendirmek istiyoruz. Açıkçası ben istiyorum. Fakat yazarımızın dediği gibi ve benim hayatı tanımlama biçimimde olduğu gibi, hayat bize her türlü birbirine zıt duygular ve olaylar yaşatarak başka bir seçim sunmuyor ya da her şeyi diretiyor. Evet, bir seçim sunmayabilir fakat bana göre, eğer o kutu bize seçim sunmuyorsa neden biz kendi seçimlerimizi yaratmayalım? Evet, o kutu, tezatlık kutusu ve hayatımızı biçimlendiren bir kutu ama neden biz kendi seçimlerimizi yaratarak, hayatımızı, o kutuya arkadaşlık ederek neden birlikte şekillendirmeyelim ya da renklendirmeyelim? Her şeyin bizde bittiğini, her şeyin insanlıkta bittiğini düşünüyorum. Ve hayatımızı da o mucizevi, minik kutuya bırakmamamız gerektiğini ve hayat denilen armağanın basit olmadığını düşünüyorum. Ayrıca yazarımızın benim gibi hayatı ya da o kutunun tanımıyla ilgili çelişkide olduğunu düşünüyorum, çünkü metnin sonunda ‘’Bir de mümkün aslında; hem portakal reçeli yapmak hem de dünyanın tekinsiz yollarında maceralara atılmak. Mümkün aslında. Herşey kendi zamanını çağırıyor nasılsa,‘’ diyor. (Temelkuran:269) Ancak çelişkide olmamızı normal karşılıyorum, çünkü dediğim gibi her şey zıttıyla var. Ve bu da bizim yazarımızla ortak noktamız. Hayat, bize verilen mükemmel ve eşsiz bir hediyedir. Hayatın saklandığı kutu da onu şekillendiren, bize tezatlığı yaşatan mucizevi kutudur. Her şey zıttıyla var olmuştur ve var olacaktır. İyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla hep bizimle olacaktır. Kutumuz bazen bizi sınırlandıracak ve bize bazı şeyleri diretecektir. Ancak bu hayata sahip olduğumuz müddetçe kendi tercihlerimizi yaratabiliriz. Uyandığımız her yeni gün, bize Tanrının armağanı olduğu için korkusuzca ve özgürce kimi zaman mutlu kimi zaman hüzünlü bazen de kararsız bir şekilde hayatı sevmeliyiz. Bize getireceklerini umutla; heyecanla ve sabırla dimdik karşılamalıyız. Hayat bir kutuysa eğer biz de içini mutluluk, sevgi, barış ve dostluklarla doldurmalıyız. Kaynakça: Temelkuran, Ece. İçeriden kıyıdan konuşmalar. İstanbul: Everest Yayınları,2013. Baskı.
Levent Berk Güngen Kolayca Etkilenebilir İnsan Birçok ünlü yazarın söylemiş olduğu gibi bir kurguyu etkileyici yapan, gerçekleri ne kadar iyi yansıtabildiğidir. William Golding’in bir eseri olan Sineklerin Tanrısı adlı romanın kurgusu, bence bu bakımdan çok başarılıdır. Golding bu eserinde insan doğasının çirkin taraflarını tüm çıplaklığıyla sergilemektedir. Birçok kişi bu nedenle yazarı karamsar ve hatta acımasız biri olarak görmektedir. Ben ise aklıma gelen tarihten örnekleri ve psikolojik deneyleri düşündükçe yazara hak vermekten kendimi alamıyorum. Zaten demezler mi: bazen en zor inanılacak olan şey gerçektir. Sineklerin Tanrısı başlarda bana romantik bir Robinson Crusoe masalı gibi geldi: bir uçak kazası geçiren bir grup erkek çocuk tropik bir adada mahsur kalırlar. Roman, çocuklar için başta her şeyin nasıl oyun ve eğlence olduğunu ama zaman geçtikçe eski hayatlarının disiplinini ve düzenini unutmaya başlardıklarını anlatır. Golding, yetişkinlerin yokluğunda kendilerini idare etmekte nasıl zorlandıklarını, çocukların gözünden bize sunar. Onların nasıl yavaş yavaş vahşi barbarlara dönüştüklerini anlatması ise beni derinden etkiledi. Golding’in eserinin beni en çok etkileyen yanı, toplumun gözünde en masum kesim olan çocukları konu almasıdır. Onların, çevrelerinde “kötü örnekler” olmamasına rağmen barbarlaşmalarını çocukların düşünce yapılarını gerçekçi bir şekilde yansıtarak anlatması da eserin mesajlarının gerçekçiliğini vurgular. Ayrıca, çocuklar adada bir tür küçük devlet kurduklarında belirli çocukların normal bir devletin belirli kesimlerini temsil eder hale gelmeleri de eserde keşfettiğim alegorik bir özelliktir. Eserden anladığım kadarıyla, çocukların toplumunun çöküşüne yola açan davranışlarının başında bilinçli seçimler değil ama düşünmeden yapılanlar ve olayların yanlış yorumlanması var. Bence, yetişkinlerin yaptıkları büyük hatalar da benzer şekilde gerçekleşiyor: akıl almaz korkunçlukları gerçekten de akıllarına almadan yapıyorlar. Düşünmeyi reddederek ve kendilerini bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde kandırarak ve sonucunda kötü insan olduklarına inanmayarak kötülük yapabiliyorlar ve bu yöntemin yol açtığı kötülüklerin sınırı yok. İnsanoğlunun tarihinin karanlık sayfalarını incelersek, Nazi Partisi’nin yarattığı devletteki dehşet verici davranışlar ile karşılaşırız. İnsan gerçekten bu insanların yapmış olduklarına inanamıyor. Sadece bir avuç radikalistin değil ama milyonlarca kişinin böyle korkunçluklarda rol alması nasıl mümkün oldu? Devletin yarattığı sert, propagandacı, korku salan politikaların burada etkisi çok olsa da insanların yine de bu radikalliğe neden karşı çıkamadıkları bir merak konusu. İnsanın doğasındaki bazı kusurların etkisi var mı acaba? İkinci Dünya Savaşı sonrasında, insanların vicdanlarına karşı otoritelere itaat etme eğilimlerini incelemeye karar veren piskolog Stanley Milgram 1961’de şaşırtıcı bir deney yapmaya karar vermiş (“Milgram Deneyi” olarak bilinir). Deneyin sonuçları ise o kadar şaşırtıcı ki bu konuyu iki yıl önce okumuş olmama rağmen hiç unutmadım. İnsanlar, baskı yapan ve sorumlulukları üstlenen bir otoritenin adınabaşkalarını dolaylı şekilde öldürmeyi bile göze alabiliyormuş. On yıl sonra bir diğer psikolog, Philip Zimbardo, ünlü “Stanford Hapishanesi Deneyi”ni gerçekleştirirken hapishane gardiyanlarının acımasızlıklarının kişiliklerinden kaynaklandığını tahmin ediyordu. Gardiyan kılığına girmeden önce analiz sonucu “normal” gözüken üniversite öğrencilerinin deney sırasında yaptıkları acımasızlıklar iki haftalık deneyin altıncı günde kısa kesilmesine neden oldu. İlginç bir şekilde mahkûm rolünü oynayanlar da ciddi depresyonlara girdiler. Buradan anlaşıldığı gibi insanlar kendilerine verilen rollere kaptırmaya sandığımızdan daha eğilimli. Bir diğer korkutucu örnek olay ise Faşizmin gücünü sınıfına anlatmak için lise tarih öğretmeni Ron Jones’un yönettiği bir haftalık bir etkinliktir. Öğretmenin tahmin ettiğinden daha çok yayılan ve güçlenen akım okulda ciddi bir sorun haline gelince öğretmenin çabaları ile durdurulmuştur. Bütün bu örnekleri ele alırsak insanların manipüle edilmelerinin korkutucu derecede kolay olduğu ortaya çıkıyor. Daha kötüsü ise bu yanlış yönlendirmeleri sadece sinsi şahısların bilinçli davranışları sonucunda değil ama Golding’in eserinde görüldüğü gibi, kendi kendimize, fark etmeden gerçekleştirebiliyoruz. İnsanın kolay etkilenir olması bence evrimsel nedenlere dayanıyor. Hayatta kalmak için hızlı karar verebilmek ve topluma uymak insanların tehlikeli durumlarda beraber hareket ederek hayatta kalmalarını sağlamış olmalı. Ne yazık ki evrimin sağladığı diğer psikolojik mekanizmalarda olduğu gibi (önyargı, kıskançlık, vb.) bu davranışımız da modern dünyada yarardan çok zarara neden oluyor ve ideal toplumlar yaratmamızı zorlaştırıyor. Buna rağmen kolay etkilenir olmamızın bazı faydalı yönleri de var: Sokrates’in Maotik Yöntem ile yaptığı gibi, etkin yönlendirme yöntemleriyle insanlara erdemli ve bilinçli olmayı da öğretebiliriz. İnsanın kolayca etkileniyor olması konusunda kesin olan bir şey varsa herkesin bu zayıflığının farkında olmasının gerektiğidir. Hatta herkesin manipülasyon ile nasıl başa çıkıldığını öğrenmesi gerekir çünkü bu çok ciddi bir sorun. Tarih boyunca birçok kez gereksiz yere veya bir azınlığın çıkarları için kan dökülmesine ve haksızlıkların oluşmasına neden oldu. Kolayca etkilenir olmamız gibi çağa uymayan evrimsel mekanizmalarımızı birer birer fark ettikçe insanın iç dünyasındaki iyi ve kötü arasındaki mücadelenin zorluğunu gitgide daha iyi anlıyorum. Ayrıca, bugüne kadar insanoğlunun kendini toparlayamamasını aynı şekilde artan bir anlayış ile karşılıyorum. Yine de çağımızın sağladığı imkânlar ile – kolay iletişim ve artan refah düzeyi gibi – insanoğlunun akıllanıp kendini kurtarmasının yeterince çaba sarf edersek mümkün olduğuna inanıyorum. Herkes gerçekleri ve erdemli olmayı temel alan bir hayat görüşü benimseyebilirse ve diğerlerini bunu yapmaya ikna edebilirse oluşan zihniyet ile uyumsuz doğamızı yenebilir ve diğer sorunlarımızı teker teker çözebiliriz. Kaynakça 1. "Milgram deneyi." Vikipedi: Özgür Ansiklopedi. 21 Ara. 2014. Web. 23 Mar. 2016. 2. "Üçüncü Hare." Vikipedi: Özgür Ansiklopedi. 08 Ara. 2013. Web. 23 Mar. 2016. 3. Zimbardo, Philip, Curtis Banks, and Craig Haney. "A Study of Prisoners and Guards in a Simulated Prison." Holah.co.uk. 2006. Web. 23 Mar. 2016. 4. Steven. "The Third Wave, 1967: An Account - Ron Jones." The Third Wave, 1967: An Account - Ron Jones. 14 Ekim 2008. Web. 23 Mar. 2016.
Utku Türkbey Beni En İyi Bilen Yine Ben Kendimizi tanımak, sınırlarımızı bilmek aslında gelişim için atılacak ilk adım olabilir. Osman Çakmakçı yanlış anlamadıysam birçok konunun yanında buna da değinmeye çalışmış “Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog” adlı eserinde. Genel anlamda konuşma eyleminin tanımı ve mümkün oluşunun sorgulanması üzerinde durmuş ve kısmen bu eylemin imkansızlığını aslında konuşan bireylerin birbirini anlamadaki yetersizliğine bağlamış. Bu sorunu aşmak için de ön koşul olarak - kendi ifadesiyle – “ kendi kabının bilincine varabilmeyi “ yani başka bir deyişle kendini tanımayı gösteriyor. Eserdeki bu bilinçli olma problemi beni kendi kişiliğim ve toplumsal duruşumuz üzerine düşünmeye sevk etti. İnsanın ve toplumun yıllar boyunca geçirdiği evrim sonucu insanın kısmen bencil bir varlık olduğunu, kendi egosunu doymak bilmez şekilde beslediğini ve sürekli bir kıyas içinde olarak toplumla yarıştığını düşünüyorum. Bu yarış onu kapalı bir döngüye sokma eğiliminde. Daha çok kendini olumlu ve doğru örnek olarak ön plana koydukça daha az kendini tanıyan bir varlık oluyor insan ve kendini daha az tanıdıkça bu tür bir ben merkezli – ben merkezli derken anlatmak istediğim şey kendini, aksinin mümkün olabileceğini düşünmeksizin doğru kabul eden – bakış açısına kapılma ihtimali de artıyor ve maalesef neredeyse fayda sağlayabilecek olumlu bir yanı olmayan bir döngünün esiri haline geliyor. Çoğul konuşuyorum ama bu toplumun bir parçası olarak ondan çok da farklı olmadığımın/olamadığımın farkındayım. Benim de bakış açılarım kendi özümün yani kendi geçmişimin ve bu günümün harmanı olan kişisel iç halimin dışında çoğunlukla başka bireyler ile girdiğim kıyaslamalara ve genel kabul gören yargılara kapılarak şekilleniyor. Bu durumumu okuduğum, gazetedeki diyaloglardan derlenmiş eski temelli bu kitap gibi çeşitli dış uyaranlar sayesinde kimi zaman fark ediyorum ancak yıllar boyu etkisinde kaldığım bencillik şartlanması nedeniyle değişime uğrama becerim gün yüzüne çıkmakta zorlanıyor. Bencillik ve kendini tanıma uyumlu kavramlar gibi gelse de kulağa, aslında birbirlerinin doğal düşmanı olarak yorumlamak mümkün. Bencil olma durumu bireyin kendini tanımaktan çok kendini tanıdığını sanmasına yani aslında olmak istediğini sandığı şeyi olduğuna inanmasına yol açıyor. Kısmen bir perde gibi. Özü kusursuz şekilde örten bir perde. Kendimizi tanıdıkça o kabımızın duvarlarını hissetmeye başlayabiliriz. Kapasitemizi, isteklerimizi; geleceğe dair olasılıkların, geçmiş hatıraların ve bugünün yaşananlarının bilincimize etkilerini kısmen daha iyi anlamak bu şekilde mümkün. Elimize bu ekipmanlar yani bu yorumlama yeteneği geçtiğinde çevresel varoluşların bize etkilerini kavrama işi de daha sağlıklı bir hal alma eğiliminde. Konuşmanın mümkün olup olmadığı problemi de işte kısmen bu aşamayla ilgili. Osman Çakmakçı, her bireyin sözcükleri kendi yaşanmışlıklarına dayanarak yorumladığını ve bu yorumlamanın da konuşma sırasında anlatılan ve anlaşılan arasında farklılık yarattığının ve karşılıklı anlama eyleminin gerçekleştirilemeyeceğini savunuyor. Kendini tanıma ve herhangi bir dış iletiye karşı kendi yapacağı yorumları anlamlandırma, temellendirme becerisine sahip birey bu karşılıklı uzlaşımı yani konuşmayı sağlayabilir. Bu konuşma eylemi iki birey arasında sınırlı olmak durumunda değil. Doğa veya 1 Utku Türkbeyherhangi bir sanat eseri ile insan arasında sözcükler olmadan da iletişim olabilir ve iletişimin her türlüsü gelişime yol açar. İnsanın kendi kalıplarını çatlatmasını ve daha ileri gitmesini sağlar. Bu ilerleyiş ben merkezliliğin bireyi kendinden uzaklaştırmasının aksine onu kendini tanımaya yönlendirir. Kendini tanıma yolunda atılacak her adım bireyin çevresini –buna etrafındaki insanlar ve insan dışı etmenler olarak bakmak mümkün- anlamadaki becerisinin gelişimi sağlayacak niteliktedir. Kendini tanımanın gerektirdiği bilincin özünün de yine bireyin kendisinde mevcut olduğunu düşünüyorum. Buna ulaşmak için de en başta aşılması gereken engel kendimizi tanımadığımız gerçeğini kabul etmek. Bir nevi değiştirmeye çalışmadan önce o şeyin varlığını kabullenmek. Belki o zaman konuşmak yani birbirimizi anlamak mümkün olabilir. 2 Utku Türkbey
Korkmaz, 1 Name Surname: Begüm Korkmaz ID: 21400368 Section: 15 Instructor: Başak Berna Cordan 6. Ödev 22.12.14 FEDAKÂRLIK Sabahattin Ali’nin 1935 yılında kaleme aldığı Değirmen adlı yapıtta yazar gençlik yıllarında yazdığı birçok öyküye yer vermiştir. Eserdeki öykülerde aşk, fedakârlık, yalnızlık, yoksulluk ve özlem gibi temalar ele alınmış, pek çok toplumsal mesaj verilmiştir. Bu yapıtta beni en çok etkileyen öykü ‘‘Kazlar’’dır (Değirmen: 86). Bu hikâyeyi beğenmemin nedeni ise günümüzde fedakârlığın ne kadar sekteye uğrayan bir kavram olduğunu görmemi sağlamasıdır. ‘‘Kazlar’’ adlı öykünün ana kahramanı Dudu Hanım’dır. Dudu Hanım’ın eşi Seyit Bey verem hastasıdır ve on seneyi aşkın bir süredir hapiste yatmaktadır. Seyit Bey yattığı koğuştan şikâyetçidir. Dudu Hanım eşinin koğuşunu değiştirebilmek amacıyla gardiyana vermek üzere komşusundan iki kaz çalar. Elinde kazlar ve sırtına bağladığı dört yaşındaki oğlu Hüsnü ile bir an önce hapishaneye ulaşmak için yollara düşer ve dokuz saatlik yorucu bir yürüyüş sonrası şehre ulaşır. Kazları teslim eden ve eşinin koğuşunun değişeceği sözünü alan Dudu Hanım köyüne geri döner. Fedakârlık, maalesef günümüzde unutulmaya yüz tutan bir kavram haline gelmiştir. Bencillik, aşırı hırs, yükselme arzusu ve asosyal yaşam fedakârlık kavramını yok etmektedir. Gelişen teknoloji ile birlikte ekonomik, sosyal, kültürel, ticari, sportif ve politik anlamda birçok faaliyetler belirlenmekte ve çeşitli iş alanları ortaya çıkmaktadır. İş alanlarındaki bu geniş yelpazeye rağmen hızla artan nüfus nedeniyle insanlar arasında müthiş bir yarış başlamaktadır. Öne geçme duygusu, kıskançlık hissi ne yazık ki bencillik duygusunu ön plana çıkarmakta, yardımseverlik ve fedakârlığı yok etmektedir. Bireysel başarı isteği aşırı hırsı da beraberinde getirmekte, fedakârlık duygusunu erozyona uğratmaktadır. Ben merkezli düşünce, kısa sürede hızla yükselme arzusuKorkmaz, 2 fedakârlık duygusunu geri plana itmekte hatta tümüyle sekteye uğratmaktadır. İş ve çalışma dünyasının acımasız koşulları, insanları fedakârlık duygusunu terk etmeye zorlamakta, kişisel çıkarlarını ön planda tutmaya itmektedir. Devlet politikalarının düzenlenmesi, ekonominin gelişmesi, aile planlamasının etkili uygulanması ve bireylerin bilinçlendirilmesi ile geniş istihdam alanları yaratılacak, insanlar arasında yarış azalacak, bencillikler ortadan kalkacak ve toplum huzur bulacaktır. Sadece işini ve geleceğini düşünen insanlar değil, paylaşmasını bilen, çevresindeki insanları da düşünen, fedakârlığı ve yardımseverliği özümsemiş kişiler ortaya çıkacaktır. Öte yandan bilgisayar teknolojisindeki sınırsız gelişim insanları daha çok masa başında bir yaşama yöneltmekte, asosyal bir hayata davetiye çıkarmaktadır. İnsanlar arasındaki iletişim azalmakta, herkesin kendi ihtiyacını makinelerle karşıladığı robotsal bir yaşam ortaya çıkmaktadır. Bu durum, çevresindeki insanlardan ve onların ihtiyaçlarından bihaber, farkındalık hissinden uzak, fedakârlık duygusu tümüyle törpülenmiş bir toplumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Tüm bunların önüne geçmek için insanlar mümkün olduğunca sosyal yaşamın içine çekilmelidir. Hafta sonlarında, tatillerde, bayramlarda ve özel günlerde türlü etkinlikler düzenleyerek birlikte yaşamayı, paylaşmayı, yardımlaşmayı ve fedakârlığı bir yaşam biçimi haline sokmalıyız. Fedakârlık kişileri vicdanen rahatlatır, manevi bir huzur sağlar. Bireyin yaşama sevincini artırır, aile bağlarını güçlendirir ve toplumsal bütünlük sağlar. Milli duygular alevlenir, demokrasi de güçlenir. Bu gibi önemli kazançlardan dolayı çocuklara önce aileleri, sonrasında öğretmenleri tarafından fedakârlık duygusu aşılanmalıdır. Çocuklar bu yüce duygunun bilincinde yetişmeli ve ileriki hayatlarında bu duygu paralelinde davranışlar sergilemelidir. Bencillikten ve aşırı hırstan uzak, yardımsever, sosyal ve en önemlisi de fedakâr nesilleri aramızda görmek dileğiyle…Korkmaz, 3 Kaynakça: 1. Ali, Sabahattin. Değirmen. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Ocak 2007.
1 Abdullah Burak YILDIZ 21301958 Türkçe 102-03 Ali Turan Görgü 09.07.2015 İTİRAZIM VAR HAKİM BEY! “Yasanın ne olduğunu asla öğrenemedim...” Franz Kafka böyle yazmıştı Ceza Sömürgesi ve Hukuk Öyküleri adlı kitabının arkasına. İlk okuduğumda pek bir anlam ifade etmemişti bu söz benim için. Ancak aynı yazarın Dava adlı romanını okuyunca bu söz tekrar aklıma geldi ve zihnimde hak ettiği yere kavuştu. Gerçekten de neydi yasa denen şey? Biz, insanları, huzur ve güvende tutması için yine bizim tarafımızdan yapılmış modern bir koruma yöntemi miydi? Yoksa hepimizi bir korku imparatorluğuna hapseden, ne olduğunu anlamadığımız ve anlayanların insafına kaldığımız bir korkutma yöntemi miydi? Hukuk mezunu olan Franz Kafka için ikinci seçenek geçerliydi büyük ihtimalle. Dava adlı romanda da bu karanlık ve korku dolu dünyayı çok açık bir şekilde görebiliyoruz. İnsan bilmediğinden korkar. Mesela ölüm gibi. Çünkü hakkında hiçbir bilgimiz veya tecrübemiz yoktur. Josef K. karakteri de neyle suçlandığını bilmediği bir suçlamanın karşısında büyük bir korku duymaktadır. İçinde bulunduğu dünya öylesine karanlık ve bilinmezliklerle doludur ki karakterin korkmaması mümkün değildir. Ne ile suçlandığını bilmemek aynı zamanda ne ceza alacağını ya da nasıl bir savunma yapacağını da bilmemektir. Yani tamamıyla savunmasız kalmaktır. Bir bakıma kör olmak gibidir. Nasıl ki ilk defa kör olan biri dış dünyadaki tehlikeleri anlayamaz ve bu tehlikelere karşı kendini koruyamazsa Josef K. karakteri de karanlıklar içinde kalmıştır. Bizlerin karanlıktan korkmasının da sebebi budur. Savunmasız kalmamız, ne ile suçlandığımızı bilmemek ve ne ile karşılaşacağımızı bilemememiz...2 Yasalar, insanların huzur içerisinde yaşamasını sağlayan ve toplumun ve devletin temeli olan kurallar bütünüdür. Ya da olması gereken budur. Peki bu yasalar kimler tarafından yapılmaktadır. Yasa koyucu ve uygulayanlar karşısında bizlerin içerisinde bulunduğu durum fazlasıyla savunmasız değil midir? Eğer bu gücü elinde bulunduranlar yozlaşırsa halkın kendini savunması mümkün müdür? Sebebini bilmediğimiz şeylerden ötürü suçlanmamız ve kendimizi savunamadan yargılanmamız gayet mümkündür. Üstüne üstlük bunun sonucunda bir adaletsizlik olduğunu belirtmek de oldukça zor olacaktır. Çünkü biz, insanların bir araya gelerek yapmış olduğu yasalar tarafından yargılanmaktayızdır. Biz bilmesek de yasalar, zarar vermediği diğer insanların gözünde doğru, hatta kutsaldır. Yani suçsuzluğumuzu bir başkasına inandırmamız da bir o kadar zordur. Dava adlı romanda da gerçekleşen olay aynen bu şekildedir. O çok güvenilen yasalar bir gün karakterimizin aleyhinde işlediğinde gerçekten ortaya bir korku imparatorluğu çıkmaktadır. Yasaların ne olduğunu, üstüne üstlük ne ile suçlandığını bilmediğinden dolayı bir avukata ihtiyaç duymuştur karakterimiz. Burada da şöyle bir sorun ortaya çıkmıştır: Sonucu idam dahi olabilecek böyle önemli bir davada avukata güvenebilir miyiz? Avukatın yasaları biliyor olması bizi gerçekten koruyacağı anlamına gelir mi? İşte romanda bu güvensizlik ve belirsizlikten kaynaklanan korkuyu büyük oranda hissediyoruz. Gerçek hayatta da böyle değil midir? Bizi koruduğunu düşündüğümüz yasalar bir gün aleyhimizde kullanıldığında kendimizi savunabilecek düzeyde miyiz? Yoksa bizim yerimize bizi savunacak birine her zaman ihtiyaç mı duyacağız? Halbuki sözde bizi koruması gereken bu yasaların bizler tarafından rahatça anlaşılabilmesi gerekirdi. Fakat maalesef, adli bir mevzunun içerisinde kaldığımızda sanki kör olmuş ve karanlıkta kalmış gibi bir duruma düşmekteyiz. Kendi hayatımızla ilgili böylesine önemli bir olayda araya bir aracının girmesi ve bizi savunması oldukça tehlikelidir. Bundan dolayı büyüklerimiz “Allah kimseyi adliyeye ve hastaneye düşürmesin, onlarsız da bırakmasın.” derler.3 Franz Kafka’nın metnin başında geçen sözünü, tüm bu açılardan ve Dava adlı romanından yola çıkarak tekrar incelendiğimizde gerçekten de ona hak vermemem ve bizi yargılayan bütün hakimlere itiraz etmemem mümkün değildir. Ancak yasasız bir toplumda benim zihnimde yer bulamamaktadır. Önemli olan basit ve herkesin anlayabileceği yasalara ve yozlaşmamış bir topluma sahip olabilmektir.
Barış Gönültaş 21601014 İKİ FARKLI İNSAN Görmüşüzdür deli gibi sarhoş olup, başka dünyalara dalan insanları. Hatta bazıları tatmıştır bunu. Farklı dünyalar, farklı tatlar ve hisler. Bazı insanlar başka dünyalara sarhoş olup gitmekten kaçınırken, bazıları için sarhoşluk dünyadan kaçış aracıdır. Dünyanın alışılagelmiş düzenini değiştirmek isteyen insanlar azımsanmayacak kadar çoktur. Peki neden bu istek? Ne var sarhoşlukta insanları çeken? Sarhoşluk dünyası hangi kapıları açar? Bu soruları cevaplamakta zorlanan ben, hepsini Şaraba ve Esrara Dair adlı Charles Baudelaire’in kitabında, tek solukta okuyarak buldum. Okurken kitabı, şarabı ve esrarı sanki yerde sürünen bir insana el uzatan başka bir insan gibi gördüm. Ama bu insanın sizi ayağa kaldırdıktan sonra yapabileceklerini tahmin etmek zor. İki farklı insanı gördüm bu kitapta… En uç ve en derin duygulardan biridir acı. Dünyamız acılarla var olmuştur, göz yaşları, yakarışlar, pişmanlıklar. Ama insanlığın acılara karşı en büyük silahı unutmaktır… Unutan insan kazanandır, umursamayandır ve huzura açılan en büyük kapıya ilk adımını atmıştır. Şu an, ben bu yazıyı yazarken bile milyonlarca insan kalbinin en derinlerinde hiç bitmeyecekmiş gibi bir acı hissediyor... Bitmeyen acıları, en büyük silahımız olan unutmakla bile vuramayınca farklı çözümlere farklı silahlara koşmuştur insanlık ve bu silahlardan biri de şaraptır . Charles Baudelaire’in dediği gibi “Yaşamın kavurucu tutsaklığı ve günlük rutinin içinde uykunun bile dindiremediği; acıları olan bir yığın insan için şarap şarkıdır, şiirdir. Dönüşümün, unutuşun anahtarıdır”(16) Unutmak mutluluksa, şarap da unutmaya giden merdiven gibidir. Ya da zindanda kalan bir tutsağın eline zindanın anahtarlarını veren özgürlükçü bir insan. Şarap bir anne kucağıdır, yağmurdan kaçan çocuklara kucak açar. Bu kucak öyle bir kucaktır ki oranın sıcaklığını ve huzurunu hisseder hissetmez, yağmur yavaşlar, güneş doğar. Güneş, ilhamdır ama sanatın başlayabilmesi için sadece ilham yeterli değildir, başka bir şeye daha ihtiyaç vardır. Güneşin açmasıyla beraber, gökkuşağı çıkar ve ihtiyacımız olan iki unsur gözlerimizin önünde belirir. Bu da ilhamın yanına verilen yaratıcılıktır. Bu ikisi birleşince yaratıcılığın yolunu açan farklı bir boyut oluşur. Bundandır sanatçıların şaraba koşması. Şarap üreticilikte yoldaştır insanlara, yardım etmeyi sever.İnsan sıkılır monotonlaşmış hayatından. Kaçış arar farklılık ister. Çünkü bilir ki her farklılık bir kazançtır. Bu kazanca ulaşmak farklılaşmak için şaraba koşar bazen. Bu kaçış öyle bir kaçıştır ki kısa sürelide olsa da değer. Şarap insanın dudağına değdiği an şarabın ve insanın oluşturduğu farklı kişilik ortaya çıkmaya başlar. Önce dudaklardan sonra kan damarlarından akan şarap somut ve biyolojik varlıktan akmaktan öteye geçer ve düşünen varlığın ruhunda da akmaya başlar. İnsan kendi varlığından çıkıp şarapla beraber üçüncü bir varlığı oluşturur. Bu varlık öyle bir varlıktır ki acıları unutmuştur , huzurludur ve yaratıcılığı üst seviyededir. Eski halinden eser kalmamıştır ve şarapla dost olup özgürlüğe doğru yol almıştır. Dünyadan sıkılıp kaçış arayan insanların tek durağı şarap değildir. Diğer durak da esrardır. Bu öyle uç bir duraktır ki, şarap gibi değildir. Bu madde dünyadan kaçmaktan çok kendinden kaçmak içindir. Bu kaçış insanı öyle duraklara götürür ki dönmesi zordur. Bu dünyada esrar seslerin rengi, renklerin müziği olur. Her şey farklılaşır Charles Baudelaire’in dediği gibi “ Önce, garip karşı konulmaz bir nesne sarar sizi. En sıradan kelimeler, en bayağı fikirler garip ve yeni görünüme bürünür”(32) . Zaman kaybolur, bir sonsuzlukta süzülür sanki insan, ama bu kaçış bir yerde son bulur ve tekrar insan yavaş yavaş kendi özüne döner. İnsana önce yardımsever bir insan gibi görünür esrar, düşen insanı ayağa kaldırır ve bir müddet sonra, insanı tuttuğu gibi düşürür. İnsana mutluluğu kolayca verir, neşelendirir, hayatı unutturur ve insan onu en yakın arkadaşı olarak görür. Fakat gerçekler acıdır esrarın etkisi bitince, insan sonsuzluğa doğru yola çıkar. Çünkü mutluluğa bu kadar kolay ulaşılabiliyorken neden çalışıp çabalamalıyım der. Gerçek dünyadan nefret etmeye başlar, dünya onun için bir çöplüktür artık, esrar varken, çabalayıp mutlu olmak gereksizdir. Bu hisler insanı çöküntüye götürüp gerçek dünyayla bağını koparır. Kopardığı an aslında bu insanın yardımseverlikten çok kurnazlık peşinde olduğunu anlarız. İnsan sıradanlaşan dünyadan bıkmıştır, yeni hisler ve yeni dünyalar tatmak istemektedir. Bu istek o kadar yoğunlaşmıştır ki, zindandan kaçmaya çalışan bir insanın masmavi gökyüzüne kavuşma isteğiyle yarışacak güce gelmiştir. Bu güç farklı iki maddeye şaraba ve esrara kişilik kazandırmıştır. Bu kişiliklere yardım almak için koşmuştur insan. Bazıları acılardan kurtulmak , bazıları ilham ve yaratıcılık, bazıları da kendinden kaçmak için. Ama bu iki insanın sağı solu belli olmaz, sonunda mutluluğa da ulaştırabilir, büyük bir çöküntü de yaşatabilir. Baudelaire,Charles. Şaraba ve Esrara Dair.İstanbul: Sel Yayıncılık, 2016
Damla Nur ÇETİNKAYA Bir Gün Daha Sona Erdi Çok değil, geçen haftaydı daha. Sınavdan çıkmıştım, telefonum durmaksızın çalmaya başladı. Duymamıştım olanları. Meğerse ben biyoloji sorularıyla cebelleşirken aileler yıkılmış, evlatlar kaybedilmiş, doğmamış bebekler katledilmiş. Bahsettiğim yer ne bir ülke sınırı ne de savaş alanı, maalesef ki Ankara’nın ortası. Son birkaç ay içerisinde üç patlamadan sağ kurtuldum, hatta İstanbul’a günübirlik gittiğimde olanı da sayarsak dört oldu. Dört kere, dile kolay… Geçen dönem Türkçe101 dersini alırken yazılarımdan biri bu dört patlamadan biriyle alakalıydı. Bu dönem öyle bir şey yaşamayacağıma o kadar emindim ki serbest yazılarımda umut verici, yaşam enerjisi sağlayacak konulardan bahsederim diye düşünüyordum. Ama çok erken davranmışım sanırım. Yine bir serbest Türkçe yazısı ve ben yine karamsar bir olaydan bahsetmek isterken buluyorum kendimi. Karamsar bir olayın yarattığı kara korku… Neden kara korku dedim, biliyor musunuz? Tabii ki bilmiyorsunuz. Hani çocukken basit korkularımız vardı, hatırlar mısınız? Evet, evet onlar. Karanlık, öcüler, bir korku filminde gördüğümüz canavar… Nedense küçükken daha hayatı öğrenmemişken korkulacaklar sadece onlardı. Onlar masum, çocukça ve beyazdı. Ama her gün evden çıkarken “Bugün sağ salim eve dönebilecek miyim acaba?” korkusu bence simsiyah. Hatta öyle bir siyahlık düşünün ki sonunu göremediğin dipsiz bir kuyuda aşağı düştükçe seni karanlığında boğan nefessiz bırakan siyahın en korkunç tonu. Keşke sadece kendimiz için korkabilecek kadar bencil olabilsek ama öyle bir noktadayız ki artık korkularımız etrafımızdakileri de sardı. Herkesten, her şeyden, herkes için korkar olduk. Bir baba düşünün korkuyla çocuğuna ulaşmaya çalışırken, bir anne düşünün sadece olabileceklerin ihtimali bile onu ağlatmaya yeterken. Peki, şimdi ben sorarım size bunları bir değil, iki değil her gün yaşarken bunu kara korku olarak adlandırmak ne kadar yanlış olabilir ki? Korkudan başka ne olabilir ki? Umuda yapılamayan yolculuk… Umut, insanı hayata bağlayan en önemli olgu benim için. Her zaman bir umudumuzun olması gerektiğini savundum. Ama şu an, oğlunu kaybetmiş bir babaya, kızını kaybetmiş bir anneye, kardeşini kaybetmiş bir ablaya ben bu cümleleri nasıl kurabilirim ki? Sadece otobüs bekleyen masum yakınlarını kaybetmiş insanlara umutsuz olmamalısınız diyebilir miyim, diyebilir misiniz? Tanımadığım insanların hayatlarını kaybettikten sonra gördüğüm fotoğrafları benim bile kalbimi dağlarken geleceğime dair umudumu parça parça yok ederken göz pınarlarıma baskı uygulayan gözyaşlarıma rağmen kurabilir miyim umutla ilgili herhangi bir cümle? Maalesef ki yapamazdım ben. Bu korkunç olayların üzerimizde bıraktığı karanlık korkuyla umudunuza tutunun demek gülünç ve saçma geliyor bana. Tıpkı “Kendine dikkat et.” demek gibi. Kendine nasıl dikkat edebilirsin ki böyle bir durumda? Belki de “Kendine dikkat et.” demenin altında da “Yaşayabilirsin, bunu yapabilirsin, sen hayatta kalabilirsin.” umudu vardır. Ben ne siyasetçiyim ne de ideolojilerle ilgileniyorum. Ben sadece ve sadece insanlarla ilgileniyorum. Benim için şu son birkaç ay içerisinde kaybedilen insanlardan başka daha önemli hiçbir şey yok. Kaybedilen koruyamadığımız insanlarımız beni bu kapkara korkuyaiten beni umutsuz kılan. Fark ettiniz mi bilmiyorum ama korku ve umut tamamen birbirlerine bağlı. Korku, umudu; umut, korkuyu yok edebilme kapasitesine sahip. Yağmur benim için her zaman çok anlamlıydı. Bu kara olayların ertesi günü de bardaktan boşanırcasına yağmur yağmıştı. Belki de artık doğa ana bile bize bir mesaj ulaştırmaya çalışıyordur artık topraktan tahtında oturup hiçbir şey yapamıyor olmak onun da canını sıkmıştır. Belki o da oğlunu kaybetmiş bir babanın, annesinin kanıyla kirlenmiş montuyla annesine ağlayan kız çocuğunun, kızını toprağa vermiş bir ailenin, iki ayrı patlamada iki arkadaşını kaybetmiş olan dostların, onu ziyarete gelen küçük kardeşini kaybeden bir ablanın yüreğine su serpmek, onları umutlarla sulamak, korkularından arındırmak istemiştir. İşte bir gün daha bitti, hiçbir şey olmamış gibi Türkçe ödevini yazdığım, sabah okula giderken “Acaba akşam aynı kapıdan içeri girebilecek miyim?” diye düşünürken baktığım evime döndüğüm, ilk fırsatta “Buradan gideceğim.” diye düşündüğüm, arkadaşlarımın kendi arkadaşlarının yasını tutarken “Ben bunları yaşamayayım, lütfen.” diye dua edip yalvardığım, “İyiyim.” demenin anlamsızlaştığı bir gün daha bitti. Kaybedilen insanlar hiçbir zaman dönemeyecekler, acıları onları tanımayanlar tarafından hatırlanmayacak ama olur da bir gün insanlığımızı yeniden kazanırsak belki bunlarda son bulur ne dersiniz?
Betül Özlem Yılmaz YAŞAMAK VE YAŞAMAMAK Yalnızlık, benim fikrime göre, bir insanı hem ruhsal hem de bedensel olarak en ağır şekilde etkileyen, yalnız olmasa bile kişinin kendi görüşüne göre değişen bir histir. Yalnızlık insanın yaşama sevincini ve duygularını da etkiler ve yalnız olan yani başkalarıyla hissettiklerini paylaşamayan bir insan arafta gibidir aslında. Olağanüstü Bir Gece öyküsünde ise zengin ve burjuva kesiminden olan bir adam ilk defa lüks yaşantısından çıkarak ve suç işleyerek ne kadar duygusuzlaştığını fark eder ve yaşama sevincinin, paylaşmanın ve diğer insanları mutlu etmenin muhteşem hazzını yaşar. Yaşam zaten duygulardan ibaret değil midir? Duygular, hissetmek olmadan yaşamak kavramı anlam bulmaz. Yalnızlık hissini de ancak duygularımız doğrultusunda hareket ederek ve insanlarla paylaşmanın ve empati kurmanın verdiği o muazzam hisle yok edebiliriz; başka bir ifadeyle yaşamımızı renklendirmek bizim elimizdedir. "Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar" (Zweig, 69). İnsanın kendini bulması ve ancak bu şekilde yaşamın zevkini ve empati kurmanın mümkün olduğunu özetleyen öykünün son satırlarıydı bunlar. Beni en çok etkileyen kısım kişinin yaşadıklarından ziyade sonradan yaptığı çıkarımlar ve bu sebeple bakış açısının değişmesi oldu. Her ne kadar o bahsedilen olağanüstü gecede kötü şeyler yaşansa da yaptığı çıkarımlarla hayatına anlam katması onun hayatındaki dönüm noktasıydı aslında. Zaten yaşadığımız kötü deneyimlerle bilinçleniriz ve geçmişe dönüp baktığımızda o kötü hatıranınyerini bilinçlenme ve çıkarımlarımız ne kadar bize olumlu olarak yansıdıysa o anıyı o kadar olağanüstü olarak nitelendiririz. Yaşama duyulan sevinç de bu öyküde görüldüğü üzere insanların önce kendini anlaması ve kendi benliğini bulması ile mümkündür ve böylelikle o kişi bütün insanları anlama kapasitesine erişebilir. Duygularımız bize hayatımız boyunca yön verir ve duygularımız bize neyin doğru neyin yanlış olduğunu hissederek öğretir. Hissetmeyi de öyküde de olduğu gibi bir olayın etkisi ile arttırabilir ve çıkarımlar doğrultusunda yaşama olan bağlılığımızı güçlendirebiliriz. O yüzden ben bu öyküdeki karakteri bir suç işlediği için suçlamadım; yaptığı tabii ki hataydı ama bunun farkında olduğunda hayatının yönünü tamamen değiştirdi. Bu olayın benzerini hayatımızın her köşesinde görebiliriz; bir iş görüşmesinde haksızlık yaptığında ya da sana yapıldığında, bir başarı elde ettiğinde yanında duran dostlarının sayısı azaldığında gibi olaylarda da insan aynı bu öyküdeki gibi bilinçlenir. Bilinçlenmek ve hayatımızda doğru yolu bulmak da duygularımızın bir ifade biçimidir. Yaşama bağlılığımızı duygularımızla yönetebiliriz ve güçlendirebiliriz. Ben hayatın olasılıklarının sonsuz olduğunu düşünüyorum ve bir gecede hayatımızın değişebileceğinin mümkün olduğunu da bu kitaptan sonra net bir şekilde anladım. Olağanüstü olasılıklarla dolu bu dünyada yaşamak ve yaşamamak arasındaki ince belirsiz çizgi arasında kalmak kadar da kötüsü yoktur. Hayatın olasılıkları bize farklı kapılar açar; biz kararlarımız doğrultusunda bizi mutlu ya da mutsuz eden seçimler yaparız. Hayatımızın her an değişebileceği o dönüm noktası ise hiç beklemediğimiz anda görünmez bir kapı gibi gelir; insana bir seçim gibi değil de bir fırsat ya da şans gibi gözükür. Dönüm noktası bir kişi de olabilir; sıkıntılı günlerin ardından huzuru onda bulursunuz. Bir sevindirici olay da ani bir şekilde sizi şaşırtıp mutlu eder hatta belki de bu olay sayesinde şehir ya da ülke değiştirip hayatınızı bile değiştirebilirsiniz. Dediğim gibi hayat olasılıklarla dolu bizi sarmalayan çember gibidir; anlık kararlar da bazen beklenmedik sonuçlar verebilir. Yalnızlık bana göre göreceli bir kavram çünkü duygularımızı kaybetmeden yaşama bağlı bir şekilde yaşarsak ve her anımızı güzel değerlendirirsek bütün insanlarla anlaşabiliriz. Yaşama bağlı olan bir insan kendi benliğini bulmuş insandır ve bu doğrultuda hareket ettiği sürece hayattaki hiçbir şey ona zulüm gelmez aksine zorluklar onu daha da kamçılar. Yaşama sevincimiz bizi biz yapan bir unsurdur ve yalnızlık duygusuyla savaşmak için en temel yol duygularımızın peşinden gitmek ve hayatın her zaman insanın karşısına yeni sürprizler çıkardığının bilincinde olarak hareket etmektir. Öykü: Zweig, Stefan, Olağanüstü Bir Gece, 1922 Resim: Gogh, Van, Yıldızlı Gece, 1889
Ayşe Yağmur Topal 1 ŞEFFAF DÜĞÜMLER İç$n$ze an$den gelen melankol$y$ ve p$şmanlıkları nasıl susturab$l$r$z? Keşkeler$m$z$ ve belk$ler$m$z$ d$nlemey$ bırakıp cesur adımlar atmayı ne zaman başarab$leceğ$z? Bugün oturdum ve bunu düşündüm. Hayatın bana yükled$ğ$ ağır sorumluluklar, göster$şl$ hayaller ve yanlış seç$mlerden daralan ruhumu d$nled$m. Gerçekten de farkına vardım k$ evrende başkası tarafından yaşanması gereken b$r hayatı üstlenm$ş$m. Yürürken adımlarımı saymayı, kaldırım kenarlarında cambazlık yapmayı, kend$m$ açıklamak zorunda kalmadan sadece $nsanları d$nlemey$, yalnız başımayken söyled$ğ$m şarkıları dışarıda da bağırarak söylemey$ ve ben$ k$msen$n duymamasını $st$yorum. Çok fazla küçük şey $st$yorum ama büyük ve yorucu h$çb$r şey $stem$yorum. Neden hayaller$m$z $ç$n çıktığımız bu yolda tüm ışıltımızı ve yaşama2 sev$nc$m$z$ feda etmek zorundayız k$? “Sıkıcı f$lmler, berbat serg$ler, çılgın $nsanlar; bunlar hakkında konuşurken mutluydu” (R$ley 71). Zorlanmadan b$z$ akışına çeken, çabasız ve küçük yaşanmışlıkların değer$n$ ve eks$kl$ğ$n$ daha da çok anlıyorum büyüyüp hayat bana gerçek yüzünü gösterd$kçe ve kurallarını fısıldadıkça. Sank$ heps$ b$rer kum tanes$ne dönüşüp kaybolmadan anılarımda saklanıyorlar ama varlıklarını unutmaya mahkûm ed$l$yorum. Hâlâ gerçek b$r $nsan g$b$ h$ssedem$yorum k$ üstleney$m tüm get$r$ler$n$ hayatın. Çocukluk ve yet$şk$nl$k arasında sıkışmış ama asla genç olamamış g$b$y$m. Sank$ bu aralık da yıllarla b$rl$kte değ$şecek ve ben asla kend$ yaşım g$b$ h$ssedemeyeceğ$m. Dışarıdan güldüğüm ve tatlı göründüğüm kalabalık b$lseyd$ acaba en büyük düşmanı olduğumu, y$ne de dah$l eder m$yd$ ben$ $ç$ne? Yaşadığım gerçekl$k, gösterd$ğ$m gerçekl$k ve $sted$ğ$m bas$t yaşantı d$z$s$ arasında araftayım ve $stems$zce hatalı seç$mler$m$n ben$ get$rd$ğ$ bu noktadan kurtulmak $ç$n her türlü r$sk$ göze alab$leceğ$m günü bekl$yorum. Pembe reng$n$n önem$n$ yeter$nce kavrayamıyoruz bence. B$r dönüm noktası aslında pembeye $hanet ed$ş$m$z ve onu çocukluğumuza emanet ed$ş$m$z. Sank$ pembeyle b$rl$kte yaşama karşı olan koşulsuz bağlılığımızı, sade mutlulukları, özgün ve cesur k$ş$l$ğ$m$z$, kısacası olduğumuz ve bunu söylemekten korkmadığımız b$r gerçekl$ğ$; olmayı $sted$ğ$m$z veya olmak zorunda h$ssett$ğ$m$z gerçekl$ğe değ$ş$yoruz. Öyles$ne koşuşturma $ç$nde yaşıyorum k$ bazen, hapsolduğum döngünün ben$ ben yapan ve yüzümde tebessüm bırakan şeyler$ yok ett$ğ$n$ fark b$le edem$yorum. Aklıma geld$kler$ ve $ç$m$ l$me l$me eden o p$şmanlık ve özlem$ h$ssetmeye başladığım andaysa sank$ aramızda saydam b$r perde oluyor, her şey çok net ve tanıdık ama tekrardan sah$p olab$lmem $ç$nde b$r o kadar uzak ve er$ş$lmez. Dokunab$lmey$, ger$ çağırab$lmey$ her şeyden çok $stesem de naf$le. B$l$yorum ne geçm$ş$ ne de geçm$ştek$ kend$m$3 ger$ get$reb$l$r$m ama y$ne de hayatın b$r yerlerde yen$den başlaması umudu ben$ zamanın sank$ geçmey$ b$lmed$ğ$ o günler$n hasret$ne yakın tutuyor. Bu kadar hayallere ve başka $nsanlara odaklanmışken nasıl da unutuyoruz ama kend$m$z$! Kend$m$n bana karşı olan fedakârlığının farkına vardığım zamanlarda, ruhuma çekt$rd$ğ$m bunca ez$yet yüzünden saatlerce kend$me sarılasım ve saçlarımı okşayasım gel$yor. Başkalarını kırmamak $ç$n uğraştığım ve yorulduğum kadar kend$m$ önemseseyd$m hayat gerçekten üm$t ver$c$ olab$l$rd$. Aman başkalarına batmasın d$ye kend$me sapladığım hançerler$n açtığı kapanması $mkânsız yaraları taşıyorum üzer$mde arma m$sal$. Fazla $nsanla $let$ş$m hâl$nde olmak gerçekten de çürütüyor ruhumu. Sank$ gelen g$den b$r darbe vurup kaçıyor da yarattığı tüm acıyla mücadele etmekten ben tüken$yorum. Bağırıyorum evet ama ses$m çıkmıyor k$ ruhumun boşluğunda! Her ne kadar sebeps$z mutluluğun varlığı bu kadar uzak gözükse de $nsan bu $şte, b$r şek$lde umut ed$yor h$ç görmed$ğ$ gökkuşağının tepes$ne pat$ka kurup yaşamı mümkün kılab$leceğ$ne. Belk$ de heps$ gerçekten büyümen$n b$r parçasıdır. Büyümek budur belk$ de! Yaş kazanırken yaşamayı kaybetmek… Beyazlaması gerek$yordur belk$ de saçların gerçekten, gün geçt$kçe kararan ruhumuzda aydınlığa kavuşab$lmem$z $ç$n. Mutluluğun yavaşça kaybolmasını görmem$z gerek$yordur belk$ de yen$den keşfedeb$lmek $ç$n. A$t olduğumuz yerler$ terk etmem$z gerek$yordur belk$ de öz a$d$yet$m$z$ bulab$lmem$z $ç$n. Her ne kadar güneş h$ç doğmamış g$b$ görünse de belk$ de h$ç batmadığının, sadece $ç$m$z$ ısıtacak ışığını fark etmem$z gerekt$ğ$n$n b$r $şaret$d$r ruhumuzu çökerten tüm bu yaşanmışlıklar. Yaşamak ağrısı varlık sebeb$d$r çünkü umudun haf$fl$ğ$n$n. İnsan olmak da bu değ$l m$d$r zaten? Çares$z körlüğe rağmen evren$n b$zden sakladığı tüm büyülü ışıltıları göreb$leceğ$ hayal$yle yanıp tutuşmak ve ne olursa olsun h$ssedeb$lmen$n kudret$ne sadık kalmak…4 KAYNAKÇA: • R$ley, Gwendol$ne. Hayaletler(m. Türk$ye İş Bankası Kültür Yayınları. 2023. Baskı. • Bergman, Ingmar. Persona. 1966. Res$m.
Zeynep Hüma KARAPINAR HAYATIMIN ÖZNELİĞİNE ADIM Hayatımda yaptığım seçimler, verdiğim kararlar ve başıma gelen olaylar beni şu anda olduğum noktaya getirdi. Bazen başıma gelenleri kendim seçtiğimi düşündüm bazense sadece yolculuğumun bir parçası olduklarını kabul ettim. Ama şunu biliyorum, ne şekilde olursa olsun bir zamanlar yaşadıklarım beni bugünlere getirdi. Bugünkü düşünce yapımın ve hatta hayata bakışımın arkasında yaşadıklarım var. Bu yüzden de benliğimin büyük bir çoğunluğunu deneyimlerime borçluyum aslında. Her ne kadar çoğu olay benim kontrolümde olmasa bile hayatımın büyük bir kısmına kararlarımla yön verdiğimi biliyorum. Eskiden başıma gelen her zorlukta önce şikâyet etmeye başlıyordum. Şikâyet ettikçe işin içinden çıkamıyordum. Gittikçe kendime sinirleniyor ve karşılaştığım zorlukların hiçbirini çözemiyordum. Zaman geçtikçe bu durumun neden kaynaklandığını anladım. Daha önceden hayatımın kontrolü tam olarak benim elimde değildi. Belki küçük olduğumdan belki de tam olarak olgunlaşamadığımdan. Nedenini tam olarak kestiremesem de kendi hayatıma yön verememenin acısını çok iyi hissedebiliyordum. Çünkü hayatımı tam anlamıyla yaşıyor gibi değildim de sanki savruluyor gibiydim. Böyle olunca da hayatımdaki ana karakter olamadım uzunca bir süre. Yaşadıklarımın hesabını başkalarına sormaya çalıştım. Onlara ceza kestim zihnimde kendimce. Uzunca bir süre böyle devam etse de birkaç sene önce bu durumun farkına varmaya başladım. Hayatımın iplerini elimde tutmak istediğimi anladım. Bu yüzden de düşünce yapımı değiştirmeye başladım. John Everett Millais’in Ophelia isimli tablosunda kendini suya bırakmış ve muhtemelen de hayatına son vermeye çalışan Ophelia isminde bir kadın var. Üstelik etrafında birçok güzellik barındıran bir yerde yapmaya karar vermiş bunu. Bu tabloya baktıkça eski hâlim geliyor aklıma. Hiçbir şeyin kontrolümde olmadığını düşündüğüm ve hayatıma yönveremediğim o zamanları hatırlıyorum. Etrafımda fark edilmeyi ve yaşanmayı bekleyen birçok şey olmasına rağmen boğuluyordum ben de hayatımın içinde. Yapacak hiçbir şeyim yokmuş gibi hissediyordum. Hayatımda yaşanacak onca güzel şey varken onların farkına varamıyordum. Gittikçe kendimi daha kötü ve tükenmiş hissediyordum. Bu yüzden de Ophelia’yı eski düşünce yapıma benzetiyorum aslında. Sürekli başına gelenlerden dolayı şikâyet eden ve yapacak hiçbir şeyi olmadığını düşünen o hâlimi hatırlıyorum tabloya baktıkça. Sonu gelmez bir bunaltı hissettiğim ve hayattan zevk alamadığım zamanları anımsıyorum. Gittikçe tükendiğim o zamanları… Büyüdükçe hayatımın kontrolünü elime almaya başladım. Verdiğim kararların ve yaptığım seçimlerin hayatımın gidişatında büyük bir etkisi olduğunu biliyorum artık. Kendi seçimlerim sonucunda başıma gelen bir şeyden dolayı zorlansam bile bu durumdan keyif almayı başarabiliyorum. Çünkü içimde bunların hepsinin sorumluluğunu alabilmenin verdiği bir ferahlık var. Belki de yetişkinliğe böyle adım atılıyordur. İnsan yaptıklarının sorumluluğunu aldıkça ve hatalarının bedelini ödedikçe olgunlaşıyordur. Her ne kadar ilk başta bu durum bana şikâyet etmekten ve sorumluyu başka bir yerde aramaktan daha zor gelse de tam anlamıyla yaşadığımı bu şekilde hissedebiliyorum. Yaşadığım en büyük farkındalıklardan biri kendimi hayatımın öznesi yaptığımda gerçekleşti. Kararlarımın sonuçlarına katlandığımda eskiden olduğumdan daha mutlu olduğumu anladım. Çünkü en kötü seçimin bile hiç seçim yapamamaktan daha iyi olduğunu biliyorum. Başıma gelen olaylar karşısında Ophelia gibi kendimi bırakıveresim gelmiyor artık. Şikâyet etmiyorum yaşadıklarımdan dolayı. Sonucu ne olursa olsun kararlarımın sorumluluğunu alabiliyorum. Zorlansam da bunun kendi seçimim olduğunun farkında oluyorum. Bunu kabullenmek her ne kadar zor olsa şunu anladım büyüdükçe. Hayatımın sorumluluğunu almak onu yan karakter gibi yaşamaktan çok daha zor ve zahmetli. Ama ne olursa olsun kendi seçimlerimle yaşadığımı bilmek beni inanılmaz rahatlatıyor. KAYNAKÇA Millais, John Everett. Ophelia.1851-1852, Tate Britain, London.
Elif Gülendam Değirmenci Hey Şizofreni Bizimle Değilsin! “En verimli çağımızda insanı şizofren yapıyorlar” der bir deli 40 Şizofrenden 1 Öykü kitabında. Hakikatten de en verimli çağınızda şizofren olabilirsiniz. Bunun zamanı yok ki canım; bir bakmışsınız yanınızdaki arkadaşlarınızın hepsi hayaliniz oluvermiş “bilirkişiler”e göre. Şizofren etiketini almanız bir saat; reçeteye ilaçlar yazdırtmak ise on beş dakika. Kim şizofren olmak ister?! Kimse sizin neden şizofren olduğunuzu sorgulamaz, ama sizden korkarlar. Bence, kendi hastalıklı düşüncelerinden korksunlar! İnsanlar seni küçükken kırmış, senin işe yaramaz olduğunu sana inandırmış, belki de hiçbir zaman yaşamaman gereken şeyleri sana küçükken yaşatmış, kısacası küçükken seni önemsememiş olmalarının ardından, yine aynı kişilerin güya iyilik(!) olsun diye seni doktordan doktora götürmeleri ve tüm bu sıkıntılarının yalnızca ilaç ve tedavi ile geçeceğini sanmaları gerçekten oldukça ironik. Belki onlar-şu şizofren denilenler- küçükken yalnızdı; büyüyünce yalnızlığı kendileri seçtiler. Hayatlarını bu sefer kendi istedikleri gibi yaşamak istediler. Kim bilir? Olamaz mı? Şizofren değilim ki; bilemem işin gerçeğini. Şizofreni olmak isterdim aslında…Yalan da söyleyemem. Sanki şu an, hangi insan gerçek hangi insan sahte ayırt edebiliyor muyum? Bunu duysa annem, ne kadar endişelenirdi kim bilir benim hâlimden? Hemencecik korkuyla ‘aman Allah korusun’ deyip; tahtaya da vurabilirdi. Allah beni şizofreniden değil kötü insanlardan korusun annecim, derim ona henüz cümlesini bitirmeden. Şizofreni korkulacak bir şey değil. Hem neden korkmamız lazım ki bu hastalıktan? Biz “normal” insanlar çok mu güveniliriz? Savaşlar, kavgalar, cinayetler… Çok mu sağlıklı kafalardan çıkan düşünceler cidden? Korkmamız gereken onların hayal dünyası mı yoksa gerçekte korkulması gereken onları bu aşamaya kadar getirecek kötülüğü yapan diğer insanlar mı? Okay Uludok‘un 40 Şizofrenden 1 Öykü kitabını okumaya karar verdiğimde bile ailemden birazcık kinayeli sözler işitmiş; biraz da onların garip bakışlarına maruz kalmıştım. Neden merak etmemeliyim ki şizofreni hastalığını ve hastalarını? Bu hastalık bulaşıcı; hastalar da öcü değil ki yahu. Hem bulaşıcı olsa ne olur? Biraz da farklı dünyalarda yaşarız, fena mı? Bakın; hem şizofreni hem de yazar olabiliyormuş insan, sevgili anneciğim ve babacığım. Biz, akıllıyken yazar olabildik mi? Daha “akıllı” geçinen biz insanlar bile kendi dünyamızı, yaşantımızı kâğıda dökemezken, o, kendi şizofren dünyasını; kısa öyküleriyle harmanlayarak anlatmış bize. Ne güzel! Biraz biz ‘normal’ denen insanların gerçekliğini anlatırken biraz da kendi şizofrenik gerçekliğine pay vermiş hikâyelerinde. Kendine birçok ödül ve saygınlık kazandırmasında hatırı sayılır rolü olan komik de bir üslubu var ayrıca. Kendiyle, hastalığıyla dalga da geçebiliyor. Hey şizofreni bizimle değilsin! Beyinleri, algıları, doğruları farklıdır şizofrenlerin bizimkinden. Onlara ‘düzgün davran’ diyemeyiz ki! Kime göre, neye göre düzgün olmalı şimdi bu? Evet, neye göre düzgün ve kime göre normal? Şizofrenlerin algılarını, beyin yapılarını ve gördükleri hayal perdesi içindeki gerçekliklerini hep merak etmişimdir. Tam da bu işte: “hayal perdesi”… Bana öyle gelir ki onlar, hayatın sıkıcı ve tek düze – bir anlamda başkaları tarafından ya da görünmez bir el tarafından dayatılan- hâlinden muazzam bir beyni kontrol etme gücü sayesinde sıyrılmak için mücadele veriyorlar. Ve hayal perdesi denen – kendilerinin dizayn ettiği- bir hayat kalkanıtaşıyabilen kahramanlar onlar. O kahramanlar ki, hayata ve tekdüzeliğe beyin sinyalleri ile kafa tutup benzersiz ve sadece kendilerine ait bir dünyayı sadece kendilerine inşa ediyorlar. Ve kendi şaheser hayat öykülerini yazıyorlar. 40 Şizofrenden 1 Öykü kitabının son satırlarını okurken bir anda benim de hayal perdemin aralandığını hissettim. O an dedim ki kendime, “Kendi öykünü yazabilmek ve hayatının iplerini elinde tutabilmek için beyninin gücüne, beynini harekete geçiren cesur yüreğine inan. Şimdi, öykü zamanı!’ Kaynakça: Okay Uludok. 40 Şizofrenden 1 Öykü. İstanbul: Doğan Kitap, 2016
Yağmur Uzunoğlu İNSAN: KURTARICI VE CELLAT “aynadan sor senin kurtarıcının adını…” (Ferruhzad, 2015) Kadın, kadınlar… Bir getto düşünün, sınırları gözle görülmeyen, bir getto düşünün ki yüzyıllar boyu süregelen. Biz, kadınlar bu arafta sıkışıp bize biçilen kıyafetlerin ağırlığı altında eziliyoruz. Diretilenler dışında inanmaya, öğretilenler dışında anlatmaya, izin verilmeden konuşmaya hak verilmeyen ikinci sınıf yaratıklar olarak görülüyoruz. En gelişmiş ülkelerde dahi patrimonyal düşünce yapısı tamamıyla silinemedi ancak kafesler altın rengine boyandı. Antik çağlardan beri bir gelişim mutlaka kaydedildi ama kadın hiçbir an erkeklerle eşit seviyede görülemedi. Kadın sistem içinde mağlup görülmesine, mağlup hissettirilmesine rağmen bazı sesler var ki tüm dili bağlanmış kadınların sesi olmuştur. Şimdi bir kadın düşünün, hem de Doğu’nun ruhundan üflenmiş olsun ruhuna, kim derdiniz? Furuğ Ferruhzad yüzyılların sessiz çığlıklarının düğümünü çözmeyi başarmış, altın kafesini kırıp özgürlüğüne uçmuş bir şair, düşünür, yaşar… Bugün İranlı Kadın Fotoğrafçılar sergisini gezerken her fotoğrafta biraz Furuğ kokladım, Furuğ kadar derin hissettim kadın yaralarını! Şiirlerine rastladığım bu sergide İranlı kadınların, özellikle sanatçı kesiminin, Ferruhzad’ın düşüncelerinin etkisinde kalıp çiçek açmalarına şahit oldum.Özellikle Orta Doğu ayrımcılığın beşiği olarak filiz vermesi muhtemel tüm ince ruhları katılığı ve ağırlığıyla bir bir ezmeyi başarmıştır. Peki, tüm bu müşkülat içinde yetişmeseydi Furuğ, onun sahip olduğu, geçmişte ve bugünde kimsenin oturamadığı taht boş kalmaz mıydı? Yüzyıllar boyu uygulanmış ve berdevam bu ayrımcılığı mumlamam imkânsızsa da boğuntu ve usancın altında ezilmemiş olmayı, rahat içinde yetişmiş işlevsizliğe nazaran daha erdemli buluyorum. Bugün insanlık nispeten daha rahat soluk alabilmekte ancak bu topluma yararlı olabilecek bir üretim sürecinin üzerini pamuktan bir yatakla örtüvermiş bir rahatlık. Bir cinsiyet ayrımına dahi gidilmeksizin, duygu ve yaratıcılıktan uzaklaşmış bir düzen içinde bireysel ya da toplumsal hiçbir doğrunun ve iyinin düşünülmediği ve geliştirilmediği pamuktan bir yatak üzerindeyiz. Kalkmaya niyetimiz olmaması ise açık ve vahametli! Bugün sergiye gitmeden evvel sosyal medyada gördüğüm bir yazıyı hatırlıyorum şimdi kendime düşünme alanı yarattıkça: “Dünyayı kadınlar kurtaracak.” Buna inanmak demek, bunainananların olması demek, arketipinde yaratmayı, sahiplenmeyi ve kurmayı hem taşıyan hem aktaran bir türün varlığının ve eşitliğinin kabulü demektir. Ben kadınlara uygulanan bu ikiyüzlülük ve sinsice yaklaşımın bir aynası değilim ve bunu reddedeceğim, bu yüzden diyorum ki dünyayı insanlık kurtaracak! Kadın naifliğiyle, kadın anaçlığıyla ve kadın gücüyle yazılmış o iki satırda Furuğ kurtuluşun insanın kendisinde olduğunu söylüyor. Kaba saba kadın-erkek ilişkilerinin tam göbeğinde yetişmiş ve olgunlaşmış bir kadın olmasına rağmen o, ezilmişliğin getirdiği kompleksle kadını üstün tutmuyor erkekten. Ben bu düşünceyi sonsuza dek mumluyorum, aynada gördüğüm yüzden başkasından medet ummayı reddediyorum. Kadını erkekten, siyahı beyazdan, işçiyi yöneticiden ayıran çizgiyi ortadan kaldıracak olan silgi, insanlığın üstün amacını gerçekleştirecek olan kalemin arkasında. Aydınlanma Çağı’na adını veren düşüncelerin ışığını kapatan insanlığın ta kendisi bence… Bugün mumlarla, meşalelerle o düşüncelerin izi sürülmeli, varlık olmaktan ötesine gidebilmek için. Kadınlar çıkmalı gettolardan, erkekler çıkartmalı kadınları gettolardan, insanlar yıkmalı görünen görünmeyen bütün sınırları, Dünya’nın yuvarlağında sonsuz kez tur atılabilir, binlerce insanla konuşulabilir, aydınlatabilir biri diğerinin karanlık odasını, elinden tutabilir bir siyah bir beyazın ve bir dünya kurtarılabilir uğratıldığı bozgundan. ‘Günün en karanlık zamanı şafak sökmeden öncedir.’ Kimin söylediğini bilmeden hatırlatırım sıkça bu mottoyu kendime ama bugüne dek hep bireyci yaklaştığımı anlıyorum. Bugün tüm dünya için haykırmak isterdim, kendim dışında bir insanı bu cümleyi haykırması için ikna etmek isterdim, bugün söndürdüğümüz ışıkları daha kuvvetli yakmak isterdim içimizdeki ateşle. İnsanın varlık olmaktan çok daha fazlası olduğu bilinen bir gerçektir peki, insanı hayvandan ayıran sadece zekâsı mıdır? Toplumsallaşabilme zekânın da bir adım ötesinde değil midir?Kadını erkekten ayıran zekânın önüne, toplumsal varlığını sürdürebilme yeteneğini koyamaz mıyız bugün? Dünyanın kendisinin bir toplum olduğunu bugün anlayamaz mıyız? Bugün bizi içine düştüğümüz kör kuyudan kurtaracak olanın sudaki suret olduğunu anlayamaz mıyız? Düşünmekle başladı her şey, düşünerek bir düzen yaratıldı, sürdürüldü, yıkıldı, aydınlandı ve karanlığa gömüldü, bir sonraki adımı düşünmenin zamanı geldi? Zamanın zincirlerinden kurtulup zamana koşumları takmanın vakti tam da şimdi! Kaynakça Ferruhzad, F. (2015). Yaralarım Aşktandır. (H. Hüsrevşahi, Çev.) Totem. Goli, N. (2015). Untitled. İranlı Kadın Fotoğrafçılar. Cernmodern.
Paranın Hâkimiyeti Zenginlerin daha zengin olup fakirleri içinde bulundukları durumdan kurtarmaları mümkün müdür? Bana göre tabii ki de mümkün değildir. Çünkü bazı zenginler büyük ihtimalle paralarını durumu onlardan kötü olanlar için harcamaktansa kendilerine harcamayı tercih edeceklerdir. Bu söylediklerim kesinlikle herkes için geçerli değildir. Kısacası sözüm meclisten dışarı. Elbette ki bu söylediklerime uyanlar da var uymayanlar da. Belki de bahsettiğim bu durumun günümüze kadar büyüyerek gelmesi yani yardım etme hissinin giderek kaybolması ve zenginlerin daha zengin olmak istemesi. Bana göre sonumuzu kendi ellerimizle hazırlamaktan başka bir şey değildir. Gittikçe toplumsal eşitsizliği arttırıp insanlığımızı kaybetmemiz beni her geçen gün daha çok korkutuyor. Hatta kendimize hayat felsefesi olarak edindiğimiz bana dokunmayan yılan bin yaşasın sözü bizi o kadar güzel tanımlıyor ki. Bütün bunların olması ve bizim bunları görmemezlikten gelmemizin en büyük nedeni bence aç gözlülüğümüzdür. Hep daha fazlasını hep daha iyisini ve yenisini istiyoruz. Sürekli tükettiğimiz hâlde bir türlü doymuyoruz. Mesela kendimde hoşuma gitmeyen bir özelliğim de budur. Sadece istiyorum ama istediklerim için en ufak bir çabam ve emeğim yok. E durum böyle olunca isteğim şeyi elde ettiğim anda aslında istediğimin o olmadığını fark ediyorum. Örneğin makyaj malzemesi almaya bayılırım. Hatta bazen ihtiyacım olmadığı hâlde bile kendimi makyaj ürünleri alırken buluyorum. Hâlbuki ona vereceğim parayla gidip başkasının ihtiyaçlarını gidersem ya da gidip bir iki paket kedi ve köpek maması alıp sokak hayvanlarına versem daha iyi olmaz mı? Benim gibi olanlar da biraz olsun bencillikten kurtulup başkalarına yardım etseler belki de dünya umduğumuzdan daha iyi bir yer hâline gelebilir. Bu sayede belki de var olan eşitsizlik ve sefaleti az da olsa azaltmış olmaz mıyız? Diğer bir taraftan ise artık insanların sözü değil de paranın sözü geçmeye başladı. Ekonomik durumlarımıza göre bölünüp ona göre muamele görmeye başladık. Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına Mıdır? kitabında ünlü düşünür Adam Smith ne kadar da güzel bir şekilde anlatmış içinde bulunduğumuzdurumu “Zengin ve güçlü olanlara hayranlık duyup onlara neredeyse taparken, fakir ve muhtaç durumdakileri hor görme veya en azından görmezden gelme eğilimi ahlak anlayışımızı çökerten en büyük ve en yaygın nedendir”(3). Kişi ne kadar kötü, ahlaksız ve karaktersiz de olsa zenginse eğer bunların hiç biri görülmüyor. İyi insanları ekonomik durumları yüzünden değer vermiyor ve görmezden geliyoruz. Aslında kendimize yaptığımız en büyük acımasızlık bu olsa gerek. Evet, para tabii ki de önemli bir şey. Hayatımızı sürdürebilmemiz, yaşamamız için gerekli ama bizim parayı yönetmemiz lazım paranın bizi yönetmesi değil. Eğer para bizi kontrol etmeye başlıyorsa işte burada bir terslik var demektir. Çünkü merhametimizi ve benliğimizi kaybettiğimiz andır kontrolü paraya verdiğimiz zaman. Şimdi asıl önemli olan nokta zenginlerin fakirliği azaltması ya da en aza indirmesi demiştik. Peki, dünyada ekonomik durumu çok üst düzeyde ülkeler var. Fakat neden onlar Afrika’daki açlığı bitiremiyor ya da genel olarak fakirliği azaltamıyor. Çünkü o zaman birilerinin ekmeğine tereyağı ve bal süremeyeceği için. Ne yazık ki kapitalist sistemde hep birileri fakir ve aç olmak zorunda ki zenginlerin karnını daha çok doyurup onlara daha çok para kazandırmak için. Bu nedenden ötürü fakirlik hiçbir zaman bitmeyecek ve bizim hayallerimizi süsleyen eşitlik hiçbir zaman var olmayacak. Ancak paranın değerini kaybettiği zaman fakirlik ve zenginlik kalkacak ve işte o zaman eşitliği ve insan olduğumuzu anlayacağız. Çağrı Yasmin ÇABUK Kaynakça Zygmunt Bauman. Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına Mıdır? 1. Basım İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014.
Dilara TUNCEL İNSAN ÜZERİNE VE ÜZERİNDEN ÇIKARIMLAR Ne denli karmaşık bir olgu insan olmak? “İnsan olmak: kalkışmak.” (Batur 2019, 93). İnsan olmak haykırmak, kaçmak ve kaybolmak evrenin kayıtsızlığında ve hayatın deviniminde. Tüm ruhsal eksikliklerimize ve eğikliklerimize rağmen yaşamaya devam etmek... Tüm negatif eylemleri ve düşünsel suçları bir kenara atarsak... Yok, atamadım. İnsan olmak ilginç şey! Ruhlarımız gıcırdıyor çağ atladıkça, daha da şiddetle ve uyuz edici bir tınıyla hem içimizi hem toplumu huzursuz ediyor. Hınç doluyoruz, kin kusuyoruz, nefretle kol kola geziyoruz. Böylece ruhumuzu kanser ediyoruz. Kan seviyoruz. Mesela “Toprak insan eti istiyor.” (Batur 2019, 96). Öldürüyoruz bedenleri ve umutları. Gömüyoruz cesetleri ve arkada kalanları. Çalıyoruz emeği, bozuyoruz dengeyi, kırıyoruz kalpleri. Mayın tarlalarında şans oyunları oynuyoruz. Soyut ya da somut, patlıyor içimiz. Bazen ağır geliyor yükler, uğultulaşıyor tüm sözler, üstümüze çöküyor dünyanın tavanı, atmosferde boğuluyoruz garip bir şekilde. Sonra çıkıyoruz sabrın yörüngesinden, yerin çekiminden de kurtuluyoruz. Böylece kendi uzayımızda uzaylıya dönüşüyoruz. Geri kalmaya mahkûm bireyleriz. Geri kalmamak için çabalıyoruz ama bu çaba her seferinde yolun başında tükürüyor bizi. Zamanı küçümsüyoruz o bizi iyice ve zalimce büyütürken. Anın farkına varmadan geçmişin acısında geleceğin telaşında bambaşka mahluklara dönüşüyoruz. Odak noktamız çok uçlara kaymış, öyle ki dibimizdeki uçurumu ve oradan düşmek üzere olduğumuz gerçeğini bile idrak edemiyoruz. Sevgiyi sığlaştırıyoruz, kulaklarımızı sağırlaştırıyoruz güzel sözlere; ümidi tozlandırıyoruz, merhameti çoktan yok ettik! İyi olan ne varsa kirlettik ve böylece kirlendik. Varoluş sancısı, kimlik krizi, depresyon, nihilizm... Bunca terimin sıradanlaşması, sıradanlaştıkça canımızı daha da acıtması... Hayal kurmayı yasaklayan, bozuk ve yıkılmaya mahkûm bir sistemin çarklarından biriyiz sadece. Üstümüze üstümüze yıkılan duvarlar inanç törpülemekten başka neye yarar ki? Hayal kırıklıkları çukurunda mahsur kalanlara bir ip salan çıkmaz mı? Bozuk bir sistem kendi kendini yok etmez mi, e hani? İşte geç kalmış yok olmalardan bir örnek. Bazen yok olmak da gerekir. Yine de var olmak kıymetlidir. Sürpriz bir aforizma kutusundan çıkmışçasına... Sancılara ve sanrılara rağmen iyi olmaya çalışabilmek... İşte budur insan olmak! Dün olduğumuz kişiden daha iyi birine dönüşmeyi dilemek, bunu eyleme dökmek için çabalamak ve başarısız olunsa da devam etmek. Ne de olsa hisler ve düşünceler bizi hep itecek bu yöne doğru. Bu yönde bizi hep bekleyecek yeni zorluklar aşılmak dileğiyle. Yeterince aşıldıklarındaysa yeni bir çağ başlayacak hem içimizde hem kürede. Küre... Mavi, yeşil, beyaz, yanmakta, donmakta, dönmekte. Devinim... Yine... Cisim sevgisi, su döngüsü, evren sarmalı, anlam çıkmazı... İnsan kürede. İnsan suda. İnsan ormanda. İnsan yangında. İnsan karda, kışta. Yürüyor hep, genelde ileriye. Arada arkasına bakıyor, bazen uzaklara dalıyor. İnsan bu, kararsız. İçi kararıyor, bazen yeşeriyor. Çiçek oluyor. Kuş oluyor. Neşe oluyor. Bazen suçlu, genelde çok suçlu oluyor. En suçlu oluyor. Batırıyor bir şeyleri: Denizleri kirletiyor, havayı bozuyor, öldürüyor, yakıyor. Gömüyor somut şeyleri toprağa ve soyut şeyleri kalbine. Toprak o hâlde kürenin kalbi midir? İnsan hem suçlu hem kurban. İkilem doğuruyor sürekli. Sürekli çeşit çeşit kısır döngüye giriyor. Bundan haz mı alıyor? Meçhul. Buna eğilimli, kesin. Buna alışkın, şüphesiz. Bunca şeye rağmen insan, varlığını ve insanlığını yitirmemek için elinden geleni yapıyor. Yitirdiklerinden öğreniyor ve yitirmekten korktuklarını kolluyor. Bazen çok içgüdüsel hareket ediyor, bazen mantığıyla savaşıyor. Genelde iç savaşında kazanan da kaybeden de oluyor. İnsan kalkışıyor bir şeylere. Bir şeyler kaldırıyor onu yerinden. Bir dürtü, durmasına izin vermiyor. İnsan deviniyor, deviniyor ve deviniyor evrenle beraber. Belki bir gün tam anlamıyla iyi olmayı öğrenecek. KAYNAKÇA Batur, Enis.Yumurtalarını Kollamak - Yeni Dalgınlık Kursları. İstanbul: Kırmızı Kedi, 2019.
Deniz Zeynep Güney 22003916 Yardımlaşmada İki Yüzlülük Ebola virüsü 1976 yılında ortaya çıktıktan sonra 2020 yılı da dâhil olmak üzere birçok sene karşılaştığımız bir virüstü. Her zaman “Afrika virüsü” algısı ile ele alınmış, maalesef resmî kurumların dahi kendi bölgelerinden uzaktaki yerleri etkilediği sürece bir sorun olarak görmediği bir epidemiden bahsediyoruz. İnsanların başkalarına ait problemleri umursamıyor olması ya da sadece umursuyor gibi görünmeye çalışması çok riyakâr geliyor bana. Dünya Sağlık Örgütü’nün Koronavirüs ilk patlak verdiği dönemde yani 2019 yılının Aralık ayında insanların Asyalı insanlara verdikleri aşırı tepkiler, dışlamalar ve Donald Trump tarafından ‘Çin virüsü’ olarak adlandırılan virüsün sadece bir ülkeye suç atılarak incelenmesi de çok anlamsızdı. Koronavirüsün şu anki vaka ve ölüm sayısına ulaşmasında her ülkenin eli yok mu? Hatta Çin, virüsü kontrol altına alma konusunda çoğu ülkeden daha başarılı olmadı mı? Peki ya ‘Çin virüsü’ olarak anılan virüsün çok hızlı bir şekilde ciddiye alınması, daha önce görülmemiş sokağa çıkma yasaklarına ve kapanmalara sebep olması niyeydi? Virüs daha pandemi boyutuna dahi gelmeden, hatta daha sadece epidemi başlangıcı olarak görülürken insanların panikleyerek evlerine kapanması ve takıntılı olacak boyutlarda temizlik yapması çok ilginç bir süreci beraberinde getirdi. Esas konuya geri dönecek olursak, Dünya Sağlık Örgütü’nün bu hızlı müdahelesi ve inanılmaz yüklü miktardaki aşı ve araştırma fonları, bağışlar ve malzeme yardımlarıyla birlikte son derece profesyonel yürütülen salgın dönemi, bu süreye kadar gelmiş inanılmaz yüksek vaka miktarlarına rağmen ölüm sayısını limitli tutmayı başardı. Aynı hızda müdahale ve aynı miktarda fon Ebola, çocuk felci, Lassa Sıtması, menenjit, kolera ya da çiçek virüsü gibi son derece bulaşıcı ve riskli hastalıkların çıktığı ve insan öldürdüğü zamanda sağlansaydı, bu kadar insan ölür müydü? Nijerya gibi salgınların yaygın olduğu ve etkisinin çok hissedildiği ülkelerde insanların kaliteli sağlık ekipmanlarına ulaşma ve sağlıklı yaşama haklarına fayda sağlamak için inisiyatif niye kullanılmıyor? 2019 yılında Fransa’da yanan Notre Damme Katedrali için bile bir ay içerisinde 688 milyon avro toplanırken, ünlü milyarderler bağış yarışına girerken konu Afrika’da sağlık sıkıntısıçeken insanlar olunca neden sesler duruyor, bağışlar azalıyor? Yardımlaşma kavramı niye bu kadar iki yüzlü şekilde ele alınıyor? İnsana sağlanacak yardımın, onun bir insan olmasından çok ırkı, dini, dili veya banka hesabındaki para ile kararlaştırılması, insanlığa olan umudu zedeliyor. Ben, bir insan olarak aşağıdaki fotoğrafı gördüğümde derin bir acı hissettim. Bunlara sebep olan insanlar nasıl rahat uyuyabiliyorlar? Fotoğraftaki kadının uzanışı, acısı ve hüznünü en derimlerimde hissetmemek çok zordu. Yaşanan zorlukları bu derece keskin şekilde gösteren bu fotoğraf, belki de bu iki yüzlülüğe sebep olan insanların evlerinin duvarlarında durmalı. Dünyanın çeşitli bölgelerini etkileyen yüzlerce tip virüse gösterilen farklı muamele şekilleri ve verilen önemin değişiyor olması, dünyadaki adaletsizliğin basit bir örneği. İnsan hayatı basit banknotlar kadar değersiz mi yani? Nasrettin Hoca’nın da dediği gibi, “Parayı veren, düdüğü çalıyor mu?” Bu kadar çifte standart fazla değil mi? Bütün bu kafa karışıklığı ile sormak istiyorum bu kurumların yöneticilerine: Banknotlar uğuruna yok saydıkları insanları görseler, ne derlerdi onlara? Böylesine bir iki yüzlülük sona ermediği sürece medeniyetten bahsetmek haksızlık sayılmalı fikrimce.Kaynakça Epatko, Larisa. Fotoğraf. https://www.pbs.org/newshour/world/bringing-safer-burial-rituals-ebola-countries “Notre Dame Katedrali için 388 milyon euro daha bağış yapıldı”. TRT Haber. yy. 16 Nisan 2019. Web. 11 Mart 2021. https://www.trthaber.com/haber/dunya/notre-dame-katedrali-icin-388-milyon-euro-daha-bagis- yapildi-412142.html
İçinde yaşadığımız modern toplum. Kurallar tarafından şekillendirilmiş ve büyükler tarafından yönetilen vahşi yaşam yansıması. Peki, bu kuralları kim koyuyor? Kendimize ait olan yaşamımızın iplerini kimler ve neler elinde tutuyor? Ve bu ipler gevşerse halk kendini yönetebilir mi? Bunlar ancak yaşadığımız toplumdan soyutlanabilen ve sisteme kullanıcı açısından değil yönetici açısından bakabilen vatandaşların cevaplayabileceği sorular. Biz aklı ile hayvanlardan ayrılan basit kullanıcılar buna ne cevap vereceğiz? Halkın olan yaşamını idare etme hakkı sahiden de halka mı aittir? Gelin buna Christopher Nolan’ın yönettiği Dark Knight filmi yardımıyla bir açıklama yapmaya çalışalım. Her bir vatandaş, hangi ülkede ve kıtada olursa olsun mantığı ile yaşamaya ve toplumun kurallarına uygun olarak “iyi bir vatandaş” olmak üzere başta aileleri, daha sonra da okul ve çevre tarafından eğitilmektedir. Peki, iyi bir vatandaş gerçekten kendi yaşamının iplerine sahip midir? Bu sorunun cevabı kişisel olabilmekle birlikte aslında oldukça gizli ama nettir. Hayır. İplerimiz yazılı olan, adına anayasa ve yazılı olmayan adına ahlak dediğimiz kuralların elindedir. Günlük yaşamımızda bundan şikâyetçi olmamakla birlikte yıllar geçtikçe, emekli maaşımız devlet kontrolünde olduğunda ya da kredi notunuz düşük olduğundan çocuğunuz için ihtiyaç kredisi çekemediğinizde sorgulamaya başladığımız değerlerdir bunlar. Ve neredeyse herkesin bu sorgulayışta aynı cevabı verdiği su götürmez gerçeklerdir: “Elimiz kolumuz bağlı.” Peki ya bağlı olmasaydı? Yönetim halka ait olsaydı? İstediğiniz zaman kredi çekebileceğiniz ve istediğiniz kadar maaş alabileceğiniz bir sınırsızlıklar ütopyası. O zaman bizi anarşiden kim koruyacaktı? Seçtiğim filmde de görüldüğü gibi şehrin yönetiminin halka verilmesi baştan militanların oyun parkı haline gelse de, toplum çökmekten kaçamadı. Çünkü insanların hayal ettiği kendi kendini besleyen ve büyüyen sosyalist düzen hiçbir zaman diktatörler olmadan gerçekleşemedi. Ve insanları koyunlar gibi gören bu çobanlar koyunların gözünde kurtarıcı unvanı aldı, toplum kaderinden kaçamamış oldu. Çünkü gerçek anarşi kurtulma gecelerinde değil arınma günlerinde ortaya çıkandır ve ne hikmetse arınmayı yapanlar da toplumun vazgeçemediği, fikirler yumağı halinde gelip işin içinden çıkamayan basit vatandaşlara yol göstermek için doğan büyüklerimizdir.Kurtulamadığımız bu koyun-çoban oyununda yazılı kurallar olmadan neler olabileceği konusunda artık bir fikrimiz var gibi. Diğer bir açıdan baktığımızda, sizce ahlak değerleri olmadan ne olurdu? Anneniz size hiç kızlara el kalkmaz demese ya da okulda merhamet duygusunu hiç tatmamış olsanız? O zaman kim suçlu kim masum bilebilir miydik? Film de verilmiş muhteşem bir örnek üzerinden bu konuyu ele alalım. İki adet feribot hayal edin. Birinde şehir hapishanesi mahkûmları, diğerinde masum insanlar. İkisinde de diğer feribottaki patlayıcıları tetikleyecek kumanda bulunuyor. 5 dakika içinde karar verilmezse iki feribot birden patlayacak. Peki, kim katil olacak? Bu sorunun yöneltildiği birçok insan; mahkûmların soğukkanlı olduğu ve gözlerini kırpmadan patlatacakları kanısındadır. Fakat bir şeyi unutuyorlar. Neden masum vatandaşlar “onlar zaten şansını kullandı” demesinler? Ve patlatan taraf vatandaşlar olsa, bu senaryoda artık vatandaşlar yeterince “masum” mudur? İşte ahlaki değerlerin sorgulandığı ve maskeleriyle dolaşan insanların karanlık taraflarının ortaya çıktığı anlardan; “kriz durumları”. Aklı sosyal hayvan olan insanın en büyük sınavı, işte bu maskeyi taşımaktır. Ve en masumundan en suçlusuna herkesin deliliğini sakladığı, onu kendinden ve toplumdan koruyan bu maskeler iyi bir vatandaşın gerçek yüzüdür. Peki, siz kimsiniz? İyi bir vatandaş mı? Maskeler ardında yaşayan bir sosyopat mı? Elinize tetiği aldığınızda basan taraf olacağınızdan ne kadar eminsiniz? Kendinize ben böyle bir insan değilim dediğinizde kendi kendini yalanlayan benliğinizin yorgunluğunu hissedeceksiniz. Çünkü hepimiz masumuz, tabi ki sadece karşıdan bakıldığında. Eğer bu maskeler düşerse? Kendinizi uzay boşluğunda karadeliğin içerisine çekilen gezegen gibi maskesi düşmüşlerin (Toplumda biz onlara suçlu deriz.) arasına ait hissedersiniz. Yolda yürürken ezdiğimiz yüzlerce karıncadan farksız olan insanları düşünün o zaman. Ne kadar çaresizler görüyor musunuz? Bir kişiyi indirebilecek kadar kalabalıkken maskenin ardını görünce korkudan ne yapacağını şaşıran bir avuç maske sadece. Ve yarattığınız korku karadeliğin içine doğru sürüklenirken bir patlama, bir dokunuş, bir dürtme görevi görüyor. Sizde kaçınılmazı yaşıyorsunuz. Çünkü delilik yerçekimi gibidir. Tek ihtiyacı olan küçük bir dürtmedir. Naci Arda ŞahinoğluGörseller: www.pinterest.com
30 . 10. 17 21702270 TURK 101 – 50 Zeynep Oktay Aşk’ın Nazım Biçimi Mavi gözlü bir dev idi o ve minicik bir kadını sevmişti... Nüzhet’i, Piraye’yi, Galina’yı Münevver’i, Vera’yı.. Belki de ismini bilmediğimiz daha çok kadın vardı aşkından geçen. Nazım Hikmet’e dair en çok tartışılan, eleştirilen konulardan birisi, şairin aşk hayatı olmuştur. Yıllarca pek çok farklı kadına aşık olması, ardında kalbi kırık sevgililer bırakması “şiir yazmayı becermiş ama sevmeyi becerememiş” gibi söylemlere yol açmıştı. Peki bu doğru muydu? Nazım, yaşamına giren bütün kadınlara rağmen gerçekten sevmeyi becerememiş miydi? “Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisi ne? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?... Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?...” Nazım’ın gönül ilişkileri ve aşk hayatı üzerine düşününce, Türk edebiyatının bir başka önemli yazarı Sabahattin Ali ’nin Değirmen’ inden bu satırlarını hatırlıyorum her seferinde. Sahi kaç tane kalbi vardı Nazım’ın? Tüm aşıklarına vermiş miydi kalbini? Tüm aşklarını kalbini verecek kadar gerçek sevmiş miydi? Herkesin bir aşkı var hayatta. O ‘nun da vardı elbet. Nazım’ın aşkı aşktı. Aşık olmaya aşıktı. O, güzel olan her şeye aşık olmak gerekttiğini düşünürdü. “Aşık olmadan yaşamak yaşamak değildir” derdi. Bu yüzden çok aşık oldu. Yalnızca Vera değil, Piraye değil, Nüzhet değil.. Ya da tek başına siyasi görüşü, hasretini çektiği memleketi, sürgünde geçen uzun yıllarda evi olan Rusya değildi aşık olduğu. Bunların hepsi aşkın kendisiydi Nazım için. İçindeki aşk boyut değiştirdi zamanla. Kimi zaman Vera oldu “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” dizelerinde, kimi zaman hapisteyken adını kol saatinin kayışına tırnağıyla kazıdığı Piraye, kimi zaman “sen esirliğim ve hürriyetimsin” dediği Münevver… Kimi zaman boyut değiştirdi yaşamak oldu Nazım’ın aşkı bir ağaç gibi tek ve hür… Kimi zamansa yalnız saçının akında, alnının çizgilerinde kalan memleketi… Aslında edebiyatımız bu düşünceye çok yabancı değildi. Divan Edebiyatı ve tasavvuf felsefelerinin temeli de aşka aşık olmaktı. Hayali bir güzele aşık olup, aşkı elde edince ondan kaçmak, yaratılanı, yaratandan ötürü sevmek... Nazım’ın tek farkı hayali güzeller yerine gerçek dünya kadınlarına kaptırmasıydı gönlünü. Üstelik sadece Nedim, Sufi ya da Nazım değil, Shakespeare ‘in Romeo ‘su hatta Aşık Veysel bile bu düşüncenin mensuplarındandı. Ne diyordu o türküsünde ; “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa...”Belki de bu kadar iyi aşk şiirleri yazmak için aşk olmak gerekiyordu. Kendi ölümünden vazgeçecek kadar aşk olmak... Bakın aşık olma demiyorum, aşk olmak diyorum. “...vazgeçtim toprak olmaktan / vazgeçtim çiçek olmaktan / yanında kalabilmek için...” Bu dizeleri yazmak için aşık olmak yetmez çünkü, aşkın kendisi olmak gerekir. Nazım her aşkında, her aşk şiirinde, aşkın hakkını verircesine, onu yüceltircesine aşkın kendisiydi yani. Sen hala unutamadığın için ağlarken o, “Ne güzel şey hatırlamak seni” diyordu mesela. Ya da sen kafanda onunla ilgili dönen her yeni düşüncede kahrolurken, Nazım ümitleniyordu... Ne demişti ;“Seni düşünmek güzel şey / Seni düşünmek ümitli şey...” Aşk’ın Nazım biçimi aşktı anlayacağınız. Aşk’ın nazım biçimi aşka aşık olmaktı. Kaynakça Ali, Sabahattin. Değirmen, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları , 2003. Baskı Veysel, Aşık. Güzelliğin On Para Etmez Nazım Hikmet Ran’ın yukarıda bahsedilen şiirleri : Saman Sarısı Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları Sen Davet Memleketim Ben Senden Önce Ölmek İsterim Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni Seni Düşünmek
GÖRÜNMEYEN DAİRE Bu kitabı okumadan önce , “ Ezidiler” diye tabir edilen topluluğun , bir tür topluluk olduğundan bile bihaberdim.İnanışlarını duyduğumda ise şok oldum , MS 2. Yüzyıl Yunan yazarları Mazı dağında yaşayan Mardeler diye bilinen bir kavimden ve bunların şeytana taptıklarından ve Mardelerin de Ezidilerin ataları oldukları söyleniyor.Ezidilerin , Mardin’in kimi köylerinde ve günümüzde hala yaşadıklarını öğrenince adeta aklım başımdan gitti.Böyle farklı ve enteresan bir topluluğun varlığını hiçbir yerde duymamış veya görmemiş olmam bence hayret verici.Asıl ağzımı açık bırakan şey ise Ezidilerin çevresine bir daire çizilince o dairenin dışına çıkamadıkları , Melek-i Tavus’a taptıklarını , inançlarına göre de dairenin ve tavus kuşunun kutsal olduğunu ve daire silinmeden içinden dışına çıkamadıklarını öğrenmem oldu.Bu inancı hiç gülünç bulmuyorum aksine , yazarın da dediği gibi bu inancı gülünç bulanların da başka türlü görünmeyen daireler içinde olduğunu ve bunun dışına çıkamadığını düşünüyorum.Yazar yüzyıllardır yanı başımızda yaşayan bu kadim halk hakkında niye hemen hemen hiçbir şey bilmememizi ve bilmeme nedenimizi açık bir dille eleştiriyor.Belki de Ezidilerin eskiden beri fazla bilinmemesinin nedeni , ortaya çıktıkları vakitten beri küçük bir kavim olarak kalmaları olmuştur , belki de onların bir “sır” dini olması ve inançlarını yabancılarla konuşmama yasağından ötürüdür.Aslında düşününce bu yasağın neden olduğunu anlamak çok da zor değil kanımca.Sonuçta insanların bu dine bakışı veya inanlara karşı bakışı pek hoş olmayacaktır ve bu beraberinde Ezidilere , inançlarından dolayı zarar verebileceklerini düşündüklerinden kendilerine bu şekilde koruyabileceklerine inanmış olabilirler. Kitap sadece Ezidilerden oluşmuyor tabii ki , yazar resim ve fotoğraf üzerine yazı yazmayı fal bakmaya benzetiyor ve bunu şöyle açıklıyor: “Resimleri yorumlamak kişinin bakış açısına göre çeşitlilik gösterir , falda olduğu gibi gördüklerimizi birbirimize anlatırız ve her fal özeldir.”Fotoğrafta zaman ve mekanın önemli olduğunu biliyordum , fakat bunu bu kadar derinlemesine inceleyen yazardan fotoğrafın temel konusunun , zaman ve mekan algısı olduğunu öğrenmekle kalmadım , fotoğrafın saptanıp “donmuş anları nesnelleştirebildiği onu kilitlediği yerde sonsuzlaştırabildiğini” öğrendim.Fotoğraflarda gördüğümüz kareler bence insanı hem ruhsal hem de bedensel olarak etkiliyor ve içimizdeki saklı duyguları uyandırıp onları harmanlayarak bir araya getiriyor.Fotoğraf bir bakıma gerçeği imgeye dönüştürmüyor mu aslında?O imgeyi istediğimiz şekilde hayal gücümüzün elverdiğince yorumlama gücü vermiyor mu?Bana sorarsanız veriyor ve bence bu yüzden güzel fotoğraflara bakmak , tabii ki kişiden kişiye değişir , insanın zihnini bile yeniliyor. Yazar “Köprüdeki Kadınlar” başlığı altında , Türkiyenin doğusuyla batısının hafızasının bölünmüş olduğunu , bunun bir devlet politikası haline gelmiş olduğunu ve eğer bugün ülkede farklı kesimler arasında sürekli ve sağlam bir diyalog zemini yaratılacaksa, Türkler Kürtler, Müslümankar diğer cemaatler, Sunnilerle Aleviler, düzcinslerle LGBTİ bireyler arasında sahiden bir köprü kurulacaksa , bunun ancak köprüdeki kadınların çoğalmasıyla yani kadınların toplumsal ve siyasal yaşama daha etkin katılımıyla mümkün olabileceğini söylüyor.Aslında düşünüp değerlendirince bunun kulağa ne kadar mantıklı geldiğini söylemeliyim.Bence kadınlar bir tür dengeleyici unsurdur , tarihe baktığımızdasavaşları çıkartan kadınlardan söz edemeyiz onlar daha bilinçli ve duyarlılar bana göre ve diyebilirimki kadınların toplumsal yaşama daha etkin katılması gelişmişliğin bir sembolüdür.Dünyanın en mutlu ülkesi sayılan Danimarka’da sadece kadınlar için açılan ve imamı kadın olan cami de bunun en açık örneklerinden biri değil mi zaten?Toplumdaki erkek ve kadın düzeninin sağlanmasının , toplumun diğer bütün sorunlarını çözmekte etki edecek önemli bir anahtar olduğuna inanıyorum.Yazarın görünmez daire diye tabir ettiği inanış aslında burda tekrar karşımıza çıkıyor , kadınların toplumda en az erkekler kadar etkin olabileceğine inanamıyoruz belki de.
Recep YILDIZ Bağdaşmak Zorunda Değiliz Doğu ile batı arasındaki etkileşim, uzun süreden beri üzerinde düşündüğüm kavramlardan bir tanesi. Bu konu üzerinde okuduğum çoğu yazıda, doğu ve batı arasında yer alan uyuşmazlıklar ve zıtlıklar, bazı kültürel öğelerden ve toplumlar arasında yer alan farklılıklardan kaynaklandığı söyleniyordu. Tabii yakın bir zamana kadar ben de kısmen bu düşünceye katılıyordum. Onur Bilge Kula’nın yazmış olduğu “Avrupalılık Nedir? Türkler Ne Kadar Avrupalıdır?” adlı eseri okuduktan sonra doğu ve batı kavramları üzerinde sahip olduğum düşüncelere bir yeni bakış açısı daha kattım. Bu olgularla birlikte doğu ve batı arasında yer alan uyuşmazlıkların asıl sebebi, kurumsal yapılanmalarda farklılıkların oluşundan ve kültürel faktörlerde ortaklığın olmamasından kaynaklandığın kanısına vardım. Benim bu konuda takıldığım nokta ise doğu ve batı arasında yer alan farklılıkların sebepsiz yere azaltmaya çalışmamız. Avrupalı olmak ve kendimizi onlar ile gerek kurumsal gerekse kültürel anlamda kıyaslayışımız aslında kendi benliğimize zarar vermemize sebebiyet verdiğini düşünmekteyim. Doğu ile batı arasındaki söz konusu bazı yapısal farklılıklar tartışılmaz bir gerçek ancak bu farklılıkların bulunduğu yapılanmada kendimizi değiştirmeye çalışmak yerine, hâlihazırda sahip olduğumuz değerlere sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Şöyle ki; iki tane bardak düşünün. İkisi de ağızına kadar kaynar çay ile dolu. Bu bardaklardan birisi su bardağı, öteki ise bir çay bardağı olduğunu varsayalım. Çay bardağının altlığı, çay bardağının sabit durabilmesi için su bardağının altlığından alan ve biçim olarak faklı ölçülere sahip. Eğer biz o çay bardaklarını değiştirip su bardağınınkini çay bardağına, çay bardağınınkini de su bardağına koyarsak bardaklar sabit durmaz ve içerisinde bulunan kaynar çay üzerimize dökülür ve bize zarar verir. Bu durum bizi sebepsiz yere yıpratabilir ki bunu bazen çevremde net bir şekilde gözlemleyebilmekteyim. Batı kültüründe yer alan aile ilişkileri bu duruma somut bir örnek olarak gösterilebilir. Batı ailelerinde yer alan genç üyeler, bulur 1Recep YILDIZ çağıyla birlikte ailelerine karşı sorumluluk hissiyatlarını azaltmak istemektedirler. Benim düşünceme göre bu sosyal yapıya ve kültürel niteliklerle alakalı bir durum. Bizim toplumumuzda da bir bağlamda “batı yaşam tarzı” olarak adlandırılan ve özendirilen bu olgu, bana göre Anadolu topluluklarının aile içi ilişkilerine oldukça zıt bir yapıya sahip. Günümüz Türk toplumlarında, bulur çağına gelen genç bireyler, bazen uygunsuz bir biçimde aile içi iletişimlerine zarar verebiliyorlar. Bu durum açıkçası beni üzmüyor değil çünkü kendi benliğimiz oluşturan değerlerin kıymetini bilemeden gerek kültürel gerekse dinsel yapımızla uyuşmayan Avrupalı yaşam tarzını benimsemeye çalışmamız, benim düşünce anlayışıma göre bize kimliğimizi kaybettirmekte ve bizi gereksiz arayışlara itmektedir. Bu hususta düzeltilmesi gereken noktanın ise zihniyet ve düşünce yapısı olduğunu düşünüyorum. Toplumumuzda herhangi bir konuda “yenilikçi” anlayışı batının sahip olduğu uygulamalar ile ilişkilendirililiyor ki bu bence çok yanlış bir anlayış. Dönüp tarihe baktığımızda Avrupalı insanların, örnek verecek olursak görgü kurallarının neredeyse tamamının doğu toplumlarından öğrendiğini görmekteyiz. Bu durum bile bizim toplumlarımıza batıyı doğudan keskin çizgilerle ayırmanın yanlış bir anlayış olduğunun gösterir. Geçmişten günümüze süregelen ve aydınlarımızın eleştirdiği batılılaşma kavramı, benim düşünceme göre de toplumda yanlış idrak edilmiş ve dikkat etmeden uygulanmaya çalışılmıştır. Elbette ki batılı devletlerin doğu devletlerinden üstün olduğu bazı alanlar var. Klişe olan “İyi olanı al, gerisini bırak.” mantığı ile çıktığımız bu yolda dönüp bakınca, iyi olanın üzerine yapışan ve toplumumuza virüs gibi yayılan zararlı olguların, batı uygarlıklarından aldığımız iyi olan şeylerin faydalarını gölgede bıraktığını düşünüyorum. Benim bu hususta üzüldüğüm durum ise ilk Türk topluluklarından gelen ve gerek sosyal, gerekse kültürel açıdan çok zengin bir geçmişi bir kenara itmeye çalışmamız. Değiştirmeye çalıştığımız o olguları benimseyip günümüze göre şekillendirecek olsaydık, benim düşünceme göre çağımızın en gelişmiş ve çağdaş toplumunu oluşturacaktık ki doğu ve batı kavramı tam tersi şekilde süregeliyor olacaktı. 2Recep YILDIZ Kaynakça Kukla, O. (2015). Avrupalık Nedir? Türkler Ne Kadar Avrupalıdır? İstanbul: Türkiye İş Bankası. 3
Gizem KAYAK 21300538 Bir Yazarın İç Dünyasına Eşsiz Bir Yolculuk: Franz Kafka ve Bütün Öyküler Arşivimden “Franz Kafka Müzesi” / PRAG Kısa bir süre önce yolum düştü Prag’a. Elimdeki haritanın gezilecek müzeler listesinde ön sıralarda yer alan bir müze dikkatimi çekti: “Franz Kafka Müzesi”. Adını sürekli duyduğum, kitaplarından alıntılarını okuyup oldukça etkilendiğim bir yazardı Franz Kafka ancak hiçbir zaman eserlerinden birini okuma fırsatı yakalayamamıştım. Müzedeki keyifli deneyimlerim, yazarın metinlerinin taslakları ve bu heyecanlı tecrübenin bana kazandırdığı merakım küçük araştırmalara neden oldu. Benim gibi onun da Hukuk okuduğunu öğrendiğimde daha da kamçılandı okuma arzum ve kısa bir süre içinde, pek çok eserini bir arada okumak ve yazarın sanatı bakışını pek çok açıdan görebilmek adına kitaplarından birini edindim: “Bütün Öyküler” Edindiğim bilgilere göre bu kitap, yazarın sağlığında yayımlattığı ve yayımlatmak istemediği öykülerin, vefatından sonra bir araya getirilerek basılmasından oluşuyor ve bu kitaba Kafka’nın günlüğündeki bazı hikâyeler de ekleniyor. Bana göre, yazarın pek çok hikâyesini bir arada okumak onun duygu dünyasına dair ipuçları yakalamak demek. Hiçbir şeyden korkmayan ve estetiğe düşkün bir adammış bence. Çok basit olaylara bile öyle bir hava katmış ki okudukça zevkle doluyor içiniz. Cümlelerin derinliklerinde asıl anlamlarını yeniden keşfediyorsunuz. Sayfalar ilerledikçe öyküler arasındaki bağlantıları keşfediyorsunuz ve kitabı bitirmek sizin için yepyeni bir tutku haline dönüşüveriyor. Son sayfayı çevirdiğimde Franz Kafka’nın ne kadar büyük bir öykücü olduğunun farkına vardım. Genellikle romanlarıyla öne çıkmasına rağmen öyküleri kesinlikle okunmaya değer. Yazarın iç dünyasına yolculukta en önemli basamak olan ve bütün hikâyeleri içinde en çok dikkatimi çeken Dönüşüm adlı hikâye oldu. Öykünün ana karakteri George Samsa – benim yorumuma göre Franz Kafka’nın kendisi- pazarlamacılık yaparak hayatını sürdürüyor. Karakterin parasını bu işten kazanması, Kafka’nın hediyelik eşya dükkânında çalışan anne ve babasından esinlendiğini göstergesi bence. Öykü, karakterin bir sabah kocaman bir örümcek olarak uyanmasıyla başlıyor ve Samsa’nın kız kardeşi Grete ile böceğin ilişkilerini anlatarak devam ediyor. Yine yazarın gerçek hayattaki kız kardeşlerinden etkilenerek bu karakteri oluşturduğuna inanıyorum. Dışlanmışlığın verdiği hüzünle yazılan bu öyküye göre aralarındaki ilişki başlarda çok iyiyken zamanla değerini yitiriyor. Gerçek hayatta babası tarafından terk edilen Franz Kafka, babasıyla güzel ilişkileri olan ana karakter SamsaGizem KAYAK 21300538 üzerinden yine gerçek hayatıyla eserlerini birbirine bağlıyor ve bence – Babaya Mektup adlı eserinden de yola çıkarak- babasına duyduğu özlemi bir kez daha yazıya döküyor. Eserlerini sembolik bir dille yazan Franz Kafka’nın hemen hemen tüm hikâyelerinde gerçek hayatından kesitler gördüm ve bu gerçekçilik yazarı yakından tanıyormuşum hissi uyandırdı bende. Sonraları hikâyeleri tekrar gözden geçirdiğimde yazarın biraz melankolik olduğunu düşünmeye başladım. Hayatının hiçbir evresinde mutluluğu bulamamış olduğu düşüncesine kapıldım. Beş evlilik yapmasından ve ailesiyle ilişkilerinin pek de sağlam olmamasından dolayı haksız olmadığımı anlıyorum. “Mutsuzluk” ve “On Bir Oğlan Çocuk” adlı hikâyeler yazarın yalnızlığının üst düzeyde dışa vurulmuş hali bence. Diğer öykülerinde de olduğu gibi yeni bir sabaha uyanmak istemeyen bir adamın çaresizliğini ve bu çaresizlik karşısındaki güçlü olma çabasını anlatıyor ve diyor ki “Sırtlandığım yalnızlığın kısa zaman sonra geçmişte duyduğum endişeleri dağıtmaya başladığını kendi kendime itiraf etsem de, katıksız bir yalnızlığa pek dayanacak kimse olmadığını fark etmiş, kısaca insanı sürekli yalnız tutmanın ilerde baş gösterebilecek bir felaket için güç denemesi sayılacağı sonucuna varmıştım. Yalnızlık her şeyden güçlüdür.” * Peki, gerçekten de yalnızlık her şeyden güçlü mü? Yoksa sadece yalnız olanlar mı güçlü? Prag’da bir haritanın müze listesiyle başlayan ve Franz Kafka’nın yolculuğuyla kesişen kendi serüvenimle umarım sizlerin zihninde bir kıvılcım oluşturabilmişimdir. Edebiyatla ilgili olsun olmasın herkesin Kafka’nın eşsiz anlatımını tatmasını, onun duygu ve düşünce dünyasına bir yolculuğa çıkarken kendi duygularının peşinde kaybolması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bambaşka hisler içinde kaybolmak, tüm duyguları bir arada yaşamak isterseniz doğru yerdesiniz. Okuyucuyu sarıp sarmalayan sonra sarsan bir kitap… Bir yazar… Franz Kafka… Kaynakça Kafka, F. (2010) Bütün Öyküler CEM YAYINEVİ *Franz Kafka, Günlükler, s.76
Bengüsu ERSOY 21400210 FARKLILIKLAR FARK YARATIR Farklılıklar… Farklılıklarımız… Her insan bir diğerine benzemek, bir diğerinin yaşadığı hayatın aynısını yaşamak zorunda değildir. Abdellatif Kechiche'nin yönetmenliğini yapmış olduğu "Mavi En Sıcak Renktir" adlı filmde iki lezbiyenin ilişkileri ve hayatları ele alınmıştır. Filmi izledikçe bana insanlar arasında yaşanan farklılıkların diğer insanlar tarafından nasıl eleştirildiği ve nasıl bakıldığıyla ilgili bir sürü şey çağrıştırdı. Homofobik insanlar.. Yani geylere ve lezbiyenlere tepkili olan insanlar. Farklılıklarından dolayı insanları yargılayan ve acımasızca eleştirip, onları dışlayan insanlar… Bu tür insanlar Türkiye başta olmak üzere dünyanın her yerinde varlar. Filmde hem homofobik bir kesim hem de gey ve lezbiyen ilişkileri saygıyla karşılayan bir kesim anlatılmıştır. Ben şahsen saygıyla karşılayan kesimdenim. Çünkü insanlar kime ne hissedeceğini ya da kiminle mutlu olacaklarını seçemezler. Özellikle çoğu gey için aynı cinsten hoşlanma durumu ya da kendini kız gibi hissetme durumu tamamiyle hormonlar sebebiyle olmaktadır yani buna karşı koyma gibi bir durum söz konusu bile olamaz. Yani hormonel olan bir durumu eleştirmek kimsenin haddine düşmemiştir. Lezbiyenleri ele aldığımızda ise onların durumu pek de hormonel sayılmaz fakat duygu dediğimiz şey öyle kolay hissedilebilen ve herkese hissedilebilen bir şey değildir yani kimse herhangi bir insana karşı hangi duyguyu hissedeceğini seçemez. Filmde de aynen böyle oluyor. Kız diğerine resmen ilk görüşte aşık oluyor ve çıkmaya başlıyorlar. İnsanlar bu tarz insanları eleştirme, dışlama ya da onları topluma yanlış bir şey yapıyorlarmış gibi gösterme hakkına sahip değillerdir.Filmde bir sahnede kızlar çıkmaya başladığında, okula giden kız okula kız sevgilsini götürüyor ve bütün okul onunla alay etmeye başlıyor. Bence toplumların bu tarz ilişkilerden korkmasının, bu tarz ilişkileri eleştirmesinin en temel sebebi, farklılıklardan korkuyor olmalarıdır. Bir toplum için farklılık demek, bilinmezlik demektir ve bir farklılığın ne sonuçlar doğurabileceğini kimse öngeremez. Hiçbir toplum ya da millet bilinmezlik çıkmazında sürüklenmek istemez. Fakat başka bir açıdan bakacak olursak bu insanların farklılıkları onların elinde olmayan sebeplerden dolayı ortaya çıkmış farklılıklar sonu bilinmezlik olsa bile saygı duyulması ve bu durumun çıkmaza sürüklenmemesi için çabalamak gerekir. Filmde lezbiyen kızlardan birinin ailesi bu durumu normal karşılarken diğer aile din yönünden o kadar yobaz ve katıdır ki bu durumu kızlarının onlara bahsetmesi söz konusu bile olamaz. İşte milletler arasında böyle iki uç görüş olduğu sürece milletler ve toplumlar çıkmaza sürüklenir. Mesela Amerika'nın her eyaletinde bir kaç günden beri gey evlilikleri yasal hale geldi yani Amerikan toplumu bu evliliklere ve ilişkilere saygı duyduğunu yasal olarak da kanıtlamış oldu. Peki Türkiye de bu durum olamaz mı? Filmi izledikçe Türkiye'de böyle bir durumun nasıl karşılanacağını düşündüm. Türkiye'nin bazı kesimleri aşırı derecede yobaz ve katılar, bazı kesimleri ise Batılılaşma yolunda emin adımlarla ilerliyorlar. Türkiye'de hiçbir koşul ve şart altında gey ve lezbiyen evililiklerin yasalaşağını düşünmüyorum. Hatta yasalalaşmayı geçtim bu tarz ilişki ve evliliklere saygı bile duyulmuyor. Yolda gey veya lezbiyen gören herhangi bir Türk insanı direk o kişileri ayıplamaya ve eleştirmeye başlıyor. Empati olmayan bir ülkeyiz biz. Fakat kimse duruma şu açıdan bakmıyor. Mesela ütopik bir ülke düşünelim ve ülkede normal olan gey ve lezbiyen evlilikler olsun yani yasal olan evlilikler onlar olsun ve karşı cinsle evlenmek yasadışı bir durum olsun. Ve karşı cinse aşık olan yani kadın-erkek ilişkisine sahip olan insanlar eleştirilsin ve dışlansın. Acaba o zaman ne hissederlerdi karşı cinsle evlenen insanlar. Tabi ki müthiş bir aşağılanma, ezilme ve dışlanma duygusu. İşte şu anki gey ve lezbiyen ilişki sahibi insanlar da aynen böyle hissediyorlar. Hiçbir insan karşındakiyle empati kurmayı bilmiyor. Bu tarz ilişkileri her koşul ve şartta ayıplayıp, yadırgıyorlar. Mesela benim ailem de öyle. Asla ve katiyen bu durumu kabul etmiyorlar. Filmden bir sahne geldi aklıma. İki kız sevgili sokakta yürüyorlar fakat çevrelerinden korktukları için asla el ele tutuşamıyorlar sokakta. İşte bunun aynısı bizim ülkemizde de mevcut. Fakat unutulmaması gereken bir şey var farklılıklar her zaman fark yaratır. Kimse unutmamalıdır ki, herkes belli konularda diğerlerinden farklıdır bu yüzden de kimse kimseyle farklılıklarından dolayı dalga geçmemeli ve karşısındakini aşağılamamalıdır. Farklılıkların insanları ürküttüğü bir dünyada farklı olmak dileğiyle yaşayacağım bundan sonra hep.
İREM ÜNAY 21402153 1 BAŞAK BERNA CORDAN 09.12.2014 SECTION 15 Köy Ortamında “Yaban Olmak” Cihan savaşında mücadele vermiş bir gazi için Anadolu’nun en ücra köşesinde yaşamaya çalışmak, o insanların dilinden anlama çabaları ile yaşama karşı yeni bir bakış, yeni duygular edinmiş olmak ne kadar zor olabilir? Zaman anlayışlarını kaybetmiş, medeniyetten kilometrelerce uzak o insanlar için savaşarak kolunu kaybetmiş olmanın verdiği hayal kırıklığı hayatta yaşanabilecek sayılı acılardan biriydi sadece. Senin de onlardan bir farkın yoktu onlarÜNAY,2 için, onlar kambur, topaldı, sen de kolsuz. Kendini gösterebileceğin neyin var, bilgilerin mi, daha kim olduğunu bile bilmeyen o insanlar ilimden ne anlar? Hislerin seni yanıltmıyor, köye yaklaştıkça kaybettiğin şeyin, medeniyetin yokluğunu iliklerinde hissetmeye başlıyorsun. Kaybettiğin şeyi burada bulamayacağını anlıyor, belki her geçen saniyede benliğinden eksilenlerin sayısı gitgide artıyor. Gittikçe onlara bağımlı yaşamaya başladığında karar verme yetini de yitirdiğini fark ediyorsun. Seni sadece anlamamakla kalmaz, içlerine de almaz seni o zalim, acımasız, samimiyetsiz insan cemiyeti. Onların yanındayken hiçbir şeyin bir anlam ifade etmemesi, her hareketinin sirkteymişsin hissini vermesi aranızdaki bütün farkı ortaya koyar adeta. Tıraş olmak, diş fırçalamak hatta kitap okumak dahi garipsenmektedir. Hayatının tümünü kir ve pislik içinde geçirmiş, su bulabilmek için içi balçık dolu çaya gitmek zorunda olan insanlardan da farklı bir davranış da beklenemez, beklenmemelidir. Sergiledikleri davranışlarda onların bir suçu olmadığını anlaman da uzun sürmedi aslında. Kitaplar, ansiklopediler yerine, batıl inançları yön verdi onlara. Kendini beğenmiş bir Şeyh’ in de her şeyi bildiğine inanmalarının tek nedeni yaşadıkları çevreydi. Bir subay olarak sen de ülkende sürüp giden Batılılaşma çabalarının neden sonuca ulaşmadığını da çevre etkenine bağlayabilecek kadar deneyim sahibisin. Sen ülkene bu denli önem verirken, İnönü Zaferi haberi karşısında günlerce sevinebilirken, bu insanların ruhsuzluğu seni yanıltmasın. Onlar büyük bir çatışma içerisinde kendilerine yaşıyormuş süsü veren ama aslında hayata dair en ufak bir fikir sahibi bile olmayan insanlardır. Kendi haklarını savunamayacak kadar güçsüz oluşları da kadınlarda daha baskın olmak üzere ağa haricindeki bütün büyün köy insanlarında görülen bir özelliktir. Kadınlara biçilen değerin düşüklüğü bekâret tabusu ile kendini gösterir. Kızların ufacık bir fikirlerine dahi danışılmadan başlarından savma kaygısı ile gönüllerinin razı gelmediği birÜNAY, 3 evliliğe mecbur bırakılmaları, toplumun kadınlar üzerindeki değer algısını ortaya çıkarır niteliktedir. Toplumun yaşam tarzını gördükçe sen de artık kendini henüz ürün vermemiş, yetişmemiş bir tohuma benzetiyorsun. Halkın sana verdiği suyla sen de meyve vereceksin. Köy insanı gibi oldun sen de ama onlar gibi düşünemeyeceksin, hissedemeyeceksin, kendini tıpkı bir konserve kutusu gibi kullanılıp atılmış hissedeceksin. Aidiyetsizlik duygusunu yaşamaya işte o anda gerçekten başlayacaksın. Yaşam tarzları ve düşünce yapılarındaki farklılık da aydın kişiyi köyde yalnız ve çaresiz bir yola sürükler. Gerçekten iletişim kurabileceği ya kimse yoktur ya da tek bir kişi vardır. Geleneklere bağlı olmak gereklidir elbet, fakat her şeyin bir sınırı olmalı. Sevinmenin, üzülmenin ya da herhangi bir diğer duygu belirtisinin tuhaf karşılandığı bir ortam her açıdan kişiyi oraya yabanlaştırır. Bulunduğun köye kendini yabancılaşmış hissedince sen; memleketini, İstanbul’unu arar gözlerin. İmkânsız bir hayal olduğunu anlarsın ve sonunda bir geyiğe, genç bir kıza tutulursun. Yaşadığın yere ait olmadığını, oranın sana göre bir yer olmadığını anladığın zaman işte içinden geçen sadece kaçmak olur, sevdiğin kızla birlikte. Sadece kaçmak yetmez bazen, koşullar o kadar zordur ki; bacağından vurulur, yürüyemez hale gelirsin. O zaman sen de anılarını, bilgilerini, benliğini oracıkta bırakıp tek başına uzaklaşırsın. KAYNAKÇA: Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, 62.Baskı, İstanbul, İletişim Yayınevi, 2011
Barkın Ekiz – 21803590 – TURK 102 – 25 Sıradanlığa Bir Tuvalet Molası Bir korku var. Sadece bende de değil, insanlık tarihi boyunca tüm insanların ödünü koparan bir korku bu. Bizi tatlı uykularımızdan çığlık çığlığa uyandırmasa da uykusuz gecelerde sesimiz çıkmayacak hâle gelene kadar bizi boğan bir korku. Sıradanlık korkusu… Bu yazıya başlamaktan beni alıkoyan bile bu korku. Buna bir korku diyorum, çünkü her insan gibi özel olduğumu bilmek, dahası hissetmek istiyorum. Fakat hayat her seferinde bir şekilde sıradanlığın damgasını kalçama basıveriyor. Üstelik bu durum bile sıradan, çünkü biliyorum ki bu damganın yara kabuğunu her gece bir tek ben soymuyorum. Dolayısıyla bu korku ve hakkında söylenebilecek her şey sıradan aslında. Peki, ya sıradanlık bir geceliğine de olsa kırılırsa… Platon’un yukarıyı gösteren eli… Felsefenin yüz yıllar boyu söndüremeyeceği ateşin ilk kıvılcımını çakan o el, bize bu hayatta her an deneyimleyemesek bile özel bir şeyler olduğunu söyler. Mağaranın ötesinde, gölgelerin sıradanlığından uzak bir gerçek vardır çünkü (Platon). Bu gerçeğe de ancak düşünerek ulaşmak mümkündür. Düşünmek, bir insanı özel kılan şeydir. Dahası esasında düşünebildiğinden emin olabileceğim tek kişi kendimdir. “Düşünüyoruz, öyleyse varız.” değil, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” (Descartes 32). Dolayısıyla ben bir tek kendimin düşündüğünden emin olabilirim, fakat bu yazıyı okuyacak olan sizler benim gerçekten düşünebilme kabiliyetim olup olmadığından asla emin olamazsınız. Bu, en sıradan günümü bile özel kılacak bir bakış açısı aslında. Çünkü tuvaletteyken bile diğer herkesten farklı bir şey deneyimlediğimi söylüyor bu bakış açısı. “Çişimi bile herkesten farklı yapıyorum.”. Şu düşüncenin muhteşemliğine bakın. Hayat bir filmse başrolü kesinlikle benim. Bu dünyadaki her türlü şey ben deneyimleyeyim diye var, çünkü bunu gerçekten deneyimlediğinden emin olabileceğim tek kişi benim. Düşünmek beni özel kılıyor. Peki, o zaman neden her gece ne kadar sıradan olduğumu düşünüyorum? Aristo’nun yeri gösteren eli… Hocası Platon’un çaktığı kıvılcımı sönmez bir ateşe dönüştüren o el, bambaşka bir şey söyler. Düşüncenin temeli deneyimlerimizdir. Bu bakış açısı her şeyi değiştirir işte. Çünkü ben sırça köşkümde sabahtan akşama kadar da düşünsem, düşüncelerimin kaynağı etrafımdaki sıradanlıklardan başka bir şey olmayacak. Düşüncelerim özel olduğum için orada değiller, sıradanlıkları gözlemlediğim için oradalar. Kaynağı sıradan olan bir şeyin özel olmasından bahsedilebilir mi? Şimdi çişimi tutmalı mıyım? Bin yıllar boyu tekrar tekrar sinemalarda oynatılan bir sahneyi bir kez de ben canlandırıyorum sadece. Benim gibi sayısız örnek vardı, sayısız örnek de olacak. Düşünmek mi? Felsefenin azıcık dışına çıkarsak, sanki aynı düşünceler sayısız insanın başından geçmedi? Belki düşündüğünden emin olabileceğim tek kişi benim ama bu diğer insanların düşünmediğinden emin olabileceğim anlamına gelmez ki. Bu sadece karşımdaki herhangi bir insanın düşünüp düşünmediğinden emin olamayacak kadar sorunlu bir beyine sahip olduğumu gösterir. Dahası düşüncenin ötesinde, hissettiğim de bir sıradanlıktan ibaret. Bir dönme dolabın içinde gibiyim. Gün boyunca gökyüzüne doğru çıksam da sabah yine yerden biniyorum. Fakat bu insanın rahatlıkla kabullenebileceği bir hissiyat değil. Dedim ya korku bu. İnsan özel olduğunu bilmekten de öte, hissetmek istiyor. Tıpkı o gecedeki gibi…Gizemli Cinayet Yemeği: Kayıp Arkadaş gösterisi kendi başına özel bir etkinlikti zaten. Mükemmel bir mekânda, bir yandan masanızdaki kişilerle bir dedektif gibi tiyatrodaki cinayeti çözmeye çalıştığınız muhteşem bir etkinlik. Ama bunlar sadece etkinliği özel kılan bilgiler, ben hâlâ bu etkinliğe giden sıradan bir bireyim. Etkinlik öncesinde bir kitapçıya uğradık. Felsefe bölümünde biraz vakit geçirdikten sonra bir kitap kapağında Atina Okulu resmini fark ettim. Başladım kız arkadaşıma anlatmaya. Neden Platon’un eli yukarı, Aristo’nun eli aşağı bakıyor? Uzun uzun konuştuk bunun hakkında. Sonrasında etkinlik vakti geldi. Bu gecede bir gariplik vardı. Tanımlayamadığım ama en içlerimde bile hissettiğim bir gariplik: Bu gece sıradan olmayacaktı. Filmin yönetmeni bendeki ışığı görmüştü ve o gece ben başrol olacaktım. Daha gösteri başlamadan masamız beni sözcü olarak belirlemişti bile. Derken gösteri başladı ve ilk bulmacalar geldi. Masamdaki yardımcı oyuncular benden, yani başrolden, bir bulmacada yardım istediler. Bulmaca sanat eserlerini isimleriyle eşleştirmekten ibaretti ve birini bulamamışlardı. O eser hangisi olsa beğenirsiniz? Atina Okulu… Platon’un yukarıyı gösteren elindeydi o gece sıra. Derken bulmacalar geldi, gitti. Bol bol gülündü, eğlenildi. Oyunun sonu da geldi çattı. Ama benim aklım son derece sıradan bir şeye takılı kalmıştı: Çok çişim vardı. Aslında gösterinin başından beri çişimi tutuyordum. Komik ama gerçek. Gösteriyi mecburen yarıda bırakıp tuvalete gittim. Birden tuvaletin içinde bir ses yükseldi. Önce irkildim, daha sonra kulak kesildim. Tuvaletten çıktım ve dışarıya baktım. Orada bu ses yoktu. Gösterinin teknik ekibi, gösterinin sonunu açıklayan ses kaydını yanlışlıkla tuvaletin hoparlörlerine bağlamıştı. Bu inanılmaz bir tesadüftü. Sıradan bir insanın başına gelemeyecek kadar büyük bir tesadüf. Ancak özel bir insanın başına gelebilecek bir şey. Masama döndüm ve cinayeti tüm salona açıkladım. O an herkes küçüldü, ben büyüdüm. Sahnedeki oyuncular istedikleri kadar çalışsınlar, o gecenin başrolü bendim. Kazandık, ödülümüzü aldık, kadeh kaldırdık, masama son tiradımı yaptım ve perde indi. Sıradanlık düşünce olarak da değil, his olarak o gece kırıldı benim için. Peki diye başlamıştım. Peki ne değişti? Bir gece miydi sadece değişen? Sanırım hayır. O gece sıradanlığın anlamı değişti benim için. Normalde bu kadar sıradan hissetmeseydim o gece asla o kadar özel hissedemezdim. O yüzden artık damgamın yara kabuğunu, bir gün damgalanmayabileceğimi bilerek iyileşmeye bırakıyorum. Kaynakça • Descartes, Rene. Yöntem Üzerine Konuşma. Çev. Özcan Doğan. Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2018. Baskı. • Gizemli Cinayet Yemeği: Kayıp Arkadaş. Gizemli Cinayet Yemeği: Kayıp Arkadaş Ekibi. L’avare Allice Sahne. Ankara. 26 Mart 2023. Gösteri. • Platon. The Allegory of Cave. Çev. Shawn Eyer. Harvard Üniversitesi Yayınları, 2009. Baskı. • Sanzio, Raffaello. Atina Okulu. 1511. Fresk. Apostolik Sarayı. Vatikan.
Merçe Kaan Olcay 21602289 KALP KANATAN AŞK Aşk acıtır derler ama sizce bu kadar acıtmalı mıdır? Karşımızdaki hayatımız boyunca aradığımız her şey olduktan sonra bile, bize yaptıkları onların aşkına değer mi? “Aşkta ve savaşta her şey eşittir” her ilişkide geçerli olabilir mi? Bir kalp seven tarafından kırıldıktan sonra, sanki bir yabancı kırmışçasına tamir edilebilir mi? İnsan sevdiğinin üstüne en çok düşer derler ve bu doğrudur. Hepimiz en çok sevdiğimiz kişilerin; eşyaların daha çok üstüne düşer, onları daha çok koruruz. Koruma içgüdüsü bir ilişkinin neresine kadar mantıklı olabilir ama? Nereden sonrası işkence, nereden sonrası “korumadır”? Zarar veren kişinin açıklaması çok basittir: “Onu sevdiğim için yaptım.”. Hâlbuki seven biricik sevdiceğine onlar tarafından bir zarar gelmesine izin verir mi? Gözlerinin önünde sevgilisi yaşlar içindeyken, durması için yalvarırken içlerinde olan zarar vermenin hazzı mıdır, yoksa zihinlerinin gerisine attıkları “aşk” mıdır? Her an sevgililerinin onları bırakacaklarından, aldatacaklarından korkarlar; çünkü aşırı derecede paranoyaları vardır. Korumacı tavırlarının ardında aşkını her şeyden uzak tutmak, izole etmek pahasına korumak vardır. Sevgililerinin her saniyesi, her anları mutlaka onlarla olmalıdır, yoksa onlara zarar geleceğini söylerler şiddet yanlısı âşıklar. Onlarsız her saniye bir endişedir, her türlü tehlike ve risk olsa dahi sevgililerini her zaman görmek isterler. http://www.canbilgi.com/ask-sozleri-ask-mesajlari-sevgiliye-guzel-sozler.htmlÖte yandan bu şiddete maruz kalanlar, sessiz kalırlar. Hayatlarındaki tek soru “Yine neyi yanlış yaptım?”dır. Hâlbuki aslında bilmezler ki ne yaparlarsa yapsınlar karşı taraf için bu asla yeterli olmayacaktır. Sessiz kalırlar; çünkü bilirler ki eğer birilerine açıklamaya kalkarlarsa ya onlara kimse inanmayacak, ya da sevgilileri onlara daha çok zarar verecektir. Ne zaman “dur” deseler susturulurlar, çünkü bunu “hak edecek” bir şeyler yapmışlardır. Ne zaman kaçmak isteseler diğer yarıları onu bulur, hayatınızı sizin kadar iyi bilen birinden nasıl kaçabilirsiniz zaten? En başta bu olayların ilişkinin bir parçası olduğunu düşünürler, sadece “sevgilerinin” bir parçası olduğunu, “endişelendiklerini” düşünürler. Çevresindekiler ne derse desinler onlara inanmak istemezler. Sevenler birbirlerini incitmek istemezler, değil mi? Ancak her ilişkide bir dönüm noktası olur, bu noktada her şeyin ne kadar yanlış olduğunu görür şiddet gören kişi. Ne kadar yanlış, ne kadar can yakıcı, ne kadar gerçek… Kaçmak isterler ama çok geçtir. Kapıları şiddet kapatır, elleri de ağzını. Kollarını tutar “Benimsin!” diye bağırır, ama kalp biri için atmadıktan sonra, o kalp birine ait olabilir mi? Bu umutsuz kara delikten çıkabilmenin tek yolu her ne kadar korkutucu gelse de birine anlatmaktır. Ses ne kadar yüksek olursa o kadar korkutucu, kaçırıcı olur. Bu yüzden birlik olmak için, yardım bulmak için başkaları ararız. Bize yol gösterecek, problemleri atlatmamızı sağlayacak insanlar bulmaya çalışırız çünkü başkasının ses olmasına izin vermek her zaman yardım eder. Aşk can yakar, kördür ve en yoğun duygudur. Ama yine de bunları uçlarda yaşamak, büyük bir hatadır. Her ne kadar iki âşık her zaman birbirinin yanında olması gerekse de, aynı zamanda ayrı olacakları zamanları ve anları da bilmelidirler. Aşk bir güldür, ama dikenleri biri size batırıyorsa bu güzel bir aşk değildir. Bir ilişki eğer size onun sevgisini sorgulatıyorsa veya ondan endişe duymanızı sağlıyorsa, onu kesinlikle bırakmalısınızdır; çok geç olmadan önce. Ne de olursa her can yakan çiçek güzel kokmaz ama her aşk denemeye değerdir.Kaynakça OATES, Joyce C; SUNAR, E. İlk Aşk. Alakarga, 2015
KAYGISIZIN KAYGILIYA BAKIŞI Titiz bir insan olduğumu söyleyebilirim, titiz olmak kaygılı bir hayatı da beraberinde getiriyor. Örneğin görüntü önemlidir, düzen de öyle, benzerleri de. Büyük Lebowski’yi izleyene kadar kaygılarla örülü bir yaşantının normal bir yaşantı olduğunu düşünüyordum. Çevremde Lebowski kadar kendisini salmış bir karakter olmadığı için ben bir film karakterinin gamsızlığında kendi gamlı hayatımın yeni farkına varabildim diyebilirim. Lebowski her yeri dökülen bir arabaya biniyor, her gün aynı kazağı ve şortu giyiyor, en önemlisi ise asla sinirlenmiyor. Ben de böyle bir insan olmak ister miydim ya da ben niye böyle değilim? Her insanın farklı bir yapısı olduğunu biliyorum ama yaşam tarzının da bir mantığı, değiştirilebilme imkânı olsa gerek. Konu, bazı insanlar kaygılı bir yapıya sahiptir, bazıları ise kaygısızdır şeklinde geçiştirilebilecek bir konu değil benim için. Şöyle düşünüyorum, ölene kadar titizlenmiş bir insanın hayatında azap hep oradadır. Kaygısız ise adı üstünde kaygısızdır, kaygısız bir insanın sadece varlığı bile sürekli didinen ve onun gibi olmayan diğer insanlarla alay etmek gibidir, sonunda kaygısız insan da ölür ama onun hayatında azap diğerlerine kıyasla çok daha az yer kaplar. Sadece ölüm açısından da bakmıyorum mevzuya, somutlaştırayım: Giyim, görüntü, değişik mecralardaki hesaplarım, profil fotoğraflarım, gittiğim mekânlar, odamın düzeni, bilgisayar masaüstümün düzgün gözükmesi ve sayabileceğim birçok şey kafamda hep dönüp durur. Göremediğim bir yeri yırtık olan kıyafetle dışarı çıkmışımdır, sonra onu görmüşümdür, bu benim enerjimi emer, birisi fark etse hakkımda neler düşünür diye kendimi yerim bütün gün ya da durumum müsaitse gider yeni bir tişört, pantolon alırım. Kaygılı insan böyledir işte. Bu tabloya kaygısız insanın penceresinden baktığım zaman titizlenilen bir yaşam tarzı bana çok komik geliyor. Bu nedenle de acaba bir yerde hata mı yapıyorum, yoksa hatalı bir hayatın tutsağı mıyım diye düşünüyorum.Filmden sonra kendimi kısa bir süre Lebowski’nin yerine koydum. Onun gibi yaşadığımı varsaydım. Ürperticiydi, insanların hepsinin beni kınayacaklarına emindim. O anda anladım ki benim titizliğimin yapıyla çok da bir ilgisi yok, tamamen dışsal faktörlerden dolayı titizim. Yaşam tarzım tamamen dışarıdan bakıldığında düzgün gözükmek üzerine oluşturulmuş. Elbette kendi içimde de düzenden hoşlanıyorum, dağınık bir yerde rahat edemiyorum ama dışsal faktörlerin ağırlığı bu hoşnutsuzluktan çok daha fazla. Ben “el âlem ne der” endişesi yüzünden kaygılarla örülü bir hayat yaşıyorum. Bu nedenle de sinirliyim. Kaygısız insan ise hiçbir şeyi umursamadığı için onda sinir de oluşmuyor, önemli bir şeyi yok ki onun. Benim var mı? Var olduğunu düşünüyordum ama şimdi bakınca aslında önemli bir şey yok bu dünyada. Mümkün mertebe iyi yaşamak lazım tabii ama bunun için stres olmaya da gerek yok. Önemli olan şeyi gamsız insanlar çoktan çözmüş, huzurlarının çevresine tel örgü çekmişler, hiçbir şey oradan içeri sızamıyor, her daim huzurlular. Bence doğrusu da bu. Bir kıyafetin yırtık olmamasına dikkat etmek ayrı, yırtık olduğu fark edilirse ben mahvolurum diye stresten ölmek ayrı, gamsız insanlar buradaki farkı iyi anlamışlar. Yazıma başlığını veren “kaygısızın kaygılıya bakışı” konusunu da kaygısız Lebowski ile filmdeki gerilim ve kaygı canavarı Walter arasındaki çatışma vesilesiyle aktarayım: Lebowski, Walter’a baktığında yoruluyordu. Muhtemelen içinden “Ben sadece onu biraz seyrettiğimde yoruldum, bitap düştüm, o nasıl yaşıyor böyle?” diye geçiriyordu. Lebowski’yle empati kurunca o yorgunluğu ben de hissettim ve ışık hızıyla sarsıldım: Kaygılı bütünlüğüm, dışarıdan nasıl göründüğümü önemsediğim için kendi kendimi tutsak ettiğim bu hayat da Lebowski, Walter’a baktığında ne görüyorsa tıpkı öyle görünüyor! Kaynakça Joel Coen- Ethan Coen, The Big Lebowski, Working Title Films, ABD-İngiltere, 1998.
Gökçe 1 Oğul Gökçe 21202160 Section 3 Don Kişot’a Benzeyen Yönetmen Don Kişot, İspanya’da yaşayan kendini şövalye zannederek yel değirmenlerine ve gördüğü koyun sürülerini asker sanarak onlara savaş açan, yardımcısı ile birçok macera yaşayan roman kahramanıdır. Sanço Panço ise, Don Kişot’un para teklif ederek kandırdığı sadık uşağıdır. Don Kişot’un Sanço Panço ile olan arkadaşlığı serüvenin başlangıcında imkânsız gözükse de, olayların komediye dönüşerek devam etmesi, bu romanın akıcı bir uslüple okunmasını sağlıyor. Don Kişot’u ilk okuduğum zaman bu adamın deli mi dahi mi olduğunu çözememiştim. Animasyon filmini izlediğimde, onun aslında çok zeki olduğunu ve kendi olmak istediği kişilik uğruna savaş verdiğini anladım. Bana göre bu kitapta, deli bir insanın yaşadıklarını farkında olmadan, komediye dönüştürerek karşı tarafa aktarmasını düşünemeyeceğini söyleyebilirim. Önceleri sakin ve sessiz bir hayat yaşayan kendi halinde bir köylünün, kendisini şövalye sanmasıGökçe 2 sıska atını güçlü bir beygire benzetmesi, okuyucuyu hikâyenin ilerideki sayfalarında bir ihtişam beklentisine sevkediyor. Daha sonra Don Kişot’la Sanço yolda gördükleri bir hana giderek han sahibinden bira istermiş gibi lordluk istemesi de olaya ayrı bir komedi katıyor. Bu durum onun akli dengesinin olmadığını, han sahibinin onunla dalga geçtiğini ortaya koyuyor. Kafasındaki hayale inanarak yaptığı hareketlerinden dolayı fazlaca dayak yiyen Don Kişot geri adım atmıyor. Köyün papazı ve berberi onu iyileştirme bahanesiyle evlerine kaçırıyorlar. Yolda giderken birçok macera yaşayan Don Kişot ve uşağı Sanço, şatosuna vardıkları Dük ve Düşes’in oyununa gelirler. Burada ünlü yönetmenlerden biri olan Alfred Hitchcock da çok değişken ve sapkın bir kişiliğe sahip olduğundan Don Kişot’a benzetebiliriz. Küçükken ailesinin tuhaf oyunlar oynayarak gerçek hayatı öğretmek amaçlı verdikleri cezalar sonucu, gelecekteki kişiliğinde farklı bir değişim görüyoruz. Sette yaptığı sapıkça şakalarla, settekiler üzerinde tam bir hakimiyet kurmaya çalışan Hitchcock’u kendisini şövalye zanneden Don Kişot olarak tanımlayabiliriz. Kişot, paslı zırh ve kılıcıyla bir şövalye olmaya çalışırken, Alfred Hitchcock da yaptığı şakalarla, kendince komedyen olmaya çalışıyor. Bir keresinde, aktristlerden Kim Novak’a yaptığı, öldürülmüş ve tüyleri yolunmuş tavuk şakası ile, Don Kişot’un koyun sürülerini asker sanarak savaşması ve koyunları öldürmeye çalışması karakterlerinin birbiriyle örtüştüğünü gösteriyor. Don Kişot için çok önemli olan sıska atın karşılığı olarak düşündüğümüzde, Alfred Hitchcock’un da ameliyattan sonra oluşan deliksiz göbeğini her fırsatta etrafındakilere göstererek onu büyük bir olaymış gibi takdim etmesi her ikisinde de içsel bozukluğu açığa vuruyor. Buna örnek olarak, Don Kişot’un yel değirmenlerinden, Alfred Hitchcock’un ise yumurtalardan delikleri olmadığı için korkması da, bu insanların akli melekelerinin ara sıra gelip gitmesi ile anlatabiliriz. Kadın kıyafetleri gardrobu olan Alfred Hitchcock, zaman zaman kendini kadın zannederek buGökçe 3 elbiseleri giyiyordu. Don Kişot da aynen Alfred gibi kendisini şövalye sanıp şövalye kıyafetleri ile dolaşmaya bayılıyordu. Ayrıca bir diğer özellikleri de, kaldıkları handaki şarap şişelerini kıran Don Kişot’la, servis edilen her bardağı kendisine layık görmeyerek kıran, burnu havada olan akli dengesini kaybetmiş kişiler olarak yorumlayabiliriz. Sonraki yıllarda Kişot bir düello sonucu köyüne dönmek zorunda kalıyor ve ölüm döşeğinde iken aklının tekrar yerine gelmesi ile, normal bir insana dönüşerek sahip olduğu mal varlığını vicdanen huzura kavuşmak amacıyla fakirlere dağıtıyor. Hitchcock ise, bu tür insanları inciten eşek şakalarının sonucunda aldığı tepkiler karşısında, gerçeklerle yüzyüze gelerek oscar adayı filmlere imza atıyor aynı zamanda da kendisi gibi yönetmen olan bir bayanla çok iyi bir evlilik yapıyor. Kaynakça 1. Saavedra, Miguel de Cervantes. Don Kişot. İstanbul: Antik Yayınları,Çağdaş Dünya Edebiyatı, Dünya Klasikleri, Roman(çeviri),2009-3 2. http://www.milliyet.com.tr/-magazin-1513000/ 3. http://www.birazoku.com/don-kisot-miguel-de-cervantes-saavedra
Burak Güneş HIRSIN KISA BİR İNCELEMESİ Medeniyet kavramının olmadığı dönemlerden bize kalan en büyük ve belki en önemli miras, hırs olabilir mi? Muhtemeldir ki bu doğru. There Will Be Blood filminin ana kahramanı Daniel, hırsın kendisi için ve dolayısı ile de insanlık için ne ifade ettiğini şu kelimeler ile bize sezdiriyor: " İçimdeki yarışmacı kişilik, benden başka kimsenin başarmasını istemiyor.i " Hırs kavramının mümkün olan en sade şekilde ifade edilişi de ancak böyle olabilirdi. Peki birçoğumuzun ilkellik olarak gördüğü hırs, neden modern hayatın temel öğelerinden biri haline geldi ? Belki de hırs, hayat ile olan bağlarını hiç koparmamıştı. Belki de bugünkü modern insanın ahlaki düşünce esaslarının asli ilkelerinden biri. Burada bahsetmenin uygun olmadığı, "sıkıcı" bilimsel yayınlar, dolaylı yoldan da olsa, yukarıdaki tezleri doğruluyor. Tek hücreli yaşamdan çok hücreliye, günbegün etkisini şiddetlendiren bu kavram, bir canlının vahşi koşullar altında hayatını sürdürmesini sağlayan ana etken değil midir? Eğer ana etken hırs ise, hırs; kötü, ilkel şeklinde ifadeler ile tanımlanabilir mi? Bu tür sorgulamaların sonunun gelmeyeceği aşikâr, bunlara bir yerde nokta koymak gerek. Zihnim yazıyı yazarken bu soruları ve daha fazlasını sormaya, yenilerini üretmeye devam etse de kendimi, zor da olsa, durdurmayı başarıyorum ve bundan sonra, kendimi hırsın ne olduğuna odaklamaya, hırsın karşıt ve benzer kavramlarını düşünmeye çalışacağıma ikna ediyorum. Hırs ile benzeştirilebilecek duyguları düşünmeye çalışıyorum. Azim ile karşılaştırıldığında ortaya çıkacak sonuçları düşünüyorum. Bir basit ve kısa cevap ile dönüyorum. Hırs, nefret ile doluyken azim, tahammül ile dolu. Hırs, başkalarını ezmeyi öğütlerken azim işe, hayata sabır ile yaklaşılması gerekti tavsiyesini veriyor. Peki karşıt kavram olarak neyi ele alabiliriz? Hırsın zıttı nedir? Zıtlığı atom altında parçacıklarda dahi inceleyebilirken, gözlemleyebilirken, bu konuda bir karşıtlıktan bahsedemeyecek miyiz? Bu soru, kafamda uzun bir süre daha beklemede kalacak gibi gözüküyor ama bir şey oldukça açık. Bu soruları bir kenara bırakıp hırsın gerçek, somut yüzü ile ilgilenmeye başladığımız vakit, o yayılmacı kişilik saklandığı yerden çıkıyor. Her şeyin bir arazi ile başladığını görüyorum. Muhtemel petrol alanı, Daniel'ın ilgisini çekmeyi başarmış ancak paranın kokusu değil, amacına ulaştıracak yolda büyük bir mesafe kaydedebilme ihtimalidir aslında ilgisini çeken. Yalnız bu yolda yapacağı bir hata, ona zamandan da ötesini kaybettirecek, belki uzun vadede hayatını karartacaktır. Daha geç olmadan ve filmin ayrıntılarında boğulmadan, Daniel'ın amacının neolduğundan da bahsetmem gerekir ki aksi hâlde bu yazının biteceğinden süphe duyuyorum. Daniel, birkaç kelime ile hayata bakışını, amacını şöyle özetliyor: "Zaman zaman insanlara bakıyorum ve sevilecek bir taraflarını göremiyorum. Yeterli parayı kazanayım ve insanlarla bir işim kalmasın istiyorum.ii" Petrol krallığına gidecek bir şirket için didinmesinin, çabalamasının tek amacı bu. Yaptıklarının eninde sonunda ulaşmasını istediği odak noktası bu. Peki, bu amacına ulaşabilecek mi?Bu sorunun kesin bir cevabı yok. Bir bakış açısına göre Daniel bu amacına ulaşmıştır; bir diğerine göre ise başarısız olmuştur ama gözlerimizin önünde reddedilemeyecek bir gerçeklik vardır ki o da hırsın Daniel'in ulaştığı yerden daha aşağılara inişini oldukça acılı ve aynı zamanda ani bir biçimde neden olmuş olmasıdır. "Birinci sahnede duvarda silah varsa ilerleyen sahnelerin birinde mutlaka patlar" denildiğini sıkça duyarız. Burada kastedilen gerçek bir silah olabileceği gibi, patlamaya hazır bırakılmış, pimi çekilmiş bir olay örgüsü de olabilir. Aslında kaliteli-kalitesiz birçok eserin muhteviyatında bulunan bu "felsefe"nin, eserin içine serpiştirilmesi ,gömülmesi oldukça zordur. Sıradan bir izleyici olarak bunu ancak "silah patladığında" fark edebildim, Daniel, o hatayı yapmıştı. "Silahın patlayışı", beraberinde olay zincirinin kopuşunu, tahmin edilebilir sonun tamamen ortadan kaybolmasını getirdi. Eski zamanlarda prenslik kurmasına yetecek kadar alan elde edip bu bölgelerden petrol çıkartmaya başlayan Daniel, en ciddi ve önemli bölgeyi almayı unuttuğu fark ettiğinde, yani hatayı yaptığında -klişelere meydan okurcasına- çok geç değildi. Bir yol ayrımına gelmişti. Ya "tiksindiği" şovenist, dindar adamın teklifini yerine getirip cemaat önünde günah çıkartacak ya da tasarladığı petrol taşıma hattını daha uzun, meşakatli yollar üzerinde kuracaktı. Bütün hayatını dinden ve tüm uzantılarından kaçmak ile harcayan Daniel, hırsı ve amacı uğruna bu teklifi kabul edecek ve hatta kiliseye maddi yardımda dahi bulunacaktı.Hırsın masum yüzü, ele geçirdiği bedende sürekliliğini sağlamak adına, bu teklifin Daniel tarafından kabulüne izin vermiştir. Bu hareket ne ilktir, ne de son olacaktır. Kutuplara yakın noktalarda günün doğumu ve batımı gibi bir hareket şekli izleyecektir hırs, yani sürekliliğini sağlamaya çalışırken kendini ve bulunduğu bedeni öldürecektir. Geçmiş toplam zaman içerisinde değerlendirildiği takdirde "an" olarak değerlendirilecek kadar kısa bir sürede diğer yüzünü göstermeye başlayacaktır. Masum tarafın uykuya geçmesi sonrasında doğan şiddet ve öfke ile seyreden hırs, Daniel'ın nefret saçmasına neden olacaktır. Öyle ki, çocuğu olarak tanıttığı, üzerine titrediği HW'nun oğlu olmadığını yüzüne vuracaktır ve bu sırada şu itirafta bulunacaktır: "Oğlum değilsin. Rekabetin küçük bir parçasısından başka bir şey değilsin.iii" Bunların üstüne, iki insanın ölümüne neden olacak, ikisini de bizzat kendisi öldürecektir. Hırs, bu cinayetleri, nefret ile ve belki aynı zamanda zevk ile işlemesine neden olacaktır ve belki hepsinden daha önemlisi, HW'nun duyma yetisinin kaybolmasına yol açacaktır. Sözde çocuğunu; duyamayan, masum çocuğunu bir tren vagonunda bırakıp kaçabilecek kadar abartacaktır. Eski bir dostunu, bu noktalara gelmesini sağlayan arkadaşını, Eli'ı, vahşice öldürecektir. Yaptıkları kötülüklere eş zamanlı olarak, kendi hayatı da kötüye gidecektir. Çünkü gün batmaya başlamıştır. ...ancak gün, battıktan belli bir süre sonra doğal olarak yeniden doğacak olsa da bu Daniel için geçerli olmayacaktır. Kaynakça: i,ii,iiiAnderson, Paul Thomas. There Will Be Blood. 2007. Ghoulardi Film Company. Film.