Dataset Viewer
Auto-converted to Parquet
text
stringlengths
0
17.6k
Yılmaz Korkmaz 21400953 YORGUN VE YALNIZ Belli etmemeye çalışsak da hepimiz ölümden korkarız. Doğaldır korkmak ölümden, yaşam tatlıdır. Peki, yaşayacak bir şey kalmadığı zaman geriye, ne olur? Ölmek kolay gelir belki de, peki ya hiç yaşamadıysak doyasıya o zaman ölümden daha fazla korkmaz mıyız? Kjersti Skomsfold’un Hızlandıkça Azalıyorum adlı romanı tam da bu konuyu anlatıyor, yaşlı ve yalnız bir kadının yaşamını gözler önüne seriyor. Yaşlanıp hayatımıza geriye doğru baktığımızda gençliğimizi, gençlikte yaptığımız hataları, mutluluklarımızı, başardıklarımızı ve de en önemlisi sevdiklerimizi göreceğiz. Dolu dolu yaşanan bir hayattan geriye pek çok anı kalacak bizlere. Ancak pişmanlıklar da olacak kuşkusuz anılarımızda. Keşke diyeceğimiz çok anımız olacak. Yaşlılığın en zor tarafı da bu anılarla yalnız başına yüzleşmektir herhâlde. Yanında sığınacağın biri olmadan, yalnızca kendinle baş başa kalarak geçirilen yıllardır herhâlde en zor olanı. Ölümün seni izlediğini,yakında kapını çalacağını bilerek; yapayalnız geçirilen günlerdir insanları zorlayan. Böyle bir sonu kimsenin hak ettiğine inanmasam da insanların kendi kendilerini böyle bir sona ittiğine inanıyorum. Gençken insanlardan uzaklaşmak, yalnız kalmak sorun olmuyor da yaşlanınca sorun olmaya başlıyor belki de. Çevreme baktığımda yalnız insanlar görüyorum, bu durumdan mutlu olan, kendi kendine rahatlıkla yeten insanlar. Yine çevreme baktığımda başı kalabalık insanlar görüyorum, bir grubun içinde bulunup asla yalnız kalmayan insanlar. Hangi tarafta olacağımızı biz belirliyoruz çoğunlukla, kişiliğimize göre seçiyoruz yolumuzu. Kimimiz yalnızlığı seviyor, kimimiz kalabalığı. Hızlandıkça Azalıyorum romanında gördüğüm şey ise yalnızlığı seçen bir kadındı. Ömrü boyunca kimseyle iletişim kurmamış bir kadın gördüm romanda, herkesten ve her şeyden kaçan. Bir insan neden böyle davranır diye düşünmekten de alamadım kendimi. Kadın yaşadığı hayatı kendi seçmişti, böyle olmayı o istemişti ancak gene de üzüldüm ona. Yalnız başına ölümü beklemek zorundaydı ve bu onu inanılmaz rahatsız ediyordu. Okurken benim hissettiklerim de farklı değildi. Yalnız başına ölme fikri beni fazlasıyla korkuttu. Çocuklarının yanında, torunlarını severek huzur içinde ömrünün son yıllarını yaşamak varken; yalnız başına ölmek çok korkunç olmalıydı. İnsan biraz da bunu bilerek yalnız kalmayı göze almalı. Hayat her zaman gençlikteki gibi rahat olmuyor ve insan yaşlandıkça yanında, yakınında birilerini görmek, hatırlanmak istiyor. Öldüğümüzde bizden geriye kalacak olan şey de yalnızca insanların zihinlerindeki anılarımız değil midir? Bence bizi insan yapan, bizi unutulmaz kılan şey bu anılardan başka hiçbir şey olamaz. Öyleyse yalnız olmak, insanların hayatında bir iz bırakmadan, görünmez olarak yaşamak bize ne katkı sağlar? Sevmek, sevilmek, paylaşmak varken yalnızlık ne işe yarar? İnsan doğası gereği yalnız yaşamak istemez, huzursuzlanırken kendini yalnız yaşamaya zorlamak çok yanlış bir davranış gibi geliyor bana. Çevrede insanlar birbirlerini severken, eğlenirken, koşup oynarken onları seyretmek, onlardan bağımsız tekil bir hayat yaşamak hemzor hem de gereksiz bence. İnsanları sevmek, onlardan bir şeyler öğrenmek, iletişim kurmak varken kendi zihninle baş başa kalmak faydasız bir eylem gibi geliyor. Tabii ki insan gerektiğinde yalnız da kalabilmeli, kendini dinleyebilmeli ancak yalnızlığın fazlasının insanı insanlığından uzaklaştırdığına, kendi benliğini unutturduğuna inanıyorum. Gençken kendini çok belli etmese de bu durum yaşlanınca kendini açığa vuruyor, tıpkı romanda olduğu gibi. Hazır elimizde fırsat varken yalnızlığımızı aşmayı, insanlarla iletişim kurmayı, onları sevmeyi ve sevilmeyi öğrenmeliyiz bence. Hemencecik bırakmamalıyız hayatın iplerini elimizden, kaçırmamalıyız sevdiklerimizi etrafımızdan. Yaşlanıp da geriye baktığımızda dolu dolu bir hayat, mutlu bir ömür görebilmek için yapmalıyız bunu. Hatırlamak, hatırlanmak için izler bırakmalıyız insanların zihninde, arkamızdan iyi konuşacak insanlar olmalı hepimizin. KAYNAKÇA Skomsvold, Kjersti. Hızlandıkça Azalıyorum. İstanbul: Jaguar Kitap, 2014. Baskı. http://i.on5yirmi5.com/image/2012/03/03/253431.jpg
Kerem Kağan Çağlar 21302306 TURK 102-28 Bir Otostopçunun New York Seyir Defteri Ne zaman bir yerde ‘gezmek’ kelimesi geçerse ardından patlatılan değişilmez sorudur; ‘Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?’. Bana kalırsa isteyen insan bilir bunun yolu tamamen kişiye kalmış. Bir kişi evinde kahvesini yudumlarken bilmeyi seçerken, diğer bir kişi sırt çantasını alıp içine ne koyduğuna bakmaksızın yollara düşmeyi seçebilir. Her zaman yapmak istediğim şeylerin başında gelmiştir, sırtıma çantamı sağ koltuğa da bir arkadaş alıp yollara düşmek (Kısa mesafeler olarak yaptığım bir şey tabii ama uzun yollar daha nasip olmadı). Buna ilişkin bir listem var sonuçta hangi şehirlere, hangi ülkelere adım atmak istediğime dair. Liste biraz uzun ama ilk beş sehirin dört tanesini ziyaret ettim şu ana kadar. Paris, Roma, Amsterdam ve Viyana. Öyle bir şehir ki o son kalan şehir (şehir demeye insanın dili varmaz ama), ne zaman adını duysam, ne zaman bir yerde alakalı bir şey görsem bir iç çekerim hala gidemediğim için. Adı Hollanda kolonisi iken New Amsterdam olan bu şehrin şu an ki adı New York (Aynı zamanda bulunduğu eyalete de ismini verir). Sorabilirsiniz tabii ‘Neden New York kardeşim, İstanbul neyine yetmedi?’ diye. Bir genelleme yaparsak eğer benim ve akranlarımın çocukluk dönemlerimiz biraz Amerikan Rüyası ile geçti ve baktığımız her yerde Amerika vardı; sinema, televizyon ve hatta kitaplar... Ve buralarda en çok görünen yer ise New York olmuştur her zaman. Uzaylılar her zaman New York’u istila ederlerdi, ben bir tane uzaylı görmedim ki Batman’ı istila etsin. Ben bir tane film izlemedim ki kıyamet Osmaniye’yi vursun. Hal bu olunca insan atıyor bilinçaltına New York New York diye (İnanır mısınız bilmem ama bazı insanlar o kadar atmışlar ki bilinçaltlarına, yıl olmuş 2014 New York’u Amerika’nın başkenti sanan var). Şu ana kadar bulunamamış olmamın bir eksisi, bu şehri kitaplardan ve yazılardan takip etmem. Ben alıp çantamı gidemedim belki ama giden abilerimiz ve ablalarımızın yazıları hep heyecan vermiştir bana. Buket Uzuner’in ‘ New York Seyir Defteri’ adlı eserini okudunuz mu bilmiyorum ama her zaman bildiğimden daha farklı bir şehir sunmuştur bana. Daha detaylı ve dolayısıyla daha heyecanlı. Daha ilk adımınızı attığınızda başlıyor aslında bu heyecan. Malum şehrin geçmişinde çok yaşanmışlık var. Bir 11 Eylül yaşadılar ki New Yorklular, bahsederken daha ilk günkü korkuyu gözlerinde görebiliyorsunuz. Bu da hâliyle şimdiki dönem için ağır önlemler aldırdı. Sadece New York değil ayrıca, bütün şehirlerinde bu önlemler var (Ben Chicago’da bavulumun elle iki kere arandığına şahit oldum). Dikkatinizi çekebilecek ilk noktalardan bir diğeri ise, her yerde Amerikan bayrağının dalgalanıyor olmasıdır. Cadde başlarında, dükkanların girişlerinde ve içlerinde, hatta evlerin ön bahçesinde... bu konuda birbirimize çok benzeriz aslında, iki ülkede çok milliyetçidir ve özgürlüğü için ağır savaşlar ve kayıplar vermiştir. Bunu unutmak ve unutturmak hiç düşündükleri bir şey değildir.Her zaman filmlerde gördüğüm bir sahne kitabı okurken de aynı şekliyle gözümde canlandı. Metroda kitap okuyan insanlar. Kabul edelim, bizim için biraz ağır kaçan bir olay bu. Çünkü bizce kitap okuyan her insanın fular takması, evinde mutlaka bir şöminesi olması ve sıkı bir kanyak takipçisi olması gerekiyor. Bu konudaki tutumumuz bizi onlardan birkaç adım geri götürüyor. Bizim en yanlış yaptığımız şeylerden birisidir, kitabı kapağına göre yorumlarız, hem de her konuda. Bu konuda mecazdan ziyade gerçekten kapağına göre yorumladığımızı söyemek istiyorum. Türkiye’de en çok okunan kitapların başını ‘New York Times Bestseller’lar çeker, filmi çekilmiş kitaplar çeker. Uzuner’de bahsediyor zaten bu durumdan. Metroda insanların elinde pembe dizi kitapları ve çok satanlar yerine, Noam Chomsky’nin eserlerine rastladığını söylemeden geçmiyor. Dedim ya kitabı kapağına göre yorumlamayı çok severiz diye, Chomsky’nin kitaplarının isimlerine bakıncada insanın okuyası kaçar tabii. Halk üzerinden kazanç (aslında tam bizlik kitap ama), Vahşi ABD emperyalizmi... Tamda ‘Beni al ama arada da bi tozumu almayı unutma’ diyen kitaplar. New York’un en çekici yanı benim için her zaman Manhattan Adası olmuştur. Odamın bir duvarını siyah beyaz bir Manhattan silüeti süsler hatta. Küçükken mimar olmak istemişimdir hep, annemin ofisine gidip çizim masasına oturduğumda o çizim kağıtlarına karaladığım ilk şeydi Empire State Binası. Hâla da şu dünya da en çok sevdiğim binadır (Tamam belki komik gelebilir bir binayı sevmem ama seviyorum işte). İşte New Yorklular da Manhattan’a bayılıyorlar, gidip gelmeleri 15 dakika sürse bile. Hatta ‘going to the city’ dediklerini söylüyor Uzuner Manhattan’a gidenlerin. Bizde de öyle bir kullanım vardır mesela. ‘Hadi ben şehre iniyorum’ diye. Ama biz Kızılay’a iniyoruz, adamlar Manhattan’a, biz Karanfil’de yürüyoruz, adamlar 5. Cadde’de, biz yemeğe Aspava’ya giderken onlar Soho mu yoksa Tiffany’s mı gibi tırnak yedirten ve dudak uçuklatan seçimler arasında kalıyorlar. Tabii bu yukarıda gösterdiğim örnek hayat herkes için geçerli olmuyor maalesef. En basitinden Manhattan manzaralı bir ev isterseniz 94 milyon doları gözden çıkartmanız lazım. Aklınızdaki soruyu hemen cevaplayayım. Evet bu evlerin alıcısı var. Peki New York’ta hayatta kalmak için milyon dolarlara mı ihtiyacınız var? Tabii ki hayır. Her kesime hitap eden bu şehirde herkes hayatta kalabilir. Wall Streetlilerin bir hamburgere 666 dolar verdiği bu şehirde bir arka sokakta 10 dolara bir ziyafet çekebilirsiniz. Bir CEO bir galaya giderken, siz bir ressamın kırık dökük bir binanın bodrumunda yaptığı sanat galerisinde bulunabilirsiniz. ‘Dostum İstanbul, eski kocam Paris, sevgilim New York’ diyor Uzuner. Belkide bu nedendendir ki bu kadar sıcak karşıladım New York macerasını. Benim için ise İstanbul çok sık görüşmediğim ama her buluşmamızda kendisini yenileyip beni şaşırtan, her daim beraber yiyip içebildiğim bir arkadaş, Ankara sevgilim ve New York’ta hiçbir zaman unutamadığım ve bir kızım olsa onun adını vereceğim lise aşkımdır. Umarım ki o büyük ‘EVET’i söylemeden önce lise aşkımla bir fırsatım olur. Kim bilir belki kaderim onunla olmak üzerine yazılmıştır.
Yunus Emre Urhan Bahar mı geldi? Havaların ısınmaya başladığı içinde bulunduğumuz şu güzel ayda, açmaya başlayan çiçekleri ve yeşillenmeye başlayan ağaçları gözlemledim. Tek tek düşen sonbahar yapraklarını, siyah-beyaz bir tablo gibi birer cansız heykel gibi bitkilerin soluşunu, yere düşen son kar tanesini hepimiz hissettik. Her birisinin bende ayrı bir görsel tat bıraktığı ve silinmeyecek bir hatıra olduğu kesin. Denizlerin dalgasına karışan martı sesleri içimdeki hüznü mü açığa çıkarıyor, yoksa sadece seslerden mi ibaret bu cıvıltılar? Dalgalar dertlerimi süpürür mü? Kumdan kaleler beni içinde saklar mı? Etrafımızda olan bitenler harekete bağlıdır. Hareketlilik yoksa hayat da olmaz. Hareketle birlikte duygular da işin içine girer. Sonra bu hareketlere bazı duygular yükleriz bizim olsunlar diye. Bizden bir parçayı temsil edebilsin diye. Tıpkı Pablo Neruda’nın “Ölü Dörtnal” şiirinde geçen “Küller gibi, kendilerini insanla dolduran denizler gibi, batık yavaşlıkta, biçimsizlikte, duyması gibi insanın yolların doruğundan kesiştiğini haçlı çanların…” dizeleri ve devamında anlattığı bu gerçeği görürüz. Sonuçta bizde bıraktıklarıyla bir anlam ifade eder doğa. Başka bir deyişle, bizim penceremizden belli bir anlam kalıbına, duygu bütünlüğüne sahip olurlar. Hissettiklerimizi doğaya uyarlar ve böyle aktarırız. Birçok şairin, halk ozanının, yazarın yaptığı da budur özünde. Hayatın değişmeyen kuralları içerisinde yuvarlanan bizler, kendimize şiirle, edebiyatla bir acil çıkış kapısı buluyoruz. Her olayın perde arkasında olan duyguların ve bilinçaltımızın teneffüs etme, ara verme vakitleridir şiir yazma zamanları. Doğa bize devşiren mevsimlerde, ardı sıra kesilmeyen olaylardan sonra farklı görünür hep. Penceremizde yeniden hayat bulan tüm bu güzelliklere rağmen hayat çok karmaşık ve genelde trajikomiktir. Daha iki hafta öncesinde dibimizde patlayan bombalardan sonra (gerçi bir tane bomba vardı ancak o ses hiç tek bir bomba gibi hissettirmedi) ağaçlarıngölgelerinden korkar oldum. Yani bir olayla birlikte tüm baharın neşesi içimde kaldı. Gerçekten insanın yaşama hissini alıp götürüyor bu tür olaylar. Hareketlilik bu yönde olunca bir yerde negatif bir etkiyi de beraberinde getiriyor. Tüm o bahar korosu bir anda korku filminde çığlık atan bir kızcağıza dönüşüverdi gözümde. Olan biten onca şeyden sonra insan tutunacak bir dal arıyor ve bunu ancak çimlere uzanmakla geçiştirebiliyor. Hiçbir zaman tam olarak emin olamayacağım bu bombalardan. Paranoyak olarak yaşamıma devam ederken aklımdan elimden geldiğince uzaklaştırmaya çalışacağım “tehlikedeyim” duygusunu. Hayvanlarda bile tehlike anında, cana kast eden olaylar olduğunda stres hormonları devreye girer ve sıra dışı davranışlar sergilenir. Hâl böyle iken bizden normal olmamız, hayatımıza hiçbir şey olmamış gibi devam etmemiz beklenemez. Biz de ne yapsak diye durup düşüneceğimize doğayı inceleyip birazcık rahatlıyoruz. Gerilen tenimizi bahar esintileriyle gevşetiyoruz. Yasemin çayını demleyip, suyun etrafında şekilleniyoruz. Hafif bir musiki gibi olan rüzgârın yaprakları okşama sesini, içimizdeki kulağımızla, kalbimizle dinliyoruz. Bu tür yollarla rahatlıyoruz. Pablo Neruda’nın o kendine has anlatımıyla Yeryüzünde Konaklama kitabında okuru büyülediği göz ardı edilemez bir gerçek. Şiirlerin arasına dalıp kendini avutmamak, buna karşı koymak mümkün mü? Yani gerçekten şu dizelere girip kaybolmamak mümkün mü? “Gizlice geçer pusuya yatmış günler, ama düşerler senin ışıktan sesine. Ah, aşkın hanımı, dinlenişine senin kurdum ben düşümü, sessiz duruşumu.” Işığı algılamak ve beraberinde kederini içinde eritmek… Dizelerin bende uyandırdığı o sarılma hissine yakın sıcaklıkla birlikte gelen mutluluk paha biçilemez. Bende yerini hep koruyacak olan bu hisler hep bir sığınak olacak benim için. Hele ki şu paranoyak olarak yaşadığım günler de, sevinsem mi üzülsem mi bilemediğim şu günlerde. Hele ki dertlerin dert olduğu, günlerin geçmediği, baharın gelişine içimdeki burukluktan ötürü sevinemediğim şu günlerde… Kaynaklar1.Neruda,Pablo Yeryüzünde Konaklama Çev., Erdal Alova. İstanbul: Can Sanat Yayınları: 2015.
Özçay 1 İnanç Özçay 21402317 Başak BernaCordan Turk-101-13 6.ÖdevFinal 22.12.2014 DÜZENİBOZMAK GERÇEKTEN MÜMKÜNMÜ? Hollywoodtarafından üretilmişfilmleringenellikleparagüdüsüyleçekildikleri günümüzdeartıkbirgerçek. Heraklıbaşındasinemaizleyicisinin farkınavarabileceğibirdurum buvebunuanlayabilmekiçinöyleçok dafazlabilgisahibiolmayagerek yok. Bununörnekleri aşırıfazlamiktardaveen barizvekolaygörünenleriserihalindeolan veüstüsteyıllardaçekilen filmlerolabilirveyadahadaspesifeetmeyeçalışırsak,süperkahramanfilmleriörnek gösterilebilir. Yıllaröncesindenöykülerivekurgularıyazılmışsayısızsüperkahramanmevcutve Hollywoodhersenebudipsizkuyudanbirsüperkahramanseçipdahaöncesenaryolaştırılmamış biröyküsünüfilmyapıpseyirciyesunuyorveoldukçaazyaratıcılıklahaddindenfazlahasılatelde ediyor. Üstelik neredeyseherfilmde,öncekifilmlearasındakısabirzaman dilimiolmasına rağmençabucak ilerleyenteknolojiningetirildiğiyeniçekim olanakları kullanılmadan,çoğunlukla görselveteknikselolarak birbirineçok benzeyen filmlereimzaatılıyor. Örneğin bundan yaklaşık beşseneöncekullanılmaya başlanan3boyutlufilmtekniklerihâlâemeklemesafhasında. Biraz dahafazlabütçeayrılıpemek harcansa3boyutluçekimlergerçekten birfark yaratacakve izleyiciyeolağandışıbirdeneyimyaşatacakfakat bukadarteknolojik olanağa rağmen bu teknik yıllardıryerindesayıyor.Sanat yapmanıngerçek amacından sapıpsadeceseyirciyifilme çekebilmeyeveanlıkzevklerletatmin etmeye odaklandığıbu filmanlayışındateknikten öte içerik olarak dahiç tatminkârsonuçlargörünmüyor. İzleyicisinefikirvedüşünceaktarmayı başaramayan filmbencegerçekten birfilmolaraknitelendirilmemeli. Günümüz dünyasının hâlâ trendleriarasındakendisineoldukçabüyükbiryeredinen vegüncelolan birsektörfilmsektörü, fakat bu tarzanlayışlarsebebiyleüzerindekidikkativeilgiyisadecekendiçıkarınakullanıp bencilcedavranmaktaöteyegidemiyor.Özçay 2 Tümbunların yanında,LordofWarisimlifilmşahanebirişbaşararak bu kötü beklentileriboşaçıkarıyor. Hollywood’dan çıkmış,içindeadısanıbilinen birçok aktöriçeren, misalNicholas Cage,birfilmvarkarşımızda. Filminkonusunadeğinmek gerekirse,Yuri Orlov isimlibiradamınsilah ticaretinebaşlaması vedevamındayaşadıklarıanlatılıyor. Burayakadar herşeynormalgörünüyor. Fakatişinilginçtarafışu:Hollywood,herkesin bildiği gibiAmerika’nın öndegelenyapılarındanvedünyanıngözbebeğifilmkuruluşların birtanesi. Bugerekçelerle Hollywoodtarafındaüretilen filmlergünümüz dünyasınınişleyişindeönemliyer sahibiolan bazı sistemlerveoluşumlarafazlasözsöyleyemiyorveya söylemiyor. Diğerbirdeyişleeleştiri kapasitesioldukçaazveböylebirişegirişirseçokfazladikkatçekeceği aşikâr. Tümbunlarbir taraftadururken yönetmenAndrew Niccol,kapalıveya açık eleştiribileyapmaksızın,tümfilmi, silahticaretini,silah ticaretinin dünyanın işleyişindeki yerinivebukonulardadevletlerin yaptığı iğrenç işleriaçıkaçıkanlatarak,izleyicilerdekolaycaoluşabilecek birfarkındalık yaratmaya adamış. Gözlerden uzak fakatbirokadardahayatıniçindevefarkınavarıldığındainsanıncanını yakan,dünya hayatınıyönetensistemlereveinsanlaragüveninisarsanbirçok olayı olağanüstü birbaşarıylaizah etmiş. Filmin birdiğerbaşarılıtarafıise,sonunun açık uçlu bırakılarak anlatılmak istenenlerin veverilmek istenen mesajlarınizleyicininkendiyorumuylave düşüncesiyleanlamasınaolanaktanımasıolmuş.Hollywood’un yukarıdabahsettiğimfilm anlayışının yerlebiredip vesadecebunu yapmaklakalmayıpbudüzendebeklenenin tamzıddını gerçekleştirerek sektöredamgasınavuracak nitelikleresahipbirfilm LordofWar. Kaynakça - Niccol,Andrew. “Lordof War”Lions GateFilms.2005.
Erdoğan Yağız Şahin Yeni Bir Distopya Günümüzde kişisel gizlilikten bahsedilebilir mi? Birçok kişinin hissettiği gizlilik kaygısı aslında hepimizde olması gereken bir şey mi yoksa bir paranoya mı? Bu ve benzeri soruları birçok kişi 2013 yılındaki NSA sızıntıları sonrasında kendisi için cevapladı, araştırmaya başladı. Saklanacak Yer Yok, bu sızıntıların arkasındaki hikâyeyi ve sızıntı sürecini anlatıyor. İlk bölümde NSA sızıntılarını yapan Edward Snowden’ın gizlilik ve güvenlik konusunda gazeteci Glenn Greenwald’a verdiği talimatlar, ne kadar kolay takip edilebildiğimizi ve izlenebildiğimizi gözler önüne sermekte ve güvenli bir iletişim için okuyucuya da bir rehber olduğunu düşünüyorum. Kitapta yalnızca Amerikan vatandaşlarının değil, dünyadaki hemen hemen herkesin izlendiğine dair kanıtlar ve belgeler bulunmakta fakat halen birçok kişi gizliliğimizin nasıl bir tehlike altında olduğunu anlayabilmiş değil, nasıl bir tehlike ile baş başa olduğumuzu anlamak için herkesin bu kitabı okuması gerektiğini düşünüyorum. Bahsedilen belgelerin açığa çıkmasından sonra birçok kişi, topluluk yaşam tarzını buna göre değiştirmeye başladı ve bu olayın dünya üzerinde çeşitli yeni siyasi akımların çıkışını dahi tetiklediği görülebilir, Korsan Partiler gibi. Günümüzde gizlilik hakkında en büyük problemlerden birinin gizliliğin canavarlaştırıldığı veya önemsizleştirildiği olduğunu düşünüyorum. Birçok kişi telefonlarının dinlenmesini, çeşitli otoritelerin erişebildiği bir işletim sistemi kullanmayı, tüm e-posta ve mesajlarının başkaları tarafından okunabilmesi ihtimalinin kendisini etkilemeyeceğini düşünüyor hatta oyun konsollarının kamerası tarafından izlenebilme potansiyelini bile önemli biri veya suçlu olmadığı için normal gördüğünü söylüyor. Peki gerçek bu mu? Sıradan vatandaşların saklayacak bir şeyi yok mu? Bu argümana Edward Snowden “Gizleyecek bir şeyim olmadığı için özel hayatın gizliliği umrumda değil demek, söyleyecek bir şeyim olmadığı için ifade özgürlüğünü umursamıyorum demekle aynı şey.” [1] diyerek bir karşılık veriyor. Dünyanın dört bir yanına NSA(ABD Ulusal Güvenlik Dairesi) ve GCHQ(Birleşik Krallık dijital istihbarat kurumu) tarafından izleme teknolojisi satıldığı ve bunun çeşitli ülkelerde devlete veya hükümete muhalif seslerin susturulması ve saptanması amacıyla kullanıldığı bilinmekte. Bu gidişle dünyanın distopik, özgürlük olmayan bir yere dönüşebileceğini düşünüyorum. Aslında bunları George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanına benzetmek oldukça kolay, sadece tele- ekranları kendimiz alıyoruz. Basına sunulan dokümanlarda Facebook, Twitter, Yahoo!, Microsoft, Google gibi dev şirketlerin NSA ile anlaşmaları olduğunu ve kullanıcılarının kişisel verilerinin hiçbir şüphe olmadan verildiğini görüyoruz. Peki neden hayatımızı bu şirketlere teslim etmeye devam ediyoruz? Hayatımızı bu şirketlerin servisleri üzerinden devam etmeye zorlandığımızı söylemek pek de zor olmamalı. Facebook kullanmayan bir öğrenci ders notlarına ulaşamıyor, yurt dışına giden birisi yine Facebook veya Google+ gibi bir platformun yardımı olmadan kolayca barınak ihtiyacını karşılayamıyor, hayatlarımızı sosyal ağlar üzerinden yürütüyoruz, birçok kişi Whatsapp dışında bir iletişim aracı bile kullanmamakta lakin kimse düşünmüyor, neden hiçbir maddi getirisi olmayan bu uygulama Facebook tarafından 19 milyar dolar karşılığında satın alındı.İnsanların bir kısmı ise bu durumun farkına varıp, bu duruma alışıp kendilerine otosansür yaparak yaşamlarına devam ediyorlar fakat kitapta da üstünde durulduğu gibi, eğer her dediğinizin, her yazdığınızın değerlendirileceğini düşünüyorsanız artık aslında özgür bir birey olmadığınız da söylenebilir. Edward Snowden’ı bir 21’inci yüzyıl kahramanı olarak gördüğümü söyleyebilirim, harika bir kariyer, yaşam, ilişki, zengin ve güzel bir hayat yaşarken bunların hepsini riske atıp bir kaçak hayatı yaşamak zorunda kaldı ve hâlâ yaşıyor. Fakat amacına ulaştı, bir yankı uyandırdı ve fedakârlıkları boşa gitmedi, kitapta belirtildiği üzere en büyük endişesinin bu olduğunu söylüyor Edward Snowden. Artık gizlilik konusunda yeni bir döneme girdiğimiz söylenebilir, istihbarat çalışanlarının bile doğruyu yapmak pahasına her şeyinden vazgeçtiğini görebiliyoruz.Yararlanan Kaynaklar [1] Snowden, Edward Joseph. "Reddit" y.y. 21 Mayıs 2015. Web. 2 Ekim 2017.
ÖZGÜR RUHLU YÜREKLER 7 yaşındaki kuzenimin, hayatını bundan sonra bu şekilde idame ettireceğini öğrenmemle başladı bu filmi keşfetmem. Ünlü yönetmen oyuncu Amir Khan’ın başyapıtlarından sayılan “Her Çocuk Özeldir” filminden bahsediyorum. Filmde ailenin disleksi hastalığıyla tanışıp, Ishan’ın hayatla ve çevresiyle verdiği mücadeleyi konu alan bir yapım. Dışarıdan bakınca oldukça zeki ve akıllı bir çocuk gibi görünüyordu kuzenim. İlk bakışta konuşmalarında bir bozukluk göze çarpmıyordu. Ancak biraz sohbet edince kelimeleri söylerken zaman zaman takıldığını sezebiliyordum. Kendisine sorulan sorular karşısında çoğu zaman ilgisiz kalması ve kendi dünyasına dönmesi dikkatimi çekmişti. Normal çocuklar için değersiz gibi gözüken şeyler onun için çok önem arz ediyordu. Çöpe atılacak o kadar şey vardı ki odasında. Bizler için değersiz gözüken o ‘çöp’ diye ifade ettiğimiz şeylerle oynamaktan çok zevk alıyordu. Kuzenimin bu hareketleri teyzemin dikkatinden de kaçmamıştı. Ama bunun bir rahatsızlık olduğunu bilmiyordu. Davranışlarını çocuk olmasına yoruyordu. Taki kuzenimin öğrenim gördüğü okulun rehberlik servisine başvuruncaya kadar. Rehberlik servisindeki danışman, kuzenime uyguladığı bazı testlerden bir çıkarımda bulunmuştu. Danışman kuzenimde ‘öğrenme bozukluğu’ olduğunu ama kendisinin bu konu hakkında bilgi sahibi olmadığını söylerek bir merkeze yönlendirmişti. Artık kuzenimin bir rahatsızlığının olduğu netleşmişti. Danışmanın yönlendirdiği merkezde kuzenime yapılan testler sonucunda ‘Disleksi hastalığı’ olduğu kesinleşmişti. Teyzem ilk kez böyle bir rahatsızlığın adını duyuyordu. Zaten testi yapan psikiyatrist de bunun halk tarafından çok bilinmeyen bir hastalık olduğunu ifade etmişti. Bu hastalığın tedavisinde en önemli faktörün aile olduğunu belirtmişti. Peki neydi bu disleksi dedikleri hastalık? “Disleksi dinleme, konuşma, okuma, yazma, akıl yürütme ile matematik yeteneklerininkazanılmasında ve kullanılmasında önemli güçlüklerle kendini gösteren bir öğrenme bozukluğudur. lkokula başlayan disleksili çocuklarda eğitim alabilecek zihinsel gelişim henüz tamamlanmadıgı için okuyamazlar, yazamazlar ve matematiksel işlemleri kavramada zorluk çekerler. Ancak bu onların zeka düzeylerinde bir sorun olduğunu göstermez.”1 Evet kuzenimin zeka düzeyinde bir sorun yoktu hatta yapılan IQ testinde 110 puan almıştı. Toplum tarafından çok bilinmeyen bir hastalık disleksi. Hastalığın anlaşılmasındaki zorlukların yanısıra insanların bilinçsiz davranışları da tespit edilmesini zorlaştıran bir etken. Ailelerin konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaları, maddi imkansızlıkları, ihmalkarlıkları vb. sebeplerden dolayı bu durumda olan bir çok çocuk maalesef hayatını zor şartlar altında devam ettirmektedirler. Genelde bu çocuklar insanlar tarafından yaramazlık yapan, aşırı hareketli ve şımarık tipler olarak değerlendirilmektedir. Bu da hastalığın tespitini zorlaştırmaktadır. Oysa toplum bu konu hakkında sivil toplum örgütleri ve devlet tarafından yapılacak konferanslar, seminerler, paneller, tanıtım spotları vb. faaliyetlerle bilgilendirilsse bu hastalıkla mücadele eden çocuğun ve ailesinin hayatları daha yaşanabilir bir hale gelecektir. Bu bilgilendirmeler sonucunda toplumdan dışlanmış, aptal, geri zekalı olarak düşünülen bu çocuklar, aileleri tarafından desteklenerek topluma kazandırılmış olacaklardır. Aslında film fazlasıyla ilham veriyor. Küçük noktaları yakalamak lazım. Hiçbirimiz bu tür hikayelere yabancı değiliz. Anlamak gözlemlemek için disleksi olmamıza veya birinin olmasına gerek yok. Yaratılış itibariyle her insan farklı yaratılmıştır. Oysaki bizler hep belli bir kalıba, belli bir standarta sokmak istiyoruz. Tıpkı Ishan’ın hastalığına rağmen ailesinin beklentiye girmesi gibi. Hepimiz zeki olalım, leb demeden leblebiyi anlayalım istiyoruz. Daha da ileriye gidip, çocuklarımızın mesleklerinden tutun da, en basit meseleye kadar bir kalıp ve 1 http://bilheal.bilkent.edu.tr/aykonu/Ay2003/september03/disleksi.htmlkült içine sokmaya çalışıyoruz. Oysaki çeşitlilikler hayatımızda birer renktir. Özümüzde sahip olduğumuz iç derinliklerimizle beraber hepimiz aynı evin farklı odaları gibiyiz. Toplumun dışladığı, hor gördüğü, aptal yerine koyduğu bu çocuklar bizim çocuklarımız. Onlar diğer akranları gibi kendilerini ifade edemeseler de özel eğitimle bu eksikliklerini giderebilirler. Kim bilir belki de gelecekte dünyaya yön verecek başarılı birey olabilirler. Tıpkı Albert Einstein, Leonardo da Vinci, Tom Cruise gibi.2 Dünyayı renklendirecek, aydınlatacak özgür ruhlu yürekler. Yeterki bu şansı onları verelim. RÜŞTÜ MESUT ESER 2 http://bilheal.bilkent.edu.tr/aykonu/Ay2003/september03/disleksi.html
Egemen Karaca 22102695 BEŞİKTEN MEZARA: YALNIZLIĞIN GÖLGESİ Gözümüzü dünyaya ilk açtığımız andan itibaren hayat denen senaryosu belirsiz tiyatroya birileri oyuncu olarak giriyor. Annemiz ve babamız gibi kişiler çoğunlukla sahnede bir şekilde bulunurken sınıf arkadaşlarımız gibi kişiler ise figüran misali kısa rollerini oynayıp sahneyi terk ediyorlar. Başrol, yani hayatın sahibi olan biz, etrafımızdakilerle hep bir temas hâlindeyiz. Bu, oyuncu listesindebirçok kişinin olduğu izlenimini verse de bize o oyuncu listesinde tek bir kişi vardır: kendimiz. Gün gibi ortadadır sahnedeki sahte kalabalığa bakarak görmezden geldiğimiz yalnızlığımız. Ondan kaçabiliriz ancak saklanamayız. Stańczyk tablosundaki soytarıyı da bulmuş olmalı bu yalnızlık ki balodakiler şen şakrakken kendisinin yüzünden yüzleşmenin verdiği acıyı okumak işten bile değil. Hayat birçok yerde bize fısıldar aslında tek başımıza olduğumuzu. Ortaokuldaki arkadaş grubum beni dışladığında hissettim ilk defa hayatın nefesini kulağımda. Bel bağladığım, dost bellediğim arkadaşlarım benden uzaklaşmayı tercih ettiler. Bugün baktığımda onun bir fısıltı olduğunun farkında olsam da o yaşta kulaklarımı parçalarcasına atılan bir çığlık gibiydi bu. Sanki kafamın içi boş bir konferans salonuydu, yalnızlık yankılanıyordu. Boş bir parkın hüznünü yaşıyordum iliklerime kadar. Teyzemin yaptığı, o çok sevdiğim karnıyarık artık tat vermiyordu. Nereye otursam âdeta transa geçiyordum. Gökyüzüne baktığımda gördüğüm yıldızların hâlinden anlar olmuştum. Çocukken yaşadıklarım yıllar sonra o kadar ağır gelmese de yaş aldıkça deneyimler de ağırlaşıyor. 19 yaşında bir delikanlı olarak annem tarafından evden kovulduğum gün yalnızlıkla karşılıklı oturduk. Kendisini daha iyi tanıdım. O günden sonra bir karabasan gibi çıkıverir oldu. Tanıştıkça daha rahat davrandı. Artık girerken kapıyı dahi çalmıyordu. Hayatımın ipleri onun elinde gibi hissediyordum. Kafasına estikçe uğruyor, travmalarım kabuk bağladıkça kazıyarak yeniden kanatıyordu. Ondan uzak durmak için türlü alışkanlıklar edindim. Dövüşmeyi öğrendim mesela. Kum torbası yerine yalnızlığı hayal ederek vuruyordum. Onu pataklayarak yormalıydım ki hayatımdan defedebileyim. Ama nafileydi. Ben onu ittiğimi sanarken aksine daha da çok kendime çekiyordum. Bundan beslendiğini anladığımda çarenin inatlaşma olmadığını anladım ve başka yollar aradım. Birden şu soru aklıma geldi: madem bu yalnızlık denen meret ömürlük yol arkadaşım, arayı iyi tutmam gerekmez mi? Bu sorunun ardından bir aydınlanma yaşadım diyebilirim. Issız bir adada define bulduğunu sanan biri gibi çözümü bulduğumu hissetmiştim. “Hayatta olması gerekenler yoktur, sadece olanlar vardır.” mottosunu benimsemeye başladım ve olanları kabul etmeye çalıştım, yalnızlık gibi. Barıştık sayılır. Eskiden yalnızlık denenderde derman arardım, dermanım derdim oluverdi birden. O kadar da kötü değilmiş sahi. Bazen yalnız olduğum için sevindiğim bile oluyor. Yaşam yolunda yalnız olduğumu içselleştirdikçe kendime yaslanmaya başladım ve kendime yaslandıkça daha dik yürür oldum. Dertler üst üste binip çığ gibi üzerime yığıldığı zamanlarda kendi içime dönüyorum ve deşarj oluyorum çünkü artık dışarıdan bir şeyler beklemiyorum. Gücü kendimde topluyorum. Şöyle bir geriye dönüp baktığımda yalnızlık ile aramda çalkantılı bir ilişki olmuş. Kabul etmeliyim ki küçüklükten başlayan hayatın yalnızlık fısıltısı beni çok yordu. Ancak onunla yüzleşmek, onu dost gibi kabul etmek derin bir iç çektirdikten sonra üzerimdeki yorgunluğu aldı sayılır. Yalnızlık hayatın özü, bundan kaçış yok. Didişmek yerine onunla barışmak içime güç kazandırdı. Artık küçük şeyleri kendime sorun etmiyor, bunları hayatın bir parçası olarak kabul ediyorum sadece. İhtiyacım olanın insanların şefkati değil kendi iç sesimi olabildiğince yüksek sesle duymaya çalışmak olduğunu idrak ettim. Bu şekilde çözülemeyecek hiçbir sorun olamayacağını düşünüyorum. Kaynakça Matejko, Jan. Stańczyk. 1862. Resim
Alptekin Öksüz Çoktan Gitmişsin “Sesin kapıyı çalıyor sandım Senin sesin ağır Boşluğun koyu Ben şimdi hangi semtin Gözlerine bakacağım Şaşırdım Ben şimdi hangi evin Gözlerine baksam Boş Benden çoktan taşınmışsın.” En çaresiz hissettiğiniz anı hatırlıyor musunuz? Her şeyi yapmaya hazırsınız ama yapacak bir şeyiniz kalmamış. Sanki sıkıca tuttuğunuz balonun ipi bir anlığına elinizden kaçmış, tutmak için zıplıyorsunuz ama her zıpladığınızda sizden daha çok uzaklaşıyor. O saatten sonra sadece izliyorsunuz. Onun geri gelmeyeceğini biliyorsunuz ama gelir diye arkasından bakmaktan da alıkoyamıyorsunuz kendinizi. Kendimi gerçekten çok çaresiz hissettiğim anlardan birisiydi Haydar Ergülen’ in bu şiirini okumam benim için. Kabul etmek istemediğim bir gerçeği fark etmemi sağladı. Artık hayatımda olmayacak birinin yokluğunu kabul etmek gerçekten çok zor. Her gün onu görmeye alıştıktan sonra şimdi onsuz ne yapacağım gerçekten bilmiyorum. İnanmak istemiyorum onun gittiğine. Hala onu göreceğimi sanarak çıkıyorum evden. Ondan gelecek bir mesajı bekliyorum. Onun sesine benzeyen sesler duyunca kalbim deli gibi çarpıyor. Her yerde onu arıyorum ama onu görürsem ne yapacağımı bilmiyorum. Onu gerçekten çok seviyorum ama geri dönse bile yeniden gideceğini biliyorum. Sevmek her zaman yeterli olmuyor. Birini deli gibi seviyorsunuz ama bu birlikte olmak için yetmiyor. Ona her şeyi vermek istiyorsunuz ama sevginiz dışında verebilecek bir şeyiniz yok. Kendinizi çaresiz ve değersiz hissediyorsunuz. Sevginizin hiçbir gücü kalmamış onun üzerinde ve bunu siz düzeltemezsiniz. Onun için herkesi, her şeyi karşıma aldım. Tek gerçeğim, yuvam olmuştu o benim için. Şimdi nereye gideceğimi bilmiyorum. O evden çıktım ama yolumu kaybettim. Ondan ayrıldığımda, sanki evden oynamak için çıkıp da kaybolmuş bir çocuk gibi olduğum yerde bekliyorum. Belki beni bulur diye. Ama o beni bıraktığının farkında bile değil. Ben hala gittiğini kabul edemezken o çoktan başkasına kapılarını açmış. Ona geri dönemiyorum ama sadece ona çıkan yollarını bildiğim için başka bir yere de gidemiyorum. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Hala onun dertlerini düşünüyorum. Yarına yapması gereken ödevi hatırlatmak ya da sınavına çalış diye uyarmak istiyorum ama yapamıyorum. Niye aklımdan bunlar geçiyor hala bilmiyorum.Bir gün onun beni artık sevmediğini kabul edeceğim. O zaman her şey daha farklı olacak. Kendime gidecek bir yer bulacağım. Artık ağlamayacağım sonrakiler için. Kimsenin beni bu kadar üzmesine izin vermeyeceğim ya da kimseyi kendi evim gibi benimsemeyeceğim. Gidebileceğim başka bir yer olacak her zaman. Bir daha kimse bana bu kadar çaresiz hissettiremeyecek. Yine hayatıma birisi girecek ama her an gidebilecekmiş gibi seveceğim onu. Kendimi kimseye, hiçbir yere ait hissedemeyeceğim artık. Belki de böylesi daha iyidir bilmiyorum. Hata yapmadan öğrenemeyiz. Benim en büyük hatam bu kadar sevmek olacak sanırım. Kimseye bu kadar bağlanmamam gerektiğini öğrendim. Kimseye kendimi bu kadar açmamam, yaralarımı göstermemem, korkularımı anlatmamam gerektiğini biliyorum artık. İyi günümde yanımda oluyorsa olsun, kötü günümde ben kendi başımın çaresine bakarım. Eğer bu günleri yalnız atlatabilirsem, sorunlarımı yalnız çözebilirim demektir. Biliyorum hiç kolay olmayacak, hiçbir zaman kabul edemeyeceğim. Ama bunu yapmam gerekiyor. Kendim için, beni sevenler için. Artık onu bırakmam gerekiyor. Onun artık yanımda olmayacağı gerçeğini fark etmem gerekiyor. Ondan sonra kendi hayatımı yoluna koymaya başlayabilirim. Hemen olmayacak tabii ki bunu biliyorum ama kabul etmezsem hiçbir zaman başlayamam. Belki siz de yaşamışsınızdır bunu. Hayatınız bir an için durmuştur. Benim kadar çaresiz hissetmişsinizdir. Nasıl aştınız, nasıl unuttunuz o günleri o kadar merak ediyorum ki. Biliyorum ilerde ben de hiçbir şey hissetmeden hatırlayacağım onu. Sadece biraz zaman gerekiyor bunun için. Kaynakça Ergülen, Haydar. Öyle Küçük Şeyler. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2016
Bartu Özcan BEŞ DUYU Hepimiz bu dünyada duyularımız sayesinde yaşıyoruz. Benzin istasyonlarının boğaz yakan kokusuyla, gece içine girdiğimizde içimizi üşüten yorganın soğukluğuyla, çikolatanın o dilimize mutluluk saçan tadıyla, her duyduğumuzda bizi hüzünlendiren o şarkının tınısıyla, o çok güzel küçük çocuğun gözlerinin görüntüsüyle varız. Hayatımıza anlam katan, devam etmemizi sağlayan duyularımızla algıladıklarımız aslında. Bizi mutlu eden şeyler de bunlar. Mesela ben kendimi koku duyusu olmadan hayal edemiyorum. Bütün anılarım, aşklarım, hissettiklerim ve geride bıraktıklarım hep kokuyla kayıtlı zihnimde. Duyduğum her koku bana farklı bir zamanı, anıyı hatırlatıyor. Aynı şekilde geçmişte yaşadıklarımı düşündüğümde o kokuları hissediyorum. Ben tek bir duyuma bile bu kadar bağlıyken tüm duygularımdan birden vazgeçmek çok korkutucu bir fikir. Yeryüzündeki Son Aşk filmi işte bahsettiğim, bütün duyuları kaybetme durumunu ele alıyor. Ben kokulara bağımlı bir insanım. Ama bence aslında herkes biraz öyledir. Koku duygusunun hafızayla çok güçlü bir bağlantısı var. Mesela sevdiğinizin kokusu sizi duygudan duyguya sürükler. Hem en mutlu olduğunuz hem de en çok acı çektiğin zamanları hatırlatır. Midendeki kelebek, boğazındaki düğüm karnına atılmış o yumruk duygusunu sana hatırlatan hem o insanla ya da anılarla özdeşleştirdiğin kokulardan kaynaklanıyor. Filmde bütün duygular sırayla, parça parça yok oluyor. İlk kaybolan duyu da koku oluyor. Belki de en yıkıcı etkiyi yapan da bu oluyor. Koku duyularını kaybetmeden hemen önce insanlar onları çok etkilemiş olan anılarını hatırlayıp sinir krizine giriyor. Aşık olduğun kişinin, annenin, çocuğunun ya da en sevdiğin çiçeğin, çikolatanın kokusunu son kez duyuyor olma fikri insanı dehşete düşürüyor. Belki de kokusunu kaybetmek sevdiğimiz o şeyleri de kaybedebileceğimiz yanılgısına düşürüyor bizi. O kokuyu kaybetmekten korkuyor, sevdiklerimizin kokusundan uzaklaşmak istemiyoruz. Mesela âşık olduğun insanın yüzü senin için yeryüzündeki en güzel görüntü olabiliyor bir anda. Gerçekte nasıl göründüğünün, toplumun onu nasıl algıladığının ve başka insanların onu güzel bulup bulmadığının hiçbir önemi olmuyor senin için. Sevdiğin için çok güzel geliyor o sana. Gözlerini kapattığında gördüğün görüntülerdir aslında seni etkilemiş olanlar. İşte sevdiklerinin yüzü, aldığın bir demet çiçeğin görüntüsü, dalıp gittiğin o manzara gece uyurken bile gözünün önüne gelenlerdir. Filmde görme duyusu ancak sevdiğin insanı gördüğünde yok oluyor. Bir bakıma, gördüğün en son şeyin sevdiğinin yüzü olması çoğu insanın hayali. Ama bir yandan dünyada veda etmesi en zor olan görüntüye kapatıyorsun gözlerini. Kaybedilen başka bir duyu da dokunma. O kadar zor ki karşındakine sarılamamak., ihtiyaç duyduğunda birinin seni kollarına aldığını hissedememek. Karşındakine dokunmak, eline küçük bir dokunuş bile olsa samimi olduğunun, yanında olduğunun önemli bir göstergesi bence. Bundan mahrum kalmak oldukça zor. Tam karşında duran insana dokunmakBartu Özcan isteyip dokunamamak, sarılmak isteyip sarılamamak insanın içine oturur. Sevdiğin insanı öpememek aynı anda hem çok yakın hem çok uzak olmak gibi. Birbirine güven ve huzur verememek demek. Bütün duyuların birer birer kaybolduğu bir dünyada iki ruh tanışıyor. Susan ve Michael duyularını yavaş yavaş kaybederken bile aşkı var olduğunu kanıtlarcasına seviyorlar birbirlerini. Kokusunu sürekli alamadığın, gözlerindeki ışığı göremediğin, sesini duyamadığın, ortak şarkılar paylaşamadığın, dokunamadığın birine de delicesine âşık olabileceğini, paylaşacak bir şeyler bulabileceğini gösteriyor. Varlığımızı sağlıyor dediğimiz o duyular olmadan da tutunabildiğini gösteriyor film. Ben hala kendimden emin değilim. Hala bana sanki duyularımı kaybettiğimde aynı insan olarak kalamayacağım gibi geliyor. Ama demek ki duyularının yokluğuna bile katlanmanı sağlayacak insanlar girebiliyormuş hayatına.Bartu Özcan
BENLİK OKYANUSUM Benlik okyanusumda kendimi boğulmaktan nasıl alıkoyabileceğimi gün geçtikçe daha iyi öğreniyorum sanki. Tecrübe ettiğim her olay, içinde istemli veya istemsiz bulunduğum her durum bana bünyemde barındırdığım ve yalnızca benim görüp, duyup, hissedebileceğim farklı insanları tanıma fırsatı sunuyor. Özellikle de tatsız olan tecrübeler. İşte ben onları çok seviyorum. Çünkü her tatsız tecrübeden sonra mutlaka farklı bir ben ile tanışıyorum. İşin bir diğer güzel tarafı, tanıştığım bu benliklerim hiçbir zaman terk etmiyorlar beni. Bir daha gitmemek üzere katılıyorlar benlik ekibime. Kimisi gudubet oluyor biraz, ara sıra çatışıyoruz. Gudubetler, kavgacılar ama tansiyonumu kontrol edebilmeyi öğretiyorlar bana. Bir insan kendi içinde nasıl sağa sola kan sıçratmadan çatışır, bunu çok güzel öğrendim sayelerinde. Kimisi de oldukça duygusal ve naif oluyor, sanki bir kedi yavrusunun insan vücuduna uyarlanmış hâli gibi. En çok onlara üzülüyorum. Sevilmediklerinde çok mutsuz oluyorlar, bir köşede öylece yastıklarına sarılmış oturuyorlar. Bir dokunsan ağlarlar hani, o derece. Çoğu zaman dokunmaya gerek kalmadan ağlıyorlar. Keşke diyorum, içimde gizli kalmasanız da sevgi, şefkat görebilme şansınız olsa. Bazen tercüman olmaya çalışıyorum içimdeki insanlara, fakat insanların bu dili çoktan unuttuğunu görüyorum. Belki de unutmuş numarası yapıyorlar, orasını pek bilemiyorum. Özellikle duygularını ve içlerindeki şefkati saçma bir şekilde mühürleyip herkesten delicesine gizleyen insanları hiç anlayamıyorum. Sanki sevmek ve sevilmek için yaratılan onlar değiller, kendini başka insanlara kapatmak da büyük bir marifet. Sylvia Nasar’ın “A Beautiful Mind” isimli kitabından beyaz perdeye aktarılan yine aynı isimli filmde baş karakter olarak rastlaştığımız John Nash bana bu hususta çok önemli bir pencere açtı. Benliğimiz tarafından oluşturulan ve beraber yaşamak zorunda olduğumuz birbirinden farklı karakterlerin evcilleştirilmesi ve hayatımızın sonuna dek onlarla barış içinde yaşayabilme fikirleri bana bir nevi ütopik gelirdi önceleri. Ama şimdi sanırım bu yetiyi kazanmaya başladım, bir başka deyişle ütopyama doğru tam gaz gidiyorum. Aslında hepimizin içinde birden fazla hatta belki de onlarca farklı karakter yer almakta. İnsanlar ise yalnızca aynada gördüklerine odaklanıyorlar, kendilerini bir tek o zannediyorlar. Ama değiliz, aynada gördüğümüzden çok daha fazlasıyız. İnsanların içindeki karakterler birbirleriyle uyum içerisinde yaşayan karakterlerse pek farkında olmuyorlar çünkü kendi içlerinde ciddi çatışmalar yaşamıyorlar. Barışın ve sükunetin hüküm sürdüğü bir yerde insanlar her an tetikte olmaya ihtiyaç duymaksızın yaşamaya alışırlar. Eğer içinizde ciddi anlamda birbirine zıt karakterlerle yaşıyorsanız, bu çatışmalar devamlı büyük depremler doğurabiliyor ruh adı verilen o yirmi bir gramlık benlikte. İşin püf noktasıysa depremle yaşamayı öğrenebilmek, ruhu ve içindeki karakterleri evcilleştirebilmek. Tıpkı John Nash’in yaptığı gibi, onları zararsız insanlara evriltmek. Elbette bu hususta destek görmek çok önemli. John’ın eşi Alicia bu konuda benim için büyük bir sembol. Çoğu zaman sırtımı sıvazlayacak bir ele ve gözlerime bakıp her şeyin düzeleceğini sessizce haykıran bir çift göze haddinden fazla ihtiyaç duymuyor değilim. Ancak çoğu zaman koskocaman içsel bir yalnızlıktan başkası olmuyor bizleri dikenli kollarıyla buz gibi bağrına basan. O dikenli kollardan, buz gibi bağırdan kurtulur gibi oluyoruz bazı zamanlarda. Anın ya da insanların o sahte büyüsüne kapılıp farklı dünyalara yol alıyoruz tıpkı rüzgâr tarafındansürüklenen aciz bir poşet gibi. O rüzgâr eninde sonunda duruyor. Kendimizi farklı hatta çok alakasız yerlerde buluyoruz, belki de hiç istemediğimiz kadar. Bas bas bağıran bir yalnızlığın merkezinde. Düşe kalka bir yolunu buluyoruz sonraları, toparlıyoruz kendimizi. Dersimizi aldık sanıp artık daha sivri bir insan gözüyle bakıyoruz aynada gördüğümüz yansımaya. Hâlbuki daha kapımızda bizi bir sürü fırtına bekliyor, kestiremiyoruz. Yalnızlık bu kısır döngüye yem olarak atıyor bizi her seferinde. Ne kadar güçlü olduğumuzu sanarsak sanalım, yalnızlık eninde sonunda bütün benliklerimizin elini kolunu bağlıyor, benlik okyanusumuzu kurutuyor. KAYNAKÇA Sylvia Nasar (Yazar). A Beautiful Mind. (Kitap) Ron Howard (Yönetmen). A Beautiful Mind (Film). Amerika Birleşik Devletleri. 2001
MASKELERİMİZ İnsanın kendisi gibi olması ne kadar zordur? Ya da insanlar kendi kişiliklerini yansıtmaktan bu kadar mı korkarlar? Gerçek yüzümüzü gösterdiğimizde gerçekten iyi niyetimiz suistimal edilir mi ki biz kendimiz gibi olmaktan çekiniriz? Veya korktuğumuz şey yargılanmak mıdır? Aslında bunların hepsi başka maskeler ardına saklanmamızın esas sebepleridir. Neden saklanırız bu maskelerin ardına bunu biz bile bilmiyoruz aslında. Sadece ihtiyaç duyuyoruz ve ihtiyacımız doğrultusunda hayatımıza şekil veriyoruz. Kendimizi saklıyoruz, kırılmaktan, incinmekten korkuyoruz. Duygularımızı ve düşüncelerimizi değiştirmek zorunda olmamamıza rağmen değiştiriyor ve insanlara kendimizi öyle tanıtıyoruz. “Müstehcen bir yalan her zaman asil bir hakikate baskın çıkar.” (sf:114) Yalan söylemek ya da o yalanı devam ettirebilmek çok zordur aslında. Bir maskenin ardına saklanarak bir kişilik yansıtmak da en az onun kadar yorar bizleri. Sonuçta olmadığın biri gibi davranmak ne kadar kolay olabilir? Bir nevi yalan sayılabilir belki, o kişinin özelliklerini, düşüncelerini hep aklında tutman ve fire vermemen gerekir. Bunu devam ettirebilmek büyük bir istikrar gerektirir. Söylediğimiz yalanların ortaya çıkıp bize olumsuz bir şekilde geri dönmesi ise kişiliğimizi ortaya sermekten daha korkutan bir durum olmalıdır bizleri. Çünkü bu bizim insanlar arasında kabul görmek için kendimizden ödün verdiğimiz kişiliğimizin daha çok hasar görmesine sebep olur. Bu maskeler sadece zayıf yönlerimizi saklamaya yarıyor belki. Evet ben dahil herkesin maskesi var bu dünyada. Kimi özel hayatımızda taktığımız, kimi bir iş görüşmesinde veya en basitinden kimse sormasın diye mutsuzken mutlu görünme maskesi. Neden bu kadar korkarız peki kendimizi göstermekten? Örneğin zengin veya çok akıllı olmasak gerçekten dışlanır mıyız toplumdan? Lüks bir araba veya pahalı eşyalarımız olmadan yaşayamaz mıyız? Aslında klişedir ama mutlu olmadıktan sonra bunların hiçbir anlamı yoktur. Arabamız, telefonlarımız, giydiklerimiz değildir bizi biz yapan. Özellikle sosyal medyanın çok geliştiği şu yıllarda kendimizi insanlara olmadığımız biri göstermek en büyük hobimiz haline geldi. Aldığımız her şeyi başkalarına göstermek için alır olduk. Bu nesneler bizi mutlu etmesi gereken eşyalarken, başkalarına gösteriş için ortaya koyduğumuz eşyalar olmaya başladılar. Eskiden çocuklara uslu durdukları ya da doğru davranışlarda bulundukları için alınan pahalı hediyeler şimdi değerini yitirmiş sadece şımarıklıkları yüzünden veya ağlamaları dursun diye alınıp, çocuğun kıymetini bilmediği eşyalar oldular. Sadece kendimizi değil eşyalarımızın da anlamlarını değiştirdik. Kendimizle yetinmedik onlara da maskeler takar olduk.Kitapta Bayan Kathie de Hollywood için taktığı maskesinin ardında oldukça yorgun bir kişilik barındırıyor. O maskesiyle bile olsa ondan asla vazgeçmeyecek olan Hazie ise onun gerçek kişiliğini bilmesinin yanında zayıf yanlarını da görüyor ve o zayıf yanlarından dolayı ondan kendini soyutlayamıyor. Bunu sağlayabilen asıl sebep de aşk aslında. Âşık olduğumuzda ya da birini çok sevdiğimizde onlara karşı bütün duvarlarımızı indiriyoruz. Belki bir de güven ekleniyor buna. Sevgi ve güven bir araya geldiği zaman o herkeslerden sakladığımız benliğimizi her şeyimizle önlerine seriyoruz. Çünkü sevgi ve güven edinebileceğimiz ya da hissettiğimiz en masum duygular bir başkasına karşı. Belki de bu yüzden insanların uzun süreli insan ilişkilerimiz bozulduğunda kendimizi en büyük boşluklara atılmış hissediyoruz. Bütün sırlarımızı, benliğimizi anlattığımız, karşılarında en savunmasız olduğumuz insanlar bu ilişkilerimiz bittiği zaman kendileriyle birlikte bizden parçaları da beraberlerinde götürüyorlar. Aslında bütün suçlu biziz bir noktada. Kendimizi bu kadar koruyup sakınmasak çevremizden ne yalana ne de bu kadar kırılmaya yol açarız. Palahniuk “Zannedersem, dünyanın vermeye yeltendiği her tür hasardan daha beterini kendi kendinize vermenizde bir avuntu, belki de bir tür irade mevcut.” (Sf:69) diyor kitabında. Gerçekten de insana kendinden daha çok zarar veren başka bir şey yok aslında. Genellikle biz kendi kendimize olayları büyütüp kendimize dert ediyor ve kendimiz olmaktan kaçmaya başlıyoruz bu sebeple. Ne yaparsak yapalım maskelerimizi bir kenara atamıyoruz hiçbirimiz. Onlara o kadar bağlıyız, o kadar alışmışız ki. Onları fırlatıp atabilmek için sanki bambaşka bir hayata yeniden başlamamız gerekiyor. Ama bu gerçekten yeterli olur mu yoksa yine maskeler arkasında saklanarak devam mı ederiz denemeden asla bilemeyiz. 1. Palahniuk, Chuck. Anlat Bakalım (sayfa:114) Ayrıntı Yayınları, 2014, ikinci basım 2. Palahniuk, Chuck. Anlat Bakalım (sayfa:69) Ayrıntı Yayınları, 2014, ikinci basım 3. Fotoğraf: http://inspiringmesh.com/wp- content/uploads/2013/01/face_behind_the_mask_by_missmausjuh-d4fn96n.jpg Yağmur Sugüneş
Hasan Efe Bovatekin 22301645 Yıldızlarla Aydınlanan Yolda Bilim ve Sanat Küçüklüğümde büyük bir yanılgı içerisindeydim. Bilim ve sanat iki ayrı dünya olarak aktarılmıştı bana. Belki de ben o zamanki aciz aklımda öyle algıladım, bilmiyorum. Nedeni fark etmeksizin ayırmıştım bilim ve sanatın yollarını; bilim yalnızca akıl için vardı, sanat ise sadece kalbe hitap ederdi. O zamanki düşünceme göre kalple akıl demir örgülerle ayrılmıştı birbirinden yani ya sanat insanıydınız; gönül işleri, yaratıcılık ve sanat yeteneği vardı sizde ancak hiçbir aritmetik ve analitik konuda başarılı olamıyordunuz ya da bir bilim insanı olarak bu konularda üstünken aşkta ve yaratıcılıkta hiçbir şansınız yoktu. Hayatta başarılı olmanın tek yolunun matematik dersinde başarılı olmak olduğunu sanan küçük Hasan için böyle bir yanılgı onun sanattan uzaklaşması için yeterli olmuştu. Beşinci sınıfta matematik olimpiyatına başlamış ve böylelikle tüm hayatını aritmetik temeller üzerine kuracağına, sanatla hayatının yağ ve su gibiolacağına karar vermişti küçük Hasan. Ne yazık ki çok sonradan öğrenecekti içinde yağ ve su bulunan bir bardağa deterjan konulduğunda yağın suya karıştığını. Daha önce bahsettiğim gibi, küçük Hasan hayatını tamamen bilime adayacaktı ancak bunun için hangi bilime yöneleceğini de seçmesi gerekiyordu. Bu noktada odasının penceresi çıktı karşısına. Daha doğrusu, pencerenin ardındakiler. Bir gece yatağında her zamankinden ters yöne doğru uzanmış, matematik sınavı kötü geçtiği için melankolik düşünceler içerisindeyken fark etti gökyüzündeki o minik, parlak noktaları. Kötü geçen sınavlardan sonra o da minik hissediyordu kendini, kendini gördü bir nevi o küçük ışık hüzmelerinde. Ancak ne kadar minik de olsalar yıldızlar parlamaya devam ediyordu gökyüzünde. Ne olursa olsun ömürleri boyunca parlak kalıyordu yıldızlar. Ortaokula kadar sürekli başarıya alışmış Hasan’a garip geldi bu his. Ne de olsa o en minik başarısızlığıyla sönüyordu hemen, bir süre sönük kalıp tekrar aydınlanıyordu. O gece önemli bir ders verdi ona yıldızlar ve bu ders sayesinde kendilerine aşık ettiler Hasan’ı. Önce her gece onları izlemekle başladı bu aşk. Her gece yatağında ters yatmaya başladı minik Hasan. Çünkü ancak böyle yatarsa görebiliyordu yıldızları. Uyuyana kadar onlar hakkında hayal kurardı. Her birinin boyutunu düşünürdü, gerçekte ne kadar büyük olduklarını bilmesine rağmen gökyüzünde bu kadar küçük gözükebilmeleri çok etkilerdi onu. Yıldızlara bakarak büyüdü Hasan, büyüdükçe de çok şey öğrendi onlar hakkında. Yıldızların hareketini sağlayan fizik yasalarını, oluşum evrelerini ve daha nicesini öğrendi. Artık sadece parlak noktalar değildi yıldızlar onun için. Gökyüzü sahnesinde, gece perdesini oynayan ve koreografisi fizik kanunları tarafından yazılmış birer dansçıydı o acemice gözlemlediği yıldızlar artık. İşin güzel yanı ise bu oyunu her gece penceresinden ücretsiz bir şekilde izleyebiliyordu. Günleri böyle geçip giderken onuncu sınıfta tanıştı bahsettiğim deterjanla. Van Gogh tarafından boyanmış Yıldızlı Gece adlı tabloydu bu deterjan. Bu eser, bir tablo olmasından dolayı sanat dünyasına aitti ilk bakışta. Ancak bu tabloya bakınca daha önce hiç görmediği bir şey fark etti Hasan. Aynı kendi gökyüzü düşüncesindeki gibi Van Gogh’un gökyüzünde de başaktörler yıldızlardı. Daha önce astronomiye duyduğu ilgiden dolayı birçok gökyüzü temalı resim de görmüş olan Hasan için bu bir ilkti. Van Gogh’un da Hasan gibi acemice de olsa yıldızları gözlemlediğini düşünmek, bu yaşadığı duygu ve düşünceler selinde bir başkasının da boğulmuş olabileceğini hissetmek onu derinden etkiledi. Ve böylece yağ ve su karışmaya başladı artık çok da küçük olmayan Hasan için. Evet, sanat ve bilim madalyonun iki farklı yüzüydü hâlâ. Ancak artık biliyordu ki madalyonlar tek bir maddeden yapılıyordu, arka yüzü de ön yüzü de sadece şekil olarak farklıydı, öz olarak değil. Yıldızlı Gece tablosuyla karşılaşmasıyla kırılmaya başladı Hasan’ın bilim ve sanat hakkındaki algısı. Sanattan bilime geçen ilk damlayla yavaş yavaş karışmaya başladı ikisi. Zamanla öğrendi Hasan, bilim ve sanatın iç içe olduğunu. Sanat ve bilim; iki yolcu oldu onun için, aynı yolda giden bir otobüste iki farklı koltuğa oturmuş iki yolcu. Farklı camlardan farklı yönlere bakıyordular. Bu nedenle de gördükleri manzara bambaşkaydı ancak aynı yol üzerindeydiler. Anlayış yolundaki insanlık otobüsündeydiler. Sanat sübjektiflik koltuğundayken bilim ise objektiflik koltuğunda duruyordu ancak koltuklar yan yanaydı. Sanat yaratıcılıkpenceresinden bakıp duygu vadisini gözlüyordu. Bilim ise mantık penceresinden gerçekler şelalesinin coşkulu sularını izliyordu. Ve işte bu yolculuk yıldızların altında yapıldı Hasan için. Kaynakça: Van Gogh, Vincent. Yıldızlı Gece. 1889. Yağlıboya. Modern Sanat Müzesi. New York.
Bilge Banu YAĞCI 1 SECTİON:19 ALİ TURAN GÖRGÜ BENİM TEMBELLİĞİM BENİM KARARIM (MI) Paul Lafargue’in Tembellik Hakkı kitabı ismiyle ilk anda daha çok tembelliği öven bir kitap olarak anlaşılabilir. Kitabın sadece adına bakarak içeriğinde insanlara hiç çalışmadan güzel standartlarda yaşama hakkı verilmesi gerektiğini savunduğu düşünülebilir. Ama kitabın çevirmeni Vedat Günyol’un Başsöz Yerine isimli yazısında da belirttiği gibi kitabın felsefesi bu kadar basit ve absürt değildir. Paul Lafargue Tembellik Hakkı adlı kitabında birçok insanın muzdarip olduğunu bir konu olan çalışma saatlerinin adaletsizliğinden ve makineleşmenin insanlara boş zaman yaratmak yerine onlardan daha önce sahip oldukları boş zamanı da çalmasından bahsetmektedir. Herkes zaman zaman tembellik yapmak ister ve yapabilmelidir de. Kitabı okumadıysanız ama okumayı düşünüyorsanız size bazı sorular hazırladım. Önce bu sorulara dürüst cevaplar vermeye çalışın. Bir kenara not alın veya aklınızda tutun. Kitabı bitirdikten sonra da cevaplarınız aynı kalırsa gerçekten şaşırtıcı olur benim için. 1. Çalışmak bir erdem midir? 2. İnsan üretimin efendisi midir, kölesi mi? 3. Günlük çalışma süresi kaç saat olmalıdır? 4. Tarihsel süreçte insanlık zaman yönetimi açısından iyiye mi gitmiştir, kötüye mi gitmiştir yoksa zaman yönetimi hep aynı mı kalmıştır? Beni allak bullak eden bir kitaptı Tembellik Hakkı. Genel olarak çalışmayı başarının tek yolu olarak görürdüm ve bu sebepten dolayı çalışmak isterdim. Kitabın etkisi geçtikten sonra da muhtemelen böyle hissedeceğim ama şu an için başarı ve mutluluk arasındaki tercihim mutluluktan yana. Sonsuza kadar çalışmayı azaltmayacak olan insan ne yapmalıdır mutlu olmak için? Tüm başarılarım daha büyük sorumluluklar getirdi yanında. Tembellik hakkımı hiçe sayarak kaybettim. Çünkü sistem bunu gerektiriyordu. Lafargue’nin de belirttiği gibi Sanayi Devrimi ve onun arkasından güç kazanan kapital düzen yüzünden insanlar şirketlerin kârını artıran birer araç hâline dönüşmüştür. Buna karşın hayatta kalmayı ve mutlu olmayı çalışmaya bağlayan insanlar sisteme karşı gelmek yerine sistem içinde yükselmeye çalışmışlardır. Bunun bir örneğini anlatıyor kitabın ilk bölümünde Lafargue: “Solgun yüzler, bir deri bir kemik bedenler, acınası sözlerle fabrikacıları kuşatıyorlar: "İyi yürekli Bay Chagot, sevecen Bay Schneider, daha iş verin bize. Bize acı çektiren açlık değil, çalışma tutkusudur."2 Şu an, bu yazıyı ödevin son tarihine yetiştirmeye çalışırken bile tembellik hakkımdan taviz verdiğim düşünülebilir. Kimi açılardan baktığımızda bunun doğru olduğunu söyleyebilirim. Diğer yandan, şu an bunları yazmak sadece bir kişiye de olsa fikirlerimi ve bu kitaptan öğrendiklerimi anlatabilmem için elimdeki en iyi yol ve bu yazıyı yazarken elimde olmasına rağmen tembellik hakkımı kullanmak istemiyorum. Bu da kitabın içinde bahsedilen bir konu da benim bu davranışımı açıklıyor. İnsan tembellik yapmayı sever fakat tembellik için yaratılmamıştır. Evrimin bize kazandırdığı bir çalışma dürtüsü de vardır. İnsan, yaşamını idame ettirebilmek için çalışması gereken minimum düzeyde çalışmazsa kendini büyük bir ruhsal boşluğun içinde hisseder. Benim de, öğrencilikten başka bir işimin olmaması nedeniyle özellikle yaz aylarında yaşadığım bir sorun bu. Kış aylarında çalışmaktan, yaz aylarında çalışmamaktan bunalıyorum. Yine de elimdeki şeylerle mutlu kalabilmem benim yararıma olduğundan çok sistemin yararına. Bir yerde insanların temel haklarını isteyebilmesi gerekir sistemden. Yaşama hakkı, eğitim hakkı, tembellik hakkı… “ Amerika'da makine, tarımsal üretimin tüm alanlarını doldurdu, tereyağı üretiminden buğdayın yabani otlardan ayıklanmasına kadar. Niçin? Çünkü, özgür ve tembel olan Amerikalı, Fransız köylüsünün sığırımsı yaşamını benimsemektense, bin kez ölmeyi yeğler.” Tarım, hayvancılık ve sanayi artık insan gücüne değil, makine gücüne bağlı işleyen sistemler. Bizim içinde bulunduğumuz sistemse eşya ve yiyecek üretiminden çok daha farklı artık. Biz, hizmet sektörünü yüceltmek ve daha iyi hizmet alabilmek için birilerine hizmet etmekle yükümlüyüz. Tembellik Hakkı benim için mantığın ve ümitsizliğin kitabı. Öyle ki, bu hak bizim ama asla istediğimiz zaman kullanamayacağız.
GÜLCE ELİF ATABEY 21501652 TUHAFLIK BENİM İÇİMDE NE TUHAF Bir kitap nasıl çeker insanı kendine, raflarda yüzlerce kitap dururken neden biri göz kırpıverir bilemem. Kuvvetle muhtemel ki bundan benim gibi birçok okuma sevdalısı da mustariptir. Şöyle bir alırsınız kitabı elinize önce. Kapakları hoştur elbet kitapların, kokuları ayrı cezbeder. Bunlar hep yayınevlerinin oyunudur okurlara. Ama bu şiir kitabında beni bir anda saran ve sarsarcasına etkileyen arka kapağındaki şu dizeler oldu belki de: “ Ne tuhaf ömrümün sonuna kadar/Kelimelerle yaşamam/Ağaçtan çok ağaç sözünü/Denizden çok deniz sözünü sevmem/Halbuki bir sabah erken uyanınca/ Balkona çıkmak da güzel “ Sabahattin Kudret Aksal... Gazoz Ağacı isimli öykü kitabını okurken “tuhaf” bulduğum bu adam kendi tuhaflığından söz ediyordu, bunun farkındaydı. Dizeleri okurken içimde tuhaf bir acı hissettim. Adeta bir kendimi sorgulama sürecine girmiştim. Düşündüm... Aşk gerçektir. Tuhaftır ki Fuzuli’nin Mecnun’uyla Leyla’sınınkinden daha ölümsüz aşk yoktur. Tarih yapılır. Tuhaftır ki yazılmayana tarih denilmemiştir. Sabah erken kalkınca balkona çıksak da bu ancak yazarın özgün üslubuyla tekleşir. Hayatın gerçekliklerini yeniden var eder sözler. Ben de nesneden çok onun sözünü sevdim sanıyorum. Dostoyevski’yle Moskova sokaklarında gezmenin tadını, İstanbul’u Orhan Veli’yle dinlemenin hazzını tatmışım bir kere. Ne tuhaf, tuhaflık benim içimdeymiş. Ben tuhaflık içinde. Tuhaflıktan kurtulmak için, gerçeklerin denizine açılıyorum. DER Kİ SİZE Hayatın gerçekliklerinden bahsetmişken bir şiir daha çarpıyor gözüme; süssüz, abartısız hayatın en büyük gerçeği olan ölümün anlatıldığı dizeleriyle insanın içini ürperten türden bu kez. Şu dizelerle başlıyor şiir; “Der ki size bir gün ölüm/ Boşuna kardeşim bunca çalım /Düşünürsünüz, nereye/ Savrulacak bunca külüm” Bu da bana uzun zamandır zihnimde evirip çevirdiğim düşünceleri anımsattı. Ölüm, yüzyılların gizi... Herkese aynı cezayı veren adil hükümdar... Kimine göre vahşet, kimine göre vuslat...Gecenin gündüzü anlamlı kılması gibi hayatı değerli kılan, ölüm. Buna rağmen yüzyıllardır hor görülmüş, bir türlü benimsenememiştir ölüm. Ölüm hakkında düşündükçe onu kabullendiğimi ve hayatı daha basit yaşadığımı fark ettim. Umudum kaygılarımı, sevgim öfkelerimi azalttı. İnsanlar ölümden korkmadığında hayat daha anlamlı oluyor. Cahit Sıtkı gibi ölümden ürkmek yerine Yunus Emre gibi ölümü doğal döngü olarak görmeli. İnsanlar ölmeseydi, dünya çok da çekilir bir yer olmazdı değil mi? Hâşâ, niyetim rahmetli annenizi yargılamak değil yahut yeri bir türlü dolmayan eşinizi. Gayem gerçekliklere yaklaşmak bir adım daha. Yalnız ölüm sözünü değil, ölümü bile sevebilmek. YAŞAMAK Ölümün doğallığını kabullendikten ve onu ailemizin yaramaz çocuğu gibi sevdikten sonraki aşama basit yaşamayı öğrenmektir zannımca. Herkes yaşamakla ilgili sözler söyler kendince, basit yaşamayı kaçırırlar. Bu fikirler dimağımda gezinip sözcüklerini bulmayı beklerken kitabın ilerleyen sayfalarında onlarlakarşılaşınca şaşkınlığıma hakim olamadım. Sabahattin K. Aksal yine kendine has, kah bilmiş kah umursamaz üslubuyla anlatıveriyordu bir çırpıda: “...Dünya değişmedi kaç bin yıl/ Önce de böyleydi. Mavilik/ Yine çiğdi, göz alıyordu...”Neden illa maviye bir anlam yükler ki insanoğlu?Yolcusu olduğumuz yolda bir han değil midir bu sevgili Dünya? Yaşa! Sadece yaşa gitsin. Gevşe! Nedir bu kibrin, dost? Öyle yaşamak istiyorum ki yaşamla ölüm bir olsun, iyiyle kötü, varla yok...Yaşamı karmaşıklaştırdıkça mutluluk küsmesin bana. Cezalandırmasın kendince, çalsın hep kapımı. Tezatları kabul edeceğim, “insan” olduğumu kabul edeceğim. İnanıyorum ki gerçekliğe döneceğim. Tuhaflıktan çıkabilirim, tuhaflık benim içimde sonsuza dek yaşasa da.
SEVİNÇ KIRINTILARI Ceyda Güzel (Görsel 1, Charbonnier, J. (1958). Kedili Küçük Kız) Hayat hepimize farklı senaryolar sunar. Hayatın bize sundukları ve tercihlerimiz yaşayacaklarımıza ışık tutar. Kimimiz daha iyi ekonomik koşullara sahipken kimimiz de kötü ekonomik koşullara sahiptir. Bu koşullara bazen doğuştan itibaren bazen de ilerleyen yıllarda sahip oluruz. Yüksek ekonomik statüye ne zaman ve nasıl sahip olduğumuz o kadar da önemli değil aslında. Elbette maddi açıdan zenginlik bize huzur sağlayıp mutluluk kapılarını açabilir. Ama bu çoğu zaman geçerli değildir. Aslında saf mutluluğa ulaşmamızı manevi zenginlik sağlar. Özellikle de küçük sebeplerden mutlu olmak en büyük zenginliktir fikrimce. Mutlu olmaya küçük sebepler bulabilmek çok değerlidir ve kendi hayatımda da bu duruma oldukça önem veriyorum. Örneğin soğuk bir kış günü sıcacık evime döndüğümde içtiğim bol tarçınlı salep, gece gökyüzünde parlayan takımyıldızlarınıincelemek ve kampüsteki kedilere denk geldikçe onları sevmek beni mutlu etmeye yetebilecek sebeplerden sadece birkaçıdır. Kedili Küçük Kız Jean-Philippe Charbonnier bana mutluluğa ulaşmamda ilham veren ve baktıkça içimi ısıtan bir fotoğraftır. Küçük kızın kucağındaki kedi ile olan mutluluğu kedimin eve ilk geldiği zamandaki saf mutluluğumu hatırlatır bana. Kedimle beraber olduğum zamanlarda hep mutlu oldum ve zaman geçtikçe de sevincimden eksilmedi. Sahip olduklarım arasında beni en çok mutlu eden varlıklardan biri de kedimdir. Mutlu olmaya sebep aramaktansa sahip olduklarımıza odaklanırsak aslında mutluluğun ne kadar ulaşılabilir bir duygu olduğunu anlayabiliriz. Fakat ne yazık ki birçok insan bu duygudan çok uzakta yaşıyor ve mutluluğun onlara ulaşmasını bekliyor. Mutluluk beklenilmez aksine ona ulaşmak için bir yol çizilir. Bu yolda sevinç kırıntılarını takip ettikçe sonuca ulaşırız. Modern yaşamda artan tüketim ve değişen algılar yüzünden pek çok kişi mutlu olmanın pahalı markalar giymekten, lüks otel tatillerinden ya da son model telefon kullanmaktan geçtiğini düşünüyor. Son model bir telefon içinde güzel anıların saklandığı bir galeriye sahip değilse ve sevdiklerimizle güzel bir sohbet imkânı sağlamıyorsa insanlara sandıkları kadar mutluluk getiremez. Büyük hedeflere odaklandıkça küçük olanları görmezden geliyoruz. Eskiden ben de bu yanılgıya yenik düşüyordum ama sonradan anladım ki küçük ve önemsiz gördüklerim mutluluğumun temel parçasıymış. İstediğim ayakkabı alınmayınca birkaç gün mutsuz bir şekilde dolaştığımı hatırlıyorum. Şimdi düşününce çok önemsiz geliyor ve o ayakkabının eskisi kadar popüler olmaması da bu fikrime destek oluyor. Alamadığım ayakkabıdansa giydiklerime ve sahip olduklarıma odaklandım sonrasında. Sahip olduklarımı düşleyen ve benim yerimde olmak isteyen binlerce insan olduğunun farkına vardım ve şükretmenin de büyük bir mutluluk kaynağı olduğu bilincine ulaştım. Sahip olduklarımı sorguladıkça ne kadar şanslı olduğumu fark ettim. Sağlıklı bir vücudum var. İşlevlerini sorunsuz bir şekilde yerine getiren kollarım ve bacaklarım var. Engelli olan insanlar görüyorum ve ben onlara göre çok daha şanslı durumdayım. Eskiden gözlerim yeterince görmediği için gözlük takarken üzülürdüm oysaki gözleri hiç görmeyen insanlar var. Şimdi ise etrafımdaki güzellikleri gözlemlememe yardımcı olan gözlerime borçlu hissediyorum. Yaşamı bütünsel ele almak yerine detaylarında kaybolmak ve onu keşfetmek benimsediğim bir fikir oldu artık. Bu şekilde daha anlamlı bir güne uyandığımı hissediyorum. Zamanla daha iyi bir insan olduğumu da hissediyorum çünkü açgözlülükten uzak elimdekilerin kıymetini bilen bir insana dönüştüm. Hayatımda sahip olduklarıma minnet duymak ve onlara anlamlar yüklemek bana bu konuda yardımcı oldu. İçimdeki bu pozitif enerji beni etkilediği gibi çevremi de etkiliyor ve başkainsanlara ilham olabilmek benim için büyük bir zevk oluyor. Elimizdekilerin kıymetini bildikçe ve mutlu olmayı başardıkça daha güzel yarınlara uyanacağımıza inanıyorum. KAYNAKÇA Charbonnier, J. (1958). Kedili Küçük Kız, [Fotoğraf]. Roubaix, Fransa.
Tuğçe İrem Keşli Kalıplarda Yaşamak ‘’Ayağımıza uymayan ve rahat yürümemizi engelleyen pabuçlar gibi, içinde yaşamakta olduğumuz toplumsal düzen ruhumuzu daraltmakta ve yaşam yolunda insanca yürümemizi engellemektedir.’’ (Leyla Navaro) ‘’Kızım, yine nasıl becerdin bunları?’’ Neredeyse her gün yeni bir yarayla dönüyorum eve, annem haklı olarak isyan ediyor. Dizlerim kan içinde, ağlamamak için dudağımı ısırıyorum. ‘’Birazcık akıllı uslu olsana, ortalıkta koşturup duruyorsun, oğlan çocuğu musun sen?’’ diye devam ediyor. Artık gözyaşlarım yanağımı ıslatıyor, dizimin acısı çok da mühim değil ama annemin azarlarına dayanamıyorum. Sonra beni öpüp başımı okşuyor, barışıyoruz. Aradan birkaç yıl geçiyor, oyuncakçıda gezerken kılıç ve kalkan almalarını istiyorum çünkü kuzenimle hep savaş oyunları oynarız, hatta ondan bir yaş büyük olduğum için komutan hep ben olurum. Ne gerek var, gel seninle bebeklere bakalım, diyorlar. Bu sefer gözüme bir kovboy silahı kestirip onu istiyorum, yine kabul etmiyorlar. Silahı olmayan komutan mı olur diye düşünüp üzülüyorum ama daha fazla ısrar etmiyorum. Şimdi aradan en az on yıl geçmiş olmasına rağmen hala ara sıra sitem ederim o silahları almadıkları için, daha doğrusu almama sebepleri için. Silahlar erkek çocuklar içindi ve ‘’prenses’’ gibi büyütülen naif kız çocuklarına uygun değildi. Aslında prenses olmayı da dilerdim küçükken ama tek görevi güzel giyinip güzel görünmek olan o kalıplaştırılmış prenseslerden değil, kılıç kullanıp dörtnala at koşturan o çok cesur prenseslerden. Mesela başrolünde güçlü, savaşçı kadınların olduğu filmleri çok severdim, onlar gibi olmayı hayal ederdim. Karıncayı bile incitemeyen ben çok iyi bir dövüşçü olmak isterdim. Bunları söyleyemeyecek kadar utangaç olsam da annem anlamıştı. ‘’Bence sen çok sağlam tekme atarsın, gel seni tekvandocu yapalım.’’ dediği zaman dünyalar benim olmuştu. Arkadaşlarımın neredeyse hepsi baleye ya da jimnastiğe giderken ben dövüş sporu öğrenmek istemiştim. ‘’Kıza yakışır mı hiç?’’, ‘’Kız sporu yap.’’ gibi cümleler beni hırslandırmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı. Aradan yine yıllar geçiyor, bu sefer lisedeyim. Edebiyat hocam arkamdan sesleniyor, ‘’Bağcıkların çözülmüş yine hiç umursamadan geziyorsun, sen tam erkek çocuğusun valla.’’ Birbirimizi çok severdik, sürekli takılırdı bana alınmadığımı bildiği için. Ama yine de görünüşümdeki en küçük dağınıklık bile şaka yollu da olsa beni kendi cinsiyetimden başka bir kalıba sokmaya yeterdi. Hayat, senaryosu hazır bir oyun gibi aslında, doğduğumuz andan itibaren istesek de istemesek de o oyunun oyuncusu olmaya mecbur kalıyoruz. Özenle çizilmiş ve hata kabul etmeyen kalıplar içinde başlıyoruz yaşamaya, bu kalıplar öyle bir benimsenmiş ki nefes aldığımız ilk saniyeden başlayıp ölünceye değin peşimizi bırakmıyor, az da olsa dışına çıkmaya kalktığımızda yargılayan ve sorgulayan fısıltıların ardı arkası kesilmiyor. Erkek olarak doğduysan senin rengin mavidir, pembeyi tercih etme şansı verilmez. Kızsan Barbie bebeklerle büyürsün, renk renk çeşit çeşit takıların olur, pembe seversin ve giyersin. Futbol oynamayı ve koşuşturmayı seven, dizleri dirsekleri yara bere içinde bir kızsan ya da dans etmeyi mahalle maçı yapmaya tercih eden bir erkek çocuğuysan ortada bir sorun vardır. Olur mu hiç öyle şey, denir, el âlem ne der sonra? Kız dediğin ‘’hanım hanımcık’’ olur, bir dediğiniiki etmez, uysaldır, sakindir. Erkek kısmı haylazdır, yeri geldi mi kırıp döker ama alttan alınır; kendini ezdirmez, gerekirse ezer bile. Nice nesiller bunları görerek, işiterek, yaşayarak geçirdi çocukluğunu, sonra o kızlar ve oğlanlar büyüdüler ve bu sefer kadın ve erkek olarak sahnedeki yerlerini aldılar. Kadının görevi anneliktir dediler, kadınlar çalışmaz. Yıllarca süregelen uğraşlar sonucu bu kalıbın yıkıldığına şahit olduk, kadınlar çalıştı ve kazandı fakat bu sefer yeni kalıplar çıktı; kadın mühendis olmaz, pilot olmaz. Erkek evin direğidir dediler, güçlüdür, görevi güçsüz olanı yani kadını korumaktır. Bu kalıp da sarsıldı, kadının kendisi için belirlenen kalıbın dışına çıkıp eşit derecede birey olma çabası başarılı oldu. Kadın hem anne oldu, hem mesleğinin parmakla gösterilen örneklerinden oldu. Erkekler ağladı, bunun adına güçsüzlük değil ‘’insan olmak’’ dendi, onları teselli eden kadınlar oldu. Bana kalırsa kendi önümüzdeki tek engel yine bizleriz; biz insanların yapabileceklerinin, başarabileceklerinin sınırı yok aslında, o sınır sandıklarımızı kendi kendimize çizmişiz ve buna uymayı kendimize borç bilmişiz sanki. Standartların olmadığı bir dünya hayal edelim, milyarlarca insanın kendilerini bir avuç kalıba sığdırmaya uğraşmadığı, kendi diledikleri şekli aldığı bir dünya. Mesela sadece kırmızı güllerle bezeli bir bahçe değil, her renkten, her türden çiçeğin olduğu bir bahçe olsun bu dünya. Farklılıkları yok etmek yerine onları kucaklamayı, onların varlığıyla mutlu olmayı seçtiğimiz an zincirlerimiz kırılacak ve yeniden özgür olacağız. Top peşinde koşan kız çocuklarına, pembe tişörtler giyen erkek çocuklarına akıllarda herhangi bir soru işareti belirmeden saf bir gülümsemeyle baktığımız zaman bir kalıp daha yok olmuş olacak ve yavaş yavaş hepsinin üstesinden geleceğiz.
HAYALİ KAHRAMANIM Çizgi filmler, çizgi romanlar ve özellikle son on yılda popülerliği inanılmaz derece artmış süper kahraman filmleri; hemen hemen bütün çocukların hayatlarında yer edinmiş ama daha önemlisi onların hayallerinin önemli figürleri olmuştur. Bu yüzden, çizgi film karakteri ile çocuk arasında bir bağ oluşması çok doğaldır. Ama bu kahramanların gerçekle ilgisi olmadığını herkes bilir. Ta ki Sunay Akın’ın “Hayal Kahramanları” kitabını okuyana kadar. Bu kitapta süper kahramanların gerçek hayatta nasıl ve nerde yer aldığını anlatılıyor. Bu kitabın en sevdiğim yanı, bir çizgi film karakterini, bana gerçeğe yakın bir bakış açısıyla bakmamı sağlamasıydı. Bu karakter, benim küçükken hayallerimi süsleyen ve her zaman öyle bir arkadaşımın olmasını istediğim bir kahramandı. Kitaptaki gibi gerçek dünyayla olan bir ilişki değildi bu, sadece benimle ve bir çizgi dizi kahramanı arasında olan bir ilişkiydi. Küçüklüğümde en sevdiğim çizgi film karakteri olan “Bloo”, “Foster'ın Hayali Dostlar Mekânı” çizgi filminden, benim için özel bir kahramandı. Süperman’in sahip olduğu gibi bir süper güçleri olan birisi değildi, aslında onun gibi kötülerle savaşacak bir gücü yoktu, bir şekilde bakacaksak çizgi filmde kötü karakter bile yoktu. Günümüzdeki çoğu çizgi filmlerin aksine şiddet içerikli değilidi. Absürt, hatta belkide saçmaydı ama Bloo ve arkadaşlarının düştükleri durumlar her seferinde beni güldürürdü. Hikayelerin sonunda kurtulan birisi veya şehir değilde, bir grup hayali kahramanın günlük hayatı beni süreklerdi. Belki de sadece mutlu ve komik oldukları yüzden bu kadar çok seviyordum. Kitaptaki süper kahramanların, Batman gibi, gerçek hayattaki kişilerle olan bağlantısı benim için geçmişe biraz ışık oldu, Foster'ın Hayali Dostlar Mekânı çizgi filmi ile aramdaki ilişkiyi daha somut fark ettim, hatta bir bakıma bendeki etkilerini anladım. Kitaptaki bağlantıların aksine, benimkisi daha çok görüp etkilenmeye dayalı bir ilişkiydi. Bu ilişkinin benim üzerimde ne gibi etkileri olduğunu anlatmadan önce, bir çizgi filmin bir insanda ama özellikle bir çocukta ne kadar ve nasıl etkileri olduğunu kısaca belirtmek istiyorum. Bir çocuk yetişirken karakteri iki şekilde belli olur, onun DNA’ları ve onun çevresi. Çevresinde gördüğü davranıları ve etrafında olan haraketleri benimseyerek çocuk kendi karakterini oluşturur. Benim için bu çizgi dizi, benim çevremdeki rollerden birine sahipti. Çizgi diziyle aramdaki ilişkiye bakacak olursak aslında Bloo karakterinde kendimi bulmadım, yakındı belki ama ben değildim o. Bana göre o bir arkadaştı, ondan etkilenip aldığım özellikler bir insanın bir arkadaşından görüp benimseyeceği kadardı. Aslında bu ilişkide ilginç bulduğum bir taraf var. Eğer Bloo bir çizgi film karakteri olmasaydı, gerçek hayattan birisi veya gerçek insanların oynadığı dizi veya film olsaydı, belki Bloo karakterini sevmeyecektim ve bu kadar önemsemeyecektim. Söylemek istediğim şu ki, bir karakterin çizgi ve renklerden olması, onun gerçek hayattan birilerine, özellikle genç yaştakilere, yakın olamayacağı, onu etkilemeyeceği anlamına gelmez. Benim için Bloo karakterinde, o çizgilerinin arkasındaki kahramana verilmiş özellikler, ondan etkilenmem, onu sürekli daha yakından tanıma isteğimi, hatta sürekli onu izlememi istememe sebep olurdu. Son olarak, “Hayal Kahramanları” kitabında, birçok kahramanın, Süperman, Casper gibi, gerçek hayatta bir çok kişiyle bir ilişki içinde olduğunu, hatta bu gerçek kişilerden türediğini anlatılıyor. Benim üzerimdeki etkisi ise, çocukluğumda çok sevdiğim bir karakteri ile ilişkimi ve bu ilişkinin sonuçlarını daha iyi anlamamı asağladı. Kitaptaki hikayelerinki gibi kahramanların gerçek hayata olan ilişkilerinden daha çok, benim dünyama olan bir çizgi dizi karakterinin sadece benimle olan ilişkisini benim önüme koymamı sağladı. Alper ÇEBİ
Alkım Deniz Sarıkaya Eve İlk Defa Gitmek New York gerçek bir şehir. Ne bir rüya ne de bir masal gibi. Çok büyük beklentilerle gittim ben New York’a. Kalabalıktan başımın dönmesini, devasa bir şehrin ara sokaklarında kaybolmayı bekleyerek gittim. Ama beni karşılayan bambaşka bir şehirdi. Tamamıyla tanıdık, dostane bir şehir. Gerçek bir şehir. Daha ayak bastığım ilk andan hiç var olmamış anıların nostaljisine kapıldım. Elimde valizim, sırtımda çantamla daha önce hiç binmediğim eski püskü metroyu beklerken uzun bir seyahatin ardından eve dönmüş gibiydim. Sanki hiç tanışmadığım arkadaşlarım özlemle beni bekliyorlardı, ben de yapılmamış planlara yetişmek amacıyla acele ediyordum. Geçtiğim her sokaktan daha önce sanki defalarca geçmişim gibi geçtim. Tüm kaldırımları yürümüştüm, tüm vitrinleri biliyordum sanki. Sanki tüm trafik ışıklarında durmuş, duraklarda otobüs beklemiştim. Büyürken salıncaklarında sallanmış, geceleri ışıklarını izlemiş gibiydim. aa g Belki benim yaşadığım kadar yoğun olmasa bile herkesin New York’ta belli bir tanıdıklık hissine kapılacağını düşünüyorum. Mesela benim severek izlediğim Hollywood filmlerinin, Amerika yapımı dizilerin birçoğu burada geçiyor. Buna rağmen New York’ta kendimi bir filmde gibi hissetmedim. Daha çok defalarca izlediğim bir filmin seti gibiydi New York. Paris’te ya da Amsterdam’da olan o sihirli masalsı hava yoktu. Kulaklarımda devamlı bir şehir gürültüsü, köşeyi döndüğüm anda gerçek hayatın çirkinlikleriyle karşılaşmak kaçınılmazdı. Brooklyn Köprüsü’nden Manhattan’a bakarken gökdelenlerin ve diğer tüm beton binaların manzarayı kirlettiğini düşünmeden edemedim. Lâkin, New York’u sevmemek elde değildi. Metropolitan Sanat Müzesi’nin basamaklarında arkadaşlarımla uzun sohbetler ederek büyümüş gibiydim. Parlak turuncu Staten Island Feribotu ile Özgürlük Anıtı’nın önünden geçmek rutin bir seyahatti sanki. Yıllarca yağmurlarında ıslanırken sokakta sosisli sandviçlerini yemiş, hafta sonları Central Park’ta sincapları izlemişim hissi peşimi hiç bırakmadı. Baş döndürücü Times Meydanı’nda ağzı açık etrafı seyreden turistlere söylenirken buldum kendimi, bir turist olduğum aklımın köşesinden geçmeden. Gece vakti ışıl ışıl atlıkarıncanın hemen yanında, Hyde Park’ın çimlerinde New Yorklularla oturmuş kitap okurken dinlediğim Frank Sinatra memleketlimdi adeta. aa g Tamamen yalnızdım ben New York’ta. Ne var ki bir dakika olsun yalnız hissetmedim. Şehirle birlikte nefes almak diye bir şey olduğunu öğrendim. Hatta öyleAlkım Deniz Sarıkaya ki beni asıl evime, tanıdığım insanlara bağlayan ve dönüş biletim olan tek varlığım, telefonum bozulduğunda telaşlanamadım bile. Ne yapacağımı bilemedim, herhangi bir şey yapma ihtiyacı da hissetmedim. Dediğim gibi, her şey tanıdıktı ki; panik yapmak mümkün değildi. Dahası, döndükten sonra fark ettim: Fotoğraf bile çekmemişim, çekme ihtiyacı hissetmemişim. İnsan durup dururken kendi evinin, her gün geçtiği sokakların fotoğraflarını çekmeyi hiç düşünmez ya, o misal... aa g New York’u evim olarak düşünmekten vazgeçebileceğimi hiç sanmıyorum. Nasıl vazgeçebilirim ki? Bundan sadece birkaç ay önce ben, yirmi yaşında genç bir kız, evime ilk defa gittim. Yaşanmamış geçmişimi hatırladım, özlediğimi bilmediğim yerlere kavuştum. İlk kez gidilen yerde hissedilen büyüklük, karmaşıklık, yabancılık duygularını hiç yaşamadım. Hep sevmişim ben New York’u, tüm keşmekeşi ve hareketliliğiyle, klişeleri ve doğallığıyla. New York’ta doğmadan, orada hiç yaşamadan New Yorklu olmuşum. Kulağa saçma geliyor, biliyorum; belki de yalnız New York’u görenler anlar beni, belki onlar da anlamaz. Tekrar döneceğimi bilerek ayrıldım New York’tan, çünkü evimden zaten çoktan yirmi yıl ayrı kaldım. Daha yoldayken özlemeye başladım. Kendime bir söz verdim: Bir daha ayrılmamak üzere döneceğim New York’a. aa g
Murat Burç SEVGİ Yaşasın Özgürlük Ne güzel bir kelime bu “özgürlük”. Sanki üstümden bir yük kalkmış da bir rahatlığa erişmişim hissettiriyor gibi hâlbuki ne kadar özgür olduğumuzu nasıl ölçebiliriz ki? Bana göre ne zaman bizden bir şey beklenmediği zaman yani bir nevi sorumluluklarımız kalmadığında veya hiç olmadığında kelimenin tam anlamıyla özgür olduğumuzu düşünüyorum gerçi bu kişiden kişiye değişir orası kesin. Bahsi açılmışken neden özgür olmak isteriz ki? Üstümüzde çok büyük bir baskı mı var ki bunu böylesine arzuluyoruz yoksa sorumluluklardan kaçmak için mi pek kesin bir cevabı yok sanırım, sonuçta istediğimiz tek şey rahat bir hayata sahip olmak ama belli ki bunu hak etmek gerekiyor yani bir nevi sorumluluk almak lazım. Bir nevi sonsuz bir döngüye benziyor düşünsenize. Özgürlük konusunda Halldor laxness’in Özgür İnsanlar romanında özgürlük kelimesinin tam anlamını köy insanlarının günlük hayatından temel alarak özgürlük kelimesini güzelce anlatmaktadır. Nitekim bana uyandırdığı hisler kelimelerle anlatılamayacak kadar saf ve içten ki okurken sanki orada ki köylülerden biriymişim gibiydi; sabah erkenden kalkıp ineklerimin yanına gelip süt sağdım, ardından elime baltamı alıp odun kestim, peşinden tarlama gidip ekinlerimi biçtim, o sıra da eşim kahvaltıyı hazırlamış, havada yeni demlenmiş çay kokusu, kızarmış ekmekler, tarlandan alınmış taze domates, biber, salatalık, kümesten alınmış taze yumurta… Kulağa ne kadar huzurlu gelse de gerçek hayat o kadar huzurlu olamıyor. Günümüzde emekli olan insanlarımız bile hâlen çalışmakta, üniversite okuma zamanı gelmesine rağmen gidemeyen bir sürü genç insan; hepsi bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyor, kimisi taksici olmuş kimisi kâğıt topluyor, kimisi bulaşık yıkamaktan zamanın nasıl akıp gittiğinin farkına varamıyor. Özgür olmak için ille de zengin olmak mı lazım bu durumda? Hayallerimizi gerçekleştirmek için o kadar çok çalışmamıza gerek var mı cidden ve yahut kendimizi mutlu hissetmek için ille de bir şeylerimizden feda etmek mi lazım zamanımız gibi gençliğimiz gibi? Maalesef çoğu kimse benim gibi şanslı olamıyor özgür olabilmek için. Ben özgürlüğü hatta kendimi en mutlu hissettiğim anı bir kanepeye oturmuş etrafta zerre ses yokken elime aldığım bir kitabı okurken elde ediyorum. Evet, benim özgürlük tanımım bu çünkü ne zaman kitap okuyorsam bilin ki o an kendimi en mutlu ve en özgür hissettiğim andır. Aynı durumu seyahat etmek için de söyleyebilirim. İstediğim yere gidebiliyorsam, hayallerimde ki mekânları gezebiliyorsam bu benim için bir nevi özgürlük demektir.Bir diğer husus da şu ki özgürlük bazen istenmeyen sonuçlar doğurabiliyor. Mesela yalnız başıma kaldığımı, evlenmediğimi ve yaşımın da geçtiğini düşünürsem benim içimi burkan, o amaçladığım mutluluğu elde etmeme engel olan bir şey var gibi hissederim ve o da kesinlikle bir başkasıyla mutluluğumu paylaşamamamdır. Tamam, hiçbir şekilde hiçbir şeye bağlı değilim ve istediğim herhangi bir isteği yerine getirebilirim. Ancak yine de bu isteğimi yerime getirmemde ki en büyük engel mutluluğumun paylaşacak birisini bulamadığımdır. Bu durumda doğal olarak birisini bulmam gerekecek ve yine bu durumda sorumluluk almam gerekecek. Sonuç olarak mutlu olmak için, özgür olabilmek için yine sorumluluk almam gerekiyor. Ne kadar özgür olursak olalım sorumluluklarımız yakamızı bırakmıyor ne yazık ki. En büyük isteğim sorumlulukların olmadığı bir dünya da yaşamak ama yine de bu oldukça imkânsız gözüküyor. İstesek de o kadar özgür olamayız; birisinin özgürlük arayışı bir başkası için bir tehdit olarak algılanabilir ki tarih böyle örneklerle dolu, o yüzden benim özgürlük adına düşüncem şu ki, sorumluluklarımızı aldığımız sürece özgürüz. Hatta bir başkasına engel olmadığımız sürece istediğimizi yapabiliyorsak bana sorarsanız kelimenin tam anlamıyla özgürüz demektir.
Damla İrem Kılınç Trenden Gördüğüm (İzmir Mavi Treni, Ocak 2016) Yolculuk etmeye bayılırım en çok da trene binmeyi severim. Çok şanslıyım ki, aslen Eskişehirli olduğum için, en çok kullandığım ulaşım aracı da genellikle tren oluyor. Çoğu insandan farklı olarak beni hem evime götüren, hem de evimden çok uzaklara götüren trenlere binip duruyorum. Tâbiki bu durum, üniversiteyle birlikte Ankara’da yaşamaya başlamamla daha da bir arttı. Evimi her özlediğimde hemen bir trene atlayıp gider oldum. Artık trene binerken hissettiğim duygularım da giderek değişti. Eskiden yeni bir şehri gezecek, görecek olmanın verdiği büyük bir coşkuyla, sevinçle binerken trene artık benim için sıradan bir şeye dönüşmeye başladı. Trenlerin de eskisi gibi olmamasının da bunda etkisi yok değil, tâbiki de. Yeni hızlı trenler belki de bendeki trene binme sevincini uyandırmıyordu. Böyle hissetmeye başlamışken, ara sıra garda eski trenlerden görürdüm, onlardan biri İzmir Mavi Treni’ydi. En son çocukluğumda binmiş olduğum bu eski tarz trenlere yeniden binmek isterken buldum kendimi ve geçen kış bu trenlerden birine bilet alarak İzmir’e gittim. Yolculuk uzundu fakat bir o kadar da hoştu. Bana bir sürü şeyi düşünmem için fırsat verdi. Zaten yolculuk etmeyi de bu yüzden severim, kimse tarafından rahatsız edilecek bir tarafınız yoktur, - yanınıza çok konuşkan bir teyze, amca oturmadığı sürece- yine de o an sadece o uçakta, o otobüste veya o trendesinizdir. Yanınıza gerçekten konuşkan biri oturmuş olsa bile tatlıdır, bu o yolculuğun birşansıdır belki de, ayrılırken üzülürsünüz bir daha konuşamayacak olmaktan bu kısa süreli sohbet arkadaşınızdan. Trenle İzmir’e gitmek uzun sürmüştü, neredeyse on üç saat. Hava karanlıkken bindiğim trenden hava aydınlandığında inmiştim. Yolculuk böyle uzun bir gece olunca bir sürü şey düşündüm, dediğim gibi bunlardan biri herhâlde bir sosyolog olsam ve bir toplum, bir bölgeyi gerçekten tanımak istiyorsam, yapacağım şeyin o bölgedeki trenlere binip uzun yolculuklar etmek olduğunu düşündüm. Çünkü trenler, başka ulaşım araçlarının durmadığı birçok köy ve kasabada duruyorlardı. Her bir durakta, insanların inip biniyor olmaları sosyolojik bir gözlem için güzel örnekler oluşturuyorlardı bence. Bundan başka, tek başıma ilk defa bu kadar uzun bir yolculuk ediyor olduğum için bununla ilgili tuhaf duygularım da vardı içimde. Yalnız olduğum için daha dikkatli, daha uyanık olmalıydım herhangi bir tehlikeye karşı ama bunların hiçbirisi kötü değildi. İzmir’e gittiğimde hemen ulaşabileceğim akrabalarım, arkadaşlarım olsa da, bu yolculuğu tek başıma yaptığım için içimde hoş, pürüzsüz bir duygu hissediyordum. Biraz trenin içerisini, biraz kendi içimi, güneş doğmaya başlayınca da dışarıyı izleyerek yaptığım bu yolculuk beni sonunda çok mutlu etti. Güneş doğup hava aydınlandığında gördüğüm manzaraları o kadar sevdim ki, her güzel şeyi gördüğümde olduğu gibi, kameraların gözlerimiz kadar iyi görüntüler yakalayamamasına üzüldüm. Elimden geldiğince trenden gördüğüm güzel manzaraların fotoğrafını çekmeye çalıştım, biraz sabah sisinde tren dönerken gördüğüm öndeki vagonları, karlı dağları ve üzüm bağlarını. Fotoğraflar ne kadar gerçeğindeki kadar güzel olmasalar bile, en azından o zaman orada olup gerçeğini gördüğüm için ben de öyle bir etki yaratıyor ve orada olmuş olduğum için mutlu oluyorum. Yani, trenle yapmış olduğum yolculukların sonunda kendime güvenim artmış oluyor ve bununla birlikte kendimi hep daha iyi anlamış oluyorum ve benim için trenden gördüğüm manzaralar sadece trenden gördüğüm manzaralar olarak kalmıyor. O an ne düşünüyorsam ve hissediyorsam onlarla birleşiyor ve sonunda daha anlamlı oluyorlar.
YENİDEN TANIŞMA -Gülnihal Beren TOPAL Bazen rüyalarda bedenimden çıkar kendime dışarıdan bakarım. Yüzümü hiç görmem ama kendimin dışında, ondan ayrıyımdır. İçinde var olmaya alıştığım dünya oralarda bir yerdedir ama ben sadece dışarıdan bakar ve karışamam. Çaresizlik, üzgünlük ve kızgınlık... Bu 3 duyguyu hissederim hemen. Beni karamsarlığa iter bütün bu dışarıda kalmışlık ve yalnızlık. Bazen de hayatın içinde böyle hissederim işte. Bu sefer kendi bedenimdeyimdir ama insanlıktan tiksinmişimdir artık. Bir kez olunca da bu tiksinme geri dönüşü çok zor olan kapkaranlık bir yere düşerim. Gitmek ve olmak istediğim taraf aydınlık olur ama geçmem gereken o eşiği geçemem. Eşikten ziyade insanların bu kadar insanlıktan çıkmış gibi davranmasını aşamam. Bütün bu insanlar ve dünya bana çok uzak gelir. Ama sonra sanırım annemden kaynaklanan o umutlu tarafım çıkar sahneye. Her şeyi bildiği ve aklında tuttuğu hâlde dayanır umut ile o karamsarlığın kapısına. Her şeyin geçip rutinin geri döneceğine inandırır herkesi, kendi hariç herkesi. Bu inanmamış hâliyle ilerlerken kendim başka bir kendilikle çarpıştı ve dünyayı daha farklı bir gözden görmeye başladı. Normalde kendi bedenimden çıkmış hissettiğimde bile gerildiğim o rüyalardan böyle bir gerçek hayata geçmek tabii ki sancılı oldu ama yine de her şeyine değdi. Dünyayı başka birinin ellerinden deneyimliyormuş gibi hissettirdi. Artık karamsarlık daha normal bir şey oldu benim hayatımda. Hep korktuğum ve başkalarını iyi tarafların olduğuna inandırmaya çalıştığım bir şey değildi artık. Her şeyi olduğu gibi kabullenmenin verdiği o rahatlıkla hayatta kalmak çok daha kolay oldu. Bu yeni kendiliğim her şeyin biraz daha farkına varmaya başladı. En eğlenceli ve geliştirici kısmı benim için annemi ve babamı çözümlemek oldu. Bir anne ve babadan daha fazla oluşlarıyla yüzleştim ve bu gerçek beni kendime getirdi. Bütün bu süreçlerin sonunda ise dünya ile tanışma fırsatı buldum. İçine her türlü insanı sığdıran ve yine o insanların içine farklı dünyalar sığdıran dünyayla. Bir bülbülü bir gülden nefret ettiren, bir insana yanlış çağda yaşadığını hissettiren o her tarafı yalnızlıkla çevrili dünyayla tanıştım. Kabul etmesi ve yaşanması zor olan bu yeşil-mavi devde bir hayat kurma umudu ile oradan oraya dolaştım önceleri. Sonra fark ettim ki umut zayıf insanoğlunun uydurduğu ve bağımlı olduğu bir şeymiş sadece. Bu dünyadan asla gitmek istemeyen insanoğlunun dünyaya tutunabilmek için son şansıymış. Bu farkındalığım beni ilk başlarda uzaklaştırdı biraz dünyadan ama sonra şairin de dediği gibi “düştüğü yer kalırmış içinde insanın” (Afacan, 2013, s. 83). Düşsem de her seferinde bu dünya denen yere içimde kaldığından herhâlde hiç umudumu yitiremedim. Ama son zamanlarda o kadar karanlık bir yerden bakıyorum ki buraya umut ışığı bile girmiyor kalbimin odalarına. Kendi hayatımı kurma umudumu yitirdim birçok insanın hayattan koparıldığını gördükçe. Hayatta kalabilecek olup olmadığım net değilken bile umut etmekten yoruldum. “Her şey geçer.” denildiğinde buna inanacak saflıkta olmamaktan yoruldum. Bu kadar yorulmuşken bile güçlü kalıp dünyayı anlamaya çalışmaktan da çok yoruldum. Dünya artık benim ulaşabileceğim bir yakınlıkta değil gibi hissettiğim bu zamanlarda bu şiir kitabı bana ilaç gibi geldi ve bütün bu hissettiğim şeyleri düşünmemi sağladı. Korktuğum, dile getiremediğim ve hatta bazen düşünmekten bile kaçtığım bu hislerin önümdeki sayfalara dökülmesi sanırım biraz rahatlattı içimi. Umut etmekten yorulmuş olsam ve her şeyin öyle hemen geçmeyeceğini düşünsem bile bu şiirler bana yine umuda koşmamiçin işaret verdi. Bunun yanında bir de her şeyin geçmesi için unutmamızın gerekli olmadığını ve hatırlayarak da bir şeyleri geçirebileceğimizi gösterdi bana. Evet, her şey hemen geçmez ama “her şey geçer, vardır unutamadığımız / belki iki yanında tümsekler açan o gülüş” (Afacan, 2013, s. 51). KAYNAKÇA Afacan, A. (2013). Dünya Çok Uzak. Everest.
Sabah Neşesi! / Berkay BİÇER Nehir'in gözkapakları güneşle olan kavgasında bir kez daha mağlup düşmüştü. Doğruldu aniden , tüm vucudunu titreten bir esneme yardımıyla. Uykusu tamamen dağılmıştı artık fakat gördüğü kabusun etkisinin bir süre daha devam edeceğini hissedebiliyordu. Elleriyle gözlerini ovuşturdu, azıcık da olsa inandırabilmek için kendini, gördüklerinin yalnızca bir kabus olduğuna. Geçmiş bir gölge gibi peşimde diye inledi içinde bir ses fakat Nehir'den başka ne duyan vardı onu ne de bilen. Karşısındaki duvarın beyazlığı gözlerini yakmaya başlamıştı artık, kalkmanın vakti geldi diye düşündü. Bir süre ayaklarıyla terliklerini aradıktan sonra nihayet ayağa kalkmıştı. Üstündeki paçavralara bir göz gezdirdi ama bunun üzerine düşünmek dahi istemiyordu. Yavaş adımlarla banyo kapısına kadar gelmişti bile. Kapı kolunun soğukluğu tüm bedenini titretti, bu en sevdiği duygulardan biriydi. Çünkü, soğuğun bedeninden çok ruhunu titrettiğini biliyordu. Kapı kolunu kavrayan elini aşağı doğru ittirdi ve banyoya doğru bir adım attı. Bu ne çirkin bir banyo diye düşündü istemsizce. Baktığı aynanın çirkinliği kendini iyi hissetmesine sebep oldu bir an için. Fakat bu duygu yerine acımaya bırakmaya çoktan hazırdı. Neyseki bu ani duygu değişimleri artık canını acıtmıyordu Nehir'den. Tüm hayatına küçük bir kız çocuğunun yön verdiğini kabulleneli epey olmuştu. Musluğu açtı ve suyun hareketini izledi bir süre, döne döne gidere doğru usulca yaklaşıyordu akan su, adeta dans ediyordu. Parmaklarını ovuşturdu, bir kez daha vucudunda soğuğu hissedeceği için heyecanlandı. Sağ elinin parmak ucuyla lavaboda dans eden suya katıldı, yuvarlaklar çizerek bir aşağüı bir yukarı hareket ettirdi parmağını. Bu kadarı hevesini almasına yetmişti, iki avcunu birleştirip suyla doldurdu ve tereddütsüz bir şekilde çelimsiz yüzüne çarptı avcundaki tüm suyu. Kalbinin hızlandığını hissedebiliyordu. Çökmüş yanaklarından süzülen damlalar göğsünün üzerine düşüyordu. Bir süre daha bekledi damlaları hissedebilmek için ve sonra yanındaki eskimiş havlu ile yüzüne sıkıca bastırdı, kendini boğmak istercesine. Alnını ve boynunu da iyice kuruladıktan sonra havluyu buruşmuş bir şekilde aldığı yere bıraktı. Tüm bu hazırlıklara rağmen yeni bir güne hazır olmadığını biliyordu, ne gücü ne de hevesi vardı dünün aynısı olan bir başka gün yaşamaya. Yorgun adımlarla çıktı banyodan, yatağına yaklaşırken aniden tüm vucudukasıldı, arkasını dönüp koşar adımlarla banyoya girdi ve kapısını dahi kapatmadan bedenini klozetin üzerine bıraktı. Nefes nefese işinin bitmesini beklerken, yüzünde yersiz bir gülümseme belirmişti. Böyle bir şeyin aklından nasıl çıktığını düşünüyor, kendine gülüyordu, ve tabi ki yaşadığı rahatlamanın da bu gülüş de payı vardı. İşi bitince, indirdiği paçavraları toparladı ve sifona bastı. Aniden boşalan su gök gürlemesine benzer bir ses çıkararak odayı inletti, Nehir çoktan ellerini yıkayıp yatağını toplamaya koyulmuştu. Çarşafı bir kenarından tutup havalandırarak yatağın üzerine örttü düzgünce. Eliyle kırışmış yerleri düzledi, ardından yorganı da aynı şekilde yatağın üzerine serdi ve son olarak yastığı yerleştirdi. Gurur duyması gereken bir iş becermiş gibi hissediyordu yatağını toplayınca, fakat hemen sonra bu düşüncenin ne kadar zavallıca olduğunu düşünüp kendini cezalandırıyordu. Yatağın kenarındaki pencereye doğru bir adım atıp, pencerenin önündeki tülü çekti. Odasının manzarası midesini kaldırsa da her sabah buradan dışarı bakmayı alışkanlık haline getirmişti bile. Meraklı gözlerle dışarıyı süzdü bir süre fakat Nehir'i heyecanlandıracak en ufak bir değişim bile yoktu yine. Bu lanet hastanede, başka bir gezegende gibi hissediyordu. İnsanlardan umudunu keseli çok olmuştu ama artık kuşlar bile uğramaz olmuştu bu lanetli yere. Nehir'in içi yeniden karamsarlıkla dolmuştu. Dokunduğu her şey parçalanacak, baktığı her şey dağılacak gibi hissetti. Gözlerini kapadı, geçmişine dönmeyi ölesiye diledi.
Kayıp İnsanlar Kendimizi fark etmeye başladığımızdan bu yana en büyük gereksinimlerimizden biri güvende hissetmek. Bu; ailemizin yanında, senelerdir bulunduğumuz mahallemizde veya hiç beklenmedik bir insanın yanında gerçekleşebilir. Bütün o belirsiz tehlikelerin yarattığı, çoğu zaman anlamsız tehditlerin bizi rahatsız edemeyeceği yerler... Ama neden ailemiz yerine başkaları gelince aynı hissiyatı alamıyoruz ya da neden daha önce bulunmadığımız bir şehre, ilçeye, mahalleye gittiğimizde tedirgin oluyoruz? Gerçekten herhangi bir farkı var mı bu mahallenin benim büyüdüğümden? Her şeyin özünde kendimi iyi hissetmek istiyorum aslında. Herkes gibi. Kimisi bunu sevdiği insanlarla beraber vakit geçirerek sağlar kimisi sevdiği işlerle meşgul olarak. Ama genelde bunları yaparken olumsuz bir hissiyata kapılmıyoruz. Gayet mükemmel bir hayat yaşıyormuşçasına o ‘iyi’ hissiyatının dalgasına kapılıyoruz. Kapılıyoruz lâkin bunu istemeden mi yapıyoruz? Hiç sanmıyorum. Dışarıdan kendimize baktığımızda ne kadar da somut görünüyoruz. Ellerimize dokunabilir, saçlarımızın dalgalanışını hissedebilir, kendimizi bütün olarak görebiliriz. Yani somut olmamız için gereken bütün duyusal kanıtlara sahibiz. Peki iç dünyamız nerede? Beynimizin bir köşesinde mi yoksa bedenimizin farklı bir yerinde saklanıyor mu bulamayalım diye? Kim bilir belki de her yerdedir. Baktığımız, düşündüğümüz hatta olmasını istediğimiz her yerde olabiliyordur. Buna somut diyebilir miyiz? Bu noktada içinde sonsuz bir soyutluk bulunduran kısıtlı somut varlıklar olduğumuzu söylemek hiç de yanlış hissettirmiyor. Ve bu soyut kısmımız, şimdilik anlayabildiğimizin ötesinde işler başarıyor. Bizi güvende, rahat hissettiriyor. Güvende olduğumuzu kulağımıza sadece bizim duyabildiğimiz şekilde fısıldıyor. Bu fısıltı bedenimizin her yanına yayılıyor ve geçtiği her yerde izlerini bırakıyor. Aslında somut varlığımızı koruyor, tıpkı çocuklarını koruyan ebeveynler gibi. Bizi sarmalıyor ve dışarıdaki potansiyel tehlikelerden uzak tutuyor. İşte bu kısım bizim soyut benliğimizin algılarımızla oynadığı yer oluyor. Engin denizlerin, okyanusların ortasına düştüğümüzü hayal edelim. Ne hissederdik? Yüzme bilmeyenler için boğulma korkusu, köpek balığı fobisi olanlar için canice bir son, yükseklik korkusu olan biri için yüzeye çıkana kadar geçmek bilmeyen saniyeler… Bunların hepsi aslında biz oraya düşmesek de gerçek ve bir yerlerde var. Fakat nasılsa bu durum bizi rahatsız etmiyor, ta ki o durumun içine düşene dek. İşte bizim soyut kalkanımız tam olarak bundan koruyor bizleri. Bu tür düşüncelerden uzaklaştırıp bizi iyi hissettirecek taraflara baktırıyor. Bütün bu saydığım korkular arasında aynı koşullarda benim hissettiğim biraz daha farklı. Yüksekten ucu görünmeyen denizlere baktığımda, tepelerin ardındaki daha yüksek dağlara baktığımda veya bizim yaptığımız gökdelenlere baktığımda ne kadar da küçük ve savunmasız olduğumu hissederim. Bu da yetmezmiş gibi gezegenimize baktığımda çok daha tedirgin olurum. Sanki bildiğim dünya etrafımdan kaybolur ve hiç bilmediğim bir yerde buluveririm kendimi. Artık kaybolmuş, küçük ve savunmasızım. Durmuş bunları düşünürken hâlâ o tanıdığım şehirde, büyüdüğüm mahallede olduğumu söyleyebilmem ne kadar mümkün? Benliğimi anlamlandırma yolculuğumda yaşadıklarımın yani tecrübe ettiklerimin yeri çok büyük. Birçok düşüncemin temeli buna dayanıyor hatta bazen karşılaştığım durumu olduğu gibi kabul edebiliyorum. Sosyal ilişkilerim, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler hepsi bana farklı düşünceler katıyor. İstesem de istemesem de bu yeni düşünceler beynimde bir yer ediniyor. Nihai olarak aklımızda sadece doğru olduğunu düşündüğümüz olgular bulunmuyor. Şimdiye kadar bahsettiğim düşüncelerimin bir çıkış noktası var. Yakın zamanda tekrardan izlediğim ve hâlâ muhteşemliğini koruduğunu düşündüğüm Interstellar filmi bu düşüncelerime temel oluşturdu. Hayattaki algılarımı baştan sona sorgulamamı, tamamen yepyeni bir bakış açısıyla düşüncelerimideğerlendirmemi sağladı. Ayrıca bilimsel anlamda da bir nevi ufkumu açtı. Beni, mümkün olabileceğini düşündüğüm olayları tekrar gözden geçirmeye itti. Bu tarz filmlerin kategorisinin bilim kurgu olduğunun farkındayım. Yani işin içinde kurgunun da yadsınamaz bir payı var. Lakin zamanında şu an kullandığımız birçok teknolojik aletten bize sunduğu imkânlara kadar hepsine hayal gözüyle bakılmıyor muydu? Tıpatıp aynı gelişmeler yaşanmasını asla beklemiyorum ve bunun olabileceğini de düşünmüyorum. Fakat neden benzerleri olmasın? Zaman geçtikçe daha çok düşünüyor daha çok gelişiyoruz. Hem bilimsel hem sanatsal anlamda kimsenin beklemediği sonuçlarla karşılaşıyoruz. Belki de gerçekten söylenildiği gibi çağlar sonra, çok daha farklı bir canlı türüne evrilip şu anki olgularımıza ‘’çok ilkel’’ gözüyle bakabiliyor olacağız. Kaynakça Nolan, C. (Yöneten). (2014). Yıldızlararası [Sinema Filmi].
Burak MANTICI 21201124 HAYATI ANLAMAK Okuldan çıkmışım eve geliyorum yine.Her zamanki yerinde bekliyor bizim dolmuş. Geçiyorum arkaya oturuyorum kalkış saatini bekliyorum.Başlıyor bizim neneler anlatmaya yine : “Geçen Hasan'ın kardeşi Mahmut vardı ya o ölmüş daha gencecik yaşta ”.Vah vahlar yükseliyor sonra bir tanesi ordan soruyor nasıl ölmüş diye. Ne farkediyorsa sanki . Ölüm işte bu nasıl gelirse gelsin. gideceğin yer toprak nasıl olsa sen ona bak.Önemli olan nasıl öldüğü değilki zaten önemli olan hayattayken ne yaptığı ve ölümü nasıl karşıladığı. Ama merak ediyor insan işte.Herkesin karşına Naci'ninki gibi bir Hatçe çıkmıyor ki hayatın ne demek olduğunu amacımızın neler olduğunu öğrenelim.Belki de Hatçe gerçek olamayacak kadar saftı belki de bu yüzden bir kitabın gizli kahramanıydı. Hatçe sahip olduğu tek şeyiyle saflığıyla bir felsefe asistanına aslında sahip olunabilecek pekte birşeyin olmadığını gösterdi . İnsanın sahip olabileceği tek şey “aşk”tı. İnsana duyulun aşkın bile bir sonu oluyordu hem kitaplarda hem televizyonda hatta gerçek hayatta. Böyle bir dünyada aşkı kimle nasıl yaşabilirsin ki ? İşte bu soruyu cevaplamıştı Hatçe. Hayatına sadece durakmış gibi uğrayıp giden bir kadın aslında geri kalan hayatını da değiştirmişti Naci'nin. Hatçe İlahi aşkın kapılarını Naci'ye aralamıştı bütün saflığıyla. Bazen kimden yardım istemeliyim diye merak ediyorum .Acaba bütün sıkıntılarımı etrafımdaki- lerin yardımıyla halledebilir miyim? Bütün bu soruları cevapladı Hatçe benim için .İnsanların gece ışıklar södükten sonra kurduğu hayaller ne kadar imkansız olursa o kadar özgün oluyormuş.Ben kendi kurduğum hayalleri düşünüyorum: “Acaba yarın fizik sınavında ne yapcam ?”, “Şu okuldan mezun olunca ne kadar para kazanırım?”.Aslında hepsi ne kadar küçük kaygılar ne kadar gereksizler.Bir çoban bile geleceğini bu kadar kaygı etmiyordur ya da bir çoban kadar cesur değilim yarını yaşamak için.Naci gibi olmak istiyorum onun hissettiklerini hissetmek istiyorum.O değişimi hissetmek ,gelgitler arasında kalıp verilmesi gereken o zor kararı vermek istiyorum . Hayatının geri kalanı vereceğin karara bağlıyken o sorumluluğu almayı ve doğru kararı vermeyi istiyorum.Doğru bildiklerime yanlış, yanlışlarıma da doğru demek istiyorum. Hayatıma u dönüşünden devam etmek istiyorum.Saf bir kızın suratına bakıp hayatımın amacını bulmak yaşamaktan korkmamak istiyorum. Naci hiç düşünür müydü bütün inandığı şeylerin aslında yalanlardan ibaret olduğuna , bildiklerini inandıklarını bir kalemde sileceğine , gerçekleri aslında bir köylü kızından öğreneceğine , inanır mıydı bunları insanlara anlattığında dışlanacağına , çağdışı insan damgası yiyeceğine .O sadece kafası sonradan çalışmış biriydi ve bundan sonra da diğer insanların kafalarını çalıştırmaya uğraşacaktı. Onlara hayatın göz ardı edilmiş taraflarını göstermeye çalışacaktı.Ama herkes öyle düşünmüyordu ,üniversitedeki hocalar bile onu yobaz olarak görüyorlardı.Yine de yoluna devam etti, bildiği inandığı şeyleri insanlara anlattı. Başta da belirttiğim gibi insana duyulan aşkın bile sonu varken neye aşık olacaktı insan. İşine mi, evine mi, eşyaya mi.İşte bunu cevapladı bu kitap Naci için. Sadece Naci'ye değil neye inanacağını şaşır- mış kendi duvarlarını yıkıp etrafına bakamamış bütün insanlar için .İlahi aşkın varlığında hayatın anlamlı olduğuna, kimselerden medet umamazken ona sırtımızı yaslayabileceğine kanaat getiriyor insan bu kitapla .Karşılaştığım problemler birer engel olmaktan çıkıp sadece birer hediye gibi geliyor artık.Onlara birer bela gözüyle bakmıyorsun artık sadece sevgiliden gönderilmiş birer hediye.Bu hediyelerle artık kendini geliştirip ve hayatına anlam kazandırıyorsun.
Mert Can Yıldız 19.11.2014 21102570 TURK102-30 Sağlıksız Aşk Hangi yaşta olursak olalım hepimiz âşık olmuş, hayatımıza bir başkasına diğer bütün insanlardan daha çok dâhil etmiş ve onunla beraberken her zaman olduğumuzdan daha çok mutlu olmuşuzdur. Birini sevmek her zaman mutlu sonla bitmeyebilir, fakat emin olun karşınızdaki kişiden tamamen bağımsız olarak kimi severseniz sevin, hayatınızı kiminle paylaşırsanız paylaşın o size bir şey öğretmese bile siz zaman içinde onun tavırlarından, davranışlarından, hayata karşı duruşundan, size yaklaşımından mutlaka bir şeyler öğrenirsiniz. Bazen kendi yaptığınız bir yanlışı onun yaptığını görürsünüz aslında yapılanın çok yanlış olduğunu fark edersiniz, bazen ise onun yaptığı fakat sizin yapmaktan hoşlanmadığınız şeylerden birkaçının aslında sizin eksikliğinizden kaynaklandığını fark edersiniz. Bunlardan biri insanları olduğu gibi kabul etmek ve hiçbir zaman değiştirmeye çalışmadan onları hayatınıza dahil etmek olabilir. Kimi insanlar vardır ki arkadaşlarını ya da sevdiklerini önce hayatlarına dahil ederler, sonra onu gerçekten tanıdıktan sonra zaman içinde onun değiştirmeye çalışır, kendi istedikleri kişiyi yaratmaya çalışır. Genellikle bu tip davranışlar kişiler arasında şiddetli tartışma sebebi olup kötü sonuçlara neden olabilir. Bunun benzeri bir hatayı yapmamak için hayatınıza dahil edeceğiniz insanı önce tanımayı sonra o kişi ile bir hayat paylaşmayı deneyebilirsiniz. Ancak bazı durumlarda kişiler tamamen umarsızca ve sadece anı yaşama isteği ile hareket ederler. Bu anlar genellikle insanlar istemediği bir hayat yaşarken ya da büyük bunalımları takip eden günlerin ardından çıkar. Tıpkı karısı tarafından terk edilmiş Ben'in içinde bulunduğu büyük karmaşa ve Sera'nın hayatta kalmak için yapmak zorunda olduğu işin onun üzerindeki toplumsal baskısı gibi... Birini severken o kişi tarafından terkedilmiş olmak eminim ki hiç kimsenin tadına bakmak istemeyeceği bir histir, özellikle de bu kişi sizin karınızsa. Diğer taraftan dünyada hiçbir toplum tarafından onaylanmayan bir iş yapmak zorunda olmak ve daha da kötüsü bu işi yapmak zorundabırakılmak insanın ruh sağlığını ciddi anlamda tehdit edici bir unsurdur. Bu hayatlara sahip insanlar aslında ruhen çok da sağlıklı insanalr değillerdir. Her zaman onları bu hayatın içinden çekip kurtaracak, onlara bu acıyı unuttaracak, bu hayattan uzak bir hayat yaşatabilecek imkânları ve kişileri bulma çabası içinde olurlar. Fakat sahip oldukları hayattan ve içinde bulundukları bunalımdan onları uzaklaştıracak kişiler olarak bir başka hastaya yani birbirlerine güvenir ve inanırlarsa işte her şey o zaman daha da içinde çıkılamaz bir hâl alır. Ben kendini alkol alarak ölmeye adamış bir adamdır. Los Angeles'da yaşar, orada bir işi vardır, fakat bu bunlaım yüzünden işini çok aksatır ve patronu tarafından işten çıkartılır. Sera ise Las Vegas'da yanında yaşadığı adam tarafından bedenini pazarlamaya zorlanan ve her akşam o adamın maddi beklentisini karşılamak zorunda olan bir kadındır. Ben, işten atıldıktan sonra Las Vegas'a gitmeye karar verir ve orada bulunduğu daha ilk gece de Sera ile tanışır. Sera'nın işi dolayısıyla tanıştıkları durum ve amaçları çok da nezih değil gibi görünür fakat çok kısa bir zaman sonra Ben, Sera'dan sadece onun yanında kalmasını, onu dinlemesini, onu dinleyerek ona yardım etmesini ister. Sera ise bunu daha önce hiç yaşamamıştır ve Ben'in bu tavrı karşısında oldukça şaşırır ve Ben'den etkilenir. Çünkü Ben şimdiye kadar Sera'nın Las Vegas'da karşılaştığı kişilerden çok daha farklıdır ve ona çok farklı yaklaşmıştır. Birkaç kez görüştükten sonra birbirlerinin hayat hikâyelerini anlamakta zorlanmazlar, fakat tuhaf olan şudur ki ikisi de sadece kendi hayatları dışında tutunacak bir dal aradıklarından karşı tarafın hayatına ikisi de saygı duyacağına söz verir ve sözde ikisi de durumu kabullenir. Fakat insan yaratılış gereği sahiplenmek ve sahiplenilmek ister. Onlar bu gerçeği unutur, bu yüzden onların bu saygı çerçevesinde olan maceraları çok kısa bir zaman içinde son bulur.
BURAK YÖRÜK MUTLULUK MU, O DA NE? Hayatın hep bir koşuşturmayla geçtiğini ve bu koşuşturmaya rağmen elimdeki tek şeyin koskoca bir sıfır olduğunu düşünen tek kişi ben miyim? Her şeyin sonunda elimde karamsarlığın, üzüntünün, endişenin ve yalnızlığın kaldığını… Şu nesnelerle, insanlarla dolu dünyada kendini tıpkı dağın başında tek başına kalmış bir papatya gibi hissetmek, kimseye güvenememek ya da hep yarı yolda kalmak, bırakılmak. Ama yalnız olduğumu düşünmüyorum. Niye mi? Nereye baksam hep uzaklara dalan, dokunsan ağlayacak insancıklar çarpıyor gözüme. Abuzer Gülpınar da bizden biri galiba. Kendisinin “Başım Kirazlı” adlı şiir kitabını okumaya başladığım anda kendimi bir aynaya bakıyormuş gibi hissettim. O da kırgın, üzgün, yalnız. O da terk edilmişler durağında onu kurtarması için gelecek otobüsü bekleyen bir yolcu ama ne mutlu ki o kendini ifade edecek bir yol bulmuş. “Sevişmeler terk edildi/ Rüzgâr tükendi/ Soframda yalnız kaldı/ Cemal Süreyya şiirleri”(16) Tam da böyle değil midir? Ne güzel betimlemiş Abuzer Güldalı her şeyin geride kalmasını, anlamını yitirip genelleşmesini, en güzellerinin bile bir anlam ifade edememesini. Şu zamana kadar hep bir çıkar yol aradım kendime; en azından bir teselli bile yeterdi kabuğumdan çıkmaya, derin bir nefes almaya. İçimde kimseye anlatamadığım bırakın başkasına anlatmayı kendimin bile anlamadığı bir duygu vardı hep. Belki yaşadıklarım, belki de yaşayacaklarımın korkusuydu derken Abuzer Güldalı öğretti bana o kahrolası şeyin ne olduğunu. Meğerse içimdeki şey her şeyin bir yalandan ibaret olduğunu anlamış da benim dışarıdan haberim yokmuş. Hani demiş ya yazar, “Bülbül sana nasihatim/ Gül de yalan kırmızı da/ Diken mezarına dönen teninle kalırsın.”(34) İnsan mantıklı bir şekilde oturup düşününce dank ediyor aklına. Var mı aklınıza gelen ve bunun yalan olmasının imkânı yok diyen? Aranızdan şimdi aile sevgisi diye atlayan olur elbet. Onları ayrı tutun, onlar sizin bu dünyadaki tek varlığınız, ilkleriniz… Onları ayırdıktan sonrakileri düşünün. Arkadaşınızın, sevgilinizin ya da akrabalarınızın sevgisinden emin misiniz? Gözlerinizi kapayıp her dediklerini yapar mısınız? Hadi siz yaptınız, onlar yapar mı? Bir gün bir yerde okumuştum. Bir çift yaşadıkları ağır olaylardan sonra birlikte intihar etmeye karar verirler. Bir binanın tepesine çıkıp otururlar. Üçe kadar saydıktan sonra kız kendini atar. Çocuk beceremez ve kızın düşüşünü izlemeye başlar. Birkaç saniye sonra kızın paraşütü açılır. Peki, sizce kim suçlu? Beyazın bile kirlendiği şu dünyada kim güvenilir, kime arkamızı dönebiliriz? Şunların arasında da en çok yaralayan da galiba sevdiğiniz, değer verdiğiniz kişi oluyor. Onun acısı, pişmanlığı, hüznü bir başka oluyor. Hayata birlikte göğüs gerdiğiniz, zorlukların üstesinden geldiğiniz, mutlu olduğunuz kişinin günün birinden çıkıp gitmesi, arkasına bakmaması… İnsan kendini telefonu elinden alınmış bir ergen gibi çaresiz ve yıkılmış hissetmiyor mu? Boş bakışlar, anlamsız üzüntüler, yerle bir eden pişmanlıklar… “Dereleri kıskanan çeşmeyim şimdi/ Akanım yok/ Çağlayanım da”(38) demiştim ya Abuzer Güldalı beni anlatıyor diye, galiba ben farkında olmadan yanından geçmişim de beni gözlemlemiş galiba. Şu benzetmeye bir ek de benden gelsin o zaman. Kendimi sonbahardaki bir ağaç gibi hissediyorum. Yapraklarım dökülüyor, yalnızım, üşüyorum ve her geçen gün daha da çöküyorum toprağın altına. Zaten olmayan ümidim, umudum da bir daha yüzünü göstermemek üzere beni terk ediyor. Tıpkı diğerleri gibi, yapmaz dediklerim gibi, beni öldürmez dediklerim gibi…Masumluğun kalmadığı acıların çoğaldığı şu dünyada inşallah şu anlattıklarımdan sizin kapınıza uğrayan olmaz. Birebir tecrübe eden birisi olarak bunların olduğu yerlerden koşarak uzaklaşın. Her ne kadar mümkün olmayacağını düşünsem de siz yine de deneyin, bataklığa batmayı kabullenmeyin. Şu ana kadar hep kendime bir tercüman bulmak istemiştim içimdeki şeyi hem bana hem de çevreme anlatabilmek için. Galiba sonunda bir tane buldum. Öyle ki zaten ince olan şiir kitabını dakikalar içinde bitirdim. Kullandığı benzetmelerle, tercihlerle ve anlatımıyla Abuzer Güldalı benim aynam, tercümanım oldu.
KENDİ KENDİME ORKESTRA Çok sesli orkestranın karmaşık uyumunu andıran bir günde, öylesine yaşamadığımın farkına vardım. O günü, sabahında orkestranın kalabalığına bakıp yanılmış başlasam da akşamında bin bir türlü enstrümanın uyumunu hayranlıkla izleyerek bitirdim. O enstrümanlar benim düşüncelerimde saklıydı, çok sesli orkestraysa benden başkası değildi. Öylesine başlanan günler en şaşırtan, en mutluluk uyandıran olayları yaşamamızla bitmez mi zaten? İşte benim günüm beklentisizce karalamalar yapan bir sanatçının güzel tablolar doğurmasıyla sonuçlandı. Söz konusu günde anladım tek başınalığın yalnızlıktan çok farklı olduğunu. Meğerse benim yaşamamın bir amacı olması için başka insanların varlığına ihtiyacım yokmuş. Bilmiyormuşum ki insanın kendi kendine yaşadığı monologların değerini ancak sorgulanmamış bir hayatın sonuçlarıyla baş başa kaldığında anlayabileceğini… Öylesine sıkıcı ve normal bir gündü ki o gün; önemli bir gerçeğin farkına varmayı bırak, her gün içtiğim sütlü kahveyi dökmeden içebilmiş olmam bile bir başarı gibi gelmişti bana. Ancak hayatı sorgulamanın ve kendinle sohbet etmenin önemini “Hisli Kirpi” kitabının arkadaşlığıyla öğrendim. Önce okuduğum güzel betimlemelerle kendimi kitaptaki karakterin içinde olduğu mekânda bulduğumda hayatımın artık eskisine hiç benzemediği söylenmeyen bir gerçekti. “Üzerlerini gece karanlığıyla örtelim. O karanlıkta sahile vuran dalgaların sesinden başka ses olmasın.” demişti yazar. Buyurgan olmasının yanı sıra insanın o anlatılan büyülü mekânı hayal etmekten başka çaresi yoktu. Sanki elimdeki rastgele bir kitabın sayfaları değil de o an yaşadığım dünyanın başkanıydı. Bir yandan diktatörce bir yandan iyi bir lidere yakışır anlatımıyla beni içine çeken kitap kurgusu derinlerde bir yerde “kendime” olan saygımı tetikledi. O ana kadar fark etmediğim şey etrafımda somut insanların gezmesine gerek olmadan yaşadığım mutluluk hissiydi. Kitap yalnızca bir araya gelmiş sözcüklerin toplantısından çok daha fazlasını sundu bana. Yazarın anlattığı yazar, bir bakımdan ikinci yazar bir bakımdan ana karakter, Abidin’in yazmaya karşı tutkusuyla benim edebiyat sevgimi bağdaştırdım. Abidin ve Nezihe Hanım’ın sohbetleri Nezihe Hanım’ı yazanın Abidin olduğu göz önünde bulundurulursa Abidin’in kendiyle olan sohbetleriydi aslında. “Mono” yani tek anlamına gelen sözcüğe apayrı bir çokluk katıyordu. Bir insanın yazmakla bulduğu üretkenlik ve doldurduğu o boşluk hiçbir şeye benzeyemez. Ben bunu ancak kendimle baş başa kaldığımda yazdığım o güzel karakterlerle konuşurken hissedebiliyorum. Tarifi verilemez bu his, insana insanlığın verebileceğinden çok farklı bir sorgulama fırsatı veriyor. Kendinden fazla kimse bilemez seni… Yani ne kadar uğraşırsak uğraşalım başka insanlardan beklentilerimiz benliğin karşılayabileceğinden çok daha düşük seviyelerde olacaktır. Ancak baş başa kalmaktan korkmayacağımız kadar iyi bir arkadaşlık kurmalıyız kendimizle ve böylece sona erer en büyük yalnızlığımız. Böylesine bir bakış açışı sanılanın aksine bencillikten oldukça uzaktır. Çünkü bencillik kendini kabullenememe sonucunda abartılmış bir imajı kendin olarak algılamaya başladığın anda ortaya çıkar. Bu algı ancak ve ancak “Hisli Kirpi” in sunduğu yazma ve kendini sorgulama yöntemleriyle aşılabilir. Abidin’in üretmeye, yaratmaya karşı hevesi yalnızca onun yazdıklarını okuyan insanların yaşayacağı yeni duygulara yol açmasının yanı sıra Abidin’in veya içini yazıya dökebilen herhangi bir insanın kendisiyle olan terapi seanslarını başlatır. Ben bugün kendimi aynada gördüğümden fazlası olarak algılamıyorsam, mütevaziliğin öğretildiği bu kitap sayesinde olduğunun farkındayım. Yazmanın bana ve okurlarıma kattığı bilgilerden çok yeni mekanlara seyahat etmeyi sağlayan, ortada somut bir canlı yokken “kitap karakteri” olarak adlandırılan arkadaşlarımla sosyalleştiren bu sisteme aşığım. Yazı yazmanın beni benle bırakan tek şey olduğunu anladığım o gün yaşadığım farkındalıklar ile devam ediyorum bu hayata. İşte tam olarak bufarkındalıklardan dolayı bu kitaba “seviyorum.” demek kitabın bana katkılarına karşı oldukça yetersiz kalır. Onun yerine kitaba “teşekkür ediyorum” demeyi tercih ederim. Teşekkür ederim “Hisli Kirpi” bana ben olmayı, kendimden ve çevremdeki insanlardan daha çok önemsettirdiğin ve yalnızca önemsettirmekle kalmayıp yazı yazarak neler yaratabileceğimi gözler önüne serdiğin için… Ada Gürer KAYNAKÇA: Algör, İlhami(2021), Hisli Kirpi(İletişim Yayıncılık).
Nuray Beyza YANIKOĞLU 2=1 Ġkiyken tek olmak neydi? Çok uzaklarda, belki derinlerde kalmıĢ bir duygu olarak anımsıyorum kendisini. Bir ruhun hissettiğini baĢka bir bedende atan baĢka bir kalbin hissetmesi ne kadar heyecan verici olsa gerek oysaki. Belki de gerçek sevginin en alıĢılmamıĢ mührü. Öyle ki sevgiyi, aĢkı hissederek çarpan kalpler dahi sevginin bu en alıĢılmamıĢ siluetiyle karĢılaĢınca ĢaĢkınlığa düĢüyor. Öyle ki soğuk ve hissiz söylenen kelimelerin, donuk “Seni seviyorum.”ların ötesinde daha anlamlı kılınan bu ürkek sevgi mührü, kalplerde bir yabancıymıĢçasına geziyor. Ne yazık ki unutulmak ağır geliyor bu duyguya ve “ikiyken tek olmak” zamanla izini silercesine kalplerde dolaĢmaktan, insanlara yeni ve daha önce hiç keĢfedemedikleri heyecanları tattırmaktan, sevginin en çıplak ve gerçek halini göstermekten uzaklaĢmaya baĢlıyor: Terk ediyor insanoğlunu. YanlıĢ duymadınız! Terk ediliyoruz. Üstelik bunu hissetmeden, yavaĢça ama derinden… Kırılan küskün, adımlarını atmaya çoktan baĢlamıĢ çünkü gerçek iliĢkiler tek tük seçilir olmuĢ. Giderken arkasındaki kapının kapanıp kapanmayacağı ise meçhul. BarıĢmak için ise akıllarda tek bir soru: Ġkiyken tek olmak neydi? Sevgi o kadar uçsuz ve limitsiz bir duygu ki paylaĢıldığı an nasıl hissedileceği veya neye dönüĢeceği tahmin edilemiyor. Sadece “iki” arasındaki sevginin paylaĢılınca hangi forma büründüğü biliniyor: Tek. Öyle ki “iki” var olan matematiğe inat paylaĢtıkça sayısal olarak büyümüyor, aksine “tek”e indirgeniyor ancak hissedilen heyecan tarif edilmeksizin büyüyor, çoğalıyor. ġöyle ki iki insan hayal edin BarıĢ ile Füsun gibi; birbirini çok seven, hatta birbirlerini en az kendileri kadar çok seven, her acıda, her mutlulukta karĢılarındakinin duyguları eĢ zamanlı ve gerçekten hisseden. Ve hayal gücünüzü zorlayın biraz daha ve sevdiği Füsun’un canının yanmasına daha fazla katlanamayan, onun her çığlığında kendi canı yanıyormuĢçasına tepki veren BarıĢ’ı somutlaĢtırmaya çalıĢın. Gözlerinizi kapatıyor gibisiniz. O kadar mı gerçekten uzak gözüküyor? Ne dersiniz? ĠĢte aslında sevgi böyle “tekleĢiyor”. Kalpler iki ayrı bedende atsa da hissedilenleri tek bir bedende toplamayı baĢarabildiği an sevgi yeniden yeĢeriyor. Ama sevgiyi daha çok “ĠliĢkimi seviyorum ancak kendimi daha çok seviyorum.” yönünde algılamaya baĢlayarak değiĢtikçe insanoğlu; hisleri, kalpleri, duyguları, algıları da değiĢiyor. “Ġkiyken tek olmayı”, “ikiyken tek düĢünmek, hissetmek”le karıĢtırır hâle geliyor duygular. Sevgiyi her haliyle hissedip paylaĢmaktan uzaklaĢarak bireyselleĢtirmeye baĢlıyor kuĢaklar. Sonra geriye dönüp bakıldığında yaĢananların “tek”ten gelen çoğunluktan değil de “tek”liğin getirdiği yalnızlıktan kaynaklandığını fark ediyor insanlar. Gerçekten kendisi için değil de değer verdiği kiĢi için hissettiklerini, duyduğu heyecanları anımsayamıyor çünkü muhtemelen böyle bir sevgiye kalbini açmaktan korkmuĢoluyor. Ya sevgiyi derinlemesine hissedecek yeterli cesareti olmadığı için ya da böyle bir sevginin var olabileceğine ihtimal vermediği için… Sonuçta ise elde imrenilecek kadar güzel olan bu duyguyu yaĢayamadığı için hayıflanan sevgi insancıkları kalıyor. Sevgi insancıkları oluyor her biri çünkü sevgiyi hayatlarına misafir olarak kabul etmeye razı olup sevgiye hayatlarında gerçek bir rol verecek kadar güvenmemiĢ oluyorlar. Mesele her ne kadar sevgiye olan güven meselesi gibi görünse de uzaktan; asıl olay kiĢinin kendinden biraz da olsa vazgeçebilmekten korkmaması, kalbinin bir bölümünü değer verdiği diğer kalple bütünleĢtirebilmesi. Yani sevgi biraz emek istiyor, bencillikten uzak kalmak istiyor. Çünkü kiĢi eğer sağır olurcasına sadece kendi kalbinin ritmine kulak verirse o zaman sevgisinin doğrultusundaki diğer renkli sesi duyamayacak hâle geliyor. Bir anlamda Ģarkısını sözsüz bırakıyor, eksik bırakıyor tamamlamanın bir Ģans olduğunu gözden kaçırırcasına. Bunu yaparken sadece elindeki Ģansı geri çevirmiyor, aynı zamanda elinde kalanı da gerçek bir Ģarkı zannediyor. TamamlanmamıĢ olsa bile… Ġnsanın dünyada en büyük Ģanslarından biridir sevgiyi hissetmek, tamamlayabilmek. Sevgi yaĢanan diğer tüm duyguların aksi bir yönteme sahiptir. “Ġki eĢittir iki.” denklemi sevgi için geçerli değildir, sevgide “Ġki eĢittir bir.” kuralı vardır. “Ġkiyken tek olmak” sevgiye has özelliklerden biridir ki insanoğlunun farkındalığını hep üzerinde tutmayı baĢarmıĢtır. Farkındalık olsa dahi “ikiyken tek olmak”, sevgiyi paylaĢan her kalp için baĢarması kolay bir durum olmamıĢtır. Bizler belki her ne kadar kalbimizi sadece kendimizle kaplamamamız gerektiğini bilsek de birini “sevme”nin, birine değer vermenin kalpleri ve duyguları paylaĢmakta yeterli olduğu fikrine kapılıyoruz isteyerek veya farkında olmadan. Lakin bu; kalpleri, sevgileri veya duyguları paylaĢıp çoğaltmayı veya sevgiyi tek bir bütün hâline getirmeyi tam olarak karĢılamamaktadır. Ġster alıĢılmamıĢlık diyin, ister cesaretsizlik diyin ancak kalpte sadece kendin için sevgi barındırmak sevmenin adına yakıĢmadığı için bu, kısaca korkaklıktır: Değer verdiğin birini en az kendin kadar sevme korkusu. Ve en kötüsü de budur bir sevgiyi yaĢarken çünkü hissedilen duygular; derinlerde kendi yoğunluğunu asla bulamadan yüzeyin köpüklerinde silinirler, kaybolup giderler. Geriye ise zannetme duygusu kalır: Birini sevdiğini zannetme. Kendine olan sevgisini baĢkasıyla paylaĢamadığı için zannetme. Ġkiyken aslında yine iki olarak kalıp “tek olmaya” cesareti olmadığı için zannetme. Ancak akıllarda o soru hâlâ bakidir: “Ġkiyken tek olmak” neydi? Cevabını bulabildiniz mi? Ben hâlâ bulamadım.
Abdullah Talayhan Tek Maske, Tek Toplum "Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var, ve fikirler kurşun geçirmez!”(1) Yayınlandığı günden beri belki de en çok bu replikle anılan V for Vendetta filmi, benim gözümde bütün insanlığa birçok anlamda ayna tutan bir eserdir. Yoğun fakat bir o kadarda düzenli bir kurguya sahip olan bu filmde, isyankarlığın ve intikam duygusunun bir devletin çöküşü gibi büyük bir olaya sebep olabileceğini görüyoruz. Bu yazıda V’nin ihtişam dolu serüveni üzerinden bu duyguları işleyeceğiz. Her toplumda, mutlaka isyankar bir kesim bulunur, İngiltere’de ise bu toplumun başını Guy Fawkes çekiyordu, aslında İngiliz bir asker olan Guy, 5 Kasım 1605’te parlemento binasını patlatma girişiminde bulundu(Bu girişimin bir diğer adı da “Barut komplosu”). Bu olaydan sonra İngiltere’nin en büyük vatan haini olarak anılmaya başlandı. Bu tarihi olay üzerinden yola çıkan filmde ana karakter olan V, Guy Fawkes felsefesini kanının son damlasına kadar sürdürmek konusunda gayet %1kararlı. Tek amacı, günümüzün isyankar kesimine gerekli bilgileri vererek devlet parlementosunu yok etmek. V’nin bu tutkusu bize insanların aslında neler yapabilecek kapasitede olduğunu ve intikam duygusunun insanlar üzerinde büyük etkiler bırakabileceğini bize gösteriyor. İnsanın kendini bu denli zor ve sıra dışı bir göreve adaması, psikolojik açıdan büyük sorunlara yol açabilir, görevin yasa dışı olması ise olayı tamamıyla büyük bir boyuta taşıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, bir devlet parlementosuna karşı saldırı düzenlemenin tek cezası idamdır. İnsanın bunu kabullenecek derecede kendini bir şeye adaması, ancak ve ancak intikam duygusu sebebiyle gerçekleşebilir. Peki V devlete karşı neden bu kadar düşmanlık duygusu bekliyor ? Bunun sebebi kendini demokratik düzen içerisinde özgür hissedememesi, bu hisler göründüğünden daha ilginç bir durumda, çünkü günümüzde demokrasi, özgürlük için kaçınılmaz bir gereklilik olarak tasvir ediliyor. V bu durumun aslında böyle olmadığını gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyor, çünkü onun gözünde demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesinden çok, belirli bir kesimin ipleri eline alıp halkın geri kalanına hükmetmesi. Halbuki geri kalan insanların toplumsal gücü, ipleri elinde tutan kesimden çok daha fazladır. V buna daha fazla tahammül edemediği için toplumu bilinçlendirmeye başlar, bu bilinçlenme aşaması ise filmin önemli kısımlarından biridir. İngiltere’de sokağa çıkma yasağının başladığı dönemlere denk gelen bu aşamada, V tarafından bütün ülkeye Guy Fawkes maskeleri dağıtılır ve insanlar sokaklara dökülüp duvarlara özgürlük sembolleri çizmeye ve yavaş yavaş ayaklanmaya başlarlar. Guy Fawkes maskesi filmden sonra çok rağbet gören bir sembol oldu, hatta o kadar çok yayıldı ki, bu maskeye sahip olup, çıkış kaynağının Guy Fawkes ve bu film üzerinden olduğunu bilmeyen yüzlerce insan olabilir."Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var, ve fikirler kurşun geçirmez!”, filmin gerçekten de en can alıcı noktası, çünkü ayaklanmaların başlayıp, V’nin asıl amacına ulaşacağı 5 Kasım, yani parlemento binasını havaya uçaracağı gün geldiğinde sokaktaki tüm halk bu maskeleri takıyordu, ve dışarıdan bakıldığında hepsi birbirinin aynıydı. Bu sahne, ırkçılık gibi insanları birbirinden ayıran sosyal sınıfları eleştirmekle birlikte, halkın bir oluşunu da vurgulayan bir özelliğe de sahipti. Bu filmden genel olarak çıkarmamız gereken dersleri anlamak pek kolay değil, tekrar tekrar izlememe rağmen bulanık kalan pek çok nokta var fakat V’nin bize öğrettiği en önemli değerler; kendimizin ve %2toplumumuzun gücünü hiçbir zaman hafife almamak ve farklılıkları bir tarafa kaldırıp tek bir birey gibi hareket ederek nelerin üstesinden gelebileceğimizi görmek. %3
Dicle Aksu Kuşku Zırhı Güven, tanımlanması çok kolay olan bir kavram olmasına rağmen, bu duygunun hissedilmesi bir o kadar zordur. Güvenmek, üzerimizden hiç çıkarmadığımız zırhımızı kaldırıp bir sandığa koymak, teslim olmaktır bir nevi. Kalbimizin asma kilidini açmak ve güvendiğimiz insanların bize karşı hep dürüst olduklarına inanmaktır. Bu yüzden zordur güvenmek, risklidir ve bana göre hayal kırıklığı furyasından başka bir şey değildir. Özellikle makyavelist düşünce tarzının egemen olduğu günümüzde, yalan söyleme eyleminin giderek olağanlaşması, insanlara daha da zor güvenmeme neden oluyor. Yalan söylediği için diline acı biber sürülen neslin yerini‘’yalanın gerekli olduğu’’ düşüncesiyle büyütülmüş, kendi çıkarları için yalana başvurmakta sakınca görmeyen bir nesil alıyor. Benim insanlara karşı olan kuşkularımı arttıran bu durum, kuşkuları ve güvensizlikleri daha da yoğun yaşayan insanlar için bir kişilik bozukluğuna dönüşüyor. Psikolojik bir rahatsızlık olan paranoid kişilik bozukluğu, insanlara karşı hissedilen abartılı güvensizlik duygusu olarak tanımlanıyor. Pek tabi bu psikolojik rahatsızlık, benim bahsettiğim güvensizlik duygusunun biraz daha abartılı halini ifade ediyor olsa da yalanın hayatımızın alışılmış bir parçası haline gelmesi ile birlikte, ben her insanın bu güvensizlik hastalığına yakalanmaya başladığını düşünüyorum. Yalanın insanları bir bataklık gibi içine çekmesinin, her bireyin kuşku zırhlarını kuşanmasına ve güven duygusunu hissetmekte zorlanmasına sebep olduğuna inanıyorum. Yalan ve güvensizliğin işte bu şekilde hayatımızın önemli bir parçası haline gelmesi, ne kadar kaçmak istesek de bunu başaramamamıza neden oluyor. Farkında olmasak da bizler de herkes gibi yalan söylüyoruz, yalanlara maruz kalıyoruz ve insanlara olan güvenimizi kaybediyoruz. Çoğu zaman insanların bize doğruları söyleyip söylemediğini merak ediyoruz, kuşkulanıyoruz. Paranoid kişilik bozukluğuna sahip olan insanlarında en çok bilmek istedikleri şey de bu oluyor, diğer insanların onlara yalan söyleyip söylemedikleri. 2009 yapımı Lie To Me (Bana Yalan Söyle) isimli televizyon dizisini izlemeden önce yalanın anlaşılmasının tek yolunun nabzı ve kan basıncını ölçerek yalanı tespit eden yalan makinesi olduğunu sanırdım fakat bu televizyon dizisini izledikten sonra fikirlerim tamamen değişti, yalanı fark etmenin başka yollarının da olduğunu gördüm. Başkahramanımız Dr. Lightman, yalan analizi üzerine kurduğu şirketinde insanların beden dillerini ve yüz ifadelerini inceleyerek yalanları analiz eden bir davranış bilimcidir ve bu tekniği sayesinde hiç hata yapmamaktadır. Kendi kızı ve eşi de dâhil olmak üzere hayatındaki herkesin yalanlarını fark eden Dr. Lightman, bu özelliği yüzünden insanlara güvenemeyen biri haline gelmiştir. En ufak yalanı bile fark ettiği ve bu yüzden insanlara hep kuşkuyla yaklaştığı için eşiyle boşanmıştır. Başkahramanımızın yalanı fark etme özelliğinden dolayı yaşadıklarını izlerken aklıma şu sorular geldi ‘’Gerçekten yalanları fark etmek istiyor muyuz?’’ ve ‘’Yalanları fark etmek güvensizliğimize çare olur mu?’’ . Aslına bakacak olursak yalanları bilmeyi en çok isteyen paranoid kişilik bozukluğu olan insanlar bile, yalanlar ile yüzleşmeye başladıklarında bunun önceki hallerinden bile daha kötü olduğunu fark edeceklerdir. Önceden sebepsizce kuşku duydukları insanların aslında gerçekten güvenilmez olduklarını göreceklerdir çünkü günümüzde herkes ufak daolsa yalan söylemektedir. Yalanları fark etmek, insanların gerçek yüzlerini görmekten ve hayal gücümüzün ötesinde bir kötülükle yüzleşmekten başka bir şey değildir. Bu sebeple, bazen az şey bilmek iyi olandır. Yalanları fark etmeden yaşamak güvensizlik hastalığı olanlar için bile, insanlara güvenmek için bir umuda sahip olmaktır çünkü gerçekten fark etmeye başladığımızda görmezden gelme seçeneğimiz yoktur yani ne kadar az bilirsek, o kadar güvenme umudumuz olur ve o kadar rahat uyuruz. Az bilmemiz dileğiyle…
Emre Kaan Esen Perdenin Arkasında Kalan Değerler Biz insanlar, birçok değer yargısına sahibiz. Dürüst olmak bunlardan yalnızca bir tanesi. Dürüst olmayı çok önemsiyor, insanları kafamızda değerlendirirken bu durumu çok göz önünde bulunduruyoruz. Bir insanın dürüstlüğüyle alakalı yargılarımız, onunla olan ilişkimizin boyutunu etkiliyor çoğu zaman. Ancak, bir insanı “dürüst” olarak nitelendirebilmemiz için yüzeysel birkaç yargı yeterli mi? İnsanların dürüstlüğü durum şartlarına göre değişkenlik gösterebilir mi? Mark Twain’a ait “Hadleyberg’ü Yozlaştıran Adam” adlı kısa öyküyü okurken kendimi dürüstlük yargısının ne kadar gerçekçi olduğunu sorgularken buldum. Dürüstlüğüyle övünen bir kasabanın sakinlerinin bir gecede övündükleri değerleri nasıl çiğnediklerine şahit oldum. İnsanlar, her ne kadar uzun zamandır dürüst olarak bilinseler de bu durum onların tam anlamıyla “dürüst” oldukları, gelecekte de dürüst olacakları anlamını taşımıyor olabilir. Kendi çıkarlarına olan bir durum, dürüstlüklerini bir çırpıda kaybetmelerine sebep olabilir. “Ah, biliyorum. Ebediyen dürüstlükle eğitildik, eğitildik de eğitildik; ama bizi yoldan çıkarabilecek her şey beşikten itibaren bu dürüstlükten uzak tutulmuş, yani yapay bir dürüstlük bu ve bu gece gördüğümüz gibi, ayartılma ihtimali karşısında eriyip gidiyor.” (Twain, 22). Okuduğum kısa öyküdeki bu cümle; insanların, en dürüst olarak bildiklerimizin bile, aslında çoğu zaman yalnızca bir yere kadar dürüstlüklerini koruyabileceklerini düşündürdü. Sonucunda zarar görecekleri bir durumda ya da çıkarları doğrultusunda, bir şeyleri saklama veya yalan söyleme durumlarına başvurabilirler. Belki de onları şu ana kadar dürüst olarak görmemizin sebebi, henüz dürüst olmak uğruna çıkarlarından vazgeçmelerini gerektirecek ya da zarar görecekleri bir durumla karşı karşıya kalmamış olmamızdır. Başka bir deyişle, dürüst olmanın ekstra bir çaba gerektireceği bir durumla henüz yüzleşmemişizdir belki de. Bende oluşan bu düşünce, çevremdeki insanlara biraz daha dikkatli bakmama sebep oldu, onların dürüstlüğünü tekrar masaya yatırmamı sağladı. Dürüstlüğünden emin olduğumuz insanların bile bir noktadan sonra bu tutumu devam ettirmeyebileceği düşüncesi, benim için rahatsız edici bir düşünce oldu. Genel olarak insanlara fazla güvenmemem gerektiği hissiyatını yaşadım. İnsanların da şartlarla birlikte değişebileceği farkındalığı oluştu bu kısa öyküyü okuduktan sonra. Genel olarak yalan söylemeyen insanları dürüst olarak tanımlarız ancak insanları dürüst yapan şeylerin neler olduğu konusuna çok dikkat etmeyiz. Şu ana kadar hiç yalan söylememiş olması mı yoksa insanlara zarar verecek boyutta yalan söylememiş olması mıdır insanı dürüst yapan? Okuduğum kısa öykü bana insanları değerlendirirken, özellikle dürüstlük söz konusu olunca, sığ davrandığımı fark etmeme vesile oldu. İnsanları değerlendirirken daha dikkatli olmam gerektiği, daha detaylı düşünmem gerektiği düşüncesini uyandırdı. Bir insanın dürüstlüğünü değerlendirirken, yaptığı hareketlerin yalnızca sonucuna değil, kendisine de bakmak gerektiğini düşünmeye başladım. “Pembe yalan” olarak adlandırdığımız zararsız gözüken yalanlar da aslında gelecekte karşılaşılabilecek daha büyük yalanlara gebedir belki de.Bir insanı dürüst yapan şey, yaptıklarıyla insanlara zarar vermemesi değil, genel olarak bir şeyler saklama eğiliminde olmaması ve yalan söylememesidir aslında. Sonuç olarak; okuduğum kitap, dürüstlük kavramına farklı bakış açıları geliştirmeme yardımcı oldu. İnsanların dürüst olma durumunun değişen şartlar neticesinde olumsuz etkilenebileceğini ve bu etkilenmenin çok hızlı olabileceğini düşündürttü. Çok dürüst olduğuna inandığımız insanların beklenmeyen bir hızla kendilerini korumak ya da bir şeyleri elde etmek amacıyla dürüstlüklerini unutabileceklerini gösterdi. Dürüstlüğün kademelerden oluşan bir şey olmadığını fark ettim. Dürüst olmama eyleminin sonuçlarının hafif ya da ağır olmasının değerlendirmede bir kriter olmaması gerektiği yönünde değişti düşüncelerim. Bu düşünceler ışığında, çevremdeki insanları düşünüp onların dürüstlüğünü sorgulamam da benim için hem biraz rahatsız edici oldu hem de bundan sonra yapacağım değerlendirmelerde yere daha sağlam basan sonuçlara varacağımı hissettirerek bana güven verdi. Kaynakça Twain, Mark. “Hadleyberg’ü Yozlaştıran Adam”. Can Sanat Yayınları A.Ş., 2020. Baskı
Hayallerimizle Varız/Anday Aykut Hayat bazen çok yorucu ve karmaşık olabiliyor. Böyle durumlarda sığınacak bir yer arıyorum. Günlük yaşamdan sıyrılıp kendi yarattığım bir dünyanın içinde yaşamak kulağa çılgınca gelse de bunu zaman zaman yapma ihtiyacı duyuyorum. Orada mutlu oluyor ve zorluklardan kaçıyorum. Deli miyim acaba? Başkalarına bu hayallerimden bahsedince delice olduğunu ve gerçekçi olmam gerektiğini söylediler. Beni en etkileyen noktası ise “çocukça” olduğunu savunmalarıydı. Ne demekti bu? Büyüyünce hayal kurulmaz mıydı? İçimizdeki çocuğu kendi ellerimizle boğmamız şart mıydı gerçekten? Bu hayali dünyamdan kimseye bahsetmemeye karar verdim ama arada acaba başkalarının da bir dünyası var mıdır diye kendime sormadan da edemedim. Küçük Prens kitabını okuduktan sonra bu soru kafamı daha çok kurcalamaya başladı. Etrafımdaki yetişkinlerin hayattan sıkılmaları, umutsuzlukları ve mutsuz suratları kitaptaki yetişkin tanımıyla birebir tutuyordu. Etrafımdaki yetişkinlerin yüzlerine daha dikkatli bakmaya başladım. Gülüyorlardı ama arkasındaki mutsuz suratları görebiliyordum. Hepsi işlerinin, hayatlarının koşuşturması arasında hayallerini bir kenara bırakmışlardı. Hatta unutmuşlardı. Hayaller “Gençken, çocukken” düşündükleri gerçek dışı şeylerdi onlar için. Peki neden gerçek olmasın? Peşinden hiç koşmamışlardı ki. Onların bana yaptığı bu yorumları, küçükken onlara da başkaları yaptı ve o “farklı” dünyaları başkaları tarafından yıkıldı, yok edildi. Bazen ben de içimdeki çocuğun öldüğünü hissediyorum. Daha doğrusu öldürüldüğünü… Böyle hissetmemin sebebi küçüklükten beri gelen resim aşkım ve bunun eleştirilmesi. Kendimi bildim bileli elimden kağıtla kalem eksik olmazdı. Gördüğüm şeyleri çizmeye çalışırdım ve bundan inanılmaz bir keyif alırdım. “Büyüyünce ressam olacağım!” derdim annemle babama. “Aç kalmak istiyorsan ol tabii” cevabını aldığım gün büyük bir ressam olma hayallerim ölmeye başladı. Hep ileriye dönük planlar yaparak yaşamaya başladım ve bu durum mutluluk kaynağım olan hayallerimi yıkmaya başladı. Her geçen yıl hayal harabem büyümeye devam etti. Bu yaşıma gelene kadar bu hep böyle devam etti. Şu an ne yetişkin sayılırım ne de çocuk. Gün geçtikçe büyüyorum ve yetişkin oluyorum. Hayallerimin aksine küçüldüğünü hissediyorum. Geleceğim şimdiden daha önemli olmaya başladı. Hayallerimi bir kenara bırakıp, kurallardan vazgeçmem gerektiğine karar verdim. Bu kitabı okumak beni bu konuda aşırı derecede teşvik etti. İçimdeki çocuğun benim için ne kadar önemli olduğunun farkına vardım. Önümde çevremdekileri mutlu edebilecek hayalsiz bir yaşam şekli var ama hayır! Ben herkes gibi olmayacağım! “Gerçekçi” olmak uğruna hayallerimden ve rüyalarımdan vazgeçmeyeceğim. Gerçek olmayacağını bildiklerimden bile! Gerçek olmayacağı bilinse de kovalanmalı ve bence hayaller. Peşinden koşulmalı, bir kenara atılmamalı. Varsın çevremdekiler çocuk desin bana. Deli desinler hatta. Bu hayata bir kere geliyoruz sonuç olarak. Bu hayatta hayallerimizin peşinden koşamayacaksak bunu ne zaman yapacağız? Bence insanın hayatındaki en önemli nokta bu farkındalığa erişmek ve hayatını bu doğrultuda değiştirmek. Diğer insanlara korkusuzca “Hayır bu benim hayatım” diyebilmek. Hayallerimizin ve dolayısıyla mutluluğumuzun değerini bilmek de denebilir. Mutlu olmanın anahtarı bize bu kadar yakınken niye elimizin tersiyle bir kenara iteriz ki? Ya da gözlerimizi kapatıp bulabileceğimiz bir huzuru çok uzak diyarlarda ararız? “Ben” olmaktan utanır hale gelmişiz ister istemez zamanla. Sistemin içinde kendimizi kaybetmeye başlamışız. En sonunda da kaybetmişiz açıkçası ve kalabalık sokaklarda yok olmuşuz. Etraftaki mutsuz ve ifadesiz suratlar bunun en büyük kanıtı. Ben hayallerimle birlikte yaşamayı kendime kabul ettirdim. Beni mutlu eden, bana umut veren yaşam biçimi buydu. Ne de olsa ben hayallerimle vardım. Hayallerimizle vardık.
SİNEM KILIÇ SİZ HANGİ HAYVANI SEÇERDİNİZ? http://cinemorgue.wikia.com/wiki/The_Lobster_(2015) http://tickets.killingofasacreddeer.movie/ Son zamanlarda Hollywood sineması büyük kitlelere hitap etmeyi amaçlarken, bağımsız film sektörü alternatif sinemaseverler tarafından daha da benimsenmeye başladı. Yeni soluklar aranmaya başlandı ve deneysellik öne çıktı. Bir süre sonraysa sinematografi, kurgu, anlatım ve bunların bütünlüğü daha da önem kazandı. Bu dönemin en başarılı yeni yönetmenlerinden biri olan Yorgos Lanthimos bu dengeyi başarılı bir biçimde sağlayan nadir kişilerden biri. Dogtooth, Lobster ve Killing of a Sacred Deer gibi filmlere imza atan yönetmenin karakteristiği ise donuk karakterler, sistem eleştirileri ve garip mizah anlayışı. Rahatsız edici sahneleri ve karakterlerinin yapmacığıyla her filminde yeni nesil bir psikolojik gerilim yaratıyor. The Lobster, yönetmenin en ilgi çeken ve 2015’in de en ses getiren filmlerinden biri oldu. Film her Lanthimos filminde olduğu gibi belli öğeler içeriyor (karakter yapmacıklığı, distopik gündelik yaşam gibi). En dikkat çeken özellikse toplum içinde edinilen veya edinilmesi gereken kimlik. Film, devlet düzenlemesiyle getirilen bir uygulama ve bunun yürürlüğüyle ilgili. Bekar insanlar bir otelde 45 gün içinde zorunlu olarak eş bulmalılar. 45 gün içinde romantik uyumluluk gösteremeyenlerse bir hayvana dönüştürülüyorlar. Bazılarıysa bu düzene karşı gelip ormanda yaşıyor uyumluluk programındakiler tarafından avlanma pahasına olsa bile. Film aslında çok uzak değil normalde yaşadıklarımıza. Filmdeki bir söz bunu çok güzel özetler: “İnsanın hissetmediği hâlde hissediyor gibi davranması, hissettiği hâlde hissetmiyor gibi davranmasından daha zordur.” İşte filmin ana karakteri David, karısının ölümünden sonra kendini bu zorlanmışlığın içindeki bir bataklıkta bulur hayvana dönüştürülmek istemiyordur ne de olsa. Baskı ve beklentiler acımasız bir sisteme dönüşmüştür ve bütün yaşamı ele geçirmiştir. Bunu şu anki hayatımıza bir gönderme olarak görüyorum. Ne kadar özgür olduğumuzu düşünürsek düşünelim bir şekilde toplumun ve o görünmez kuralların üzerimizdeki etkisini hissederiz. İşte filmde de canlandırılan şey ne kadar abartılmış da olsa sıkıştırılmışlık, kapana kısılmışlık. Bireysel olarak kurallardan ve toplum yargılarından ne kadar yakınsak da, toplumca bunu kabullenmek kurallara ve getirilen düzene ne kadar kolay alıştığımızın göstergesi.Lanthimos’un bir diğer filmi ise 2017 senesinde gösterime giren Killing Of A Sacred Deer. Bu sefer daha farklı bir konuya değiniyor yönetmen-yazar: vicdan. Kurgu ve rahatsız edicilik olarak Dogtooth’a (yönetmenin ilk filmlerinden biri) benzeyen bi dokusu var. Ana konu ise doktor Steven Murphy’nin hastasının çocuğuyla görüşmesi ama sonrasında çocuğun Steven’ı ve ailesini ele geçirmesiyle ilgili. Martin adlı çocuk Steven’ın ailesindeki herkesi zehirliyor ve Steven’a içlerinden birini öldürmek için belli bir süre veriyor. The Lobster’dan gelen nüktedanlık yerini psikolojik gerilime bırakıyor. Kurgunun düzgün ve kademeli ilerlemesiyle harmanlanmış karakter analizleri anlatımı daha da güçlendiriyor. Seyirciyi en etkileyen şey ise filmin empati duyusunu ön plana çıkarması. Klasik sözler vardır “Annen mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı?” veya “Hangi çocuğunu seçerdin?” diye. İşte Killing Of A Sacred Deer tam olarak da bunu sorguluyor. Lanthimos, ilk filmini izlediğimden kısa bir zaman sonra en sevdiğim yazaryönetmenlerden biri oldu. Beyaz perdede şu zamana kadar hiç bu kadar gerçek distopya görmemiştim ya da bu kadar çarpıcı anlatılmamıştı konular. Müzik kullanımı ve görüntü uyumu da olay anlatımında çok büyük yer kaplamış. Filmlerini tekrar tekrar izlediğimde daha farklı bir noktaya geldiğimi hissediyorum. Daha farklı hisler, daha farklı bakış açıları. İşte bu yüzden kaçırılmayacak listenize Lanthimos sinemasını eklemenizi tavsiye ederim. Yunan yönetmen her geçen sene daha farklı bir tat yakalıyor sinemada çünkü. The Lobster’ı izliyorsanız size bir soru “Siz hangi hayvanı seçerdiniz?”. Ben hala bulamadım.KAYNAKÇA: Cinemorgue Wiki. (2018). The Lobster (2015). [online] Available at: http://cinemorgue.wikia.com/wiki/The_Lobster_(2015) The Killing of a Sacred Deer: Get Tickets | A24. (2018). The Killing of a Sacred Deer | A24. [online] Available at: http://tickets.killingofasacreddeer.movie/ Killing Of A Sacred Deer. (2017). [DVD] Directed by Y. Lanthimos. The Lobster. (2015). [DVD] Directed by Y. Lanthimos. Kynodontas. (2009). [DVD] Directed by Y. Lanthimos.
Tank 1
ALBERT CAMUS, UYUMSUZLUK VE SİSİFOS SÖYLENİ bir fikrim yok. B En sevdiğim yazarın en sevdiğim kiatarcbaıy la ilgili bir yazıya bu heyecanımla ovela dne (cid:494) (cid:495)kUeyluimmesu szın İnırsıamn (cid:495)v(cid:495) ailrek seonn n daesnıle emn eiy i şeki(cid:495)lSdiseifboasş Slaöyylaebniil(cid:495)i(cid:495)r bimen himiç üstünde iliyorum k i ki tabın genelini anlatsam onl sayfa çıkar bu yüzden ilk deneme olan (cid:494) enir. duracağ Cımamaussıl yazılar olacak. Başlamadan önce ufak b, ir not düşmemde de bir efavyrdean doela cak: Bu kitabı okuyan bine yakın kişinin intihar ettiği söyl ile tanışmamın asla tesadüf olmadığını her za Hmeagne lb, irrü şyeakmilad eg irip ikimizin kesi şmiş olduğunu düşündüm. İzin verin anlatayım: On birinci osılnsuıfnta o fneulsnelfae idlgeirlis iyle hayatımda ilk kez felsefebyule d taa nbıeşntıimm. benle konuşmasa da,beni o kadar etkilemişti ki forumlarda olsun sözlüklerde ne vaergszais otkanusmiyaaylaiz bma.ş Eladım felsefe yisee a Sçaılratne kAakpılı Çma oğlıd ilue. oAlrdduı.n Bdiarn i nfeslasnedfeanni nço kko elltakriılneın imnceekl esdiziiknç eo ndue dasaıhl ail gdiam mi çeerkaken e ttmeke bniirz i kol olduğunu gördüm: gzistansiyalizme girişim (cid:495)ın Bulantı tvaeb aiir akşi tYırambaanncızı ı sağlar, bu sayede Camus(cid:495)yü keşfetmem de çoiks eu bzuirn h saüftram teedki .b ir Nasıl her Sartre hayranı ile başlar ben de bir Camus hayUryaunm asduazy İın oslaanr(cid:495)a ?k ile başlamıştım. Odoksan sayfan ın bitiminde kaelimeyi düşünmekten başka kitap okuyamamıştım, neyd i bu (cid:494) Ois tbeimr hedafitmal hıkâ lsâü re ise dayımdan gelen telekfoenlilmaesloenr bulmuşt,u , (cid:494)(cid:494)CanbTehrek ,M byut h of Siksşyapmhu Lso.(cid:495) n d ra(cid:495)dan dönüyorum istediğin bir şey var mı?(cid:495)(cid:495) Neden başka bir şey bilmiyorum, ağzımdan şu çıkmıştı (cid:494)Kitap, de Ertesi gün ziyaret bah anesiyle kitabı almaya gidip elime aldığım gibi onlardaki oda ma koşarak kapımı kilitlemiştim. Ozamana kadar hep iyi İngilizce byiirldmiğiyimdii. .d. üşünürdüm ancakakşam olup telefonumun şair.j bAiltliaşh steasnin yia z dtautyildinudğeuymddima ddöer t saat geçmiş olduğunu fark etti,m ve. rKdailmdı ğdıem. H seary fgaüyna sbaaakttlıemrc, e Kitapt an bir şey anlamış mıydım? O da ş üphel ise ilk aylarımı bbui kr idtaeb Taü vrekrçeebsiilniri dailmmaya gitmek oldu, üstüne uğraşın sonundaikinci ayın bi tmesine bir gün kalakitabı kapattım. Sonrasında işimotobüse atlayıp şu an yazdığım tarihine bakıyorum,iki eylülde başlayıp on altısında bitirmişim altına çda (cid:494)(cid:495)Allah(cid:495)ım!(cid:495)(cid:495) diye not düşmüşü. mS . Kitabı kapattığım zamanise hiç ak lımdan çıkmıyor, odamın her yanında kitaptan çıkardığım notlar ya da çevirmeye aablsıüştrıtğ ım bazı cümleler asılıydı abah onları rüyamda görmüş olarakkalkıp akşam onlardan anlam çıkartmaya çalışırken uyuyakalıyordum. Allah(cid:495)ım ben sözü zihmnüimydinü miç?in Ddeeğni lsem bile neden öy le olduğuma emindi m? Pindaros(cid:495)un o(cid:494)(cid:495)Rkuudhuumm,, ölümsüz yaşamın ardından koşma, olanaklar alanını tüketmeye bak.(cid:495)(cid:495) bana bağırıyordu.Tekrar kitabı açtımve Sisifos(cid:495)u yeniden Tanrılar, Sisifos(cid:495)u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine yuvarlayıp çıkartmaya mahkum etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince (cid:494)k(cid:495)endi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar da haksız sayılmazlardı. Bu (cid:494)trajik(cid:495) ise, kahraman bilinçli olduğu içindir. Gerçekten de, her adımda başarma umuduyla desteklenseydi, neden kederli olacaktı? Bugünün işçisi yaşamının tüm günlerinde aynı işlerde çalışır, bu yazgı da uyumsuzlukta bundan aşağı kalmaz. Ama ancak bilinçli olduğu ender anlarda (cid:494)trajik(cid:495)tir. Sisifos, tanrıların paryası, güçsüz ve ayaklanmış Sisifos, düşkün durumunun tüm engiliğini bilir, inişisırasında da bunu düşünür. Bunalımını oluşturan açık görüşlülük aynı zamanda yengisini de tüketir. Horgörünün aşamadığı yazgı yoktur. Buna rağmen Sisifos(cid:495)u mutlu olarak tasarlamak gerekir çünkü farkındadır çünkü tepelere doğru bilinçlice tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.(cid:495)(cid:495) diye. Her sabah sekizde kalkıp okBuula gidiyor ve bunu son on üç yıldır tekrarlıyordum. Ne için? Her sabah erken kalkıp gidebileceğim bir işim olsun Bunun için mi var olmuştuk? bemizii diğer canlılardan Saiysıirfoasn baikzldımenız daa ha kölevari yaşamlarda kullanmak için mi sahiptik?Haklıydı, aslında hepimiz birer Sisifos iken asıl dramımız bunu düşün yor oluşumuzdu. trajik değildi; aileler kuruyor, yenoir edşuyka alamr aa lCıpa msüurse bkulin pula fnalrar yapıyorduk çünkü kendimizle baş başa kalmak istemiyorduk, yalnız kalmak düşünmek demekti: Düşünmekte n korkuyor ve kaçıy k etmişti, Camus bunu yazmış ve insanı insan ile tanıştırmıştı, artık biz, kitabı okuyanlar, kaçamazdık.Şimdi anlıyordum niye kitabı okuyanların bir kısmının intihar ettiğini, kendilerini keşfetmek onlara karşı konulamaz bir keder vermişti. Tekrar ignesrai ng öotlüdrudküla, r ını, tekrar tüm bu dünyadaki varoluşun merkezinde olduklarını kendile rine kanıtlamak zorundaydılar. Bu düşünce de beni kitabın başlangıcına Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar.(cid:495)(cid:495) ile başlayan ilk cümle şöyle devam ediyordu: (cid:494)(cid:495)Bir gün (cid:494)neden?(cid:495) yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan b(cid:494)(cid:494)ıkkınlık içinde başlar. (cid:494)Başlar(cid:495), işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından tek sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. Kendini öldürmek, bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir. Yaşamın bizi aştığını anda yaşamı anlamadığımızı söylemektir. Yalnızca (cid:494)çabalamaya değmez(cid:495) demektir kendini öldürmek. Yaşamak, hiçbir zaman kolay değildir kuşkusuz. Birçok nedenlerden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar dururuz, bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır. İsteyerek ölmek, bu alışkanlığın gülünçlüğünün, yaşamak için hiçbir derin neden bulunmadığının, her gün yinelenen bu çırpınmanın anlamsızlığının, acı çekmenin yararsızlığının içgüdüsüyle de olsa benimsenmiş olmasını gerektirir. Varlığı yaşaması için zorunlu olan uykudan yoksun bırakan bu çok önemli duygu nedir? Kötü nedenlerle de açıklansa, açıklanabilen bir dünya bildik bir dünyadır. Buna karşılık, birdenbire düşlerden, ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada insan kendini yabancı bulur. Sahiden (cid:495)(cid:495) di ki en fazla? bedensel faaliyeçtalebrailnaim aya değmez miydi?Çabaladıkçain ntieh daer ğeidşeebreilkir gerçekten Aslında intihar hayata bir başkaldırma biçimi olabilirdi, kişi daha kendi ederken içlerinde çareskiezlnidi başınadurduramıyorken de hayata kafa tutabilirdi. Bu kitabı okuyup intihar edenleri düşündüm, intihar k mi vardı yoksa umut mu? Çaresizlik olduğunu düşündüm, ciddi bir şekilde hayatın (cid:494)çabalamaa yisae d, ebğirmaze zd(cid:495)a ohlad ukğaufan ay oinruanncıpa , kaçmışlardı. İntihar edecek kadar cesurlarken hayatlarını değiştiremeyip kaçacak kadar korkak olmalılardı. Sonrasınd aslında bu kimselerin intihar ederlerken içlerinde bir umutla bu kararı vdearhdai kiylerini düşünmeye başladım, öldükten sonra cennete ulaşmak i çin yaşarke n cehe nnemd e hisset mekten se özg ür irad eleriyle b u dCüannybaeyrık t Berekk eerd ip i bir yerle karşılaşmanın ya da bir hiçliğe ulaşmanın umudu...
Rana KAPLAN Tabularla Kadınlar ''Kadın'' kelimesi sadece beş harften oluşan iki heceli bir kelime değildir. Kelimenin ardına bakıldığında kadın özgürlüktür, kadın inançtır, kadın yaşamdır. Ne kadar çok sözcükle anlatılmaya çalışılırsa çalışılsın sözcüklerin anlamını hiçbir zaman tamamen anlatamayacağı bir sözcüktür kadın. Kadını anlatmak için sayısız kelime varken kimileri daha basit sözcükler seçer. Bu sözcüklerden biri namustur. Peki, namus nedir, nerededir? Yenilebilen bir şey midir? Bu namus denen şey kadının üstündeki baskıyı meşrulaştırabilir mi? Namusu olmamakla suçlanmamak için kadın ne yapmalıdır, bunun prosedürü nedir? Genel olarak toplum tarafından namuslu olarak nitelendirilen kadınlar gözü “dışarda” olmayan, evine düşkün, erkek otoritesine boyun eğen, itaatkâr kimselerdir. Kendine güvenden, inançtan uzaklaşıp korkularla yaşayan, güvencesi olmayan kadınlar ideal kadındır erkekler için. Toplumumuzdaki erkeklerin çoğu eşlerinin çalışmasını istemezler çünkü kadın ekonomik bağımsızlık kazanırsa tehlike teşkil eder. Sesi çıkmaya başlar, iletişimi kuvvetlenir ve bu erkeklerde korku yaratır. ''Ya evinden, ailesinden koparsa '' düşüncesi hâkim olmaya başlar. Kadınlardan istenilenler göz önünde bulundurulursa bu kriterleri erkekler yerine getirebilir mi diye düşünürsek eğer çoğunluk olarak hayır cevabını alırız. Erkeklerin ''Ben zaten çalışıyorum, evin işini yapsın, çocuklara baksın.'' mantalitesiyle binlerce yetenekli kadın daha bu yeteneklerinin farkına bile varmadan yitip gidiyor. Birine eş olmayı şans, bir çocuğa anne olmayı gurur, bir aileye gelin gitmeyi lütuf olarak kabul eden birine kadının kocasına hizmetçi, çocuklarına bakıcı olmadığını anlatmak o kadar güçtür ki... Oysaki kadın sadece kadındır. Ona görevler yüklemek ne kadınların ne erkeklerin elindedir. Kadın anne olmak istiyorsa olur, başkasının canı yemek çektiği için değil, kendisi yemek yapmak istediği için yapar. Birilerinin ona parmak sallamasından korkmadan, çekinmeden kendi hayatını istediği gibi yönetir. Bir kadının ailesindeki görevi hayatı aile bireyleriyle paylaşmaktır, daha fazlası değil. Toplumumuzda aile Yazar Zehra İpşiroğlu’nun da ifade ettiği gibi, ataerkil ve faşizan bir toplumun küçük bir modelidir. Kadın bu tür ailelerde tüm yükü tek başına sırtlayan bir köle görevindedir. Kitapta Michael Haneke'ın birçok filmi örnek verilerek bu görüş desteklenmiştir. Bu kadar yükü çoğunlukla tek başına omuzlayan kadın asla hak ettiği takdiri görmez. Kadın olmazsa bir aile var olamaz. Tüm yaptıkları için takdir edilmemesi bir yana, üstüne bir de hor görülür, küçümsenir. Bu durum özellikle göçmen Türk ailelerinde yaygındır. Yazarın da kitapta ifade ettiği gibi, Almanya ve Avusturya’daki göçmenlerin aile yapısında geleneksel bir aile kültürünün yaygın olduğu Türk ailesi kavramı ile Avrupa’daki modern ve kısmen kopuk aile yapısı etkilidir. Sonuç olarak bu iki kavramın arasına sıkışıp kalmış bir aile yapısı oluşur. Oradaki modern yapıya uyum sağlarlarsa hem bilmedikleri bir kültürle karşı karşıya gelmek hem de geleneklerinden kopmak zordur. Bu ikilem çoğu ailede, özellikle yabancı bir ülkede olmanın da etkisiyle Türkiye’deki geleneksel aile yapısından çok dahageleneksel, çok daha birbirine bağlı bir aile yapısı haline gelir. Kadınlar onlara biçilen tüm görevleri daha hırsla, daha istekle benimser. Genel olarak erkek çocuklarının şımartılarak ve el bebek gül bebek büyütüldüğü bu aile yapılarında ne yazık ki kız çocukları için aynı durum söz konusu değildir. Kız çocukları yürümeye başladığından itibaren hizmet eğitimi başlar. İlerde bu yükü üstlenmek için hazırlandıkları yetmiyormuş gibi ne giydiğinden nereye gittiğine, kaçta gittiğinden kimlerle döndüğüne kadar hayatının tüm olayları kontrol altında tutulmaya çalışılır. Peki, kadınlarla erkekler arasındaki fark nedir? Erkekler sadece dünya nüfusunun yarısını oluşturur fakat kadınlar hem dünya nüfusunun kalan yarısını oluşturur hem de dünya nüfusunun tamamına yaşam verendir. Kadın olmasaydı yaşam olmazdı. Yaşama biraz saygı… Kaynakça  https://tr.wikipedia.org/wiki/Zehra_%C4%B0p%C5%9Firo%C4%9Flu  https://www.evrensel.net/yazi/74631/tabular-korkular-ve-kadinlar
SADECE 5 DAKİKA… Tik, tak, tik, tak... Akıp geçiyor zaman. Yaşadığımız her dakika, geri dönüşü olmayan anlar olarak geri dönüş yapıyor. Belki de dünyanın dört bir yanındakilerle tek ortak yanımız bu: geri dönüşü olmayan her küçük an. Hepimiz bu koca dünyada aslında minik birer parçacığız; zamanın yönlendirdiği, her dakika kaderimizin değiştiği parçacıklar. Jean Chesneaux ise bize bu koca serüvenin içinde yerimizi anlatıyor.Bu konuyu ele alırken, bu akış hakkında farkındalığımızı sorgulatıyor. Her şeyin sonunda ise bu serüveni nasıl yönetmemiz gerektiği hakkında yönlendirici tavsiyeler veriyor. Sorunlar... Her gün binlerce kez yüzleştiğimiz ikilemler, yetişmeyen ödevler, çalışılamayan sınavlar, iyi geçmeyen toplantılar... Yaş farketmeksizin her gün sorunlarla karşılaşıyoruz. Hatta her gün, yepyenileri karşımıza çıkıveriyor. “Zaman her şeyin ilacıdır.” diye bir söz var. Zaman aslında sadece o anlık sorunların çözümü bence. Her gün bir sorunun yerine birden fazla sorunumuz çıkıyor.Büyüdükçe, olgunlaştıkça yeni sorunlarla uğraşıyoruz. “Bu kadar sorun sadece bizde mi var?” sorusunu büyük ihtimalle herkes soruyor kendine. Hayır, tabii ki de. Zaten zamanın, bütün sorunların bizim etrafımızda olduğunu düşünmek bencilce bir düşünce olurdu. Zaman dediğime bakmayın. Zaman, sorunlar, düşünceler… Hepsi birbiriyle bütün kavramlar zaten. Birlikte evrimleşiyorlar, siliniyorlar, unutuluyorlar, bazen de unutulamıyorlar. Biz ise bu elimize geçen zamanlarda, o anki düşüncelerimize göre sorunlarımızı çözmeye çalışıyoruz. Fakat her sorun öyle istediğimiz gibi çözülemiyor. Bazen çaba, bazen fedakarlıklar gerektiriyor, bazen ise bunların hiçbiri yetmiyor. Zaman bu yüzden değerli ya(!) Yaşadıklarımız, bizi bu güne kadar getiren her kararımız bizi sorunları çözmeye itiyor. Üniversite sınavına çalışmak gibi biraz da… Kimse sınav sorularını bilmiyor fakat o soruları çözebilmek için gece gündüz soru çözüyoruz. Bizim de bugünlere kadar gelirken karşılaştığımız her bir sorun ve çözümü, karşılaşacağımız her yeni sorunda bir adım oluyor, öncülük ediyor. Sorunlarımızda bile değil, her türlü duyguyu yaşarken geçmişimizden ders almak, hata yapmadan hareket etmek asıl amacımız. Jean Chesneaux’un da anlatmaya çalıştığı üzere başaramıyoruz. Hep aynı hataları tekrarlıyoruz çünkü biz zamanı kullanmayı bilmiyoruz. Zaman bize hükmederken biz de sanki programlara katılan konuk oyuncu gibi izliyoruz. Günümüzde zamana hükmetmeyi; işlerini yönetebilmek, her yere yetişebilmek zannediyorlar. Üniversiteye kadar belki de her sene gördüğümüz “geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman” tanımlarının anlamını unutuyorlar. Bu üç zamanı da birbiriyle bağdaştırabilen; kısaca geçmişten ders alıp şimdiki zamanda o derslere göre ilerleyen, geleceğini de buna göre düzenleyen insanlar başarılı oluyor. Zamana hükmetmeyi başaran nadir kişilerden oluyorlar. Geçmiş, şimdi, gelecek... Zaman siz ne yapsanız da geçmeye devam ediyor. Siz isteseniz de, istemeseniz de bir yolunu buluyor. Zamanın size bağlı olmaması gerçeğini de yavaş yavaş anlıyoruz, kabulleniyoruz çünkü kabullenmek zorundayız. Belki de koca dünyada istesek de engelleyemeyeceğimiz nadir şeylerden biri. Zamanın içinde olan her şeyi yeterli çabayı gösterirsek engelleyebiliriz. Her şeyin de en başında dediğim gibi “her dakika kaderimizin değiştiği”. Aslında çok basit olan 4 sözcük içerisinde belki de milyonlarca makale ile anlatamayacağımız hayat hikayeleri.Milyonlarca hayatlar... Sanırım zamanı kontrol edebilmek de böyle bir durum. Geçeceğini kabullenebilmek, fakat nasıl yönlendireceğini bilememek… Belki biliyorsunuz, belki de bildiğinizi zannediyorsunuz, belki de umurunuzda değil. Ne olursa olsun bir zamana bakış açınızı değerlendirmenin ucunda bir fayda olabilir, belki de harcayacağınız o küçük zaman, bu yazıda anlatmaya çalıştığım şeylerin öncüsü olabilir. Baran Mehmet Şimşek EEE / 21601224 Resim: http://img.cdn.turkiyegazetesi.com.tr/images/ckfiles/images/24(10).jpg Kaynakça: Chesneaux, Jean. Zamanı Yaşamak. 2015. ( Münir Cerit, Çev. ) . Ayrıntı Yayınları.
Ömer Musa Battal Hissizliğim Daimi bir şekilde veri bombardımanı altındayım. Her gün işime yarayacak veya yaramayacak pek çok bilgi çeşitli vasıtalarla önüme seriliyor. Bunun belki de en büyük sebebi içinde bulunduğum çağın getirdiği internet adındaki teknolojidir. Daha önce belki de varlığından bile haberdar olamayacağım şeyler, internet sayesinde dünyanın öbür ucunda bile olsa gelip beni buluyor. Tüm dünyayı birbirine bağlayan bu kocaman ağ, beni de kendine bağlıyor. Bilgisayar başına oturup onun başında saatlerce vakit geçirmem hiç de olağan dışı bir durum değil, sıklıkla kendimi içinde bulduğum bir durumdur bu. Fakat bu duruma gerçekten alışabildiğimi söyleyebilir miyim? Bilgisayar aracılığıyla internette harcadığım vakit beni etkiliyor mu? Gördüklerim, duyduklarım beni bir değişime sürüklüyor mu? Ne ile karşı karşıya olduğumun hakikaten farkında mıyım? Kendime bu soruları sorduğum zaman çeşitli düşüncelere kapılıyorum. Ben üzerime yığılan bütün bu veri bombardımanından çok da etkilenmediğimi düşünüyorum. Sonuçta artık o kadar çok veri ile karşılaşıyorum ki, bunlara karşı bir bağışıklık kazanmış olduğumu söyleyebilirim herhâlde. Gördüklerimden, duyduklarımdan eskiden olduğu kadar çok etkilenmiyorum. Mesela en son duygusal bir film izlerken ağladığım zamanı hatırlamıyorum bile. Okuduklarım da artık beni eskiden olduğu kadar çok etkilemiyor. Okuyorum, geçiyorum. Bir film görüyorum, izliyorum, geçiyorum. Bir konuşma yapılıyor, dinliyorum, yine geçiyorum. Artık hissizleşmişim. Duygusallık namına neyim var, neyim yoksa yitirmişim. Ben kendimi bu veri yığınının içinde kaybetmişim. Aslında maruz kaldığım bu bilgi karmaşasının beni ne kadar derinden değiştirdiğini hiç fark etmeden yaşamımı devam ettirmişim. Ne önemli, ne değil? Ne doğru, ne yanlış? Düşünme yetim çalışması gerektiği gibi çalışıyor mu, yoksa çoktan kafayı yedim de bilmez miyim? Sinan Canan isimli yazarın “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” adındaki kitabını okuduktan sonra aklımda bu tür düşünceler belirdi. Kitabın bir bölümünde maruz kalınan veri bombardımanının insan zihninde oluşturduğu etkilerden bahsediliyor. İnsanların bu veri dağının altında kalarak neyi gerçekten umursayacaklarını anlayamayacak hale gelmeleri konu ediliyor. Kitapta bahsedilenlerden derinden etkilendim, yahut en azından etkilendiğimi düşünüyorum. Belki de etkilenmediğim halde kendimi etkilenmiş görünmeye zorluyorumdur. Belki de sadece seni tamamen hissizleşmediğime ikna etmeye çalışan bilinçaltımın beni yönlendirmesi sonucunda bu satırlar bu sayfada beliriyordur muhterem okuyucu. Veya belki de sadece bu yazıyı yazıyor olabilmek için okuduğum kitaptan etkileniyor gibi görünmem lazım gelmiştir. Belki de aslında okuduğum bu kitap da beni hiç etkilememiş, her zamanki veri bombardımanının arasında kaybolup gitmiştir. Gerçekten ne hissettiğimi bilecek bir durumda olduğumdan emin değilim artık. Sadece hissediyor olabileceğim şeyleri kelimelere döküyorum. Yazmak zorunda olduğum için yazıyorum. Haleti ruhiyem ile seni de daha fazla sıkmayayım muhterem okuyucu. Zaten senin de en az benim maruz kaldığım kadar, hatta belki de ondan daha büyük bir veri bombardımanına maruz kaldığını tahmin edebiliyorum. Kim bilir bu yazıdan sonra kaç tane daha yazı okuyacaksın? Benim yazıdığım bu yazının senin üzerinde fazla bir etki bırakması pek de muhtemel değil. Hissizleşmiş olduğunu ima etmek gibi bir amacım kesinlikle yok, yazdıklarımdan öyle bir anlam çıkarmanı istemem. Sadece okuduğun onca yazıdan sonra senin de benimkine benzer bir zihinsel yorgunluk içerisinde bulunabileceğini varsayıyorum. Yazdıklarımın, onları okumak için ayırdığın vakte gerçekten değip değmeyeceği konusunda da fikir sahibi değilim. Fakat bana “Yaz!” denildi, ben de yazdım. Yazdım ve bütün bu yazı boyunca benim üzerimde oluşturduğu etkilerinden bahsettiğim veri yığınının genişlemesine bir yeni katkıyı da bu yazıyla ben vermiş oldum. Kendimle çelişmekten zevk alıyorum herhâlde. Başım ağrımaya başlıyor. Bu zihin yorgunluğundan kurtulmak istiyorum. Saatimin tik takları beynime vuruyor. Bırak beni okuyucu, uyumak istiyorum.Kaynak: Canan, S. (2015). Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler. İstanbul: Tuti Kitap
KÖŞKER 1 OSMAN KADİR KÖŞKER 21302382 BAŞAK BERNA CORDAN TURK 101-14 ÖDEV 6-2 15.12.2014 YEDİ KRALLIK, TEK TAHT İnsanların bir kısmı Buz ve Ateşin Şarkısı serisini okudu, diğer ve daha büyük kısmı serinin dizisini seyretti. Kitapları okuyan kesimde olmama rağmen bunun dizi sayesinde olduğunu itiraf etmeliyim. Dizinin yapımcıları reklamını iyi yaptığından mı yoksa dizinin konusu ilgimi çektiğinden mi bilinmez, ilk bölümü Amerika’dan birkaç saat sonra izledim. Dizinin takipçisi olduktan sonra hemen, serinin bütün kitaplarını edindim.KÖŞKER 2 Buz ve Ateşin Şarkısı serisi Taht Oyunları isimli dizisiyle son birkaç yıldır televizyonda reytingleri eline geçirmiş durumda. Kitapların senaryosunun güçlü olması dizinin yapımında senaristlerin elini güçlendirdi. Yazar George Martin en büyük ilham kaynağının fantastik edebiyatın babası Tolkien olduğunu söylese de Yüzüklerin Efendisi kadar güçlü bir kurgu ortaya koyamamış. Yüzüklerin Efendisi’ndeki kadar gerçeküstü karakterler veya olaylar bulundurmayan Taht Oyunları serisinde George Martin kitabın fantastik yönünü yeni bir ahlâkî sitem ile kurmaya çalışmış. Yazar, üç ejderha ve iki büyücüyle fantastik bir kitap ortaya koyamayacağının farkında dolayısıyla, kendi ütopyasını yeni bir değerler sistemiyle oluşturmuş. Bu sistemde, özellikle kadın ve cinsellik gibi hassas konularda yazar uçlarda geziyor. Kadınların bir obje olarak erkekler tarafından kullanıldığı çok sayıda olay bulmak mümkün. Teşhircilik ve ensest ilişki sanki gerçek hayatın doğal bir parçasıymış gibi gösteriliyor. Yazar bu tarz fikirleriyle, kitapta fantastik bir dünya havası oluşturamıyor ve ne tarafa yöneleceğini bilmeyen bir kitap ortaya çıkıyor. Her ne kadar kitapta tema açısından yanlış bulduğum noktalar olsa da kitabın yapısı konusunda eleştirecek tek bir argümanım yok. Kitabın en güzel yanı bölümlerin ayrılma şekliydi. Her bölüm farklı bir karakterin gözünden anlatılıyor. Böylece, bazen aynı olayları farklı karakterlerin gözünden görme şansını yakalayabiliyorsunuz. Bunun birinci faydası, kitabın sıkıcı olmasını engelliyor olması. İkincisi ise olayları karakterlerin bakış açısıyla izlerken, karakterler hakkında fikir sahibi olabilmek. Yazar, karakterlerin ruh hâlini lafı dolandırmadan da söyleyebilirdi. Bunun yerine okuyucudan anlamasını istiyor ve bu da okuyucu ile karakter arasında bir bağ oluşmasına yardımcı oluyor.KÖŞKER 3 Kitabın bir diğer güzel yanı ise sürükleyiciliğidir ki bu da fantastik romanların olmazsa olmazıdır. Çünkü başka türlü ansiklopedi gibi kalın kitapları bitirmek mümkün olmazdı. Kitabın konusu, yedi hanedanlığın Westeros’un tahtını ele geçirmek için birbirleriyle girdikleri mücadeleler ve bu mücadeleler sırasındaki aşk, ihanet, güç, sadakat temalı olaylardan oluşmaktadır. Yazarın en çok bilinen özelliği, okuyucular ve izleyiciler tarafından en çok sevilen karakterleri öldürmesidir; Ned Stark, Jon Stark ve Oberyn Martell örneğinde olduğu gibi. Yazar bunun yanında nefret edilen karakterleri de bir yolunu bulup okuyuculara sevdirmeyi başarmıştır, Jamie Lannister örneğinde olduğu gibi. Jamie Lannister ablasıyla ilişki yaşayan ve kralına ihanet eden bir şövalyedir. Çapulcular tarafından eli kesildikten sonra daha düzgün ve mütevazi bir hayata başlar ve yaptıklarıyla okuyucuların sevgilisi olur. Yazar, sanki bir kuklacı gibi hem kendi karakterleriyle hem de okuyucularıyla oyun oynamaktadır. Bu oyununda insanları bazen şaşırtmakta bazense hüzünlendirmektedir. Yazara bazen hak vermiyor değilim; sevdiğimiz karakterlerin ölümünü doğal karşılamamız gerekir. Sonuçta bu bir taht oyunu. Cersei Lannister’ın dediği gibi: “Taht oyunlarını oynadığında ya kazanırsın ya da ölürsün, bunun ortası yoktur.” (Martin 2009:172) Son olarak, Buz ve Ateşin Şarkısı her yönüyle güçlü bir kurgusu olan ve sürükleyici bir seri. Her sayfasında insanı şaşırtan, ağzını açık bıraktıran bir olayla karşılaşmak mümkün. Özellikle fantastik edebiyat takipçilerinin okumaktan zevk alacağı bir seri. Dokuz kitap yayımlandı, yayınlanacak altı kitap daha var yani seriye başlamak için hiç de geç değildir. Ben de herkesi Westeros’taki taht oyunlarına davet ediyorum.KÖŞKER 4 KAYNAKÇA Martin, George R.R. Taht Oyunları. İstanbul: Epsilon Yayınları, 2011
AYAZIN ISITTIĞI İNSANLAR Üzerinde bulunduğumuz coğrafya bazen öyle bir hengâmenin içine çekiyor ki bizleri; göğün mavisini, rüzgârın fısıltısını, yüzlerdeki tebessümü, gözlerdeki aydınlığı göremez hale geliyoruz. En son hangimiz toprak ile temasa geçtik, bir yol kenarında durup etrafı izledik, koşturmacayı kenara bırakıp derin bir nefes aldık? Bu sorular uzar gider. Peki, ne denli gerçek yaşamakta olduğumuz bu koşturmaca? Ya yaşamak fırsatını bulamadığımız, diğer safta bulunan, çok da uzağımızda olmayan dünya hakikatin ta kendisiyse! “Olması gereken bu” dediğimiz normatif tavırlar bizi sahte ve ciddiyetsiz bir soyut gerçeklik kafesine hapsetmekten başka bir işe yaramıyorsa! Bu sorular da uzar gider. Anadolu insanı hangi duygu ya da karakter ile ifade edilebilir diye düşündüğümüz vakit aklımıza şüphesiz pek çok güzel haslet gelecektir fakat samimiyet bunların içerisinde başka bir yerde olacaktır diye düşünüyorum. Samimiyet, modern hayatın telaşına kapılmış benliklerimizin gün geçtikçe hissetmekten uzaklaştığı duyguların da başında gelince, Kuşlar Yasına Gider, aramıza mesafe koyduğumuz ama aslen bizlere çok da uzak olmayan o dünyayı ayaklarımıza kadar getiriyor. Ankara’nın kuru soğuklarında kalbini sıcacık tutmayı başarabilmek büyük meziyetlerin başında gelir. Başkentin insanları genellikle resmi yorgunluklarından sıyrılıp, İç Anadolu havasına bürünmeyi beceremezler. Büyük şehir olmanın zararı da denebilir buna. Şehirler insanları etkiler şüphesiz; insanın özünü değil. Sıcaklığı ve samimiyeti soluklarına işlemiş, tahammülün ve saygının üzerindeki elbise gibi bedeniyle bütünleştiği insanlar vardır; alıp kutuplara koysanız duruşuyla ısıtır içinizi. Öyle babacandır. Vefalıdır da. Bir ömür gölgesine sığındığı her kim ise, onu terletmek ağır gelir böyle adamlara. Hele bir de o gölge babasıysa iş bambaşka bir boyut alır. Saygıda kusur etmemek için bin özen gösterir, kırk yıl laf işitse yine boyun büker, elden ayaktan düşmesine müsaade etmez; el olur, ayak olur. Düşüncesi başka olur ama babasının dediğine de itiraz etmez. Anadolu’da babalar en çok dağlara benzetilir. Bir dağa yaslananın derler; sırtı yere mi gelir? Yıllar geçer, yollar girer araya. Gölgesine sığındıklarından bazen mesafeler ayırır da seni, sen sonra her dağ gördüğünde hüzünlenir, her ciğerine huzur doldurduğunda çocukluğuna dönersin. Geçmişe duyduğun özlemi, ana deyip göz pınarlarına doldurursun, baba deyip içkin içkin yutkunursun. Ömür seni yaşlandırırken, onlara hiç dokunmuyor zannedersin. Bir gün bir telefon gelir, düşersin hasretini çektiğin toprakların, kokusunu çekmek için yollara. Şehirlerarası yolların davetkârlığına icabet edersin. Asfalta değen tekerler, hatıraların hatırlanmasına aracılık eder. Kimsesizliğin ürperticiliğine yalnız olarak bırakırsın suskun bedenini ve bir at eşlik etmeden duramaz sana. Sen her yollara düştüğünde, toprağın bağrını delercesine, arabanın motoruna ders verircesine, nefesini yanı başında hissettiğin bir at çıkıverir yoluna. Yoldaşlık eder sana. Gerçek ve hayal arasındaki farkı görmez, algılamaz hâle getirir insanı. Bazen bir nesneye, insanlardan daha çok ilgi duyar, ona sığınır, onun dostluğunu ömür boyu yanımızda hissetmeden edemeyiz. Herkesin farklı bağları vardır eşyalarla ve hatta öyleinsanlar tanırız ki bazılarımız; tanıdıklarımızı hatırlayınca, onunla bütünleşen nesneleri düşünmeden edemeyiz. Minibüslere âşık bir babanın ayağını kaybetme hikâyesi. Sadece şu cümlenin bile ağırlığı altında kalabiliyor kalbi insanın. Onun minibüslere olan ilgisine şahit olduğunuzu da düşünürseniz, bu ağırlık kat kat artıyor. Yaşanmışlığına kendinizi kaptırdığınız olaylar sizi daha çok etkiler şüphesiz. Sayfalarını çevirdikçe yer yer Denizli’den, yer yer Ankara’dan kokuların burnunuza ulaştığı, hüznü, sabrı, saygıyı, sevgiyi, hürmet göstermeyi ve en çok da samimiyeti derinlemesine hissedeceğiniz bir kitabı elinizde tutunca, bir yandan Özay Gönlüm diğer yandan Neşet Ertaş fısıldar kulağınıza. Ve Anadolu’yu sinesinde barındıran her insan umudu görmezden gelemez. Hüzün bu coğrafyanın kaderi gibi boy gösterse de pek çok kez, inanırsınız aydınlıkların var olduğuna, samimi insanların güneş gibi sıcak bakışlarıyla.. Yasin EKİNCİ 21602999
Farkındasızlık İnsan biyolojik özelliklerinden dolayı hem fiziksel hem de zihinsel anlamda belirli kısıtlamalara tabi bir varlıktır. Çok hızlı koşabilir ama asla bir çıta kadar olamaz; düşünme yeteneği vardır ama her şeyi her ayrıntısıyla düşünemez. Bu limitlerimize bakıp “Acaba hangisini zorlamak daha kolaydır?” diye sorduğumuzda alacağımız cevap şüphesiz ki zihinsel limitlerimiz olacaktır. Sonuçta insanın kas ve iskelet yapısı ve bu yapıların ne kadar gelişebileceği bellidir. Yapılan bilimsel araştırmalarla da ulaşılabilecek maksimum noktalar aşağı yukarı ortaya çıkarılmıştır. Örneğin bir insanın 100 metrelik bir mesafeyi koşmada sahip olduğu kas yapısının müsaade edeceği en hızlı zaman dilimi 9.48 saniyedir. Ancak zihinsel performansımız açısından belli limitlere sahip olduğumuz aşikar olsa da, bu limitlerin değerleri hala bulanık durumdadır. Herhangi birisi çıkıp dese: “Ben, dünyadaki en üstün zihinsel güce sahip kişiyim!” Bunu kanıtlamak mümkün olabilir mi? O kişinin en yüksek zihinsel kapasiteye sahip olduğunu neye dayanarak kanıtlayabilirsiniz? Hafızasının çok güçlü olmasına mı? Yoksa duygusal açıdan zekasının gelişmişliğine mi? Ya da belli psişik güçleri olup olmamasına bakarak mı? Çoğu zaman belirsizlik kötü bir şey olsa da zihinsel potansiyelimizin ulaşabileceği maksimum noktanın belirsizliği, biz insanlar için çok büyük bir ilham kaynağı olabilecek bir belirsizliktir. Zihnimizin varabileceği son durağı bilmiyoruz; düşünsel anlamda gelişebilme yolunda ilerlerken her ne kadar o son durağa geldiğimizi sansak da yanılma ihtimalimiz çok yüksek. Yani, zihnimizle ilgili keşfedebileceğimiz, geliştirebileceğimiz çok şey var. Peki önümüzde aşmak için zorlamamız gereken ve şu andaki düşünsel zenginliğimizi belki defalarca katına çıkarabilecek zihinsel bir potansiyelimiz varken biz insanlar ne yapıyoruz? Zamanımızı sevmediğimiz işleri yaparak harcıyoruz. Kendi kurduğumuz ve doğamıza aykırı olan bu dünya düzeninde itibar, para, güç gibi değersiz kaygılar peşinde koşuyoruz. İş-güç dışındaysa televizyonla, sosyal medyayla, magazinle meşgulüz. Kimin arkasından kimin ne dediğini öğreniyor, hangi futbolcunun hangi ünlü oyuncuyla gece kulübünde yakalandığını merak ediyoruz. Zamanımızı ve enerjimizi harcadığımız şu şeylere bakın! Sanki bu dünyada sonsuza dek kalacakmış gibi vaktimizi böylesine değersiz işlere harcayabiliyoruz. Durum böyle olunca da sahip olduğumuz zihinsel potansiyel yavaş yavaş kaybolmaya ve ortaya çıkarılması daha da güç hale gelmeye başlıyor. Medyanın dayatmış olduğu bu “uyuşturucu”nun etkisi altındayken de hayatlarımızdaki en yüksek öneme sahip olaylar yine medyada gördüklerimiz haline geliyor. Daha üst düzey ve daha faydalı işler hakkında düşünmektense televizyonda gördüklerimiz hakkında düşünüyoruz. Dünyada en çok televizyon izlenen ikinci ülke olan Türkiye’de, gün boyunca evde televizyon karşısında oturan kadınlarımızın kafalarındaki en büyük soru “Acaba bugün izdivaçta Fadime’nin talipleri kim?” oluyor. Gazetenin yalnızca spor sayfasını okuyan erkeklerimizse tuttukları takımın şampiyon olup olamayacağının derdinde. Ortada büyük bir problem var.Etrafımızda olan biten önemli gelişmelere karşı kafamızı devekuşu misali kuma gömmüş durumdayız. Şöyle ki; insanın düşünce dünyasındaki konular magazin, futbol, izdivaç, şıklık- rüküşlük olduğu zaman, insan asıl dikkat etmesi gereken konulardan bihaber yaşıyor. Henüz yaşanmış olaylardan bir örnekle bunu somutlaştırabiliriz: Ankara’da en son yaşanan ve 38 kişinin hayatını kaybettiği patlamanın olduğu akşam dahi ülkemizde en çok izlenen program ‘Survivor’ adlı yarışmaydı. Durumun ciddiyetini anlamak için mükemmel bir gösterge o akşamki reytingler. Ülkenin başkentinde, en kalabalık yerinde onlarca insanın öldüğü büyük bir patlama gerçekleşmiş ama insanlarımız böylesine önemli bir durumda ne olup bittiğini öğrenmek adına en azından haber kanallarını izlemek yerine rutinlerini bozmayarak yarışma programlarını izlemeye devam etmişler. Bunun adı “vurdumduymazlık.” İlk olarak zihnini geliştirmeme sonrasında zihnin yerinde sayması ve ardından medya tarafından dışı hoş ama içi boş ürünlerle doldurulmasıyla zihnin gerilemesi zincirine eklenen son ve en tehlikeli halka bu vurdumduymazlık. Medya insanların zihinsel potansiyellerini köreltiyor; etraflarında hatta hemen dibinde olan çok ciddi olayları dahi önemsemeyen bir tavır almalarına, vurdumduymaz davranmalarına sebep oluyor. Zihinsel potansiyeli körelmiş ve ortak bilinci medya tarafından oluşturulmuş bir toplumdan da içinde bulunduğu siyasi koşulları araştırmasını, analiz etmesini ve çareler üretmeye çalışmasını bekleyemezsiniz. Bireylerin sorgulama ve düşünme yeteneği körelmişse bireylerden oluşan toplum için de durum aynıdır. Sanki bizi eğlence dolu bir kumarhaneye tıkmışlar: “Zira, kumarhanelerde pencere ve saat bulunmaz. Zamanın nasıl geçtiğini bilmemelisin. Etrafında neler olduğunu merak etmemelisin. Dışarıda koca bir dünya olduğunun farkına varmamalısın.” (Sikkofield 133.) Kaynakça Sikkofield, Michael.(Demirel, Cemre.) Piyon. İstanbul: Okuyan Us Yayınevi, 2013. Baskı.
Güliz Başak Özkan Perdeler Aralanınca Boyunduruğu altında bulunduklarımızı bir liste haline getirsek ilk -ve belki de tek- üç maddesi bağlılıklar, sorumluluklar ve bağımlılıklar olurdu gibime geliyor. Bizi yerin dibine de soksalar, göğün üstüne de çıkarsalar silkinemiyoruz onlardan. Bunda da bir kötülük yok zaten. İnsan, onu dışarıdan yöneten faktörler olmadan kendi kendini yönetemez ki. İçi ne kadar karanlık olursa olsun o kişinin bir benliği vardır çünkü. Başkaları için savaşmayan kendi için savaşır bu hayatta. Aksi takdirde ise beş adım ötedeki mayını fark edemeyip yitip gider. Bu dış etkenlerin de kendi aralarında farklılıkları yok değil elbet. Vaktiniz varsa onlara da değinelim hemen. Sosyal bir hayvan olan “homo sapien”ler yaşamak için hemcinsleriyle olan ilişkilere ihtiyaç duyarlar. Metal ve betonlara kapandığımızda bile bu gerçek değişmedi. Bağlılıklarımız da bu şekilde ortaya çıktı. Vahşi doğada önem verdiğin tek kişi kendimizdik, ama hayatta kalma içgüdülerimiz köreldikçe bu ilişkilerin içeriği kendi kişisel beğenilerimize yöneldi. İttifaklardan çok arkadaşlıklar aramaya başladık. Bunun faturası ise vicdanımıza kesildi. Kırmızı iplikler belirdi yokluktan, serçe parmaklarımıza bağlandı. O ipliklerin ucu troposfere karıştı, birbirlerine dolandı, düğümler oldu, birbirini buldu. Karşımızdaki insana azaldıkça içimizde çoğaldık, her aksi yöndeki adımda peşinden sürüklendik. Böylelikle bağlılıklarımız her gün sonunda rapor sunduğumuz genel müdür oldu. Günün ilk ışıklarıyla gözünü açan insanlardan olamasam da benim de bir düzenim var sayılır. Bu düzenin ilk hamlelerinden biri kafamda bir yapılacaklar listesi oluşturmak. Şimdi düşünüyorum da bu maddelerin hepsi yerine getirmem gereken görevlerden oluşuyor. “Şunun ödevi, bunun alışverişi, oranın randevusu” diye diye güneşi deviriyorum. Hepimiz böyleyiz, inkâr edilemez bir gerçek bu. Şunun şurasında su içmek bile bedenimize karşı bir sorumluluğumuz. Minik avuçlarıyla odasını toplayan çocuğun, saksısındaki çiçeğini sulayan emekli müfettişin, beş bardak Türk kahvesini kupaya doldurup fondip yapan öğrencinin -high level fizik sınavım vardı ne yapayım- gayesinin o kadar da farklı olmadığını da anlayabilmek güç değil.Yukarıda saydıklarım iyi hoş, ama bizi yordukları zamanlar da oluyor. O durumlarda ise kendimizden iki adım uzaklaşıp soluklanmak kulağa çok cazip geliyor. Şişenin dibindeki palyaço balığı da olabilirsiniz, şişe dibi gözlüğün arasındaki burun da. Bağımlılıktan kastettiğim de bu: Bir kaçış rotası. Varılacak yer yok zaten bu rotanın ucunda, eninde sonunda ana yola bağlanacak o ara sokak. Bağlanmasa da zaten ilk bulduğun binaya toslamamak elde değil. “Bir bölüm daha.” diye diye LYS’ye bir buçuk ay kala bitirdiğim çizgi filmi örnek göstermek isterim size. Veya kütüphanede canı sıkıldıkça sigaraya çıkan hepimizin bildiği kişi. O tercih pusulası ekranda belirdiğinde, ya da isim yazıp çıktığın sınavın kapısının dibinde de yine kaçmak için Road Runner’ın dumanını sigaranın dumanına sarıp fagositoz yaparız artık. Bağımlılıkların masumiyet seviyesi olmaz tabii ama verdiği zararlara bakıldığı zaman iyi ile kötü ayrımını yapmak bir nebze de olsa kolaylaşır. Kitabımızın baş kahramanı “Glow” bir uyuşturucu çeşidi. Londra gerçekliğinin etrafına bu tatlı-acı illüzyon ve bin bir tilki kuyrukları ile sarmalanmış karakterleri gözlemlerken insanların alevlerinin kötülük rüzgârı ile usulca sönüşüne şahit oluyoruz. Uyuşturucu bütün kötülüklerin anası ise tacı da o hak ediyor demektir. Zehirli sarmaşıkları saç diplerimize bir kere sarıldı mı kolay kolay çıkaramayız o tacı. Kalın güneşlikleri çekip gölgelere karışmayı ailesinden uzakta ve arkadaş ortamından başka sırtını yaslayabileceği kimsesi olmayan üniversiteli gençler ister en çok. Korumalarımızın arasından sızan katranın kaynağı veya perdeler aralanıp da ortam tekrar güneş yüzü gördüğünde yüzeye çıkacaklar ise elinde kaçtığımız sorumluluk ve bağlılıklardan bin kat daha sert bir tasma ile bize köşeden sırıtıyor olacak.
End of preview. Expand in Data Studio

Compilation of Bilkent Turkish Writings Dataset

Dataset Description

This is a comprehensive compilation of Turkish creative writings from Bilkent University's Turkish 101 and Turkish 102 courses (2014-2025). The dataset contains 9119 student writings originally created by students and instructors, focusing on creativity, content, composition, grammar, spelling, and punctuation development.

Note: This dataset is a compilation and digitization of publicly available writings from Bilkent University. The original content was created by students and instructors of the Turkish Department. The dataset compilation, processing, and distribution tools were developed by Selim F. Yilmaz.

Dataset Information

Dataset Structure

Data Fields

  • text: The full text content of the writing

Data Splits

This dataset is provided as a single dataset without predefined splits. You can create your own splits as needed:

# Create custom splits if needed
dataset = dataset.train_test_split(test_size=0.2)
train_data = dataset["train"]
test_data = dataset["test"]

Usage

from datasets import load_dataset

# Load the latest version (v2) - default configuration
dataset = load_dataset("selimfirat/bilkent-turkish-writings-dataset")

# Access the data
for item in dataset['train'].take(5):
    print(f"Text: {item['text'][:100]}...")
    print("---")

# Create custom splits if needed
split_dataset = dataset['train'].train_test_split(test_size=0.2)
train_data = split_dataset["train"]
test_data = split_dataset["test"]

Version Information

This dataset provides multiple configurations:

  • Default (v2): Latest dataset with 9,119 entries (2014-2025) - Recommended
  • v1: Original dataset with 6,844 entries (2014-2018)
  • v2: Same as default, explicitly named configuration

Accessing Different Versions

from datasets import load_dataset

# Method 1: Load default version (v2 - recommended)
dataset = load_dataset("selimfirat/bilkent-turkish-writings-dataset")

# Method 2: Explicitly load v2 configuration
dataset_v2 = load_dataset("selimfirat/bilkent-turkish-writings-dataset", "v2")

# Method 3: Load v1 configuration (original version)
dataset_v1 = load_dataset("selimfirat/bilkent-turkish-writings-dataset", "v1")

# All methods above return the same structure
print(f"Number of entries: {len(dataset['train'])}")
print(f"First text preview: {dataset['train'][0]['text'][:100]}...")

Citation

If you use this dataset in your research, please cite:

@dataset{yilmaz_bilkent_turkish_writings_2025,
  title={Compilation of Bilkent Turkish Writings Dataset},
  author={Yilmaz, Selim F.},
  year={2025},
  publisher={Zenodo},
  doi={10.5281/zenodo.15498155},
  url={https://doi.org/10.5281/zenodo.15498155},
  version={v2},
  note={Compilation of Turkish creative writings from Bilkent University Turkish 101 and 102 courses (2014-2025). Original content by Bilkent University students and instructors.}
}

License

This dataset is released under an Academic Use License. Commercial use is prohibited. See the LICENSE file for full details.

Acknowledgments

  • Original Content Creators: Students and instructors of Turkish 101 and 102 courses at Bilkent University (2014-2025)
  • Bilkent University Turkish Department for creating and publishing the original writings
  • Dataset Compiler: Selim F. Yilmaz for collecting, processing, and structuring the dataset

Contact

For questions or issues, please visit the GitHub repository.

Downloads last month
57