text
stringlengths
0
17.6k
Yusuf Emir Özbek Öncelik Mutlu Olmak Kendimi bildim bileli kendi mutluluğuma, huzuruma düşkün olmuşumdur. Yakınımda kim varsa onlar ile birlikte hayatımı keyifli hale getirmeye çalışırım hep. Bunun için de fırsatları kovalarım. Bu durumu bencillik olarak görmüyorum hiç. Bence insan mutlu olduğu zaman etrafındakilere daha çok değer verebilir ve etrafına daha çok yarar sağlayabilir. Herkes bu psikolojide olsa zaten kimse bu durumu bencillik olarak ya da kötü bir şey olarak algılamaz. Bodrum’da yaşadığım için de keyif alacak aktiviteler yapma şansımız oluyor çok kez. Benim gibi gençler için çok olanak var. Özellikle yazları hep dışarı çıkarız, eğleniriz. Sene 2022 idi. 2 arkadaşımla Kalben konserine gitmiştik. Daha okullar tatil olmamışken böyle bir keyif yapalım dedik. Bodrum’da çok konser olur, özellikle yaz mevsiminde. Ama gittiğim konserlerin çoğu Bodrum Antik Tiyatrosu’nda oluyordu. Çok geniş bir alan ve seyirciler sahneye çok uzak kalıyor fakat bu konser diğerlerinden çok farklıydı. Gittiğim Kalben konseri Gümüşlük’te küçük bir mekândaydı. Oturduğumuz masanın en fazla 2-3 metre önündeydi sahne. Kalben ile aynı hizadaydık ve ara ara yanımıza gelip masaların yanlarından dolaşıyordu. Ama tek farklılık bu da değildi. Ortam tarif edemeyeceğim şekilde çok samimiydi. Loş ışıklar, uzun bar masaları, herkesin birbirini önceden tanıyormuş gibi rahatlığı… Gümüşlük zaten Bodrum’un bu anlamda en rahat, en huzurlu yerlerinden biridir. Mekânın hemen yanında kumsala vuran dalgaların sesiyle harika bir geceydi. En sevdiğim arkadaşlarımdan iki tanesi ile çok spontane bir şekilde bu geceyi planlamıştık. Ben ve bir arkadaşım zaten Kalben şarkılarını biliyorduk, diğer arkadaşımız ise çok Kalben tarzında şarkılar dinleyen birisi değildi ama o da gelmişti bizimle. Geldiğine o da çok mutlu oldu sonra. İnsan gerçekten de küçük şeylerden mutlu olabiliyor. Konser küçük bir şey değil tabii ki fakat gittiğim diğer konserlere göre bu konser çok daha küçük çaplı bir konserdi. Ve ben gittiğim diğer konserlere nazaran çok daha fazla eğlenmiştim. Bu da ortamın samimiyetinden ve rahatlığından kaynaklanıyor büyük ihtimalle. Mekânın sosyal medya hesabında paylaştığı videoda ben ve arkadaşlarım da vardık, dans ettiğimiz halimizle. Konserin her saniyesi, her dakikası o kadar içime işledi ki, hâlâ dün gibi hatırlıyorum. Ara ara videoları açıp izlerim. Orada olan 2 arkadaşımla da bağlarımız daha da sıkılaşmıştı o günden sonra çünkü o ortamın ruhunu, enerjisini hep birlikte hissetmiştik. Eminim onlar da aynı şeyi düşünüyorlardır. O gece o kadar temiz, o kadar güzeldi ki her anını hatırlıyorum. O gece aklımda loş bir kahverengi ışık olarak beliriyor ve başka hiçbir anıma benzemiyor. Şu an bu yazıyı yazarken tüm her şey gözümün önüne geldi, üzücü olan şu ki o mekân el değiştirdi ve bir daha oraya gitmedik. Konser tarzı şeyler oldu mu haberim bile yok.Önemli olan şey insanın mutluluğu nerede bulacaksa o yolu takip etmesi. Bu ister konser gibi, dışarı çıkmak gibi, sevdiklerinle herhangi bir şey yapmak gibi bir sosyal aktivite olur, ister tek başına bir şey yapmak gibi, insanın kendini dinlemesi gibi bir şey olur. Ne olduğunun hiçbir önemi yok. İnsan mutluluğa nasıl ulaşır bilemem, bir formülü var mıdır? Büyük ihtimal yoktur ama insan bu hayattan gerçekten keyif almaya başladığı zaman, kendini de sevmeye başlıyor, etrafındakileri de sevmeye başlıyor ve etrafındakiler de onu seviyor ya da daha doğrusu etrafındakilerin onu sevdiğini fark ediyor. Bu farkındalığa ulaştıktan sonra zaten insanın önünde aşamayacağı bir engel kalmayacaktır. Kaynakça: Kalben. Kalben Konseri. Off Gümüşlük Sahnesi. 7 Mayıs 2022. Kalben Konseri, Bodrum. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 7 Mayıs 2022.
Naz Alara Erbek MADENİN KARANLIĞINDA Asgari ücretten kat kat daha düşük bir maaş için yerin onlarca metre altına girer miydiniz? Her sabah uyanır mıydınız gün doğmadan ve iner miydiniz madenin zifiri karanlığına? Hayır deyişlerinizi duyar gibiyim. Bizlere imkânsız veya hayal gibi gelen bir düşünce… Fakat yüzyıllardır milyonlarca insanı sömüren, eziyet eden ve katleden bir gerçek bu. Sanayi Devrimi’nden bu yana artan kömür kullanımı maden ocaklarının da yıllar geçtikçe artmasına sebep oldu. Yeni bir iş gücü ortaya çıkmış olsa da birçok ülkede binlerce işçi yine ve yine kapitalizmin gazabına uğradı. 1993 senesinde çekilmiş olan Fransız filmi Germinal, maden ocaklarının karanlık ve bilinmeyen yüzünü tüm çıplaklığıyla bir tokat gibi izleyicinin yüzüne vuruyor. Asırlardır dünyada sınıf farklılıkları ve sınıf ayrımları var. Daima bir taraf kazanırken diğer taraf kaybediyor. Elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan üst tabaka, işçilerinin emeklerini sömürüp, ekmeklerini yerken; işçi sınıfı canla başla adeta hayatta kalabilmek için mücadele ediyor. Kuşkusuz ki dünyadaki insanların birçoğu, daha fazla para uğruna gittikçe kapitalistleşmiş. Oysa unutulan çok önemli bir nokta var. Maddesel çıkarlar uğruna, insanoğlu bu kadar vahşileşebilir mi? Kendi benliğini, insancıllığını, hak ve adalet kavramını kaybedebilir mi? Kendinden, halkından birileri açlıktan ölürken muhteşem sofralarda oturabilir mi? Geçer mi boğazından lokmalar? İşçi sınıfının çocukları açlıktan ölürken, çocuklarını el bebek gül bebek büyüten üst tabakanın vicdanları nasıl rahat? Çoğu zaman zam talepleri de yanıtsız kalıyor emekçilerin. Çaresiz işçiler karınlarını doyurmak için ve biraz olsun yaşam kalitelerini arttırabilmek için greve başvuruyor. Germinal filminde bu olaya açıkça tanıklık ediyoruz. Bir grev neden başlar, nasıl devam eder, neler talep edilir ve ne şekilde sonuçlanır sorularının cevaplarını Germinal’de bulabiliyoruz. Son 10 yılda yapılan grevleri incelediğimizde açıkça görüyoruz ki, neredeyse hiçbir kuruluş ve endüstriyel firma işçilerin isteklerini ve taleplerini yerine getirmiyor. Emekçiler canlarını koydukları işlerde hak ettiklerini alamıyor ve sendikalar genellikle ortak bir çözüm bulamıyor. On dokuzuncu yüzyılın ardından Karl Marx’ ın teorileri ve önermeleriyle, dünya işçi hakları konusunda biraz daha bilinçlense de, günümüzde hala iş kazaları, düşük maaşlar, kötü koşullar ve yatmayan sigortalar var. Çözümü yok gibi görünebilir ama çözümü hiç olmadığı kadar yakın bir yerde, bizlerde.Naz Alara Erbek Başta maden işçileri olmak üzere, son yıllarda birçok emekçi iş kazalarından dolayı hayata gözlerini yumdu. Bu olaylar medyaya yansıdıkça, bizler bilinçlendik ve aydınlandık. Endüstricilerin ve patronların “Koşullarımız iyidir” diye pazarladıkları yerlerin aslında hiç de iyi olmadığını gördük. Madenlerin karanlığına, işlerin güvensizliğine, korumasız fabrikalara şahit olduk. “Sedye kirlenmesin çizmemi çıkarayım.” diyen madenci için aynı hisleri Soma’da yaşadık. Tüm bu acı olaylarla birlikte bizler bir bütün olmayı öğrendik. Empati kurmayı, onları daha iyi anlamayı ve onların da haklarını savunmamız gerektiğini fark ettik. Çözüm biz olmak, dayanışma içinde olmak, birbirimizi anlamak, birbirimizin haklarını savunmak… Dünyada ne zengini, fakiri, eliti, köylüsü, genci, yaşlısı bir olup zor durumda olana yardım eli uzattığı zaman gerçek barışı ve huzuru yaşayacağımız günlere ulaşmış oluruz. Ne yazık ki, Germinal’de açıkça, insanlar sadece kendi hayatlarını ve kendi yararlarını düşünerek hareket ediyor. Kimi zaman aynı dertten muzdarip iki kişi bile birbiriyle anlaşamıyor ve ortak bir karara varamıyor. Durumu iyi olan kötü olana yardım eli uzatmıyor. Germinal’de olduğu gibi çoğu grevin başarısız olmasının sebebi budur, bencilliktir. Unutmamalıyız ki, kişi ne zaman kendini ikinci plana atıp zor durumda olana yardım etse, orada yeni bir umut doğar ve tohumlar yeşerir. Kaynakça: Berri, Claude. Germinal. 1993 Fransa
Aydemir Doruk Gürsoy 22301620 Sonsuz Okyanusum: Satranç Hiç hayatta anlamlandıramadığınız kadar çok düşündüğünüz bir şey, bir boşluğa, hatta duvara baktığınızda bile ondan bir parça gördüğünüz oldu mu? Çünkü eğer olmadıysa, bu anlatacaklarım çok mantıksız ve abartı gelecektir. Hatta çoğu zaman benim için bile aşırıya kaçan derecede olan bu duygularımın bir başkasına anlamsız gelmesine hiç şaşırmam doğrusu. Sonsuzlukla tanıştığım ve hayal gücümü doğrudan artırdığını düşündüğüm oyuna ortaokul yıllarında başlamıştı ilgim. Oyun diyorum, ancak bu yalnızca derdimi yalın ve anlaşılabilir bir şekilde anlatabilmek için. Benim için hiçbir zaman bir oyundan ibaret olmamıştı, olamamıştı. Evet, tabii ki de daha önceden dokunmuştum satranç taşlarına; at nasıl hareket eder, şah mı tahtanın kralıdır yoksa her yöne koşturan vezir mi, ‘‘Piyonlar yalnızca başlangıçta düz gider.’’ gibi temel yapı taşlarını biliyordum. Ancak eğer bununla sınırlı kalsaydı bu hobi, psikolojik sınırlarımı bu denli zorlamaz ve bana hayattaki mühim bilinçleri katamazdı. Satrancın temelinde psikolojinin yattığını fark etmemle başladı her şey. Bu yanıyla tanışmam tabii ki bir günde olmadı, olamazdı da zaten. Nasıl bir bebek doğduğu gibi konuşmaya, yürümeye başlayamıyorsa, benim de önce emeklemem ve anlamsız sesler çıkartmam gerekti. Bunlar umursamadan yapılmış bir hamle veya tahtanın köşesinde unuttuğum zavallı atımın alınmasıyla karşılık buldu satrançta. Ancak kim inanırdı bana bu deneyimlerin sorumluluk duygusu kazandıracağına? Yaptığım her harekete, ağzımdan çıkan her söze iki kat dikkat etmeye başladım. Lakin işin ilginç tarafı, bu hareketleri hayatıma katmamda değil, neden yapmaya başladığımı fark etmemdeydi işi ilginç hâle getiren. Kulağa hoş gelmeyeceğinin farkındayım, ancak hayatımdaki her insana bir satranç taşı olarak bakmaya başlamıştım. Belli bir farkındalıkla yaklaşıyordum herkese, hata yapmamaya çalışıyordum. Böyle böyle beni içten içe kavuran, adeta bir saman alevi gibi içimde yanan yangına dönüştü satranç. Elbette ki bahsedilmesi gereken önemli noktalardan birisi de satrancın bu büyüleyici ve beni böylesine derinden etkileyen yanıyla nasıl tanıştım? Birçok kişinin duyduğu ya da bir şekilde karşısına çıkmış olan Scott Frank ve Allan Scott tarafından Walter Tevis’in Vezir Gambiti romanından uyarlanıp sinemaya aktarılan yapıt The Queen’s Gambit (Vezir Gambiti) dizisiyle başladı benim serüvenim. Dizideki başrol karakter Beth Harmon’un çocukluğundan yetişkinlik yıllarına kadar tırmandığı başarı merdivenlerini hayretler içerisinde izlerken satranç hakkında ilk ve en önemli farkındalığımı kazanmıştım. Bu farkındalık, satranç maçlarının sadece taşların tahta üzerindeki sırasız ve sonsuz sayıda danslarından ibaret olmayıp oyuncuların birbirleri üzerindeki psikolojik üstünlüklerin, oyunların gidişatı üzerine ve satrancın sonsuz bir okyanus olmasındaki hayrete düşürücü etkisiydi. Hiç unutamıyorum ogün hissettiklerimi. Muhtemelen size ve bir başkasına bu anlattıklarım gülünç gelecektir, ancak heyecanla ve istekle odamın köşesinde unutulmuş, tozlu satranç takımıma sarılmamdaki heyecanımı bir ben, bir de odamdaki dilsiz duvarlar biliyor. Şüphesiz bu aşkın bu denli kuvvetli olmasının en olası sebebi, on beş on altı yaşındaki bir gencin karamsar, umutsuz ve tamamen boşlukta olduğu o vakitte, karantina döneminde, hayatına girmesi ve âdeta bir kurtarıcı edasıyla olumsuzlukları, endişeyi ve tüm o cevaplanamayacak soruları aklından silmesiydi. O günler farkında değildim tabii ki satrancın hayatıma katabileceği sayısız güzelliğin ve bilincin. Günler ayları, aylar günleri kovaladıkça ben aynaya baktığımda artık başka biri görüyor ve bir yandan içten içe büyümüş hissetmenin haklı gururunu yaşıyordum. Bu sebeple demiştim yazımın başında ‘‘Eğer bu denli tutkuyla bağlandığınız bir şey yoksa bu anlatacaklarım mantıksız ve abartı gelecektir.’’ diye. Çünkü kim bilebilirdi ki milyonların oynadığı oyunun, satrancın, bir çocuğun hayatını böylesine değiştirebileceğini? KAYNAKÇA Frank, Scott, Yön. The Queen’s Gambit. 2020. Netflix. Dizi
Zehra Gümüşok Düşlerimin Salıncağı Yılda bir kez geldiğim anneannemin evine bu sene ilk kez geldim. Bu eve küçüklüğümün bütün yaz tatillerinde gelirdik. Şimdi ise sadece yazın hafta sonu uğrayabilirsem uğruyorum. Küçük, tatlı bir ev. Anneannemin babası yaptırmış. Anlayacağınız benim gözümde en az bir yüz yılı vardı. Etrafı taşlarla örülü bahçede bir tahta salıncak asılıydı. Ahşap kapıdan girince ilk salıncak bizi karşılardı. Yatıya geldiğim günlerde sabah uyanır uyanmaz daha pijamalarımla salıncağa koşardım. Gün içinde oyun oynarken fırsat buldukça tekrar buraya gelirdim. Evcilik mi oynardık herkes dağılınca ben hemen buraya koşardım. Öğle yemeği saatinden sonra gezmeye gitmeden burada otururdum. Ne kadar sürerdi sallanmam bilmiyorum, belki saatler sürüyordur. Günümün önemli bir kısmını buraya ve hayallerime verdiğim kesin. Öne geri sallanmaya başlar hayallere dalardım. Salıncak hareket ettikçe içime bir mutluluk birikirdi. Sadece öne geri giderken nasıl oluyordu da bu kadar özgür hissediyordum? Neyin hayalini kuruyordum onu da hatırlayamıyorum artık ne kadar çok sallanıyorsam. Kendi dünyama dalınca zamanın farkına varamıyordum. O zamanlar da kendimce kaygılarım vardır herhâlde, onlardan kurtulmak için de bir kaçış yeri olmuştur bana. Hayatın döngüsü bu kadar monoton ve sıkıcıyken salıncak öyle değil. Burada otururken başka hiçbir şey yapılmaz, sadece sallanacaksın. Kitap okuyacaksam evde okurum bahçedeki salıncak bunun için değil. Ben sallandıkça korkunç bir gıcırtı sesi gelirdi, sanki bütün ev üstüme yıkılacak. “Zehra biraz daha yavaş sallan!” sesi gelirdi bir süre sonra.Anneannem benim gözümde tam bir salıncak yapma ustası. Gezmeye gittiğimizde nereye istersem oraya salıncağını asardı. Salıncakta nasıl kendi kendime uzaklara daldığımı sanırım o da biliyor. Hassas bir çocuk olduğumu bildiğinden bana dokunmazdı. Yeri geldiğinde ağlar, hatta biraz fazla ağlar; mutlu olunca güler hatta yine biraz fazla gülerdim. Şu an salıncakta kurduğum hayal dünyamdan başka bir hayatım var. Belki de şu anki yaşantımın da hayalini kurmuşumdur kim bilir. Bu salıncağa gelmemi bir yıl boyunca mümkün kılmamış bir yaşam. Bir şekilde bir buçuk saat süren yoldan sonra geldim. Bu yıl da eve girdiğim gibi sallanmaya başladım, kendi geleneğimi hiç bozmadan. Gerçekten aynı hisleri tekrar yaşamak istiyordum. Tekrardan herhangi bir şey yaşadığımda kendimle baş başa kalmak istiyordum. Sonuçta bir yıldır gelmemişim, hislerim birikmiş. Evde, balkonumdaki televizyonun karşısında o dev gibi salıncak da var. Ara sıra gün batımını izlemek için oturuyorum. Tabii ki bu salıncak anneannemin salıncağının ancak bir taklidi. Ben yokken anneannemin salıncağında hiç kimse sallanmamış sanırım. Gelince üstündeki tozları sildim. Beni beklemiş bunca zaman. Hiç kimse de çıkarmamış onu. Sanırım anneannem bir yıl benim için saklamış bu salıncağı geleceğimi ona söylemesem bile. Bu sefer beni geleceğe götürüp hayal kurmaya değil geçmişe çağırıyor. Sallandıkça gelen gıcırtıların sesi bir hayli artmış her sene olduğu gibi. Eskisi gibi hızlı sallanılmıyor. Sallanırken gene mutlu oluyorum. Bilmem kaç ülke gezdim, sayısız yerde oturdum ama bu his bu doku çok ayrı benim için. Çocukluğu bizim için güzel yapan şey de bu sanırım. Her zaman anı yaşıyorsun. Ne olursa olsun yaşadıklarımız büyüyünce bize tatlı anılar olarak kalıyor. Şimdi düşününce bütün bu hislerimden bana ne kaldı. Acaba o salıncakta düşlediğim bin bir tane düşün hangi birini gerçekleştirdim? Doyasıya gülüp ağlayan o Zehra’ya ne oldu? Bu soruları cevaplamak için biraz daha düşünmem lazım, kendimi biraz daha zorlamam. Şu anki Zehra ise o salıncağa geri dönmek istiyor. Salıncağı soracak olursanız hâlâ orada duruyor. Benim gelmemi bekliyor. Bense ya o salıncağa ya da gerçekten çocukluğuma dönmek istiyorum. Kaynakça: Fragonard, Jean-Honore. Salıncak. 1767. The Wallace Collection. Londra.
Olmaz Olmaz Deme, Olmaz Olmaz! Nedir insanı insan eden1? Onu hayvandan ayıran? Dünyadaki en karmaşık canlı yapan? Düşünemediğimizi hayal edin. Özgür düşüncelerimizin engellendiğini, fikir üretemediğimizi. Ne kalır bizden geriye? Potansiyelimiz çok yüksek ama önüne set çekiyoruz, tam potansiyelimize ulaşamıyoruz. Düşünemeyen, bilinci olmayan bir insan! Neler hissederiz? İnsan sıfatını, en kompleks canlı sıfatını hala hak eder miyiz? Hayır tabii ki. Ancak dürüst olalım, çoğumuz hayvanlar gibi yaşıyoruz üstelik sadece bu ülkedeki insanlar değil bütün dünya. Her insanın beyninde bir insan, bir hayvan beyni olduğunu biliyor muydunuz? Hayvan beynimizin %96’sı çalışırken, insan beynimizin sadece %4’ünü kullanabiliyoruz ve buna rağmen bu kadar gelişmiş, tartışmaya açık bir şekilde, uygar bir ülkede yaşıyoruz. Neler yapabileceğimizi siz düşünün. Ama, maalesef, biz kendimizi kapattık gelişmelere. Batı bilimin peşindeyken, buluşlar yaparken biz değiştiremeyeceğimiz konular hakkında yorum yapıp duruyoruz, aklımızı o konulara çalıştırıyoruz anlamsızca. Aklımızca politika yapıyoruz. Fark edemediğimiz nokta ise Batı ülkeleri çok gelişti bu sürede. Doğu da aynı şekilde. Bir biz kaldık! Gelişmekte olan Türkiye. Batılı düşünce sistemi. En önemli özelliği yeniye her zaman açık olması ve insanlarını başka şeyler denemeye, başka işler yapmaya teşvik etmesi. Avrupa’da yaşadığım süre içinde fark ettim ki, sistem tamamen insanların potansiyellerini aşması ve sağlıklı, mutlu bir hayat sürmesi için kurulmuş. Ev düzenlerinden, imar planlarından okul sistemine kadar. Bizde ise mutluluk her zaman ikinci planda ve ben bu düşünce sistemine dayanamıyorum. Evden okula, okuldan eve. Ev dediklerimiz ise bahçesiz, holsuz bir hapishane hücresine benziyor. Yalan yok. Kötü mü olurdu herkesin bahçeli, insanlarla kaynaşmalarını kolaylaştırıp fikir alışverişlerine ortam yaratan, tıpkı Rusya’daki gibi kocaman parklar, bahçeler olsa, çocuklar hayvan besleyebilip sorumluluklarını genç yaşlarda geliştirebilse? Ülkemiz tam bir bilim ülkesi olurdu böylece. 1 Aksal, 17.“Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” deniyor. Bana göre doğru bir söz. Hadi düşünelim biraz bu söz hakkında, yorumlayalım kendimizce. Bir insan neden bir şeye olmaz desin? Neden insanlar bu kadar karamsar? Hep düşüncelere, duygulara ve özellikle hayallere olumsuz bakıyorlar? İnsanlar daha kendi çocuklarının hayallerine, amaçlarına bile inanmazken bu soruyu sormak biraz anlamsız aslında. Cevap basit. Onlara inanmadılar, onlar da bize inanmıyorlar. Asırlar boyu böyle devam etmiş, büyük ihtimalle uzun bir süre de böyle devam edecek. Herkes öğrendiğini uygular sonuçta.Aksal da bu konu üzerinde durmuş eserinde. Türk halkı apartmanlara hapsolmuş durumda. Dört tarafı betonla, metalle çevrili kutularda yaşıyorlar. Hapishane hayatından farkı yok bana göre. Tek fark, dışarı çıkmak istediklerinde özgürce çıkabiliyorlar. Ama daha büyük bir sorun var. Kafalarını, düşüncelerini de hapishanede gibi yaşıyorlar. Potansiyellerini kısıtlamışlar. Komik gelebilir ama bunun sebeplerinden biri de apartmanlara, rezidanslara kendilerini hapsetmeleri, komşularıyla ilişkilerini kesmeleri, kısaca dış dünyaya kendilerini ve çocuklarını kapatmaları, onları yabancı olarak görmeleri. Denize kıyısı olan bölgelerden gelenler (İzmir, Antalya gibi) hayata daha geniş bir yelpazeden bakıyorlar. Onlar için denenmemişleri yapmak, tabuları yıkmak çok daha kolay. Belki de bu özellik deniz havasının etkisidir. Neticede İzmir Türkiye’nin en batıdaki ili ve hayli yabancı orada yaşıyor. Haliyle oranın insanı, onlardan ve Batı’nın düşünce sisteminden etkileniyor. Söylemeden geçemeyeceğim, babamın İzmir’e yerleşeceğini öğrendiğimde ne kadar sevindiğimi kelimeler açıklayamaz. En sevdiğim şehirlerden biri İzmir. Hiç kuşkusuz bir Batı şehri. Gelişmemiz için önemli olan yöntemlerden biri de şiir. Bırakın şairler istediğini yazsın, kendi duygu düşüncelerini okurlarına yöneltsin. Herkesin özgürce istediğini yazmaya hakkı olmalı bu ülkede. Herkesin yazması lazım hatta. Çünkü şiir düşünceyi iletme yollarından en önemlisi ve en etkilisi. Bir ülkenin dili, edebiyatı ne kadar güçlü olursa, o ülke o oranda gelişir. Ayrıca genel Türk insanının düşüncesi olan “her şeyde iyi ol” düşüncesini bırakıp belirli bir alanda kendimizi geliştirmeliyiz. Bu, her şeyi bırak bilime yönel demek değil tabii ki. Her konu hakkında bir fikrimizolabilir, konuşabiliriz ama herkes en iyi olduğu alanda uzmanlaşmalı ki gelişme olabilsin. Neticede herkes her şeyde iyi olamaz. İmkansız! Ne kadar gelişmek istiyorsak, o kadar bilime yönelmeli ve diğer uğraşları bırakmalıyız. Tarihimizi de unutmamalıyız bilimin yolunda ilerlerken. Unutursak, ülkeyi ülke yapan en önemli yapı taşını umursamazsak neden gelişmeye çalışırız ki? Zor şartlar altında kurulan bu devleti geliştirmek ve diğer ülkeler arasına, yüksek statüye çıkarmak her Türk evladının borcu. Bu borcu atalarımıza ödemek için durmadan çalışmalı ve hedefimizi mükemmeliyet olarak belirlemeliyiz. EVET, YAPABİLİRİZ! Adilhan Adil 2 2 Google Resimler
Aysu Pınar Okdemir Aşkıma Olan Minnetimin Notaları Aşk mıydı beni büyütüp değiştiren? Ufkumu genişleten, ruhumu her parçası farklı bir hikâyeyi anlatan bir yelpaze gibi zenginleştiren bu duygu aşk mıydı? Belki de aşkımın bana hissettirdiklerinden ötede bir güç vardı. Bu duygunun da güzelliği işte tam bu noktada çıkıyordu; yüzleştiğim, hatıra olarak bana bırakılan her bir öğretinin değerini sonuna kadar bilip şükretmekle kökleniyordu savunmasızca bağlandığım sevgimin bağları. Aşka duyulan minnettarlık, insanın varoluşunun en ince dokularında biriken bir teşekkürdü çünkü. Ruhumun, tüm benliğimin sessizce iç çekişiydi âdeta. Aşkın bu küçücük hayatımızda gelip geçici olduğunu; bıraktığı kalıcı izleri, güzellikleri ve yaraları düşünürüm ara sıra. Lâkin her şeye rağmen tüm bu fırtınanın ardında geriye kalan o durgun deniz içimdeki minnet duygusu sanki. Şükran; tüm bu duyguların geride bıraktığı o izlere, o tarifsiz hatıraları duyduğum içsel bir selam gibi içimde... Aşk; benim tüm duvarlarımı kırmama, kendimle ilgili daha önce bilmediğim müthiş bir cesarete sahip olmamı sağladı. Sevdiğimi gözümün önüne getirdiğim an sadece ona değil, kendime de o bakışları attığımı anlıyorum. Çünkü belki de insanın gerçekten sevdiğinde gördüğü, zamanında tanıyamadığı kendi yansımasıdır; kendi ile olan tanışmadır. Tam da bu yüzden minnet duyarım; çünkü aşk daha önce yüzleşmediğim, farkında bile olamadığım benliğim ortaya çıkarıyor. Beni ben yapan her bir duygum; uçsuz bucaksız derin sevginin içinde şekilleniyor, ona karışıyor, onunla bir oluyor. Aşkın kalbimde yarattığı bu değişime, kattığı her bir sayfaya minnettarım. Kalbimin her atışına minnettar olduğum gibi. Minnettarım çünkü aşk bana kısa, geçici anıların bile kalıcı izler bırakabileceğini çok iyi öğretti. Hep birlikte gülünen kahkahada, paylaşılan her bir bakışta, her vedada, çalınan her notada, çekilen her keman yayında bir hikâye, bir iz vardı. David Garrett’ın Unlimited turunun İstanbul konserine gittiğimde duygularım ve aşka olan düşüncelerim iyice pekişmişti. Kemanın her bir parçaya bıraktığı eşsiz iz, etkileyici her yorum bana aşkın aslında ne kadar biricik bir duygu olduğunu ve bana armağan ettiği her anıyla ufkumu açarak ona minnettar bıraktığını gösteriyordu bana. Çünkü sanatçı bastığı her notada, her vurguda nefesiyle de seyirciye anlatıyordu huzurla dolduğunu. Kalbinin arınırcasına müzikle yenilendiğini gördükçe derin nefesler aldım onun gibi. Kemanına bakışında, arşesini her çektiğinde parmaklarının eşsiz ve narin hareketlerinde kaybolmuştu ruhum. Eriyordu kalbimde katılaşan tüm korku kalıntıları. Böyle bir deneyim sadece bir konserden ibaret değildi, bir şifalanma yöntemiydi dinleyicileri için. Minnettarlığım da bir tür şifaydı sanki bana, geçmişin ağırlığına tutulan eski yaraların üstüne gelen o yumuşak dokunuştu. Bu sayede anlamıştım ki o konserden sonra bakış açım gerçekten de değişmiş ve gelişmişti. Çünkü sevginin varlığıyla her parça akışında geçmişin gölgelerinden sıyrılır gibi yeni öykülere yelken açabilmenin verdiği o ferahlık hissi, acıların iyileşmesi yaraların onarılması, bembeyaz sayfada insana yeniden nefes aldıran bir mucize gibi geliyordu bazen. Belki de gerçekten öyleydi. Ben hayatıma yorum katarak, üst üste koyarak ilerliyordum başarı ve başarısızlıklarımı. Bu yüzden en büyük minnetim aşkın bana kendimi de sevmeyi öğretmesineydi. Aşkta bir başka insanda bulduğum güzelliklerle kendi içimde de barışmaya başlıyorum sanki. İnsan olmanın hassas terazisini; yaralarımla, kırılganlıklarımla kendimikabul etmeyi öğrenerek kapılıyorum hayata. Çünkü aşk sadece başkasına değil, kendime duyduğum sevginin de kapılarını aralıyor. Geçmişin izlerini taşımaktan korkmuyorum, o izlerle yaşamayı öğreniyorum. Tam da bu yüzden eşsiz parçaların ruhumda dolanmasına, benim kemanımın eşsiz yorumuyla içselleşmesine izin vererek en derin şükranlarımı sunuyorum belki de aşka. Queen’in Show Must Go On parçasının tüm vokal yoğunluğuyla yüreğime vurmasındansa onu benzersiz bir hâlde, fakat aynı duyguları yansıtacak bir yorum ile kalbime yediriyorum. Kemanım titrek bir sesle hayat devam ediyor derken ne kadar narin hareket ettiğini fakat bir o kadar da kararlı ve agresif olduğunu konserdeki gibi damarlarımda hissediyorum. Hayatı kendi tarzımla, kendi seçimlerimle yaşıyorum. Teşekkür ediyorum, derin nefesimle hayatıma bir yay çekerek başlıyorum yeniden. Böyle minnet duyuyorum aşka, izlerini benliğimin kapalı kutusunda güvende tutarak. Diyeceğim şu ki aşka benliğime bir ışık tuttuğu için derin bir minnet duyuyorum. Her bir deneyim ruhumda bambaşka izler bıraktı ve beni daha derin, belki karmaşık ama kendiyle dingin bir deniz ılıklığında yaşayan, barışık bir birey hâline getirdi. Aşkın sunduğu bu benzersiz yolculuk sadece duygusal bağ kurmamı sağlamadı, aynı zamanda kendimi keşfetmem için ayna oldu bana. Her anı, her duygu hayatımda birer birer eserin parçalarıydı sanki ve bu izler beni ben yapan, beni kendi parçamın yorumcusu yapan konserimdeki biricik parçalar olarak kalacaklar. Aşka, aşkıma, bana tüm kattıkları için minnettarım çünkü her şeyin ötesinde kendimle olan bağımı güçlendiren en kıymetli yolculuk, belki minik ama tadına doyulamayacak hayatımın notalardaki yorumu aşkımın içinde gizliydi. Garrett, David. Unlimited Tour, 2019. Konser.
Yavuz Selim YILDIRIM HADDİNİ BİLMEK Beş dakika önce neler yaşadığımın idrakine varamadan, hatta hayal mi yoksa gerçeğin ta kendisi mi olduğunu anlayamadan kalakaldım olduğum yerde. Sanki beyin fonksiyonlarım bir anlığına iş yavaşlatma eylemine gitmiş, sadece gördüğüm en yakın banka doğru gidip oturmama izin verecek kadar çalışmıştı. Önümden geçen iki ayaklı ve dört tekerlekli gri gölgelere dalmış bir şekilde oturuyor, beş dakika öncesini hatırlamaya çalışıyorum. Zihnimdeki dağınık parçalar yavaş yavaş bir araya gelip anlamlı bir bütün oluşturmaya başlıyor, belli ki beynimdeki eylem sona ermiş. Saniye belki de saliselik bir farkla ölümden kurtulduğumu anımsıyorum. Bir şeyler daha hatırlıyorum, önümden yürüyen genç kızı. Bugün benim kadar talihli olmayacak ki kamyon sıfatında tecessüm eden ölümün seçtiği kızı. Anlık bir farkla beni teğet geçen kamyonun kendisini altına alışını, kızcağızın orada can verişini hatırlıyorum. Formuna yeni yeni dönen beynimde en az ölüm kadar acı bir fikir daha beliriveriyor o anı hatırlamamla. Beş dakika öncesine kadar nerede ve kim olduğumu bilmeden günlerimi eskittiğim fikri… Hep iyisini, onun da iyisini oldurmak için çabalayarak çırpınmakla kendini yıpratmış bir ömürden bahsediyorum. Önündeki hedeflerin, Kızılelma misali ardı arkası kesilmeyen silsileye dönüştüğü bir hayat. Ne zaman ki önündeki gayeye ulaşsa bir yenisini bulmakta vakit kaybetmeyen bir hayat. Böyle bakıldığında ömrün tadına varamadığı için acınası olarak görülebilecek bir hayat. Lakin o ömürlerin acınası kısmı, sanıldığının aksine haz yoksunluğu değildir. O ömürlere iyi bir örnek teşekkül eden ben ve benim gibiler, yarış gibi gördükleri bu hayattan haz alırız almasına. Hele hedefe ulaşmak için verilen mücadelenin verdiği keyfi dünyalara değişmeyiz ama bilmeyiz ki hayat o kadar da ciddiye alınası bir şey değildir. İşte bizim acınacak ahvalimiz bu noktadır. Şu ana kadarki günlerimi ölüm duygusunu unutarak geçirdim. Ben en iyisini yapabilirdim ve yapmalıydım. Adımı tarihe altın harflerle yazdırmalıydım, unutulmamalı, yıllar sonra bile hatırlanmalıydım. Bu dünyada bir boşluk dolduran ben; tüm ihtişamımla varlık bulmalıydım önümde engel niyetine duran ne varsa yıkmaya çekinmeden. Beş dakika öncesine kadar bu fikirlerin zihnini zapt ettiği biriydim ben. O kızın hayatının bedeli, aklımın başıma gelmesiymiş. Bir salise sonrasının bile garantisini veremeyecek kadar aciz olan ben nasıl da bu kadar cüretkâr davranmışım. Hiç ölmeyecekmişçesine kuruş gibi harcadığım günlerin ardından bir “Ah” çekmekten daha fazlası gelmez ki elimden. Hırstan başka bir şey görmez olan gözlerimden, daha çok çalışmak için geceleri kendine zehir ettiğim uykumdan nedamet getirmekten başka ne gelir şu faninin elinden. Yaşam ile mücadele edebileceğim gafletine nasıl da kapılmışım. Oysa başladığın an yenileceğin belli olan bir mücadeleydi hayat, çünkü doğduğun gün, tıpkı o gün gibi insanlık için sıradan başka bir gün öleceğin anlamına geliyordu. Uygarlığın Ayak İzleri: Krallar ve Tanrılar adlı eserinde “Dünyada sayısız medeniyet önce tüm ihtişamıyla varlık buldu, sonra da yok oldu. Hepsi tarih yazdı, başarıları ve zaferleriyle övündüler. Ne var ki edindikleri tüm başarımlar birer birer o günkü anlamını yitirdi, takvimden eksilen her yaprak unutuluşun buruk anısına dönüştü.” (14) satırlarını kâğıda döken Celil Sadık, benim ve benim gibi olan bakan körlerin yıllarca göremediğini gösteriyor. İnsanlık tarihine eşsiz hizmetleri dokunmuş medeniyetler bile unutuluyorken koca insanlık tarihinde bir nokta bile teşkil etmekte zorlanan bizler unutulmayacağımıza inanabiliyorduk. Neyse ki o kız bana ömrümün geri kalanını bahşetti. Ömrümün sonuna kadar sana minnettar ve müteşekkir kalacağım kızım bana haddimi bildirdiğin için. Dilerim ki benim bu dünyaya veda edişim de seninki gibi hayırlara vesile, yolunu kaybetmişlere yol olur.Montumun sol kolunu hafifçe yukarı çektim saatimin ekranını görmek için. Beş-on dakika geçti galiba banka oturalı, geç kalmadan evin yolunu tutayım en iyisi. Başvurular Sadık, Celil. Uygarlığın Ayak İzleri: Krallar ve Tanrılar. İstanbul: Epsilon Yayınevi, 2020.
Özgün Gürel Her Şeye Rağmen Yola Devam Sinemaya gitmekten hoşlanırım ama Türk filmleri fazla ilgimi çekmez. Ancak bir tavsiye üzerine ya da kıramayacağım bir arkadaşıma eşlik etmek için gittiğim filmler vardır. Yine boş oturduğum bir gün bir arkadaşımın ısrarına dayanamayıp gittiğim ve inanılmaz bir keyif aldığım Nadide Hayat da bunlardan bir tanesi. Size filmi anlatacağımı zannediyorsanız büyük bir yanılgıya düşmüş olursunuz. Benim paylaşmak istediğim bu film de beni etkileyen ve aslında her insanda olması gereken bir şey azim… İnsan doğası gereği doğar, büyür, yaşar ve ölür. İnsanı insan yapan hayvanlardan ayıran içinde yaşadığı ve yaşattığı duygulardır. Yapımız gereği bazen kırılgan bazen duygusal bazen umursamaz bazen de heyecanlı olabiliyoruz. Hayata bakış açımız yaptığımız seçimler bizim iyi ya da kötü bir yaşam sürmemizi sağlıyor. Yaşamımıza nerede başlayacağımızı, anne babamızı seçmek gibi bir şansımız yok. Bu arada bizimkilerden şikâyetçiymişim gibi düşünmenizi istemem. Genelleme yaptığım için böyle söylemek durumundayım. Seçim şansımızın ilerleyen zamanda elimize geçmesi ve bunu en iyi şekilde kullanılabilmek bizlere bağlı. Yok, benim kaderim böyleymiş mantığıyla yaşama devam edenlerden olmayı seçerseniz (ki bu da bir tercihtir saygı duyarım) o zaman size sunulan imkânlarla yaşadığınız mekânda size biçilen hayatı sürdürürsünüz. Eğer biraz idealleri olan bir kişilik iseniz o zaman imkânlarınızı sonuna kadar zorlayıp zincirlerinizi kırıp parmakla gösterilen biri oluverirsiniz. (Nadide hanım gibi)Kişi yeni bir şeye başlamak için bazen uzun bir karar aşamasından geçer. Yapacaklarının doğru mu yanlış mı olduğunu tartarak karara varmak ( ki bu bazen kaçış için yapılan bir iş) herkes için aynı kolaylıkta olmayabilir. İşe ben yapamam diye başlayan kişi, ilk başta kendine verdiği sözün, aldığı kararın arkasında duramadığı için kendisiyle içsel bir mücadele yaşar ki bu onun kendi gözündeki değerini de düşürür. Başkalarının etkisiyle kararından vazgeçtiğinde ise dış sesi onun için önemli olur. Bıraktığı için neleri kaçırmış olabileceklerini düşündüğünde, kişi tamamen çevresinin kuşatıldığı hissine kapılır. Aslında bütünü oluşturanları sıraladığımızda kullandığımız kelimeler düşüncelerimizi oluşturuyor; düşünceler duygularımızı, duygular davranışlarımızı. Bütünün her parçası önemli ve duygularımız işin kilit noktası. Karar vermek, çoğu zaman ne kadar zorlanırız. Yüzlerce, binlerce seçenek beynimizin içinde bir o yöne bir bu yöne dans ederken, kendimize sürekli o mu, bu mu diye sorarız. Bunu bağımlılıklar da olduğu gibi de düşünebiliriz. Sigara içiyorsam ve bağımlıysam beynim, bedenim sigara istiyor. Alkol bağımlısıysam alkol... Duygular için de sistem aynı şekilde. Hangi duygu ben de bağımlılık yaptıysa o duyguya yöneleceğim vücudum o duyguya ait olan hormonlarımı çalıştıracak ve her neyse o an yaşanmak istenen bedenim onu yaşayacak. Yaşamımız boyunca içinde bulunduğumuz şartlarımız yüzünden kendimiz hakkında çok az düşünüyoruz, duygularımızın sesine neredeyse hiç kulak asmıyoruz. Geçmişin pişmanlıkları, geleceğin endişeleri, kaçırıldığımız zamanlar derken asıl anımızı pas geçiyoruz. Hızlı ve doğru karar alan kişilerse ihtiyaçlarını, ne istediklerini ve hatta ne istemediklerini biliyorlar. Daha öncesinde yaptığı hatalardan kendine gerekli dersi çıkarmış oluyorlar. Herhangi bir konuda karar vermek gerektiğinde tüm bunların yardımıyla kararlarını veriyorlar. Aksi olduğunda da hedefini bilmeyen bir yelkenli gibi bir o yana bir bu yana rüzgâr nereye eserse gidiyorlar. Asıl önemli olan insanın kendisine verdiği söz olmalı bence.Olumsuzluklar sonucu hayattan ümidi kesmek, düşündüğümüz ve yapmak istediklerimizi daha karar aşamasındayken bırakmak, özetle pes etmek hayatı hem kendimize hem de çevremizdekilere yaşanmaz hâle getirmekten başka bir işe yaramaz. O zaman ne diyoruz yaşadığımız her ne olursa olsun günün tadını çıkarmak, kaybettiklerimizi unutmadan ama onlara takılı kalmadan yola devam etmek en güzeli…
Sena Gümüş 21602454 SIYRIL RUTİNLERİNDEN Aslında ne kadar da monotonlaşıyor bir süre sonra hayat, farkında olmadan bir deryaya kapılmış gidiyoruz, hep rutin işlemler ve hareketler. Mesela ben çoğu sabah zorla uyanıyorum, reflüden dolayı rahatsız hissetmiyorsam kendimi veya zamanım varsa kahvaltı yapıyorum ya omlet ya da yulaf, süt ve meyve yiyorum, daha sonra hızlıca üstümü giyinip, okul için eşyalarımı hazırlayıp atlıyorum arabaya, hızlıca arabayı park edip, derse koşuşturuyorum. Okulda da rutin eylemler, derse gir, dersten çık, kütüphane, öğle yemeği, arkadaşlarla bir iki sohbet. Daha sonra okul çıkışı bazen kulüp etkinlilerine katılıyorum ki bu son zamanlarda rutin hayatımı renklendiren tek eylemim oluyor. Bunlar da bittikten sonra tekrar aynı yollardan eve dönüyorum. Akşamları da pek farklı geçmiyor, tabi ki ailecek yenen bir akşam yemeği sonrasında meyve veya çay beni mutlu hissettiriyor, fakat bu durum da gayet rutin artık. Anlattıklarımdan lütfen memnuniyetsiz olduğuma dair bir kanıya ulaşmayın, burada belirtmek istediğim şey hayatımın, sadece benim de değil çoğumuzun hayatının çok rutinleşmiş olması. Peki neden? Neden hayatımız monoton bir şekilde ilerliyor? Neden hayatımızı renklendirmiyoruz veya bundan kaçıyoruz? Bence bu sorunun ilk cevabı ki bu cevap aynı zamanda benim de bu soruya yönelteceğim cevap, yeterli vaktin olmaması. Hayatımız gerçekten fazlasıyla yoğun geçmekte. Bir anneyi düşünelim mesela, çalışan bir anneyi. Yalnızca kendi sorumluluklarıyla yükümlü değil, yalnızca kendi iş hayatıyla ve bireysel sorumluluklarıyla ilgilenmiyor, aynı zamanda ev işlerinin ona yüklediği sorumluluklar mevcut, küçük kız çocuğunun bakımı, ödevleri kısaca çocuğunun da sorumluluklarını yükleniyor. Ya da bir babayı hayal edin, ailesinin daha iyi şartlar altında yaşatmak için daima yoğun bir iş temposuna sahip. Bir üniversite öğrencisi olmak da artık pek kolay değil, fazlasıyla zor ve yoğun bir hal alabiliyor. İşte gördüğünüz gibi çoğumuz yoğun ve yüksek tempolu bir hayata sahibiz ve eğer hareketlerimiz de rutinleşmiş olmasa asla bu hayata ayak uyduramayacağımızı düşünüyoruz. Yani aslında bir korku da söz konusu. Rutin hareketlerimizin dışarısına çıktığımızda eski hayatımıza, her ne kadar sıkıcı olduğunu hissetsek de en azından tüm sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz ve belirli bir düzene sahip olan hayatımıza tekrar geri dönememe korkusu içindeyiz aynı zamanda. Bir sebep daha var aslında, biz farkında değiliz ki monoton bir hayat sürdürdüğümüzün, bir deryaya kapıldık gidiyoruz, geri dönüp bakmıyoruz ki ya da belki de bakamıyoruz, zamanımız yok. Yani içinde bulunduğumuz hayatın farkında değiliz. İçinde bulunduğumuz fazlasıyla monotonlaşmış olan hayatımızın farkına ise bazen bir arkadaşımızın yoğun ısrarı üzerine akşam dokuz ila on gibi bir tatlı yemeye yahut bir kahve içmeye çıktığımızda ve o akşamdan fazlasıyla haz aldığımızda varıyoruz. Ya da hafta içi, iş çıkışı koştura koştura geri kalan işlerimizi tamamlaya eve giderken annemizin teklifi üzerine onunla beraber bir yemek yediğimizde aldığımız zevkle farkına varıyoruz. Kendi içimizden ‘Ben kendimi o kadar alıştırmışım ki rutinlerle dolu bir hayata, hayatımda farklı bir açı kalmamış eğlenebileceğim ya da bana kendimi mutlu hissettirecek! Neden kendime bunu yapıyorum ki?’ diyoruz. Aslında hayatımızı renklendirmek istersek küçük dokunuşlar yeterli, on veya on beş dakika mis gibi sonbahar havasındayapacağımız bir yürüyüş, vizyonda olan, beğendiğimiz bir oyuncunun ilgi çekici filmine bir bilet, bir gitar dinletisi, yeni bir roman, bunlar asla tamamıyla düzenimizi alt üst edecek şeyler değil, bunlar sadece monoton hayatımızı bir miktar da olsa renklendirecek, rutin eylemlerimizden sıyrılıp bizi mutlu hissettirecek olan şeyler.KAYNAKÇA Zweig, S. (2015). Olağanüstü Bir Gece. (İ. İgan, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Ceren Güven Mutlu Ve Anormal Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın kitapçıda rafta görüpte birkaç saniye de olsa ilk okuyuşta ne demek istediğini anlayamadığım bir kitaptır. Mutlu olmak varken neden normal olayım ki dedim içimden? Kısa bir süre düşünüp kitabı elime aldığımda elbette birkaç tahminim vardı kitabın konusu hakkında. Dedim ki içimden böyle bir yargıya anca mutsuz bir insan yahut mutluluğu bulmaya çok kafayı takmış birisi varabilir. Nihayetinde kitabı okuduktan sonra haklı olduğumu anladım. Otobiyografi tadında yazılmış bu kitap Jeanette Winterson'un kendi hayat hikâyesini kimi zaman hüzünlendirerek kimi zaman da şaşırtarak kaleme almıştır. Daha küçük yaşta muhafazakâr bir ailede büyütülmüş bir çoçuğun mutluğu arama yolları anlatılıyor kitapta. Kitabı okurken pek çok kez düşündüm mutlu olmak mı, yoksa normal olmak mı diye? Ve hep aynı sonuca vardım çoğunlukla, ben mutsuz olmaktansa normal olmamayı tercih ederim. Mutlu olmak belki şu hayattaki en önemli şeylerden bir tanesidir kanımca. Yapılan bir işten zevk almak, aileyle geçirilen o paha biçilemez vakitler veya çok komik bir olaya dayanamayıp tabiri caizse kahkahayı basmak hep mutlulukla başlamaz mı sizce de? Bir düşünsenize sırf normal olmak için bunlardan ödün verebilir misiniz? Mesela ben istediğim gibi rahat rahat birazcık da olsa normallikten uzak bir şekilde gülemeyeceksem kesinlikle mutlu olamam ve bunun olmaması için de, içimden gelerek ve tabii ki dışardaki insanları rahatsız etmeyecek bir şekilde gülmeye bakarım hep. Ya da hepimiz kulak dolgunluğu olsa da biliriz eski çağlardaki babaları. Sırf normal karşılanmıyor diye çocuğunu doya doya sevemezlermiş, çocuklarına sıkı sıkı sarılamazlarmış büyüklerinin yanında hatta bazen kimse yokken bile. Mesela ben kendi dedeme sorduğumda hep “pişmanım” cevabını aldım, çocuğunu istediği gibi sevemediği için ve bu durumun onu mutsuz ettiğini söyler hep. Yani aslında bakıldığında yaptıkları o döneme göre normal sayılacak bir hareket olsa da mutluluk getirmediği için bir ömür boyu pişmanlık olarak görülmüş hep onların tarafından. Yazarın hayat hikâyesine baktığımızda baskı altında bırakılmış ve pek çok şeye zorlanmış olduğunu görürüz. Annesinin zorla okutturduğu ve tek doğru olarak saydığı İncil'in yanında gizliden gizliye okuduğu o diğer kitaplar beni en çok etkileyen bölüm oldu kitaba dair. Yazarı kendi yerime koyduğumda katlanamadım bu haksızlığa, kimse çocuğuna bu denli karışmamalı ya da ne yanlış ne doğru bu denli göstermeye çalışmamalı. Aslında bu düşüncemin biraz da aile yapım ile alakalı olduğunu anladım bu satırları yazarken. Benim annem şu zamana kadar asla kendi doğrularını kabulettirmeye çalışmadı bana. Hep sabırla bekledi ve ne zaman bir hata yapsam hep güleryüzlü bir şekilde “hatamı düzeltirsem, her şeyin çok daha güzel olacağını” söyledi. Belki de bu yüzden normalliktense mutluluğa önem veririm hep. Her zaman düşünürüm ki bir insanın yüzü gülmüyorsa neylesin normal olmayı. Mutlu olmanın önemini bana bir kez daha hatırlatan bu kitabı okuduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum. Bütün zorluklara rağmen kendi düşündüklerinden ve istediklerinden vazgeçmeyen yazarımızın ne kadar güçlü bir kişiliğe sahip olduğu göz ardı edilemez bence. Fakat başlıktan yola çıktığım bu yargı kesinlikle katılmadığım ve doğru olduğuna inanmadığım bir yargıdır. Herkes normal olabilir ya da normal numarası yapabilir. Fakat kimse gerçekten mutluymuş gibi numara yapamaz kanımca. Jeanette Winterson, (2015) Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın, Sel Yayıncılık
Ege Mumcuoğlu 22302385 Aşkın Zincirleri ve Sevmenin Yanılgısı Hayat, bizim olgulara ve olaylara verdiğimiz anlamlar ile şekillenir. Herkes hayata farklı gözlükler ardından baktığı için herkesin hayatı değişik ve özeldir ancak zaman zaman bu gözlüklerin içerisinde benzerliklere rastlanabilir. Hayatımızın merkezine aşk kavramını koymak bahsettiğim benzerliklerden bir tanesi. Doğası gereği aşkın tanımını yapmak pek de kolay değil ancak her canlı türünün çiftleri arasında aşkın bir biçiminin gözlemlendiğini söyleyebiliriz. İnsanlar da birer canlı olduğundan onlar da aşkı hissederler. Aşk kavramı insanların dünyasında diğer canlılarınkinden daha farklı bir yapıya bürünür ve düşüncelerimize yön verip hayatımıza etki eden bir varlığa dönüşür. Çoğu insan âşık olduğu kişiyi hayatında çok önemli bir yere koyar ve kendi ruhunu sevgilisinin ruhuna bağlar. Ben ne yazık ki kendi ruhumu bir başkasının ruhuna bağlamak veyahut âşık olduğum kişiyi hayatımda çok önemli bir yere koymak istemiyorum. Kendi fikrimce bir insan başka bir insana bağlanınca kendi ruhunun bir parçasını öldürmüş oluyor. Kendimizi ne kadar karşımızdakini tamamen tanıdığımıza ikna etmiş olsak da ilişkiler her zaman göründüğü kadar masum olmuyor ve âşık olduğumuz kişiyi çok az tanıdığımızı fark edebiliyoruz. Talat Kırış Uzak Deniz Küçük Yağmur adlı öykü kitabında iki yabancının birbirleri ile tanışmasının üzerinden henüz üç saat geçmişken birbirlerine âşık olduklarını yazıyor (Kırış, 26). Bence iki insan arasındaki aşk olgusunun bu kadar hızlı bir şekilde oluşabilmesi aşk kavramını aşağılıyor. Aşk insanların hayatında bir bağımlılık hâline gelmiş durumda, çoğu kişi hayatında aşk olmayınca kendini tam hissetmiyor. Büyüklerimiz bize kısa vadeli mutluluklar yerine uzun vadeli mutlulukları aramamızı öğütlediğinde çoğumuz yalnızca kariyerimizi veyahut paramızı düşünüyoruz. Kariyer ve para uzun vadeli hedeflerin kapsamına girdiği halde çoğumuz aşk kavramına aynı eleştirel bakış açısıyla bakamıyoruz ve bu durum beni üzüyor. Yanımızda dayanacak bir omzun veyahut içimizi açabileceğimiz bir kişinin olması uzaktan ne kadar masum ve doğal gözükse de aslında kendimizi başkasına bağlayarak ruhumuzu ikiye ayırmış oluyoruz. Kendimizi kısa vadede rahat hissederken aslında uzun vadede kendi kendimize yeterliliğimizi kısıtlıyoruz. Bir süre sonra kendi kendimizi destekleyemeyeceğimizi düşünmeye başlıyoruz ve dahası yanımızda âşık olduğumuz kişi olmadan mutlu bir hayat yaşayamayacağımızı düşünüyoruz. Kırış sevgilisinden ayrı kalan bir sevdalının çektiği özlemi ve bu özlemden doğan hayata karşı umutsuzluğu anlatırken aklıma yalnızca acıma duygusu geliyor (Kırış, 212). Kendini âşık olduğu kadına bu kadar bağlayan ve ondan ayrı düştüğünde hayata umutsuzca bakmaya başlayan bir insan kendi ruhuna zincir vurmuş oluyor. Yolumuzda duran dağlara tırmanmamıza yardım edebilecek olan ruhumuzun hayat savaşında yaralanarak yenik düşmesine sebep oluyoruz.Benim aşka dair düşüncelerimin bu kadar karamsar olmasının sebebi belki de hayatım boyunca aradığım aşkı hiç bulamamış olmamdır. Kime kalbimi açtıysam yüzüme kapılar kapatıldı ve kime en gizli sırlarımı anlattıysam bu sırlar benim iznim olmadan başkalarına anlatıldı. Sevgi ile açtığım bütün kapılar yüzüme küçümseyici kahkahalarla kapatıldı ve bütün sırlarım yalnızca başkalarına anlatılabilecek gizli dedikodular olarak dinlendi. Belki de ben kendime doğru kişiyi seçmeyi beceremedim ve belki de bu sebeple bütün bunlar başıma geldi. Ne var ki seçtiğim kişi ne kadar yanlış olsa da bir insanın aşkına böyle karşılık verilmesi doğru değil. Herkes birbirine nezaket kuralları çerçevesinde davranmalı. Acımasız ve küstah insanların arasında başkalarına ruhumuzu açmak ne yazık ki hâl böyle olunca yaralayıcı bir biçim alıyor. Bizi gerçekten sevebilecek kişiyi ararken kendimize yapılan bu sevgisizlikleri göz ardı etmek mümkün değil. Ruhumuz bizim en güçlü destekçimiz iken kendimizi sevmek için kendimizden başka birisini aramamalıyız. Hayatımıza soktuğumuz insanları hayatımızın içinde tutmak için gösterdiğimiz müsamahalar çabalarımıza değmiyor ve bu duruma her geçen gün göz yumuyoruz. İşte bu sebeple kalbimi başkalarına açmaktan korkar hâle geldim. Her gün haberlerde okuduğumuz artan boşanma sayıları benim aşk konusunda haklı olduğumun kanıtı. Erkekler arzularına yenik düşerken kadınlar da kendilerini güven altında hissetmek istiyorlar ve insanlara, kendileri de buna dâhil olmak üzere, birbirlerine âşık olduklarını ilan ediyorlar. Aslında insanların dünyasında diğer canlılarınkinden çok daha farklı bir yapıya bürünen aşk, ulvi bir mahiyet kazanması gerektiği yerde bir çıkar ilişkisine dönüşüyor. Kırış’ın yazdığı öykülerdeki aşka inanmak istiyorum ve Kırış’ın “Aşk bir deli rüzgâr gibi dadanmıştı bedenime, bir bıçak gibi saplanmış, kanamaya başlamıştım.” (Kırış, 29) sözlerini kalbimde hissedebilmek istiyorum ancak bu saf ve içten aşk gözüme gerçeklikten çok uzak görünüyor. Düşlerimizin meçhul köşelerinde gizlenen gerçek aşk, öykülerde okuduğumuz bir efsaneden öteye geçemiyor. Hayata ardından baktığımız gözlükler bize aşk yerine şehvet ve çıkar sunuyor. Aşk, aşktan başka her şeye dönüşüyor. Aşk, uğruna insanın ruhunu yok ediyor. Kaynakça: Kırış, Talat. Uzak Deniz Küçük Yağmur. Ed. Aslı Güneş. Doğan Yayınları, 2023. Baskı.
Simge Aydın Evet, Kadın Kahraman! “Kadın süper kahraman olur muymuş hiç? Saçma, nasıl güçlü olur ki bir kadın?”. Zaten kadınların hep korku filmlerinde başrol olması gerekir değil mi? İş kahramanlığa, güce gelince başka oluyor tabii. İnsanlar hemen tuhaf karşılıyor asıl karakterin kadın olmasını. Ne yalan söyleyeyim, Wonder Woman’ı ilk izlediğimde ben de tuhaf karşılamıştım. Alışık değiliz küçüklükten beri Süperman, Örümcek Adam gibi süper kahramanlarla büyüyünce. Film çıkmadan önce de biliyordum tabii ki Wonder Woman’ı ama izleyene kadar bu kadar sıra dışı olduğunu fark etmemiştim. Filmdeki en sevdiğim kısım baştaki sahnelerdi. Kadınların kendi başlarına oluşturdukları bu topluluk oldukça güçlü ve dikkat çekiciydi. Özellikle savaşa hazırlık için her gün yapılan antrenmanları izlerken çok heyecanlandım. Çoğu erkeğin neden bu kadar kendini beğenmiş olduklarını şimdi anlıyorum aslında. Onca erkek süper kahraman var. Ben de bir kadın süper kahramanı görünce kendimi oldukça güçlü ve iyi hissettim. Kadının böyle dominant olması bana istesek neler yapabileceğimizi düşündürttü. Bu aralar gündemde olan bir etiket var sosyal medyada belki duymuşsunuzdur. Bir işi “kız gibi” yapmak diye. Bir yandan bayılıyorum bu etikete, bir yandan ise amacının tam tersi etki mi yaratıyor diye düşünüyorum. İlk olarak o kadar çok dilimize dolanmış erkekleri üstün gösteren deyim var ki. Az önce Wonder Woman’daki kadın topluluğunu överken bile “bu erkeksi davranışları” diye yazacaktım az kalsın. “Kız gibi” dediğinde bir insan, her zaman bizim için bir aşağılama olarak gelmiştir. Oysa kız gibi olmanın hiç bir kötülüğü yok. Etiket sayesinde bu duruma farkındalık getirildi. Daha öncesine kadar bu konu hakkında hiç düşünmemiştim ama sayesinde artık ben de bu kalıbı doğru şekilde kullanmaya başlayıp, aşağılama amacıyla kullananları uyardım. Bu hatayı sırf erkekler değil bazen biz kadınlar bile yapıyoruz. Bu nedenle insanların bu konuda bilinçlendirilmesi oldukça önemli. Etiketin belki de amacının tam tersi yönde etki yaptığını düşünme nedenim Morgan Freeman’ın sözleri. Irkçılığı nasıl durdurabiliriz diyen muhabire ırkçılık hakkında konuşmayın demişti (2014). Bu aslında cinsiyetçiliği de yaklaşık olarak açıklıyor. Kendimiz sürekli kadın erkek diye ayırıp duruyoruz. Oysa neticede hepimiz insanız ve birbirimizden hiçbir farkımız yok ve birbirimize karşı hiçbir üstünlüğümüz de yok. Bu nedenle daha önce de bahsettiğim gibi okadın bunu yapamaz, kadın sürücü, kız gibi, erkek işi gibi kalıplaşmış sözleri hayatımızdan atarsak gelecek nesillere eşitliğin olduğu daha iyi bir dünya bırakabiliriz. Belki asıl o zaman bu sorunların hepsi çözülür. Ama başlatılan bu hareket hiçbir şey yapılmayıp, yapılan haksızlıklara sessiz kalmaktan da iyidir diye düşünüyorum. Bir de feministlik kavramına değinmek istiyorum. Öyle bir hal aldı ki artık insanlar feminist olduklarını söylemeye utanıyorlar. Bu kavram erkek düşmanlığı gibi algılanıyor. Ne yalan söyleyeyim, küçük bir çocukken bana da öyle geliyordu. “Ben feminist değilim erkeklerle kadınların eşit olduğunu savunuyorum” diyordum kendimce. Oysa şimdi inanıyorum ki ikisi de aynı şeyler. Bana göre feminist demek erkek kadın ayrımı yapmayan insan demek. Şu an her ne kadar insanlar kadınla erkeklerin hukuk üzerinde eşit olduğunu savunsa da feminizmin bu kadar gündemde olması bu durumun tam tersi olduğunu gösterir. Ortada bir sorun var ki kadınlar hala bu durumu yenmek için uğraşıyorlar. Kadınlar haklarına sahip çıkmazsa, kendilerinin ezilmesine göz yumarlarsa bu durumun değişmesi imkânsız ve hatta daha bile kötüleşebilir. Kaçıncı yüzyılda olmamıza rağmen, dünyadaki nüfusun yarısının kadın olmasına rağmen hâlâ böyle şeylerin yaşanması çok üzücü. Siz de sessiz kalmayın. Hepimiz eşit yaratıldık ve eşit davranılmayı hak ediyoruz. Kaynakça: Jenkins, Patty. Wonder Woman. 15 Mayıs 2017. Film Freeman, Morgan. Mike Wallace. Kişisel görüşme. Youtube. 22 Ağustos 2005
Bir Armağandır Yalnızlık Yalnızlık, tarih boyunca hep bir sorun olarak görülmüş hatta modern çağın insanı içinse neredeyse kaçınılmaz bir gerçeklik hâline gelmiştir. Özellikle dijital çağda yüz yüze iletişim azaldıkça yalnızlık bir tür salgın gibi yayılmakta ve çoğu insan bu durumdan şikâyet etmekte. Bu konuda ben de çok çekmiş biriyim, öyle ki zamanımın önemli bir kısmı yalnız başıma geçiyor. Fakat ben yalnız kaldığım zamanları en değerli anlar olarak görüyorum. Bunun sebebi yalnızlığın bugüne kadar bana çok fazla şey öğretmesi. Bana kim olduğumu, hangi alanlarda yetenekli olduğumu, neleri sevdiğimi öğretti yalnız kalmak. Kısaca kendimi tanımamı sağladı. Daha da önemlisi, yalnız kalmak özgürleştirdi beni. Çoğu insanın yalnız kalmayı bir problem olarak görmesinin nedeni de onun insanı özgürleştirdiğini fark etmemeleri olsa gerek. Bu sebeple onun gerçek değerini fark edemiyor, yalnızlığı kötü bir durum olarak görüyorlar. Hâlbuki yalnızlık insanların düşündüğü gibi kötü bir şey olmak zorunda değil. Bakın bana, ne kadar da seviyorum yalnız kalmayı. Bence bir ceza değil bir armağandır yalnızlık. Şimdi size yalnızlığı neden bir cezadan ziyade bir ödül olarak gördüğümü anlatacağım. Yalnız kalmak başlangıçta bana da zor ve korkutucu geliyordu. Ancak zamanla kendimle daha fazla baş başa kaldıkça yalnızlık benim için bir meditasyona dönüştü. Yalnız kaldığımda kendime, kendi kişiliğime odaklanabiliyorum. Böylece kendimi daha iyi tanımamı, keşfetmemi sağlıyor yalnızlık. Âdeta öz farkındalığımı artırıyor. Fakat yalnız kalmayı sevmemin en büyük sebebi bu değil. Yalnızlık benim gözümde özgürlük demek. Yalnızken bize karışabilecek, fikirlerini dayatabilecek, emir verebilecek kimseler yok. Yalnızca biz varız. Kendi kendimizle karşı karşıyayız. İstediğimiz yapar, istediğimizi düşünürüz. Tıpkı Smith gibi. Smith Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı’nın başkahramanı. Kendisi, hırsızlık suçundan hapse girmiş genç bir delikanlı. Hapse girmesinden sonra hayatının büyük bir kısmını yalnız geçirmeye başlıyor, uzun koşulara çıkıyor. Smith, yalnız kaldığı bu süreler boyunca, özellikle de koşuları esnasında, belirgin bir değişim geçiriyor. Yalnızlık, ona kendinin farkına varmasını sağlıyor. Daha da önemlisi, uzun mesafe koşuları Smith’in yalnız başına kalmasını sağlayarak onu özgürleştiriyor. Hapiste olmasına rağmen koşuya çıktığında Smith kendini özgür hissediyor. Bu açıdan onun koşuları benim yalnızlığımı sembolize ediyor. Ben de yalnızlığı özgürlük olarak görmekteyim. Smith’in koşarken toplum baskıları tarafından köleleştirildiğini fark ettiği gibi ben de yalnızken kendim hakkında birçok yeni şey öğreniyorum. Kısacası, yalnızken sanki uzun bir yolu koşuyormuşum gibi hissediyorum kendimi. Daha bilinçli, daha farkında, daha özgür oluyorum. Peki ya bu yalnız hâlimden çıkıp da toplum içine girdiğimde ne mi oluyor? Bir anda kendimi toplumsal baskıların, çıkar çatışmalarının arasında buluyorum. Bir nevi yalnızken kazandığım içsel özgürlüğüm ortadan kayboluyor ve ben de toplumun yaptıklarına ayak uydurmaya başlıyorum. Aynı Smith’in en sonunda gerçek bir yarışa çıktığı gibi. Yaptığı tüm o koşu antrenmanlarından sonra gerçek bir yarışa katılan Smith de özgürlüğünü kaybediyor, toplumun kölesi oluyor. Tek başına koşarken içsel bir özgürlük kazanmak için koşarken yarış esnasında yalnızca kazanmak için koşuyor. Çünkü insanlar onun kazanmasını istiyor. Aynısı bizler için de geçerli. Yalnızlığımızı kaybedince özgürlüğümüzü de kaybediyoruz, toplum ne isterse onu yapar bir hâlde buluyoruz kendimizi. Artık eylemlerimizi kontrol eden bizler değiliz, toplumun bizden bekledikleri. Peki toplumun beklentilerini karşılamadığımızda ne mi oluyor? Dışlanıyor, farklı görülüyoruz. İşte o zaman tamamen elimizden alınıyor özgürlüğümüz. Ta ki tekrardan yalnız kalana, kendi düşüncelerimizle baş başa kalana kadar.İşte, bu şekilde baktığımız zaman anlayacağız yalnızlığın özgürlük demek olduğunu. Göreceğiz ki bir ceza değil, ödüldür yalnızlık. Uzun lafın kısası, ben birçoğunun aksine yalnızlığı çözülmesi gereken bir problem olarak değil bir armağan olarak görüyorum. Yalnızlık; bizi özgürleştiren, içsel özgürlüğümüzü geri kazandıran bir armağandır. Öyleyse, neden bu armağanı bir yük olarak görelim? Bunun yerine yalnız kaldığımız zamanların kıymetini bilsek daha iyi olmaz mı? Böylece artık yalnızlığı bir kusurumuz olarak görmeyeceğiz. Anlayacağız ki bir armağandır yalnızlık. Kaynakça Sillitoe, Alan. Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı. İstanbul: Alfa Yayıncılık. 2022. Baskı.
The Graduate Filminde İşlenen Hikâyenin Kendimde Bulduğum ​ Parçaları “Hayatta bundan sonra ne yapacağım?” diye sordum kendi kendime. Bilgisayarımda sonuç kâğıdı açıktı ve sakince oturuyordum. Açıkçası, en başta duygularım etrafa saçılmış kırık cam parçaları kadar dağınıktı. On dört yaşında evinden ayrılmış, daha önce görmediği yedi tepeli şehirde beş senesini geçirmiş bir gençtim. Şimdiyse akrep ile yelkovan Ankara’ya gidiş zamanı için dönüyordu. Ben memleket özlemi gidermeye çalıştığım günlerde akrep ile yelkovan hiç olmadığı kadar hızlıydı. Şimdiyse buradayım, kendimi hayatın yelkenlerine bırakmış bir şekilde dolaşıyorum. “Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.”(Lennon, John) sözünün ne kadar doğru olduğunu çoktan anladım. Lise hayatım boyunca filmlere ilgi duydum ve film edebiyatı adı altında birçok ders aldım. Öğretmenim Mr. Vierling ile işlediğimiz derslerde filmlerin tarihini öğrenirken büyülenmiştim. O gün bu gündür her zaman perdenin arkasını da merak ettim. Bu sayede filmleri sadece izlemekle kalmayıp arkasındaki teknik bilgiler ve analizler ile daha derin bir bakış açısına sahip oldum. Zaman zaman gruplar oluşturup kendi kısa filmlerimizi çektiğimiz bile oldu. Filmlere karşı sahip olduğum ilgiden olsa gerek, yazacağım bu blog yazısı için emin olduğum bir şey vardı: beni en çok etkileyen The Graduate filmi üzerine yazacak olmam. ​ ​ Öncelikle bu filmi seçme nedenim üzerine birkaç şey söylemek istiyorum. The Graduate ​ filmini ders ortamında, yanımda en sevdiğim dostum varken izlemiştim. Bilirsiniz, yaptığınız etkinlik eğer sevdiklerinizle beraberken oluyor ise bu o yaptığınız etkinliği farklı bir boyuta taşıyor. İşte bu yüzden de bu filmin bendeki anısı vebıraktıkları çok ayrıdır. Ayrıca filmdeki başrol karakteri Benjamin ile ayrı bir bağ kurduğumu düşünüyorum. Mezun olduktan sonra hayatta ne yapacağını bilmeme hissi Benjamin’i etkilediği kadar beni de derinden etkilemişti. Bence okulu okurken yaptığımız işlere o kadar odaklanıyoruz ki bu bizi değişime yakalandığımız anda büyük bir boşluğun içine sürüklüyor. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi davrandığım lise serüvenimin bittiği anda kendimi hayatı sorgularken bulmuştum. Hayattaki amacım sevdiğim insanlarla beraber olup onlarla yaşamaya devam etmek miydi yoksa kariyer hedeflerinin peşinden koşup bilmediğin bir ortama yeniden ayak uydurmak mıydı? Açıkçası, seçimi ben yapmadım. Üniversite tercihlerinin bir noktada şansa da bağlı olduğu düşünüldüğünde hayat beni ikinci seçeneğe sürüklemişti. En başta dediğim gibi, burada olacağımı öğrendiğimde biraz çekincelerim olmuştu. Ancak bu kaygıların zamanla geçmesi fazla sürmedi. Değişimin beni olgunlaştırdığını görmekle beraber farklı insanlar, düşüncelerle tanıştırdığını görmem mutlu etmişti. Şimdilerde ise sonrasını düşünüyorum. Hayatın zaman zaman bilinmezliklerine ayak uydurmayı öğreniyorum. Yeni maceralar zaman zaman korkutucu görünse de sonunda ulaşacağım noktanın güzelliklerini düşünüp kendimi motive ediyorum. Alıştığım çevre ve insanlardan uzak olmanın aslında zannettiğim kadar kötü bir şey olmadığını fark ediyorum. Benjamin gibi başta ne yapacağını bilmemek ve nadir zamanlarda depresif hissetmek çok normal. Hayatta çoğu şeyi planlayıp yaşamayı seviyoruz ancak başımıza gelenler çoğu zaman bizim elimizde olmadan gerçekleşiyor. Üniversiteyi İstanbul’da devam edecekmiş gibi planladım ancak kendimi bir anda daha önce görmediğim bir şehirde buldum ve bu konuda oldukça mutluyum. Artık dört yıl sonra nerede olacağımı tahmin etmeme gerek yok. Ulaştığımız yer değil de yolun getirdiği maceraların daha değerli olduğunu biliyorum.Yazımın sonunda ise filmin bende bıraktığı en büyük izlerden birini vermek istiyorum. The Graduate filmi üzerine albüm yapılan ilk film olduğunu öğrendiğimde oldukça ​ etkilenmiştim. Albümdeki beni en çok etkileyen “The Sound of Silence” adlı şarkıyı Türkçeye çevirdiğimizde “sessizliğin sesi” oluyor (https://www.youtube.com/watch?v=8FB9GYkIT3E). ​ ​ Bu şarkıyı özellikle uzun yolculuklara çıktığımda dinlemek çok güzel oluyor. Teybin sesini her artırışımda kendimi sanki o tiyatro koltuklarına yeniden oturup en yakın dostlarımla filmi izliyormuş gibi hissediyorum. İyi dinlemeler! Kaynakça Staff, THR. “'The Graduate': THR's 1967 Review.” The Hollywood Reporter, 21 Dec. 2017, ​ ​ https://www.hollywoodreporter.com/news/graduate-review-1967-movie-750709.
İLHAMİ 1 İlhami Özer Sıfırların Gölgesi Altında Kendini Bulabilmek Bazen hayatta öyle anlar olur ki sıkılırsın her şey üst üste gelir, ne yapacağını bilemezsin, konuşacak dertleşecek insanlar ararsın insanları da geçtim çoğul olmasına da gerek yok sadece “insan” olsun yeter dersin. En azından benim hayatımda öyle anlar oluyor. Ve çoğu zamanda o insanları bulamayıp bir kitap ya da film arayışına girerim. Elbette her bulduğum filmde aradığım duyguyu ve içtenliği bulamıyorum ve bu yüzden bir filme veya kitaba başlayacağım zaman biraz şüpheci yaklaşıyorum. İşte gene böyle bir zamandı “3 İdiots” u izlediğim zaman. Hayatımı sorguladığım, ne yapmam gerektiğini bilemediğim, stars sistemi üzerinden dört notumun sıfır olduğunu öğrendiğim, devamsızlığımın yanlış girildiğini fark ettiğim ve bunların hepsinin sorumlusunun aynı hoca olduğunu idrak ettiğim bir zamandı. İçinde bulunduğum hastalıklı durumu atlatmak için bende oturup Hint Filmi izleyecektim, çok şahane bir fikirdi. O zamana kadar hiç Hint Filmi izlememiş olan ben, biraz kaygılıydım; çünkü film yaklaşık üç saatti ve başladığı işi yarım bırakmayı sevmeyen ben sevsem de sevmesem de oturup üç saat izleyecektim filmi. Genelde aklına gelen başına gelir atasözünün canlı ve birebir örneği olan ben, bu sefer kendimi yanıltıp, daha filmin ilk anlarından itibaren kendimi filme kaptırmıştım. Bir taraftan “sıfırcı” hocamla beynimin içerisinde kavga ederken bir taraftan da filmi seyrediyordum ve bir noktadan sora bizim sıfırcı hoca beynimin içinden uçup dersliğine doğru yol aldı ve dersine kaldığı yerden devam etti. Bense hiç umulmadık bir şekilde bu filmin benim için yazıldığını ve benim için çekildiğini düşünmeye başlamıştım. Özellikle öğrencilerin vize haftasında nasıl dini bütün bireyler hâline geldiğini gördüğümde, kendimi dışarıdan izliyor gibi oldum. Koca bir dönem boyunca yatıp ders çalışmayan, yılana süt ikram eden, inek anaya ot bahşeden, meslektaşım öğrencileri görünce benim vize dönemindeki halim gözümde canlandı. Çaresiz, oradan oraya koşuşturan, kırk yıllık Müslümanlara taş çıkaracak derecede Müslüman olan, yok mu bana yardım edecek olan birileri diye aranan ben. Fakat film bana bu yöntemin doğru bir yöntem olmadığını “sıfırlarımın ” ışığı altında gösterdi.İLHAMİ 2 Benim yapımla örtüşmeyen, daha önce hiç karşılaşmadığım bir öğrenciyle tanışıyorum filmde “Rançonddas Çançardas”. Neredeyse bütün öğrenciler sınavlardan Azrail görmüşçesine korkarken, o sınavları önemsemiyor ve kendisine belirlediği hayat felsefesiyle sınavların kendisinden korkmasını sağlıyor. Başkalarının sistemine uymaktansa, kendi sistemini oluşturuyor ve ne zaman korkmasını gerektirecek bir durum olsa “ol iz vel” cümlesiyle korkusunu yenebiliyor. Keşke ben de öyle olabilsem diyorum, önemsemesem şu Allah’ın cezası sınavları ve sonuçlarını diyorum; ama aradan bir yerlerden benim sıfırcı hocanın “zor” dediğini duyuyorum. Onun sıfırı varsa diyorum, benim de süper kahraman babam var diyorum ve babamın “Hayatta ölümden başka zor diye bir şey yoktur” sözünü bütün vücudumda hissediyorum, bu sefer hocaya ben kocaman bir sıfır veriyorum. Beni hocaya sıfır verebilecek kadar uçuran Ranços, filmde arkadaşlarının da hayatlarını değiştiriyor her ne kadar da filmi izlerken; senin tuzun kuru tabi Ranços Efendi, senin sınavların hep iyi geliyor yazık arkadaşlarına desem de sonunda arkadaşlarının hayatına olan katkısını görünce, tekrar saygımı kazanıyor. Filmin sonunda, doğruyu söylemek gerekirse hayata ve sınavlara bakış açım değişiyor. Kendimde o zamana kadar hissetmediğim bir öz güven duygusu hissediyorum. Sınavların hayatımda önemli bir etken olduğunu; ama hayatımı karartacak ve kendimi kesmeme sebep olacak kadar bir önem arz etmediğini fark ediyorum ve bunu sağ olsun Ranços’un arkadaşı Raju, kendini okulun üçüncü katından atarak bana gösteriyor. Aslında üniversite hayatında yüksek notlar almaktan ziyade hayatını olumlu anlamda değiştirecek dostlar edinmenin daha iyi olacağını anlıyorum. Kısacası sıfırlara inat yaşayabileceğimi anlıyorum ve en önemlisi uzun zamandır bulamadığım kendimi, sıfırların gölgesi altında Ranços’un sayesinde bulabiliyorum…
Ömer Faruk Babademez, 21601216. HER ŞEYDEN ÖNCE “İYİ” OLMALI İNSAN Çocukken kafalarımızı kurcalayan doğum hikayelerimiz aslında basittir. Anne ve babanın romantik yakınlaşmasının ardından, babadan gelen sperm ve anneden gelen yumurta anne rahminde döllenirler, yani birleşirler ve ortaya bizim ilk halimiz, yani tek bir hücre olan zigot çıkar. İşte o günden itibaren bellidir aslında tam olarak neye benzeyeceğimiz. Göz rengimiz, boyumuz, ten rengimiz hatta ne kadar zeki olacağımız anne ve babamızdan aldığımız genlerimizin arkasında saklılardır adeta. Sonra kimimiz güzel oluruz, kimimiz zeki... Ne yazık ki bazılarımız da ömür boyunca taşıyıp yüzleşmek zorunda kalacakları hastalıklarıyla doğarlar. Peki en başa dönelim, anne yumurtası ve baba sperminin birleştiği yere. Ya bunların içerisindeki özellikleri bilip, döllenmeden önce bir seçme şansımız olabilseydi. Çocuklarımızın ten rengini, zekasını hatta şiddete ne kadar eğilimli olacağını bile bilebileceğimiz bir teknoloji olsaydı nasıl olurdu? Dünyanın mükemmel nesilleri, altın jenerasyonları çıkmaz mıydı ortaya? İşte “Gatacca” böyle bir dünyanın içine normal yollarla doğarak gelmiş bir bebeğin hikayesini anlatıyor. Kahramanımız, normal yollarla doğanların işsiz kalıp ikinci sınıf bir yaşam sürdüğü dünyada, doğuştan kalp rahatsızlığıyla doğmuştur. Herkes annesinin ve babasının seçtiği gibiyken o tamamen doğal bir şekilde gelmiştir dünyaya. Çocukluğunda her zaman sonsuzu düşünüp yıldızları izlerken, dünyadaki insanların kendisine bakışını yenip uzayda olma hayaliyle büyür ve belli bir yaşı geçince evi terk edip Gatacca adlı şirkette temizlikçi olarak işe başlar, fakat daha sonra eline geçen bir fırsatı değerlendirmek için o işi bırakır. Astronot olmak için sakat bir atletin kimliğini kullanmaya başlar çünkü yeterli koşulları kendi vücudu sağlamıyordur. Fakat sadece kimliğini kullanması yetmez, içerisinden boyunu uzatmak da olan bir dizi ameliyattan geçmesi gerekir, ayrıca her gün yakalanmamak için inanılmaz bir uğraş göstermek zorundadır çünkü eğer yakalanırsa içinde bulunduğu dünyanın ona karşı bakış açısı tamamen değişecektir. Yani dünya hastalıkların tümünün ortaya çıkışını en başından engelleyebilecek teknolojiyle ulaşmıştır fakat daha sağduyulu ve hoşgörülü olunması gerekirken, eksik yanları olan insanlar daha da dışlamaya başlamışlardır. Neden böyle bilmiyorum ama insanlığın içinde her zaman bu tür belli başlı sorunlar olacak sanırım. Çünkü birçok insan için, büyük oranda her şey statü ve paradan ibaret. Güzelliğin içinde bulunduğu bütün yerine paramparça olup etrafa saçılmış aldatıcı ve geçici olanları seçiyor insanlar. Bu yüzden işte bu mükemmel teknolojileri bile aklımda soru işaretleri bulundurmadan değerlendiremiyorum. Düşünün ki bu teknoloji kadar üst düzey olmasa bile, genlerde küçük oynamalarla bazı değişiklikler yapabilen bir teknoloji şu an çeşitli hastanelerde veya laboratuvarlarda kullanılmaya başlamış olsun. Sizce bu teknolojiyi öncelikli kullanan insanlar hastalıklı çocuklarını iyileştirmeye çalışan aileler mi olur yoksa bir hastalığı, bir sıkıntısı bulunmayan çocuklarını mavi gözlü, hoş görünümlü bir dehaya çevirmek isteyenler aileler mi? Dünyanın şu anki durumuna baktığımız da sanırım bu soruyu cevaplamak pek de zor değil. Açlıktan ölen, savaşın ve kaosun ortasında koşup kaçışarak büyüyen binlerce çocuk varken diğer insanların yani bizlerin yaşayış tarzımızı ve umursamayışımızı göz önünde bulundurursak açıkçası cevap çok belli…Şu an kısaca bir düşünüp geçmişinizde gezintiye çıkarsanız, illa ki küçük de olsa çıkmaz sokağa rastlamış gibi hissettiğiniz bazı sıkıntılarla yüzleşmişsinizdir son zamanlarda. Bu sıkıntıların çok daha büyüklerini gündelik hayatlarının büyük bir kısmında yaşayan insanların olduğunu düşünün. Her an mücadele etmek zorunda kalan, okula gidip eğitimin en ufak halini dahi alamayan insanların olduğunu… İşte ne kadar acıdır ki, insanların doğuştan gelen büyük sıkıntılarını çözebilecek teknoloji bile yetmeyebiliyor daha barışçıl ve huzur içinde bir dünya oluşturmaya. Çünkü asıl büyük sorun doğuştan gelen sıkıntılarda değil, asıl büyük sorun insanlar büyürken geçirdikleri o düşünsel evrimle geldikleri yerde. Eğer gerçekten insanları hastalıklardan arındırabilecek bir teknoloji bir gün piyasaya çıkar, hayatımıza girerse bu dünyayı çok daha güzel bir yer yapabilir. Fakat eğer insanlar her konuda daha iyi niyetli bir şekilde kendi çıkarlarındansa insanlığın çıkarlarını düşünmeye başlarlarsa, işte o zaman dünya hiç olmadığı kadar güzelleşir. İnsanlık olarak sanat, bilim ve teknoloji gibi alanların gelişimine ayak uydurmak zorundayız. Bunlar gelişirken biz daha kötü, daha samimiyetsiz ve daha merhametsiz olursak bu alanlardaki gelişmeler bir işe yaramaktan ziyade bizim üzerimizde olumsuz etkiler bırakır. Çünkü bu tür gelişmeler doğru şekilde kullanılmadıkları takdirde insanlığın şu anda da bir parçası olan yoksul ve zengin arasındaki kutuplaşmanın ve farklılığın daha da büyümesine sebep olur. İşte o zaman da dünyayı her zamankinden daha fazla yozlaşmış şekilde bulup geçmişe derin pişmanlıklarla bakarız. Çünkü iş işten çoktan geçmiş olur. İş işten geçtiğinde de aynı Gatacca’daki gibi kimsenin yaşamak istemeyeceği bir dünyaya koskoca insanlığı teslim etmiş oluruz. Hat safhaya çıkan bir adaletsizliğin içindeyken de filmdeki gibi bilim muhteşem bir noktaya gelmiş olsa da, teknoloji en iyi günlerini yaşasa da insanlığı ne bilim kurtarabilir ne psikoloji. Filmde de olduğu gibi insanlığı doğruya yönlendirebilecek tek şey o noktadan sonra vicdan ve merhamet olur, fakat o seviyede de bu ikisini bulmak çok zor hatta neredeyse imkansız olacaktır.
Kültürlerin Kesişim Noktası: Endülüs İnsan sıfır şüphe ile gözlemde en gelişmiş ve bu gözlediklerini akli süzgeçte en doğru şekilde süzebilen canlıdır. Medyanın had safhada gelişmişliğe eriştiği çağımızda yediden yetmişe hepimiz lanse edilmeye çalışılan algılara şuurlu veya şuursuz biçimde maruz kalıyoruz. Buna örnek olarak dört yaşından itibaren okula gitmeye başladığımız varsayılırsa on sekiz senelik eğitim hayatımızın çoğu yerinde şu sorulara rastlaşmışızdır: En büyük hayalin nedir?Mezun olduktan sonra kendini hangi konumda görüyorsun? Çoğumuz bu soruyu yanıtlamaya ileride yaşamayı düşündüğümüz ülkeyi söyleyerek başlamıştır. Genellikle de bu yanıt herhangi bir Kuzey Amerika veya Avrupa ülkesi olarak tezahür etmiştir öte yandan benim küçüklükten beri tarihî yerler ve antik yerleşim yerleri ilgimi celbetmiştir. Bu yüzdendir ki Orta Doğu medeniyetleri benim için hep daha merak uyandırıcı bir konumdadır. Çoğunluğun aksine olan bu fikrim; Levent, Fars, Yunan, bilhassa Endülüs medeniyetlerinin çok daha kadim dayanaklarının olduğunu ve diğer medeniyetlerin aslen kaynağını bunlardan aldığı sugötürmez bir gerçektir. Bu kanıdan hareketle günümüzün lider medeniyetlerince verilmiş eserlerin, yetiştirilmiş bilim insanlarının, onlar tarafından gerçekleştirilmiş dünya tarihinde çığır açan keşiflerin altında yukarıda bahsedilen kadim medeniyetlerin asırlarca biriktirmiş olduğu bilgi birikimi ve tecrübenin yattığı göz önünde bulundurulmalıdır. Endülüs, karma bir kültürel yapıdadır ve değişik coğrafyalardan aldığı göçler sonucunda farklı toplulukların tecrübelerini barındırır. Bu sentez yapı düşünülenin aksine çok daha özgün ve eşsiz bir kültür mozaiğini doğurur. Kanımca, buna en isabetli örnek günümüzde mevcudiyetini yitirmiş olan Endülüs medeniyeti olacaktır. İslâmi fetihlerin Avrupa’ya sirayetinin milat noktasıdır Endülüs. İber Yarımadasının güneyindeki Cebelitarık, fecir vakti ufuktan doğan güneşin ilk ışıklarının inceliğine sahip bir boğazdır. Avrupa ve Afrika’yı, iki koca medeniyetler beşiğini, birbirinden ayırır. Endülüs coğrafyasının ne yalnız İspanyol medeniyetinden ne de yalnızca İslâm medeniyetinden izlere sahip olduğu iddia edilebilir. Bu kanıma Halûk İnanıcı’nın Endülüs’ü Farklı Gezmek adlı eserinin 1.baskısına verdiği ön sözündeki şu ifadeleri dayanak sağlar: “Endülüs, Müslüman Arap uygarlığı olarak bilinir. Bir dereceye kadar doğrudur bu bilgi. Fakat bu ön kabul Endülüs gezisinde görülenleri açıklamada yetersiz kalır. Bölgeyi dolaşan her gezgin farklı bir şeyle karşı karşıya olduğunu hissetse de bunun adını koymakta zorlanır. Ziyaret edilen saraylar Binbir Gece Masalları’dan neredeyse dört asır sonra yapılsa da sanki onların yaşandığı mekânlarmış izlenimini uyandırır. Duvarlarda süs yerine kufi yazılarla yer verilen ayetler, at nalı kemerler İslâm Uygarlığı içinde dolaşıldığını hatırlatır.” Zengin Endülüs kentleri Reconquista’dan itibaren günümüze yaklaşık 650 yıllık İspanyol hakimiyetine rağmen hâlâ Arap-İslâm medeniyetinden büyük bir payda muhafaza eder fakat bu Endülüs’ün sadece Arap kültürünü ihtiva ettiğini belirtmez. Orada İspanyol, Katalan, Sefarad ve Aşkenaz Yahudileri-ki bu cemaat İspanyol mezaliminden kaçıp Osmanlı İmparatorluğu‘na sığınmıştır.- ve en nihayetinde Arap-İslam halkları Emevi hükmü altında asırlarca yaşamışlar; birbirlerini kültürel ve linguistik bakımdan etkilemişlerdir. Yüzyıllarca takke kippa ve papaz cübbesi karşılıklı terzilerde dikilmiştir. Hâli ile bu kadar farklı kültür veyaşam anlayışının birlikte olduğu bir coğrafyayı seyahat ederken birçok okuma yapmak lazım gelmektedir. Şahsen İspanya’ya gitme şansına sahip olamayışıma karşın Endülüs’ü Farklı Gezmek kitabı evde okurken o coğrafyanın köhne ve bir o kadar otantik kaldırımlarında yürümemi, on asırlık kilise ve camilerinin havasını teneffüs etmemi sağladı. Herkesin bir gün bu medeniyetler beşiğine ve barındırdığı harikalara bizatihi şahitlik etmesi, hepimizin insanlığa olan bir yükümlülüğüdür. KAYNAKÇA İnanıcı, Halûk. Endülüs’ü Farklı Gezmek. İletişim Yayınları, 2019.
Arda Kıray 21302072 Ahmet Kaya Section 11 Açlık Oyunları ve Modern Dünyamız Açlık Oyunları geçtiğimiz birkaç yıl içinde popüler olmuş, fantastik kurguya sahip bir seri. Seri genel olarak gücü elinde tutan bir grubun, güçsüz grupları kendi ihtiyaçları için kullanmasını ve daha sonra bu güçsüz grupların ayaklanarak gücü ele alışını anlatıyor. Serideki en önemli olay kesinlikle “Başkentliler” denilen bu güçlü grubun güçsüzlere “Açlık Oyunları” adı altında oynattıkları, esasen her gruptan gelen insanların birbirini öldürüp, sona kalanın ise şampiyon olarak anıldığı bir oyun. Muhtemelen, kabaca anlattığım hikayede birçok okuyucu fantastik bir yön bulamayacaktır. Güçsüzleri ezen güçlüler, güçsüzlerin birbirini güçlülerin eğlencesi uğruna öldürmeleri, bunlar aslında yıllardır insanoğlunun tarihinde varolmuş olaylardır. Antik Roma’yı düşünün mesela. O yıllarda da aynı nedenlerden dolayı köleler birbiriyle arenalarda savaşıyor ve bu kölelere gladyatör adı veriliyordu. Aslında biraz daha derin düşününce, Açlık Oyunları tarihimize hiç de yabancı olmayan bir hikayeyi anlatıyor. Şöyle ki, güçsüz kolonilerin ayaklanmasını sağlayan kişi, yine o insanlarla aynı koloniden gelen bir şampiyon, Katniss Everdeen adında bir karakterdir. İnsanlara umut veren, onları isyana teşvik eden bir karakter olan Katniss’e aslında o kadar aşinayız ki. Nereden diye sorarsanız, cevabım yine Antik Roma’dan olacaktır. Benim bakış açımla Katniss Everdeen, yazarın yarattığı fantastik dünyanın Spartaküs’üdür. Roma arenalarının kumlarında ölümüne dövüşen Spartaküs, nasıl köleleri Roma Cumhuriyeti’ne karşı ayaklandırıp, ezilenlerin ezenlerden hesap sormasına sebep olduysa; Açlık Oyunları’nda da Katniss, Spartaküs ile aynı rolü üstlenmiştir. Açlık Oyunları yukarıda anlattığım yönleri ile insanlara modern çağın efendilerinden kurtulmak için modern bir Spartaküs örneği yaratıyor. Bahsettiğim bu modern çağın efendilerini görmek için etrafımıza bakmamız yeterlidir. Yediğimiz yiyecekler, kullandığımız arabalar, uyuduğumuz yataklar ve yakacağımız olan kömür hepsi büyük firmaların tekelinde tutuluyor. Biz modern çağın köleleri ise yerin binlerce metre altındaki kömürü efendilerimiz için çıkarıyor; efendilerimiz dünyaya satabilsin diye onlara petrol arıyor ve buluyoruz. Sonra ne mi oluyor? Sonra yine Antik Roma’daki arenaların birinde yerde kanlar içinde yatan ölü bir gladyatörün kaderi gibi yıkılıyor üstümüze kömür ocakları. Bir gladyatörün efendisi ne düşünüyorsa, bizim efendilerimiz de aynısını düşünüyor: “Bu işin kaderinde ölüm var!” İşte tam bu noktada yeter artık, bu böyle olmamalı diyen ilk kişi oluyor Katniss Everdeen, Açlık Oyunları’nın dünyasında. Katniss Everdeen, Başkentlilerin isteklerine boyun eğmeden, kendisini ait hissettiği kolonisinin yanında yer alıyor ve kolonideki insanların, yaşadıkları şartların ne kadar adaletsiz olduğunu görmesine yardım ediyor.Açlık Oyunları’nın ilginç taraflarından biri ise Katniss Everdeen’in aşk hikayesidir. Katniss ile aynı koloniden gelen Peeta, oyunlar öncesinde ve sırasında Katniss’e ilgi duymaya başladığını fark eder fakat Katniss’in kolonide bir erkek arkadaşı vardır ve Katniss için böyle bir ilişki, ilk zamanlarda, imkansızdır. Oyunlar sona yaklaştığında en son canlı kalan iki kişi Katniss ve Peeta olmuştur ve oyunun bitmesi için birinin ölmesi gerekmektedir. İyi bir arkadaşlığa sahip oldukları için ikisi de birbirini öldüremez ve beraber intihar etmeye karar verirler fakat oyun yöneticileri bunun yerine ikisini de sağ bırakarak, Katniss ve Peeta’nın ilişkisini büyük bir aşk olarak dünyaya pazarlar. Katniss ve Peeta’nın gerçekten bir aşk yaşamamasına rağmen yöneticilerin dünyaya bunu böyle göstermesinin nedeni kolonilere, Başkentlileri çok duyarlı ve iyi kalpli olarak göstermektir. Burada insanların duygularını hiçe sayarak, onların üstünden yükselen günümüz efendilerini görmek mümkündür. Nasıl bir çok firma reklamlarında Ramazan Bayramı gibi dini semboller ya da aşk gibi insanların manevi duygularını tetikleyen ögeler kullanıyorsa, Açlık Oyunları’nın da bundan hiçbir farkı yok.
Engin Esen Zihin Köşkü Hepimiz kendi hayal dünyalarımızın, düşüncelerimizin efendileriyiz. Belki de bu yüzden gerçeklerden kaçıp hayal kurmak, söylemediğimiz binlerce şeyi düşünmek bize bu kadar cazip geliyor. Başka kimsenin karışmadığı, kendimizle baş başa kalabileceğimiz bir zihinsel köşk. Bu köşkün içinde sayısız odalar, salonlar… Hepsi birer hayali, birer düşünceyi temsil ediyor. Bazı odaları daha keşfetme şansımız olmamış. Bazılarını ise kilitlemişiz bir daha girmemek üzere. Sonsuzluğa uzanan bir koridorda odadan odaya geziyoruz. Gezmeye uğraşıyoruz. Yaşamımızdaki yoğun tempo nedeniyle bu zihinsel köşkü gezmeye yeterince vakit ayırmak zor oluyor. Bu nedenle odaları daha çabuk gezmeye çalışıyoruz. Bazen detayları atlıyoruz. Kim bilir ne harika düşünceler yaratma yeteneğine sahibiz de bunun farkına varamıyoruz. Bugün en yenilikçi, en güzel fikirler zihin köşkünü gezmeye yeterli zamanı ayıran insanlardan çıkıyor. Yaşamımızı değiştiren, kolaylaştıran, insanlığı ilerleten öncüler bu insanlar işte. Dönüp kendime, tanıdıklarıma baktığımdaysa içim acıyor. Günlük yaşamın hızına öyle kaptırmışız ki kendimizi; bırakın yeni düşünceler üretip hayaller kurmayı, mevcut olanın üzerinde düşünmeye bile zaman ayırmıyoruz. Dikkat ederseniz “ayırmıyoruz” dedim, “ayıramıyoruz” değil. Zaman ayırmayı istemiyoruz da ondan. Bize zor gelen belki de bilinenin dışına çıkma, farklı olma korkusu; biraz da aklımızla yapabileceklerimizin iyi ya da kötü sınırsız oluşundan korkmamız. Yaratıcılık iyi hoş da, ya biri bunu kötüye kullanırsa? Sonuçta insan tarih boyunca aklını sadece iyi şeyler yapmak için kullanmadı; biz de bugün herkesin dost olup birbirini sevdiği bir dünyada yaşamıyoruz. Bazı insanlar zihin köşklerini hapishane yapıyorlar; kötü düşünceler, kötü hayaller kurmaktan alıkoyamıyorlar kendilerini. Biraz da bu yüzden; yaratıcılıklarını ve hayal güçlerini kötüye kullanan insanlara karşı koyabilmek için zaman ayırmalıyız düşünmeye ve hayal kurmaya. Böylece dünyayı kötülüklerden arındırma yolunda bir adım daha atabiliriz. Ancak burada her şeyin masallardaki gibi sorunsuz olduğu bir dünyadan bahsetmiyorum tabii ki. Mutlaka önümüze engeller çıkacak, ama bunların etrafından dolaşmak yerine bu engelleri ortadan kaldırmak için zihin köşkümüzü ziyaret edip biriktirmiş olduğumuz deneyimden de faydalanarak yeni odaları keşfetmeye çalışmalıyız. Bu odalarda şüphesiz bize yardımcı olacak sayısız keşifler yapabiliriz. Bize nasıl yardımı dokunacak peki bu keşiflerin? Yeni düşüncelerle, yeni yöntemlerle hem bize hem de başkalarına faydalı olacak şeyler yapacağız. Örneğin bir ürün: yıllardır yapması çok üzün süren bir işi kısa sürede yapmamızı sağlayacak, ya da insanların hayatını kolaylaştırmasa bile onları günlük stresten uzaklaştırıp eğlendirecek bir ürün. Düşüncelerini yeni silahlar ya da benzeri zararlı ürünler tasarlamak için kullananlara karşılık biz de faydalı ürünler ortaya çıkarabiliriz. Günümüzde, evimizde ya dadışarıda herhangi bir yerde gördüğümüz birçok ürün, zihin köşklerini sıkılmadan dolaşıp yeni fikirler üreten insanların sayesinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle keşifleri değerlendirmek de bir o kadar önemli, çünkü hiç kimsenin gezdiği köşk bir başkasınınkiyle aynı değil, herkes farklı düşüncelere ve duygulara sahip. Milyonlarca insanın hepsi birbirinden farklı, hepsi farklı düşüncelere, hayallere kaptırıyor kendini. Bizi biz yapan şeylerden biri de bu. Çünkü tamamen özgür olduğumuz tek an köşkün odalarını gezdiğimiz an. Hiç kimse bir başkasının hayal dünyasına ve düşüncelerine karışamıyor. Dünyanın her köşesindeki insanlar istediklerini düşünmekte, istedikleri hayalleri kurmakta serbestler. Bir de gerçeğe dönüştürebilsek aklımızdakileri. Bazıları var ki hayallerini gerçeğe çevirmek için engel tanımıyorlar. Onlar için hayal kurmak ve düşünmek günlük rutinlerinin bir parçası. Bazen kendime bakıp acaba onlar gibi olmak için ne yapmak gerektiğini düşünüyorum. Düşündükçe de aklımda bir cevap beliriyor. Ne yapmak gerektiğini değil de, ne yapmamak gerektiğini görüyorum: Olanla yetiniyorum. Olanla yetiniyoruz. Birçok insan gibi önümüze sunulan neyse olduğu gibi kabul ediyor, sorgulamıyor, düşlemiyoruz. Kapattığımız odaları hiç görmemiş gibi unutuyoruz, bazı odaların kapısından içeri kafamızı bile uzatmıyoruz. Tabii ki bu hiç düşünmediğimiz ya da hayal kurmadığımız anlamına gelmiyor. Sadece yeteri kadar yapmıyoruz bunları. Eminim ki zihin köşkümüzü gezmeye daha fazla zaman ayırdığımızda daha mutlu olacak, köşkte eskisinden çok daha fazla odayı keşfetme olanağını bulacak, hayal gücümüzü tüm potansiyeliyle kullanmış olacağız. Hem de hayallerimizi ve düşüncelerimizi gerçekleştirmek için çok daha güçlü bulacağız kendimizi. Böylece başkalarına bakıp niye onlar gibi yaratıcı olamadığımızı düşündüğümüz günler geride kalacak, başkaları bizi örnek almaya başlayacaktır.