Datasets:
text
stringlengths 0
17.6k
|
---|
Yılmaz Korkmaz
21400953
YORGUN VE YALNIZ
Belli etmemeye çalışsak da hepimiz ölümden korkarız. Doğaldır korkmak ölümden,
yaşam tatlıdır. Peki, yaşayacak bir şey kalmadığı zaman geriye, ne olur? Ölmek kolay gelir
belki de, peki ya hiç yaşamadıysak doyasıya o zaman ölümden daha fazla korkmaz mıyız?
Kjersti Skomsfold’un Hızlandıkça Azalıyorum adlı romanı tam da bu konuyu anlatıyor, yaşlı
ve yalnız bir kadının yaşamını gözler önüne seriyor.
Yaşlanıp hayatımıza geriye doğru baktığımızda gençliğimizi, gençlikte yaptığımız
hataları, mutluluklarımızı, başardıklarımızı ve de en önemlisi sevdiklerimizi göreceğiz. Dolu
dolu yaşanan bir hayattan geriye pek çok anı kalacak bizlere. Ancak pişmanlıklar da olacak
kuşkusuz anılarımızda. Keşke diyeceğimiz çok anımız olacak. Yaşlılığın en zor tarafı da bu
anılarla yalnız başına yüzleşmektir herhâlde. Yanında sığınacağın biri olmadan, yalnızca
kendinle baş başa kalarak geçirilen yıllardır herhâlde en zor olanı. Ölümün seni izlediğini,yakında kapını çalacağını bilerek; yapayalnız geçirilen günlerdir insanları zorlayan. Böyle bir
sonu kimsenin hak ettiğine inanmasam da insanların kendi kendilerini böyle bir sona ittiğine
inanıyorum. Gençken insanlardan uzaklaşmak, yalnız kalmak sorun olmuyor da yaşlanınca
sorun olmaya başlıyor belki de.
Çevreme baktığımda yalnız insanlar görüyorum, bu durumdan mutlu olan, kendi
kendine rahatlıkla yeten insanlar. Yine çevreme baktığımda başı kalabalık insanlar
görüyorum, bir grubun içinde bulunup asla yalnız kalmayan insanlar. Hangi tarafta
olacağımızı biz belirliyoruz çoğunlukla, kişiliğimize göre seçiyoruz yolumuzu. Kimimiz
yalnızlığı seviyor, kimimiz kalabalığı. Hızlandıkça Azalıyorum romanında gördüğüm şey ise
yalnızlığı seçen bir kadındı. Ömrü boyunca kimseyle iletişim kurmamış bir kadın gördüm
romanda, herkesten ve her şeyden kaçan. Bir insan neden böyle davranır diye düşünmekten de
alamadım kendimi. Kadın yaşadığı hayatı kendi seçmişti, böyle olmayı o istemişti ancak gene
de üzüldüm ona. Yalnız başına ölümü beklemek zorundaydı ve bu onu inanılmaz rahatsız
ediyordu. Okurken benim hissettiklerim de farklı değildi. Yalnız başına ölme fikri beni
fazlasıyla korkuttu. Çocuklarının yanında, torunlarını severek huzur içinde ömrünün son
yıllarını yaşamak varken; yalnız başına ölmek çok korkunç olmalıydı. İnsan biraz da bunu
bilerek yalnız kalmayı göze almalı. Hayat her zaman gençlikteki gibi rahat olmuyor ve insan
yaşlandıkça yanında, yakınında birilerini görmek, hatırlanmak istiyor.
Öldüğümüzde bizden geriye kalacak olan şey de yalnızca insanların zihinlerindeki
anılarımız değil midir? Bence bizi insan yapan, bizi unutulmaz kılan şey bu anılardan başka
hiçbir şey olamaz. Öyleyse yalnız olmak, insanların hayatında bir iz bırakmadan, görünmez
olarak yaşamak bize ne katkı sağlar? Sevmek, sevilmek, paylaşmak varken yalnızlık ne işe
yarar? İnsan doğası gereği yalnız yaşamak istemez, huzursuzlanırken kendini yalnız yaşamaya
zorlamak çok yanlış bir davranış gibi geliyor bana. Çevrede insanlar birbirlerini severken,
eğlenirken, koşup oynarken onları seyretmek, onlardan bağımsız tekil bir hayat yaşamak hemzor hem de gereksiz bence. İnsanları sevmek, onlardan bir şeyler öğrenmek, iletişim kurmak
varken kendi zihninle baş başa kalmak faydasız bir eylem gibi geliyor. Tabii ki insan
gerektiğinde yalnız da kalabilmeli, kendini dinleyebilmeli ancak yalnızlığın fazlasının insanı
insanlığından uzaklaştırdığına, kendi benliğini unutturduğuna inanıyorum. Gençken kendini
çok belli etmese de bu durum yaşlanınca kendini açığa vuruyor, tıpkı romanda olduğu gibi.
Hazır elimizde fırsat varken yalnızlığımızı aşmayı, insanlarla iletişim kurmayı, onları
sevmeyi ve sevilmeyi öğrenmeliyiz bence. Hemencecik bırakmamalıyız hayatın iplerini
elimizden, kaçırmamalıyız sevdiklerimizi etrafımızdan. Yaşlanıp da geriye baktığımızda dolu
dolu bir hayat, mutlu bir ömür görebilmek için yapmalıyız bunu. Hatırlamak, hatırlanmak için
izler bırakmalıyız insanların zihninde, arkamızdan iyi konuşacak insanlar olmalı hepimizin.
KAYNAKÇA
Skomsvold, Kjersti. Hızlandıkça Azalıyorum. İstanbul: Jaguar Kitap, 2014. Baskı.
http://i.on5yirmi5.com/image/2012/03/03/253431.jpg |
Kerem Kağan Çağlar
21302306
TURK 102-28
Bir Otostopçunun New York Seyir Defteri
Ne zaman bir yerde ‘gezmek’ kelimesi geçerse ardından patlatılan değişilmez sorudur; ‘Çok
gezen mi bilir çok okuyan mı?’. Bana kalırsa isteyen insan bilir bunun yolu tamamen kişiye kalmış. Bir
kişi evinde kahvesini yudumlarken bilmeyi seçerken, diğer bir kişi sırt çantasını alıp içine ne
koyduğuna bakmaksızın yollara düşmeyi seçebilir. Her zaman yapmak istediğim şeylerin başında
gelmiştir, sırtıma çantamı sağ koltuğa da bir arkadaş alıp yollara düşmek (Kısa mesafeler olarak
yaptığım bir şey tabii ama uzun yollar daha nasip olmadı). Buna ilişkin bir listem var sonuçta hangi
şehirlere, hangi ülkelere adım atmak istediğime dair. Liste biraz uzun ama ilk beş sehirin dört tanesini
ziyaret ettim şu ana kadar. Paris, Roma, Amsterdam ve Viyana. Öyle bir şehir ki o son kalan şehir
(şehir demeye insanın dili varmaz ama), ne zaman adını duysam, ne zaman bir yerde alakalı bir şey
görsem bir iç çekerim hala gidemediğim için. Adı Hollanda kolonisi iken New Amsterdam olan bu
şehrin şu an ki adı New York (Aynı zamanda bulunduğu eyalete de ismini verir).
Sorabilirsiniz tabii ‘Neden New York kardeşim, İstanbul neyine yetmedi?’ diye. Bir genelleme
yaparsak eğer benim ve akranlarımın çocukluk dönemlerimiz biraz Amerikan Rüyası ile geçti ve
baktığımız her yerde Amerika vardı; sinema, televizyon ve hatta kitaplar... Ve buralarda en çok
görünen yer ise New York olmuştur her zaman. Uzaylılar her zaman New York’u istila ederlerdi, ben
bir tane uzaylı görmedim ki Batman’ı istila etsin. Ben bir tane film izlemedim ki kıyamet Osmaniye’yi
vursun. Hal bu olunca insan atıyor bilinçaltına New York New York diye (İnanır mısınız bilmem ama
bazı insanlar o kadar atmışlar ki bilinçaltlarına, yıl olmuş 2014 New York’u Amerika’nın başkenti sanan
var).
Şu ana kadar bulunamamış olmamın bir eksisi, bu şehri kitaplardan ve yazılardan takip
etmem. Ben alıp çantamı gidemedim belki ama giden abilerimiz ve ablalarımızın yazıları hep heyecan
vermiştir bana. Buket Uzuner’in ‘ New York Seyir Defteri’ adlı eserini okudunuz mu bilmiyorum ama
her zaman bildiğimden daha farklı bir şehir sunmuştur bana. Daha detaylı ve dolayısıyla daha
heyecanlı.
Daha ilk adımınızı attığınızda başlıyor aslında bu heyecan. Malum şehrin geçmişinde çok
yaşanmışlık var. Bir 11 Eylül yaşadılar ki New Yorklular, bahsederken daha ilk günkü korkuyu
gözlerinde görebiliyorsunuz. Bu da hâliyle şimdiki dönem için ağır önlemler aldırdı. Sadece New York
değil ayrıca, bütün şehirlerinde bu önlemler var (Ben Chicago’da bavulumun elle iki kere arandığına
şahit oldum). Dikkatinizi çekebilecek ilk noktalardan bir diğeri ise, her yerde Amerikan bayrağının
dalgalanıyor olmasıdır. Cadde başlarında, dükkanların girişlerinde ve içlerinde, hatta evlerin ön
bahçesinde... bu konuda birbirimize çok benzeriz aslında, iki ülkede çok milliyetçidir ve özgürlüğü için
ağır savaşlar ve kayıplar vermiştir. Bunu unutmak ve unutturmak hiç düşündükleri bir şey değildir.Her zaman filmlerde gördüğüm bir sahne kitabı okurken de aynı şekliyle gözümde canlandı.
Metroda kitap okuyan insanlar. Kabul edelim, bizim için biraz ağır kaçan bir olay bu. Çünkü bizce kitap
okuyan her insanın fular takması, evinde mutlaka bir şöminesi olması ve sıkı bir kanyak takipçisi
olması gerekiyor. Bu konudaki tutumumuz bizi onlardan birkaç adım geri götürüyor. Bizim en yanlış
yaptığımız şeylerden birisidir, kitabı kapağına göre yorumlarız, hem de her konuda. Bu konuda
mecazdan ziyade gerçekten kapağına göre yorumladığımızı söyemek istiyorum. Türkiye’de en çok
okunan kitapların başını ‘New York Times Bestseller’lar çeker, filmi çekilmiş kitaplar çeker. Uzuner’de
bahsediyor zaten bu durumdan. Metroda insanların elinde pembe dizi kitapları ve çok satanlar yerine,
Noam Chomsky’nin eserlerine rastladığını söylemeden geçmiyor. Dedim ya kitabı kapağına göre
yorumlamayı çok severiz diye, Chomsky’nin kitaplarının isimlerine bakıncada insanın okuyası kaçar
tabii. Halk üzerinden kazanç (aslında tam bizlik kitap ama), Vahşi ABD emperyalizmi... Tamda ‘Beni al
ama arada da bi tozumu almayı unutma’ diyen kitaplar.
New York’un en çekici yanı benim için her zaman Manhattan Adası olmuştur. Odamın bir
duvarını siyah beyaz bir Manhattan silüeti süsler hatta. Küçükken mimar olmak istemişimdir hep,
annemin ofisine gidip çizim masasına oturduğumda o çizim kağıtlarına karaladığım ilk şeydi Empire
State Binası. Hâla da şu dünya da en çok sevdiğim binadır (Tamam belki komik gelebilir bir binayı
sevmem ama seviyorum işte). İşte New Yorklular da Manhattan’a bayılıyorlar, gidip gelmeleri 15
dakika sürse bile. Hatta ‘going to the city’ dediklerini söylüyor Uzuner Manhattan’a gidenlerin. Bizde
de öyle bir kullanım vardır mesela. ‘Hadi ben şehre iniyorum’ diye. Ama biz Kızılay’a iniyoruz, adamlar
Manhattan’a, biz Karanfil’de yürüyoruz, adamlar 5. Cadde’de, biz yemeğe Aspava’ya giderken onlar
Soho mu yoksa Tiffany’s mı gibi tırnak yedirten ve dudak uçuklatan seçimler arasında kalıyorlar.
Tabii bu yukarıda gösterdiğim örnek hayat herkes için geçerli olmuyor maalesef. En
basitinden Manhattan manzaralı bir ev isterseniz 94 milyon doları gözden çıkartmanız lazım.
Aklınızdaki soruyu hemen cevaplayayım. Evet bu evlerin alıcısı var. Peki New York’ta hayatta kalmak
için milyon dolarlara mı ihtiyacınız var? Tabii ki hayır. Her kesime hitap eden bu şehirde herkes
hayatta kalabilir. Wall Streetlilerin bir hamburgere 666 dolar verdiği bu şehirde bir arka sokakta 10
dolara bir ziyafet çekebilirsiniz. Bir CEO bir galaya giderken, siz bir ressamın kırık dökük bir binanın
bodrumunda yaptığı sanat galerisinde bulunabilirsiniz.
‘Dostum İstanbul, eski kocam Paris, sevgilim New York’ diyor Uzuner. Belkide bu nedendendir
ki bu kadar sıcak karşıladım New York macerasını. Benim için ise İstanbul çok sık görüşmediğim ama
her buluşmamızda kendisini yenileyip beni şaşırtan, her daim beraber yiyip içebildiğim bir arkadaş,
Ankara sevgilim ve New York’ta hiçbir zaman unutamadığım ve bir kızım olsa onun adını vereceğim
lise aşkımdır. Umarım ki o büyük ‘EVET’i söylemeden önce lise aşkımla bir fırsatım olur. Kim bilir belki
kaderim onunla olmak üzerine yazılmıştır. |
Yunus Emre Urhan
Bahar mı geldi?
Havaların ısınmaya başladığı içinde bulunduğumuz şu güzel ayda, açmaya başlayan
çiçekleri ve yeşillenmeye başlayan ağaçları gözlemledim. Tek tek düşen sonbahar
yapraklarını, siyah-beyaz bir tablo gibi birer cansız heykel gibi bitkilerin soluşunu, yere düşen
son kar tanesini hepimiz hissettik. Her birisinin bende ayrı bir görsel tat bıraktığı ve
silinmeyecek bir hatıra olduğu kesin. Denizlerin dalgasına karışan martı sesleri içimdeki
hüznü mü açığa çıkarıyor, yoksa sadece seslerden mi ibaret bu cıvıltılar? Dalgalar dertlerimi
süpürür mü? Kumdan kaleler beni içinde saklar mı?
Etrafımızda olan bitenler harekete bağlıdır. Hareketlilik yoksa hayat da olmaz.
Hareketle birlikte duygular da işin içine girer. Sonra bu hareketlere bazı duygular yükleriz
bizim olsunlar diye. Bizden bir parçayı temsil edebilsin diye. Tıpkı Pablo Neruda’nın “Ölü
Dörtnal” şiirinde geçen
“Küller gibi, kendilerini insanla dolduran denizler gibi,
batık yavaşlıkta, biçimsizlikte,
duyması gibi insanın yolların doruğundan
kesiştiğini haçlı çanların…”
dizeleri ve devamında anlattığı bu gerçeği görürüz. Sonuçta bizde bıraktıklarıyla bir anlam
ifade eder doğa. Başka bir deyişle, bizim penceremizden belli bir anlam kalıbına, duygu
bütünlüğüne sahip olurlar. Hissettiklerimizi doğaya uyarlar ve böyle aktarırız. Birçok şairin,
halk ozanının, yazarın yaptığı da budur özünde. Hayatın değişmeyen kuralları içerisinde
yuvarlanan bizler, kendimize şiirle, edebiyatla bir acil çıkış kapısı buluyoruz. Her olayın perde
arkasında olan duyguların ve bilinçaltımızın teneffüs etme, ara verme vakitleridir şiir yazma
zamanları.
Doğa bize devşiren mevsimlerde, ardı sıra kesilmeyen olaylardan sonra farklı görünür
hep. Penceremizde yeniden hayat bulan tüm bu güzelliklere rağmen hayat çok karmaşık ve
genelde trajikomiktir. Daha iki hafta öncesinde dibimizde patlayan bombalardan sonra (gerçi
bir tane bomba vardı ancak o ses hiç tek bir bomba gibi hissettirmedi) ağaçlarıngölgelerinden korkar oldum. Yani bir olayla birlikte tüm baharın neşesi içimde kaldı.
Gerçekten insanın yaşama hissini alıp götürüyor bu tür olaylar. Hareketlilik bu yönde olunca
bir yerde negatif bir etkiyi de beraberinde getiriyor. Tüm o bahar korosu bir anda korku
filminde çığlık atan bir kızcağıza dönüşüverdi gözümde. Olan biten onca şeyden sonra insan
tutunacak bir dal arıyor ve bunu ancak çimlere uzanmakla geçiştirebiliyor. Hiçbir zaman tam
olarak emin olamayacağım bu bombalardan. Paranoyak olarak yaşamıma devam ederken
aklımdan elimden geldiğince uzaklaştırmaya çalışacağım “tehlikedeyim” duygusunu.
Hayvanlarda bile tehlike anında, cana kast eden olaylar olduğunda stres hormonları devreye
girer ve sıra dışı davranışlar sergilenir. Hâl böyle iken bizden normal olmamız, hayatımıza
hiçbir şey olmamış gibi devam etmemiz beklenemez. Biz de ne yapsak diye durup
düşüneceğimize doğayı inceleyip birazcık rahatlıyoruz. Gerilen tenimizi bahar esintileriyle
gevşetiyoruz. Yasemin çayını demleyip, suyun etrafında şekilleniyoruz. Hafif bir musiki gibi
olan rüzgârın yaprakları okşama sesini, içimizdeki kulağımızla, kalbimizle dinliyoruz. Bu tür
yollarla rahatlıyoruz.
Pablo Neruda’nın o kendine has anlatımıyla Yeryüzünde Konaklama kitabında okuru
büyülediği göz ardı edilemez bir gerçek. Şiirlerin arasına dalıp kendini avutmamak, buna karşı
koymak mümkün mü? Yani gerçekten şu dizelere girip kaybolmamak mümkün mü?
“Gizlice geçer pusuya yatmış günler,
ama düşerler senin ışıktan sesine.
Ah, aşkın hanımı, dinlenişine senin
kurdum ben düşümü, sessiz duruşumu.”
Işığı algılamak ve beraberinde kederini içinde eritmek… Dizelerin bende uyandırdığı o
sarılma hissine yakın sıcaklıkla birlikte gelen mutluluk paha biçilemez. Bende yerini hep
koruyacak olan bu hisler hep bir sığınak olacak benim için. Hele ki şu paranoyak olarak
yaşadığım günler de, sevinsem mi üzülsem mi bilemediğim şu günlerde. Hele ki dertlerin dert
olduğu, günlerin geçmediği, baharın gelişine içimdeki burukluktan ötürü sevinemediğim şu
günlerde…
Kaynaklar1.Neruda,Pablo Yeryüzünde Konaklama Çev., Erdal Alova. İstanbul: Can Sanat Yayınları: 2015. |
Özçay 1
İnanç Özçay
21402317
Başak BernaCordan
Turk-101-13
6.ÖdevFinal
22.12.2014
DÜZENİBOZMAK GERÇEKTEN MÜMKÜNMÜ?
Hollywoodtarafından üretilmişfilmleringenellikleparagüdüsüyleçekildikleri
günümüzdeartıkbirgerçek. Heraklıbaşındasinemaizleyicisinin farkınavarabileceğibirdurum
buvebunuanlayabilmekiçinöyleçok dafazlabilgisahibiolmayagerek yok. Bununörnekleri
aşırıfazlamiktardaveen barizvekolaygörünenleriserihalindeolan veüstüsteyıllardaçekilen
filmlerolabilirveyadahadaspesifeetmeyeçalışırsak,süperkahramanfilmleriörnek
gösterilebilir. Yıllaröncesindenöykülerivekurgularıyazılmışsayısızsüperkahramanmevcutve
Hollywoodhersenebudipsizkuyudanbirsüperkahramanseçipdahaöncesenaryolaştırılmamış
biröyküsünüfilmyapıpseyirciyesunuyorveoldukçaazyaratıcılıklahaddindenfazlahasılatelde
ediyor. Üstelik neredeyseherfilmde,öncekifilmlearasındakısabirzaman dilimiolmasına
rağmençabucak ilerleyenteknolojiningetirildiğiyeniçekim olanakları kullanılmadan,çoğunlukla
görselveteknikselolarak birbirineçok benzeyen filmlereimzaatılıyor. Örneğin bundan yaklaşık
beşseneöncekullanılmaya başlanan3boyutlufilmtekniklerihâlâemeklemesafhasında. Biraz
dahafazlabütçeayrılıpemek harcansa3boyutluçekimlergerçekten birfark yaratacakve
izleyiciyeolağandışıbirdeneyimyaşatacakfakat bukadarteknolojik olanağa rağmen bu teknik
yıllardıryerindesayıyor.Sanat yapmanıngerçek amacından sapıpsadeceseyirciyifilme
çekebilmeyeveanlıkzevklerletatmin etmeye odaklandığıbu filmanlayışındateknikten öte
içerik olarak dahiç tatminkârsonuçlargörünmüyor. İzleyicisinefikirvedüşünceaktarmayı
başaramayan filmbencegerçekten birfilmolaraknitelendirilmemeli. Günümüz dünyasının hâlâ
trendleriarasındakendisineoldukçabüyükbiryeredinen vegüncelolan birsektörfilmsektörü,
fakat bu tarzanlayışlarsebebiyleüzerindekidikkativeilgiyisadecekendiçıkarınakullanıp
bencilcedavranmaktaöteyegidemiyor.Özçay 2
Tümbunların yanında,LordofWarisimlifilmşahanebirişbaşararak bu kötü
beklentileriboşaçıkarıyor. Hollywood’dan çıkmış,içindeadısanıbilinen birçok aktöriçeren,
misalNicholas Cage,birfilmvarkarşımızda. Filminkonusunadeğinmek gerekirse,Yuri Orlov
isimlibiradamınsilah ticaretinebaşlaması vedevamındayaşadıklarıanlatılıyor. Burayakadar
herşeynormalgörünüyor. Fakatişinilginçtarafışu:Hollywood,herkesin bildiği gibiAmerika’nın
öndegelenyapılarındanvedünyanıngözbebeğifilmkuruluşların birtanesi. Bugerekçelerle
Hollywoodtarafındaüretilen filmlergünümüz dünyasınınişleyişindeönemliyer sahibiolan bazı
sistemlerveoluşumlarafazlasözsöyleyemiyorveya söylemiyor. Diğerbirdeyişleeleştiri
kapasitesioldukçaazveböylebirişegirişirseçokfazladikkatçekeceği aşikâr. Tümbunlarbir
taraftadururken yönetmenAndrew Niccol,kapalıveya açık eleştiribileyapmaksızın,tümfilmi,
silahticaretini,silah ticaretinin dünyanın işleyişindeki yerinivebukonulardadevletlerin yaptığı
iğrenç işleriaçıkaçıkanlatarak,izleyicilerdekolaycaoluşabilecek birfarkındalık yaratmaya
adamış. Gözlerden uzak fakatbirokadardahayatıniçindevefarkınavarıldığındainsanıncanını
yakan,dünya hayatınıyönetensistemlereveinsanlaragüveninisarsanbirçok olayı olağanüstü
birbaşarıylaizah etmiş. Filmin birdiğerbaşarılıtarafıise,sonunun açık uçlu bırakılarak
anlatılmak istenenlerin veverilmek istenen mesajlarınizleyicininkendiyorumuylave
düşüncesiyleanlamasınaolanaktanımasıolmuş.Hollywood’un yukarıdabahsettiğimfilm
anlayışının yerlebiredip vesadecebunu yapmaklakalmayıpbudüzendebeklenenin tamzıddını
gerçekleştirerek sektöredamgasınavuracak nitelikleresahipbirfilm LordofWar.
Kaynakça
- Niccol,Andrew. “Lordof War”Lions GateFilms.2005. |
Erdoğan Yağız Şahin
Yeni Bir Distopya
Günümüzde kişisel gizlilikten bahsedilebilir mi? Birçok kişinin hissettiği gizlilik kaygısı aslında
hepimizde olması gereken bir şey mi yoksa bir paranoya mı? Bu ve benzeri soruları birçok kişi
2013 yılındaki NSA sızıntıları sonrasında kendisi için cevapladı, araştırmaya başladı. Saklanacak
Yer Yok, bu sızıntıların arkasındaki hikâyeyi ve sızıntı sürecini anlatıyor.
İlk bölümde NSA sızıntılarını yapan Edward Snowden’ın gizlilik ve güvenlik konusunda gazeteci
Glenn Greenwald’a verdiği talimatlar, ne kadar kolay takip edilebildiğimizi ve izlenebildiğimizi
gözler önüne sermekte ve güvenli bir iletişim için okuyucuya da bir rehber olduğunu düşünüyorum.
Kitapta yalnızca Amerikan vatandaşlarının değil, dünyadaki hemen hemen herkesin izlendiğine dair
kanıtlar ve belgeler bulunmakta fakat halen birçok kişi gizliliğimizin nasıl bir tehlike altında
olduğunu anlayabilmiş değil, nasıl bir tehlike ile baş başa olduğumuzu anlamak için herkesin bu
kitabı okuması gerektiğini düşünüyorum.
Bahsedilen belgelerin açığa çıkmasından sonra birçok kişi, topluluk yaşam tarzını buna göre
değiştirmeye başladı ve bu olayın dünya üzerinde çeşitli yeni siyasi akımların çıkışını dahi
tetiklediği görülebilir, Korsan Partiler gibi.
Günümüzde gizlilik hakkında en büyük problemlerden birinin gizliliğin canavarlaştırıldığı veya
önemsizleştirildiği olduğunu düşünüyorum. Birçok kişi telefonlarının dinlenmesini, çeşitli
otoritelerin erişebildiği bir işletim sistemi kullanmayı, tüm e-posta ve mesajlarının başkaları
tarafından okunabilmesi ihtimalinin kendisini etkilemeyeceğini düşünüyor hatta oyun konsollarının
kamerası tarafından izlenebilme potansiyelini bile önemli biri veya suçlu olmadığı için normal
gördüğünü söylüyor. Peki gerçek bu mu? Sıradan vatandaşların saklayacak bir şeyi yok mu?
Bu argümana Edward Snowden “Gizleyecek bir şeyim olmadığı için özel hayatın gizliliği umrumda
değil demek, söyleyecek bir şeyim olmadığı için ifade özgürlüğünü umursamıyorum demekle aynı
şey.” [1] diyerek bir karşılık veriyor.
Dünyanın dört bir yanına NSA(ABD Ulusal Güvenlik Dairesi) ve GCHQ(Birleşik Krallık dijital
istihbarat kurumu) tarafından izleme teknolojisi satıldığı ve bunun çeşitli ülkelerde devlete veya
hükümete muhalif seslerin susturulması ve saptanması amacıyla kullanıldığı bilinmekte. Bu gidişle
dünyanın distopik, özgürlük olmayan bir yere dönüşebileceğini düşünüyorum. Aslında bunları
George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanına benzetmek oldukça kolay, sadece tele-
ekranları kendimiz alıyoruz.
Basına sunulan dokümanlarda Facebook, Twitter, Yahoo!, Microsoft, Google gibi dev şirketlerin
NSA ile anlaşmaları olduğunu ve kullanıcılarının kişisel verilerinin hiçbir şüphe olmadan verildiğini
görüyoruz. Peki neden hayatımızı bu şirketlere teslim etmeye devam ediyoruz?
Hayatımızı bu şirketlerin servisleri üzerinden devam etmeye zorlandığımızı söylemek pek de zor
olmamalı. Facebook kullanmayan bir öğrenci ders notlarına ulaşamıyor, yurt dışına giden birisi yine
Facebook veya Google+ gibi bir platformun yardımı olmadan kolayca barınak ihtiyacını
karşılayamıyor, hayatlarımızı sosyal ağlar üzerinden yürütüyoruz, birçok kişi Whatsapp dışında bir
iletişim aracı bile kullanmamakta lakin kimse düşünmüyor, neden hiçbir maddi getirisi olmayan bu
uygulama Facebook tarafından 19 milyar dolar karşılığında satın alındı.İnsanların bir kısmı ise bu durumun farkına varıp, bu duruma alışıp kendilerine otosansür yaparak
yaşamlarına devam ediyorlar fakat kitapta da üstünde durulduğu gibi, eğer her dediğinizin, her
yazdığınızın değerlendirileceğini düşünüyorsanız artık aslında özgür bir birey olmadığınız da
söylenebilir.
Edward Snowden’ı bir 21’inci yüzyıl kahramanı olarak gördüğümü söyleyebilirim, harika bir
kariyer, yaşam, ilişki, zengin ve güzel bir hayat yaşarken bunların hepsini riske atıp bir kaçak hayatı
yaşamak zorunda kaldı ve hâlâ yaşıyor. Fakat amacına ulaştı, bir yankı uyandırdı ve fedakârlıkları
boşa gitmedi, kitapta belirtildiği üzere en büyük endişesinin bu olduğunu söylüyor Edward
Snowden. Artık gizlilik konusunda yeni bir döneme girdiğimiz söylenebilir, istihbarat çalışanlarının
bile doğruyu yapmak pahasına her şeyinden vazgeçtiğini görebiliyoruz.Yararlanan Kaynaklar
[1] Snowden, Edward Joseph. "Reddit" y.y. 21 Mayıs 2015. Web. 2 Ekim 2017. |
ÖZGÜR RUHLU YÜREKLER
7 yaşındaki kuzenimin, hayatını bundan sonra bu şekilde idame ettireceğini öğrenmemle
başladı bu filmi keşfetmem. Ünlü yönetmen oyuncu Amir Khan’ın başyapıtlarından sayılan
“Her Çocuk Özeldir” filminden bahsediyorum. Filmde ailenin disleksi hastalığıyla tanışıp,
Ishan’ın hayatla ve çevresiyle verdiği mücadeleyi konu alan bir yapım.
Dışarıdan bakınca oldukça zeki ve akıllı bir çocuk gibi görünüyordu kuzenim. İlk
bakışta konuşmalarında bir bozukluk göze çarpmıyordu. Ancak biraz sohbet edince kelimeleri
söylerken zaman zaman takıldığını sezebiliyordum. Kendisine sorulan sorular karşısında çoğu
zaman ilgisiz kalması ve kendi dünyasına dönmesi dikkatimi çekmişti. Normal çocuklar için
değersiz gibi gözüken şeyler onun için çok önem arz ediyordu. Çöpe atılacak o kadar şey vardı
ki odasında. Bizler için değersiz gözüken o ‘çöp’ diye ifade ettiğimiz şeylerle oynamaktan çok
zevk alıyordu.
Kuzenimin bu hareketleri teyzemin dikkatinden de kaçmamıştı. Ama bunun bir
rahatsızlık olduğunu bilmiyordu. Davranışlarını çocuk olmasına yoruyordu. Taki kuzenimin
öğrenim gördüğü okulun rehberlik servisine başvuruncaya kadar. Rehberlik servisindeki
danışman, kuzenime uyguladığı bazı testlerden bir çıkarımda bulunmuştu. Danışman
kuzenimde ‘öğrenme bozukluğu’ olduğunu ama kendisinin bu konu hakkında bilgi sahibi
olmadığını söylerek bir merkeze yönlendirmişti.
Artık kuzenimin bir rahatsızlığının olduğu netleşmişti. Danışmanın yönlendirdiği
merkezde kuzenime yapılan testler sonucunda ‘Disleksi hastalığı’ olduğu kesinleşmişti.
Teyzem ilk kez böyle bir rahatsızlığın adını duyuyordu. Zaten testi yapan psikiyatrist de bunun
halk tarafından çok bilinmeyen bir hastalık olduğunu ifade etmişti. Bu hastalığın tedavisinde
en önemli faktörün aile olduğunu belirtmişti. Peki neydi bu disleksi dedikleri hastalık?
“Disleksi dinleme, konuşma, okuma, yazma, akıl yürütme ile matematik yeteneklerininkazanılmasında ve kullanılmasında önemli güçlüklerle kendini gösteren bir öğrenme
bozukluğudur. lkokula başlayan disleksili çocuklarda eğitim alabilecek zihinsel gelişim henüz
tamamlanmadıgı için okuyamazlar, yazamazlar ve matematiksel işlemleri kavramada zorluk
çekerler. Ancak bu onların zeka düzeylerinde bir sorun olduğunu göstermez.”1 Evet kuzenimin
zeka düzeyinde bir sorun yoktu hatta yapılan IQ testinde 110 puan almıştı.
Toplum tarafından çok bilinmeyen bir hastalık disleksi. Hastalığın anlaşılmasındaki
zorlukların yanısıra insanların bilinçsiz davranışları da tespit edilmesini zorlaştıran bir etken.
Ailelerin konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaları, maddi imkansızlıkları,
ihmalkarlıkları vb. sebeplerden dolayı bu durumda olan bir çok çocuk maalesef hayatını zor
şartlar altında devam ettirmektedirler. Genelde bu çocuklar insanlar tarafından yaramazlık
yapan, aşırı hareketli ve şımarık tipler olarak değerlendirilmektedir. Bu da hastalığın tespitini
zorlaştırmaktadır. Oysa toplum bu konu hakkında sivil toplum örgütleri ve devlet tarafından
yapılacak konferanslar, seminerler, paneller, tanıtım spotları vb. faaliyetlerle bilgilendirilsse bu
hastalıkla mücadele eden çocuğun ve ailesinin hayatları daha yaşanabilir bir hale gelecektir. Bu
bilgilendirmeler sonucunda toplumdan dışlanmış, aptal, geri zekalı olarak düşünülen bu
çocuklar, aileleri tarafından desteklenerek topluma kazandırılmış olacaklardır.
Aslında film fazlasıyla ilham veriyor. Küçük noktaları yakalamak lazım. Hiçbirimiz bu
tür hikayelere yabancı değiliz. Anlamak gözlemlemek için disleksi olmamıza veya birinin
olmasına gerek yok. Yaratılış itibariyle her insan farklı yaratılmıştır. Oysaki bizler hep belli bir
kalıba, belli bir standarta sokmak istiyoruz. Tıpkı Ishan’ın hastalığına rağmen ailesinin
beklentiye girmesi gibi. Hepimiz zeki olalım, leb demeden leblebiyi anlayalım istiyoruz. Daha
da ileriye gidip, çocuklarımızın mesleklerinden tutun da, en basit meseleye kadar bir kalıp ve
1 http://bilheal.bilkent.edu.tr/aykonu/Ay2003/september03/disleksi.htmlkült içine sokmaya çalışıyoruz. Oysaki çeşitlilikler hayatımızda birer renktir. Özümüzde sahip
olduğumuz iç derinliklerimizle beraber hepimiz aynı evin farklı odaları gibiyiz.
Toplumun dışladığı, hor gördüğü, aptal yerine koyduğu bu çocuklar bizim çocuklarımız.
Onlar diğer akranları gibi kendilerini ifade edemeseler de özel eğitimle bu eksikliklerini
giderebilirler. Kim bilir belki de gelecekte dünyaya yön verecek başarılı birey olabilirler. Tıpkı
Albert Einstein, Leonardo da Vinci, Tom Cruise gibi.2 Dünyayı renklendirecek, aydınlatacak
özgür ruhlu yürekler. Yeterki bu şansı onları verelim.
RÜŞTÜ MESUT ESER
2 http://bilheal.bilkent.edu.tr/aykonu/Ay2003/september03/disleksi.html |
Egemen Karaca
22102695
BEŞİKTEN MEZARA: YALNIZLIĞIN GÖLGESİ
Gözümüzü dünyaya ilk açtığımız andan itibaren hayat denen
senaryosu belirsiz tiyatroya birileri oyuncu olarak giriyor. Annemiz ve
babamız gibi kişiler çoğunlukla sahnede bir şekilde bulunurken sınıf
arkadaşlarımız gibi kişiler ise figüran misali kısa rollerini oynayıp
sahneyi terk ediyorlar. Başrol, yani hayatın sahibi olan biz,
etrafımızdakilerle hep bir temas hâlindeyiz. Bu, oyuncu listesindebirçok kişinin olduğu izlenimini verse de bize o oyuncu listesinde tek
bir kişi vardır: kendimiz. Gün gibi ortadadır sahnedeki sahte kalabalığa
bakarak görmezden geldiğimiz yalnızlığımız. Ondan kaçabiliriz ancak
saklanamayız. Stańczyk tablosundaki soytarıyı da bulmuş olmalı bu
yalnızlık ki balodakiler şen şakrakken kendisinin yüzünden
yüzleşmenin verdiği acıyı okumak işten bile değil.
Hayat birçok yerde bize fısıldar aslında tek başımıza olduğumuzu.
Ortaokuldaki arkadaş grubum beni dışladığında hissettim ilk defa
hayatın nefesini kulağımda. Bel bağladığım, dost bellediğim
arkadaşlarım benden uzaklaşmayı tercih ettiler. Bugün baktığımda
onun bir fısıltı olduğunun farkında olsam da o yaşta kulaklarımı
parçalarcasına atılan bir çığlık gibiydi bu. Sanki kafamın içi boş bir
konferans salonuydu, yalnızlık yankılanıyordu. Boş bir parkın hüznünü
yaşıyordum iliklerime kadar. Teyzemin yaptığı, o çok sevdiğim
karnıyarık artık tat vermiyordu. Nereye otursam âdeta transa
geçiyordum. Gökyüzüne baktığımda gördüğüm yıldızların hâlinden
anlar olmuştum. Çocukken yaşadıklarım yıllar sonra o kadar ağır
gelmese de yaş aldıkça deneyimler de ağırlaşıyor. 19 yaşında bir
delikanlı olarak annem tarafından evden kovulduğum gün yalnızlıkla
karşılıklı oturduk. Kendisini daha iyi tanıdım. O günden sonra bir
karabasan gibi çıkıverir oldu. Tanıştıkça daha rahat davrandı. Artık
girerken kapıyı dahi çalmıyordu. Hayatımın ipleri onun elinde gibi
hissediyordum. Kafasına estikçe uğruyor, travmalarım kabuk
bağladıkça kazıyarak yeniden kanatıyordu. Ondan uzak durmak için
türlü alışkanlıklar edindim. Dövüşmeyi öğrendim mesela. Kum torbası
yerine yalnızlığı hayal ederek vuruyordum. Onu pataklayarak
yormalıydım ki hayatımdan defedebileyim. Ama nafileydi. Ben onu
ittiğimi sanarken aksine daha da çok kendime çekiyordum.
Bundan beslendiğini anladığımda çarenin inatlaşma olmadığını
anladım ve başka yollar aradım. Birden şu soru aklıma geldi: madem
bu yalnızlık denen meret ömürlük yol arkadaşım, arayı iyi tutmam
gerekmez mi? Bu sorunun ardından bir aydınlanma yaşadım
diyebilirim. Issız bir adada define bulduğunu sanan biri gibi çözümü
bulduğumu hissetmiştim. “Hayatta olması gerekenler yoktur, sadece
olanlar vardır.” mottosunu benimsemeye başladım ve olanları kabul
etmeye çalıştım, yalnızlık gibi. Barıştık sayılır. Eskiden yalnızlık denenderde derman arardım, dermanım derdim oluverdi birden. O kadar da
kötü değilmiş sahi. Bazen yalnız olduğum için sevindiğim bile oluyor.
Yaşam yolunda yalnız olduğumu içselleştirdikçe kendime yaslanmaya
başladım ve kendime yaslandıkça daha dik yürür oldum. Dertler üst
üste binip çığ gibi üzerime yığıldığı zamanlarda kendi içime
dönüyorum ve deşarj oluyorum çünkü artık dışarıdan bir şeyler
beklemiyorum. Gücü kendimde topluyorum.
Şöyle bir geriye dönüp baktığımda yalnızlık ile aramda çalkantılı
bir ilişki olmuş. Kabul etmeliyim ki küçüklükten başlayan hayatın
yalnızlık fısıltısı beni çok yordu. Ancak onunla yüzleşmek, onu dost
gibi kabul etmek derin bir iç çektirdikten sonra üzerimdeki yorgunluğu
aldı sayılır. Yalnızlık hayatın özü, bundan kaçış yok. Didişmek yerine
onunla barışmak içime güç kazandırdı. Artık küçük şeyleri kendime
sorun etmiyor, bunları hayatın bir parçası olarak kabul ediyorum
sadece. İhtiyacım olanın insanların şefkati değil kendi iç sesimi
olabildiğince yüksek sesle duymaya çalışmak olduğunu idrak ettim.
Bu şekilde çözülemeyecek hiçbir sorun olamayacağını düşünüyorum.
Kaynakça
Matejko, Jan. Stańczyk. 1862. Resim |
Alptekin Öksüz
Çoktan Gitmişsin
“Sesin kapıyı çalıyor sandım
Senin sesin ağır
Boşluğun koyu
Ben şimdi hangi semtin
Gözlerine bakacağım
Şaşırdım
Ben şimdi hangi evin
Gözlerine baksam
Boş
Benden çoktan taşınmışsın.”
En çaresiz hissettiğiniz anı hatırlıyor musunuz? Her şeyi yapmaya hazırsınız ama yapacak bir
şeyiniz kalmamış. Sanki sıkıca tuttuğunuz balonun ipi bir anlığına elinizden kaçmış, tutmak için
zıplıyorsunuz ama her zıpladığınızda sizden daha çok uzaklaşıyor. O saatten sonra sadece izliyorsunuz.
Onun geri gelmeyeceğini biliyorsunuz ama gelir diye arkasından bakmaktan da alıkoyamıyorsunuz
kendinizi.
Kendimi gerçekten çok çaresiz hissettiğim anlardan birisiydi Haydar Ergülen’ in bu şiirini okumam
benim için. Kabul etmek istemediğim bir gerçeği fark etmemi sağladı. Artık hayatımda olmayacak birinin
yokluğunu kabul etmek gerçekten çok zor. Her gün onu görmeye alıştıktan sonra şimdi onsuz ne
yapacağım gerçekten bilmiyorum. İnanmak istemiyorum onun gittiğine. Hala onu göreceğimi sanarak
çıkıyorum evden. Ondan gelecek bir mesajı bekliyorum. Onun sesine benzeyen sesler duyunca kalbim deli
gibi çarpıyor. Her yerde onu arıyorum ama onu görürsem ne yapacağımı bilmiyorum. Onu gerçekten çok
seviyorum ama geri dönse bile yeniden gideceğini biliyorum. Sevmek her zaman yeterli olmuyor. Birini
deli gibi seviyorsunuz ama bu birlikte olmak için yetmiyor. Ona her şeyi vermek istiyorsunuz ama sevginiz
dışında verebilecek bir şeyiniz yok. Kendinizi çaresiz ve değersiz hissediyorsunuz. Sevginizin hiçbir gücü
kalmamış onun üzerinde ve bunu siz düzeltemezsiniz. Onun için herkesi, her şeyi karşıma aldım. Tek
gerçeğim, yuvam olmuştu o benim için. Şimdi nereye gideceğimi bilmiyorum. O evden çıktım ama yolumu
kaybettim. Ondan ayrıldığımda, sanki evden oynamak için çıkıp da kaybolmuş bir çocuk gibi olduğum
yerde bekliyorum. Belki beni bulur diye. Ama o beni bıraktığının farkında bile değil. Ben hala gittiğini
kabul edemezken o çoktan başkasına kapılarını açmış. Ona geri dönemiyorum ama sadece ona çıkan
yollarını bildiğim için başka bir yere de gidemiyorum. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Hala onun
dertlerini düşünüyorum. Yarına yapması gereken ödevi hatırlatmak ya da sınavına çalış diye uyarmak
istiyorum ama yapamıyorum. Niye aklımdan bunlar geçiyor hala bilmiyorum.Bir gün onun beni artık sevmediğini kabul edeceğim. O zaman her şey daha farklı olacak.
Kendime gidecek bir yer bulacağım. Artık ağlamayacağım sonrakiler için. Kimsenin beni bu kadar
üzmesine izin vermeyeceğim ya da kimseyi kendi evim gibi benimsemeyeceğim. Gidebileceğim başka bir
yer olacak her zaman. Bir daha kimse bana bu kadar çaresiz hissettiremeyecek. Yine hayatıma birisi
girecek ama her an gidebilecekmiş gibi seveceğim onu. Kendimi kimseye, hiçbir yere ait
hissedemeyeceğim artık. Belki de böylesi daha iyidir bilmiyorum. Hata yapmadan öğrenemeyiz. Benim en
büyük hatam bu kadar sevmek olacak sanırım. Kimseye bu kadar bağlanmamam gerektiğini öğrendim.
Kimseye kendimi bu kadar açmamam, yaralarımı göstermemem, korkularımı anlatmamam gerektiğini
biliyorum artık. İyi günümde yanımda oluyorsa olsun, kötü günümde ben kendi başımın çaresine
bakarım. Eğer bu günleri yalnız atlatabilirsem, sorunlarımı yalnız çözebilirim demektir.
Biliyorum hiç kolay olmayacak, hiçbir zaman kabul edemeyeceğim. Ama bunu yapmam gerekiyor.
Kendim için, beni sevenler için. Artık onu bırakmam gerekiyor. Onun artık yanımda olmayacağı gerçeğini
fark etmem gerekiyor. Ondan sonra kendi hayatımı yoluna koymaya başlayabilirim. Hemen olmayacak
tabii ki bunu biliyorum ama kabul etmezsem hiçbir zaman başlayamam. Belki siz de yaşamışsınızdır bunu.
Hayatınız bir an için durmuştur. Benim kadar çaresiz hissetmişsinizdir. Nasıl aştınız, nasıl unuttunuz o
günleri o kadar merak ediyorum ki. Biliyorum ilerde ben de hiçbir şey hissetmeden hatırlayacağım onu.
Sadece biraz zaman gerekiyor bunun için.
Kaynakça
Ergülen, Haydar. Öyle Küçük Şeyler. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2016 |
Bartu Özcan
BEŞ DUYU
Hepimiz bu dünyada duyularımız sayesinde yaşıyoruz. Benzin istasyonlarının boğaz
yakan kokusuyla, gece içine girdiğimizde içimizi üşüten yorganın soğukluğuyla, çikolatanın
o dilimize mutluluk saçan tadıyla, her duyduğumuzda bizi hüzünlendiren o şarkının tınısıyla,
o çok güzel küçük çocuğun gözlerinin görüntüsüyle varız. Hayatımıza anlam katan, devam
etmemizi sağlayan duyularımızla algıladıklarımız aslında. Bizi mutlu eden şeyler de bunlar.
Mesela ben kendimi koku duyusu olmadan hayal edemiyorum. Bütün anılarım, aşklarım,
hissettiklerim ve geride bıraktıklarım hep kokuyla kayıtlı zihnimde. Duyduğum her koku bana
farklı bir zamanı, anıyı hatırlatıyor. Aynı şekilde geçmişte yaşadıklarımı düşündüğümde o
kokuları hissediyorum. Ben tek bir duyuma bile bu kadar bağlıyken tüm duygularımdan
birden vazgeçmek çok korkutucu bir fikir. Yeryüzündeki Son Aşk filmi işte bahsettiğim, bütün
duyuları kaybetme durumunu ele alıyor.
Ben kokulara bağımlı bir insanım. Ama bence aslında herkes biraz öyledir. Koku
duygusunun hafızayla çok güçlü bir bağlantısı var. Mesela sevdiğinizin kokusu sizi duygudan
duyguya sürükler. Hem en mutlu olduğunuz hem de en çok acı çektiğin zamanları hatırlatır.
Midendeki kelebek, boğazındaki düğüm karnına atılmış o yumruk duygusunu sana hatırlatan
hem o insanla ya da anılarla özdeşleştirdiğin kokulardan kaynaklanıyor. Filmde bütün
duygular sırayla, parça parça yok oluyor. İlk kaybolan duyu da koku oluyor. Belki de en yıkıcı
etkiyi yapan da bu oluyor. Koku duyularını kaybetmeden hemen önce insanlar onları çok
etkilemiş olan anılarını hatırlayıp sinir krizine giriyor. Aşık olduğun kişinin, annenin,
çocuğunun ya da en sevdiğin çiçeğin, çikolatanın kokusunu son kez duyuyor olma fikri insanı
dehşete düşürüyor. Belki de kokusunu kaybetmek sevdiğimiz o şeyleri de kaybedebileceğimiz
yanılgısına düşürüyor bizi. O kokuyu kaybetmekten korkuyor, sevdiklerimizin kokusundan
uzaklaşmak istemiyoruz.
Mesela âşık olduğun insanın yüzü senin için yeryüzündeki en güzel görüntü olabiliyor
bir anda. Gerçekte nasıl göründüğünün, toplumun onu nasıl algıladığının ve başka insanların
onu güzel bulup bulmadığının hiçbir önemi olmuyor senin için. Sevdiğin için çok güzel
geliyor o sana. Gözlerini kapattığında gördüğün görüntülerdir aslında seni etkilemiş olanlar.
İşte sevdiklerinin yüzü, aldığın bir demet çiçeğin görüntüsü, dalıp gittiğin o manzara gece
uyurken bile gözünün önüne gelenlerdir. Filmde görme duyusu ancak sevdiğin insanı
gördüğünde yok oluyor. Bir bakıma, gördüğün en son şeyin sevdiğinin yüzü olması çoğu
insanın hayali. Ama bir yandan dünyada veda etmesi en zor olan görüntüye kapatıyorsun
gözlerini.
Kaybedilen başka bir duyu da dokunma. O kadar zor ki karşındakine sarılamamak.,
ihtiyaç duyduğunda birinin seni kollarına aldığını hissedememek. Karşındakine dokunmak,
eline küçük bir dokunuş bile olsa samimi olduğunun, yanında olduğunun önemli bir
göstergesi bence. Bundan mahrum kalmak oldukça zor. Tam karşında duran insana dokunmakBartu Özcan
isteyip dokunamamak, sarılmak isteyip sarılamamak insanın içine oturur. Sevdiğin insanı
öpememek aynı anda hem çok yakın hem çok uzak olmak gibi. Birbirine güven ve huzur
verememek demek.
Bütün duyuların birer birer kaybolduğu bir dünyada iki ruh tanışıyor. Susan ve
Michael duyularını yavaş yavaş kaybederken bile aşkı var olduğunu kanıtlarcasına seviyorlar
birbirlerini. Kokusunu sürekli alamadığın, gözlerindeki ışığı göremediğin, sesini
duyamadığın, ortak şarkılar paylaşamadığın, dokunamadığın birine de delicesine âşık
olabileceğini, paylaşacak bir şeyler bulabileceğini gösteriyor. Varlığımızı sağlıyor dediğimiz o
duyular olmadan da tutunabildiğini gösteriyor film. Ben hala kendimden emin değilim. Hala
bana sanki duyularımı kaybettiğimde aynı insan olarak kalamayacağım gibi geliyor. Ama
demek ki duyularının yokluğuna bile katlanmanı sağlayacak insanlar girebiliyormuş hayatına.Bartu Özcan |
BENLİK OKYANUSUM
Benlik okyanusumda kendimi boğulmaktan nasıl alıkoyabileceğimi gün geçtikçe daha iyi
öğreniyorum sanki. Tecrübe ettiğim her olay, içinde istemli veya istemsiz bulunduğum her
durum bana bünyemde barındırdığım ve yalnızca benim görüp, duyup, hissedebileceğim
farklı insanları tanıma fırsatı sunuyor. Özellikle de tatsız olan tecrübeler. İşte ben onları çok
seviyorum. Çünkü her tatsız tecrübeden sonra mutlaka farklı bir ben ile tanışıyorum. İşin bir
diğer güzel tarafı, tanıştığım bu benliklerim hiçbir zaman terk etmiyorlar beni. Bir daha
gitmemek üzere katılıyorlar benlik ekibime. Kimisi gudubet oluyor biraz, ara sıra çatışıyoruz.
Gudubetler, kavgacılar ama tansiyonumu kontrol edebilmeyi öğretiyorlar bana. Bir insan
kendi içinde nasıl sağa sola kan sıçratmadan çatışır, bunu çok güzel öğrendim sayelerinde.
Kimisi de oldukça duygusal ve naif oluyor, sanki bir kedi yavrusunun insan vücuduna
uyarlanmış hâli gibi. En çok onlara üzülüyorum. Sevilmediklerinde çok mutsuz oluyorlar, bir
köşede öylece yastıklarına sarılmış oturuyorlar. Bir dokunsan ağlarlar hani, o derece. Çoğu
zaman dokunmaya gerek kalmadan ağlıyorlar. Keşke diyorum, içimde gizli kalmasanız da
sevgi, şefkat görebilme şansınız olsa. Bazen tercüman olmaya çalışıyorum içimdeki insanlara,
fakat insanların bu dili çoktan unuttuğunu görüyorum. Belki de unutmuş numarası
yapıyorlar, orasını pek bilemiyorum. Özellikle duygularını ve içlerindeki şefkati saçma bir
şekilde mühürleyip herkesten delicesine gizleyen insanları hiç anlayamıyorum. Sanki sevmek
ve sevilmek için yaratılan onlar değiller, kendini başka insanlara kapatmak da büyük bir
marifet.
Sylvia Nasar’ın “A Beautiful Mind” isimli kitabından beyaz perdeye aktarılan yine aynı
isimli filmde baş karakter olarak rastlaştığımız John Nash bana bu hususta çok önemli bir
pencere açtı. Benliğimiz tarafından oluşturulan ve beraber yaşamak zorunda olduğumuz
birbirinden farklı karakterlerin evcilleştirilmesi ve hayatımızın sonuna dek onlarla barış içinde
yaşayabilme fikirleri bana bir nevi ütopik gelirdi önceleri. Ama şimdi sanırım bu yetiyi
kazanmaya başladım, bir başka deyişle ütopyama doğru tam gaz gidiyorum. Aslında
hepimizin içinde birden fazla hatta belki de onlarca farklı karakter yer almakta. İnsanlar ise
yalnızca aynada gördüklerine odaklanıyorlar, kendilerini bir tek o zannediyorlar. Ama değiliz,
aynada gördüğümüzden çok daha fazlasıyız. İnsanların içindeki karakterler birbirleriyle uyum
içerisinde yaşayan karakterlerse pek farkında olmuyorlar çünkü kendi içlerinde ciddi
çatışmalar yaşamıyorlar. Barışın ve sükunetin hüküm sürdüğü bir yerde insanlar her an
tetikte olmaya ihtiyaç duymaksızın yaşamaya alışırlar. Eğer içinizde ciddi anlamda birbirine zıt
karakterlerle yaşıyorsanız, bu çatışmalar devamlı büyük depremler doğurabiliyor ruh adı
verilen o yirmi bir gramlık benlikte.
İşin püf noktasıysa depremle yaşamayı öğrenebilmek, ruhu ve içindeki karakterleri
evcilleştirebilmek. Tıpkı John Nash’in yaptığı gibi, onları zararsız insanlara evriltmek. Elbette
bu hususta destek görmek çok önemli. John’ın eşi Alicia bu konuda benim için büyük bir
sembol. Çoğu zaman sırtımı sıvazlayacak bir ele ve gözlerime bakıp her şeyin düzeleceğini
sessizce haykıran bir çift göze haddinden fazla ihtiyaç duymuyor değilim. Ancak çoğu zaman
koskocaman içsel bir yalnızlıktan başkası olmuyor bizleri dikenli kollarıyla buz gibi bağrına
basan. O dikenli kollardan, buz gibi bağırdan kurtulur gibi oluyoruz bazı zamanlarda. Anın ya
da insanların o sahte büyüsüne kapılıp farklı dünyalara yol alıyoruz tıpkı rüzgâr tarafındansürüklenen aciz bir poşet gibi. O rüzgâr eninde sonunda duruyor. Kendimizi farklı hatta çok
alakasız yerlerde buluyoruz, belki de hiç istemediğimiz kadar. Bas bas bağıran bir yalnızlığın
merkezinde. Düşe kalka bir yolunu buluyoruz sonraları, toparlıyoruz kendimizi. Dersimizi
aldık sanıp artık daha sivri bir insan gözüyle bakıyoruz aynada gördüğümüz yansımaya.
Hâlbuki daha kapımızda bizi bir sürü fırtına bekliyor, kestiremiyoruz. Yalnızlık bu kısır
döngüye yem olarak atıyor bizi her seferinde. Ne kadar güçlü olduğumuzu sanarsak sanalım,
yalnızlık eninde sonunda bütün benliklerimizin elini kolunu bağlıyor, benlik okyanusumuzu
kurutuyor.
KAYNAKÇA
Sylvia Nasar (Yazar). A Beautiful Mind. (Kitap)
Ron Howard (Yönetmen). A Beautiful Mind (Film). Amerika Birleşik Devletleri. 2001 |
MASKELERİMİZ
İnsanın kendisi gibi olması ne kadar zordur? Ya da insanlar kendi kişiliklerini yansıtmaktan bu
kadar mı korkarlar? Gerçek yüzümüzü gösterdiğimizde gerçekten iyi niyetimiz suistimal edilir
mi ki biz kendimiz gibi olmaktan çekiniriz? Veya korktuğumuz şey yargılanmak mıdır? Aslında
bunların hepsi başka maskeler ardına saklanmamızın esas sebepleridir. Neden saklanırız bu
maskelerin ardına bunu biz bile bilmiyoruz aslında. Sadece ihtiyaç duyuyoruz ve ihtiyacımız
doğrultusunda hayatımıza şekil veriyoruz. Kendimizi saklıyoruz, kırılmaktan, incinmekten
korkuyoruz. Duygularımızı ve düşüncelerimizi değiştirmek zorunda olmamamıza rağmen
değiştiriyor ve insanlara kendimizi öyle tanıtıyoruz.
“Müstehcen bir yalan her zaman asil bir hakikate baskın çıkar.” (sf:114) Yalan söylemek ya da
o yalanı devam ettirebilmek çok zordur aslında. Bir maskenin ardına saklanarak bir kişilik
yansıtmak da en az onun kadar yorar bizleri. Sonuçta olmadığın biri gibi davranmak ne kadar
kolay olabilir? Bir nevi yalan sayılabilir belki, o kişinin özelliklerini, düşüncelerini hep aklında
tutman ve fire vermemen gerekir. Bunu devam ettirebilmek büyük bir istikrar gerektirir.
Söylediğimiz yalanların ortaya çıkıp bize olumsuz bir şekilde geri dönmesi ise kişiliğimizi
ortaya sermekten daha korkutan bir durum olmalıdır bizleri. Çünkü bu bizim insanlar
arasında kabul görmek için kendimizden ödün verdiğimiz kişiliğimizin daha çok hasar
görmesine sebep olur. Bu maskeler sadece zayıf yönlerimizi saklamaya yarıyor belki. Evet
ben dahil herkesin maskesi var bu dünyada. Kimi özel hayatımızda taktığımız, kimi bir iş
görüşmesinde veya en basitinden kimse sormasın diye mutsuzken mutlu görünme maskesi.
Neden bu kadar korkarız peki kendimizi
göstermekten? Örneğin zengin veya çok
akıllı olmasak gerçekten dışlanır mıyız
toplumdan? Lüks bir araba veya pahalı
eşyalarımız olmadan yaşayamaz mıyız?
Aslında klişedir ama mutlu olmadıktan sonra
bunların hiçbir anlamı yoktur. Arabamız,
telefonlarımız, giydiklerimiz değildir bizi biz
yapan. Özellikle sosyal medyanın çok geliştiği
şu yıllarda kendimizi insanlara olmadığımız
biri göstermek en büyük hobimiz haline
geldi. Aldığımız her şeyi başkalarına
göstermek için alır olduk. Bu nesneler bizi
mutlu etmesi gereken eşyalarken, başkalarına gösteriş için ortaya koyduğumuz eşyalar
olmaya başladılar. Eskiden çocuklara uslu durdukları ya da doğru davranışlarda bulundukları
için alınan pahalı hediyeler şimdi değerini yitirmiş sadece şımarıklıkları yüzünden veya
ağlamaları dursun diye alınıp, çocuğun kıymetini bilmediği eşyalar oldular. Sadece kendimizi
değil eşyalarımızın da anlamlarını değiştirdik. Kendimizle yetinmedik onlara da maskeler
takar olduk.Kitapta Bayan Kathie de Hollywood için taktığı maskesinin ardında oldukça yorgun bir kişilik
barındırıyor. O maskesiyle bile olsa ondan asla vazgeçmeyecek olan Hazie ise onun gerçek
kişiliğini bilmesinin yanında zayıf yanlarını da görüyor ve o zayıf yanlarından dolayı ondan
kendini soyutlayamıyor.
Bunu sağlayabilen asıl sebep de aşk aslında. Âşık olduğumuzda ya da birini çok sevdiğimizde
onlara karşı bütün duvarlarımızı indiriyoruz. Belki bir de güven ekleniyor buna. Sevgi ve
güven bir araya geldiği zaman o herkeslerden sakladığımız benliğimizi her şeyimizle önlerine
seriyoruz. Çünkü sevgi ve güven edinebileceğimiz ya da hissettiğimiz en masum duygular bir
başkasına karşı. Belki de bu yüzden insanların uzun süreli insan ilişkilerimiz bozulduğunda
kendimizi en büyük boşluklara atılmış hissediyoruz. Bütün sırlarımızı, benliğimizi anlattığımız,
karşılarında en savunmasız olduğumuz insanlar bu ilişkilerimiz bittiği zaman kendileriyle
birlikte bizden parçaları da beraberlerinde götürüyorlar.
Aslında bütün suçlu biziz bir noktada. Kendimizi bu kadar koruyup sakınmasak çevremizden
ne yalana ne de bu kadar kırılmaya yol açarız. Palahniuk “Zannedersem, dünyanın vermeye
yeltendiği her tür hasardan daha beterini kendi kendinize vermenizde bir avuntu, belki de bir
tür irade mevcut.” (Sf:69) diyor kitabında. Gerçekten de insana kendinden daha çok zarar
veren başka bir şey yok aslında. Genellikle biz kendi kendimize olayları büyütüp kendimize
dert ediyor ve kendimiz olmaktan kaçmaya başlıyoruz bu sebeple.
Ne yaparsak yapalım maskelerimizi bir kenara atamıyoruz hiçbirimiz. Onlara o kadar bağlıyız,
o kadar alışmışız ki. Onları fırlatıp atabilmek için sanki bambaşka bir hayata yeniden
başlamamız gerekiyor. Ama bu gerçekten yeterli olur mu yoksa yine maskeler arkasında
saklanarak devam mı ederiz denemeden asla bilemeyiz.
1. Palahniuk, Chuck. Anlat Bakalım (sayfa:114) Ayrıntı Yayınları, 2014, ikinci basım
2. Palahniuk, Chuck. Anlat Bakalım (sayfa:69) Ayrıntı Yayınları, 2014, ikinci basım
3. Fotoğraf: http://inspiringmesh.com/wp-
content/uploads/2013/01/face_behind_the_mask_by_missmausjuh-d4fn96n.jpg
Yağmur Sugüneş |
Hasan Efe Bovatekin
22301645
Yıldızlarla Aydınlanan Yolda Bilim ve Sanat
Küçüklüğümde büyük bir yanılgı içerisindeydim. Bilim ve sanat iki ayrı dünya olarak
aktarılmıştı bana. Belki de ben o zamanki aciz aklımda öyle algıladım, bilmiyorum. Nedeni fark
etmeksizin ayırmıştım bilim ve sanatın yollarını; bilim yalnızca akıl için vardı, sanat ise sadece
kalbe hitap ederdi. O zamanki düşünceme göre kalple akıl demir örgülerle ayrılmıştı birbirinden
yani ya sanat insanıydınız; gönül işleri, yaratıcılık ve sanat yeteneği vardı sizde ancak hiçbir
aritmetik ve analitik konuda başarılı olamıyordunuz ya da bir bilim insanı olarak bu konularda
üstünken aşkta ve yaratıcılıkta hiçbir şansınız yoktu. Hayatta başarılı olmanın tek yolunun
matematik dersinde başarılı olmak olduğunu sanan küçük Hasan için böyle bir yanılgı onun
sanattan uzaklaşması için yeterli olmuştu. Beşinci sınıfta matematik olimpiyatına başlamış ve
böylelikle tüm hayatını aritmetik temeller üzerine kuracağına, sanatla hayatının yağ ve su gibiolacağına karar vermişti küçük Hasan. Ne yazık ki çok sonradan öğrenecekti içinde yağ ve su
bulunan bir bardağa deterjan konulduğunda yağın suya karıştığını.
Daha önce bahsettiğim gibi, küçük Hasan hayatını tamamen bilime adayacaktı ancak
bunun için hangi bilime yöneleceğini de seçmesi gerekiyordu. Bu noktada odasının penceresi
çıktı karşısına. Daha doğrusu, pencerenin ardındakiler. Bir gece yatağında her zamankinden ters
yöne doğru uzanmış, matematik sınavı kötü geçtiği için melankolik düşünceler içerisindeyken
fark etti gökyüzündeki o minik, parlak noktaları. Kötü geçen sınavlardan sonra o da minik
hissediyordu kendini, kendini gördü bir nevi o küçük ışık hüzmelerinde. Ancak ne kadar minik
de olsalar yıldızlar parlamaya devam ediyordu gökyüzünde. Ne olursa olsun ömürleri boyunca
parlak kalıyordu yıldızlar. Ortaokula kadar sürekli başarıya alışmış Hasan’a garip geldi bu his.
Ne de olsa o en minik başarısızlığıyla sönüyordu hemen, bir süre sönük kalıp tekrar
aydınlanıyordu. O gece önemli bir ders verdi ona yıldızlar ve bu ders sayesinde kendilerine aşık
ettiler Hasan’ı.
Önce her gece onları izlemekle başladı bu aşk. Her gece yatağında ters yatmaya başladı
minik Hasan. Çünkü ancak böyle yatarsa görebiliyordu yıldızları. Uyuyana kadar onlar hakkında
hayal kurardı. Her birinin boyutunu düşünürdü, gerçekte ne kadar büyük olduklarını bilmesine
rağmen gökyüzünde bu kadar küçük gözükebilmeleri çok etkilerdi onu. Yıldızlara bakarak
büyüdü Hasan, büyüdükçe de çok şey öğrendi onlar hakkında. Yıldızların hareketini sağlayan
fizik yasalarını, oluşum evrelerini ve daha nicesini öğrendi. Artık sadece parlak noktalar değildi
yıldızlar onun için. Gökyüzü sahnesinde, gece perdesini oynayan ve koreografisi fizik kanunları
tarafından yazılmış birer dansçıydı o acemice gözlemlediği yıldızlar artık. İşin güzel yanı ise bu
oyunu her gece penceresinden ücretsiz bir şekilde izleyebiliyordu.
Günleri böyle geçip giderken onuncu sınıfta tanıştı bahsettiğim deterjanla. Van Gogh
tarafından boyanmış Yıldızlı Gece adlı tabloydu bu deterjan. Bu eser, bir tablo olmasından
dolayı sanat dünyasına aitti ilk bakışta. Ancak bu tabloya bakınca daha önce hiç görmediği bir
şey fark etti Hasan. Aynı kendi gökyüzü düşüncesindeki gibi Van Gogh’un gökyüzünde de
başaktörler yıldızlardı. Daha önce astronomiye duyduğu ilgiden dolayı birçok gökyüzü temalı
resim de görmüş olan Hasan için bu bir ilkti. Van Gogh’un da Hasan gibi acemice de olsa
yıldızları gözlemlediğini düşünmek, bu yaşadığı duygu ve düşünceler selinde bir başkasının da
boğulmuş olabileceğini hissetmek onu derinden etkiledi. Ve böylece yağ ve su karışmaya başladı
artık çok da küçük olmayan Hasan için. Evet, sanat ve bilim madalyonun iki farklı yüzüydü hâlâ.
Ancak artık biliyordu ki madalyonlar tek bir maddeden yapılıyordu, arka yüzü de ön yüzü de
sadece şekil olarak farklıydı, öz olarak değil.
Yıldızlı Gece tablosuyla karşılaşmasıyla kırılmaya başladı Hasan’ın bilim ve sanat
hakkındaki algısı. Sanattan bilime geçen ilk damlayla yavaş yavaş karışmaya başladı ikisi.
Zamanla öğrendi Hasan, bilim ve sanatın iç içe olduğunu. Sanat ve bilim; iki yolcu oldu onun
için, aynı yolda giden bir otobüste iki farklı koltuğa oturmuş iki yolcu. Farklı camlardan farklı
yönlere bakıyordular. Bu nedenle de gördükleri manzara bambaşkaydı ancak aynı yol
üzerindeydiler. Anlayış yolundaki insanlık otobüsündeydiler. Sanat sübjektiflik koltuğundayken
bilim ise objektiflik koltuğunda duruyordu ancak koltuklar yan yanaydı. Sanat yaratıcılıkpenceresinden bakıp duygu vadisini gözlüyordu. Bilim ise mantık penceresinden gerçekler
şelalesinin coşkulu sularını izliyordu. Ve işte bu yolculuk yıldızların altında yapıldı Hasan için.
Kaynakça:
Van Gogh, Vincent. Yıldızlı Gece. 1889. Yağlıboya. Modern Sanat Müzesi. New York. |
Bilge Banu YAĞCI 1
SECTİON:19
ALİ TURAN GÖRGÜ
BENİM TEMBELLİĞİM BENİM KARARIM (MI)
Paul Lafargue’in Tembellik Hakkı kitabı ismiyle ilk anda daha çok tembelliği öven bir
kitap olarak anlaşılabilir. Kitabın sadece adına bakarak içeriğinde insanlara hiç çalışmadan
güzel standartlarda yaşama hakkı verilmesi gerektiğini savunduğu düşünülebilir. Ama
kitabın çevirmeni Vedat Günyol’un Başsöz Yerine isimli yazısında da belirttiği gibi kitabın
felsefesi bu kadar basit ve absürt değildir. Paul Lafargue Tembellik Hakkı adlı kitabında
birçok insanın muzdarip olduğunu bir konu olan çalışma saatlerinin adaletsizliğinden ve
makineleşmenin insanlara boş zaman yaratmak yerine onlardan daha önce sahip oldukları
boş zamanı da çalmasından bahsetmektedir. Herkes zaman zaman tembellik yapmak ister
ve yapabilmelidir de.
Kitabı okumadıysanız ama okumayı düşünüyorsanız size bazı sorular hazırladım.
Önce bu sorulara dürüst cevaplar vermeye çalışın. Bir kenara not alın veya aklınızda tutun.
Kitabı bitirdikten sonra da cevaplarınız aynı kalırsa gerçekten şaşırtıcı olur benim için.
1. Çalışmak bir erdem midir?
2. İnsan üretimin efendisi midir, kölesi mi?
3. Günlük çalışma süresi kaç saat olmalıdır?
4. Tarihsel süreçte insanlık zaman yönetimi açısından iyiye mi gitmiştir, kötüye mi
gitmiştir yoksa zaman yönetimi hep aynı mı kalmıştır?
Beni allak bullak eden bir kitaptı Tembellik Hakkı. Genel olarak çalışmayı başarının tek yolu
olarak görürdüm ve bu sebepten dolayı çalışmak isterdim. Kitabın etkisi geçtikten sonra da
muhtemelen böyle hissedeceğim ama şu an için başarı ve mutluluk arasındaki tercihim
mutluluktan yana. Sonsuza kadar çalışmayı azaltmayacak olan insan ne yapmalıdır mutlu
olmak için? Tüm başarılarım daha büyük sorumluluklar getirdi yanında. Tembellik hakkımı
hiçe sayarak kaybettim. Çünkü sistem bunu gerektiriyordu. Lafargue’nin de belirttiği gibi
Sanayi Devrimi ve onun arkasından güç kazanan kapital düzen yüzünden insanlar şirketlerin
kârını artıran birer araç hâline dönüşmüştür. Buna karşın hayatta kalmayı ve mutlu olmayı
çalışmaya bağlayan insanlar sisteme karşı gelmek yerine sistem içinde yükselmeye
çalışmışlardır. Bunun bir örneğini anlatıyor kitabın ilk bölümünde Lafargue: “Solgun yüzler,
bir deri bir kemik bedenler, acınası sözlerle fabrikacıları kuşatıyorlar: "İyi yürekli Bay Chagot,
sevecen Bay Schneider, daha iş verin bize. Bize acı çektiren açlık değil, çalışma
tutkusudur."2
Şu an, bu yazıyı ödevin son tarihine yetiştirmeye çalışırken bile tembellik hakkımdan
taviz verdiğim düşünülebilir. Kimi açılardan baktığımızda bunun doğru olduğunu
söyleyebilirim. Diğer yandan, şu an bunları yazmak sadece bir kişiye de olsa fikirlerimi ve bu
kitaptan öğrendiklerimi anlatabilmem için elimdeki en iyi yol ve bu yazıyı yazarken elimde
olmasına rağmen tembellik hakkımı kullanmak istemiyorum. Bu da kitabın içinde bahsedilen
bir konu da benim bu davranışımı açıklıyor. İnsan tembellik yapmayı sever fakat tembellik
için yaratılmamıştır. Evrimin bize kazandırdığı bir çalışma dürtüsü de vardır. İnsan, yaşamını
idame ettirebilmek için çalışması gereken minimum düzeyde çalışmazsa kendini büyük bir
ruhsal boşluğun içinde hisseder. Benim de, öğrencilikten başka bir işimin olmaması
nedeniyle özellikle yaz aylarında yaşadığım bir sorun bu. Kış aylarında çalışmaktan, yaz
aylarında çalışmamaktan bunalıyorum. Yine de elimdeki şeylerle mutlu kalabilmem benim
yararıma olduğundan çok sistemin yararına. Bir yerde insanların temel haklarını
isteyebilmesi gerekir sistemden. Yaşama hakkı, eğitim hakkı, tembellik hakkı…
“ Amerika'da makine, tarımsal üretimin tüm alanlarını doldurdu, tereyağı üretiminden
buğdayın yabani otlardan ayıklanmasına kadar. Niçin? Çünkü, özgür ve tembel olan
Amerikalı, Fransız köylüsünün sığırımsı yaşamını benimsemektense, bin kez ölmeyi yeğler.”
Tarım, hayvancılık ve sanayi artık insan gücüne değil, makine gücüne bağlı işleyen
sistemler. Bizim içinde bulunduğumuz sistemse eşya ve yiyecek üretiminden çok daha farklı
artık. Biz, hizmet sektörünü yüceltmek ve daha iyi hizmet alabilmek için birilerine hizmet
etmekle yükümlüyüz. Tembellik Hakkı benim için mantığın ve ümitsizliğin kitabı. Öyle ki, bu
hak bizim ama asla istediğimiz zaman kullanamayacağız. |
GÜLCE ELİF ATABEY
21501652
TUHAFLIK BENİM İÇİMDE
NE TUHAF
Bir kitap nasıl çeker insanı kendine, raflarda yüzlerce kitap dururken neden biri göz kırpıverir
bilemem. Kuvvetle muhtemel ki bundan benim gibi birçok okuma sevdalısı da mustariptir. Şöyle bir
alırsınız kitabı elinize önce. Kapakları hoştur elbet kitapların, kokuları ayrı cezbeder. Bunlar hep
yayınevlerinin oyunudur okurlara. Ama bu şiir kitabında beni bir anda saran ve sarsarcasına etkileyen
arka kapağındaki şu dizeler oldu belki de: “ Ne tuhaf ömrümün sonuna kadar/Kelimelerle
yaşamam/Ağaçtan çok ağaç sözünü/Denizden çok deniz sözünü sevmem/Halbuki bir sabah erken
uyanınca/ Balkona çıkmak da güzel “
Sabahattin Kudret Aksal... Gazoz Ağacı isimli öykü kitabını okurken “tuhaf” bulduğum bu adam
kendi tuhaflığından söz ediyordu, bunun farkındaydı. Dizeleri okurken içimde tuhaf bir acı hissettim.
Adeta bir kendimi sorgulama sürecine girmiştim. Düşündüm... Aşk gerçektir. Tuhaftır ki Fuzuli’nin
Mecnun’uyla Leyla’sınınkinden daha ölümsüz aşk yoktur. Tarih yapılır. Tuhaftır ki yazılmayana tarih
denilmemiştir. Sabah erken kalkınca balkona çıksak da bu ancak yazarın özgün üslubuyla tekleşir.
Hayatın gerçekliklerini yeniden var eder sözler. Ben de nesneden çok onun sözünü sevdim sanıyorum.
Dostoyevski’yle Moskova sokaklarında gezmenin tadını, İstanbul’u Orhan Veli’yle dinlemenin hazzını
tatmışım bir kere. Ne tuhaf, tuhaflık benim içimdeymiş. Ben tuhaflık içinde. Tuhaflıktan kurtulmak için,
gerçeklerin denizine açılıyorum.
DER Kİ SİZE
Hayatın gerçekliklerinden bahsetmişken bir şiir daha çarpıyor gözüme; süssüz, abartısız hayatın
en büyük gerçeği olan ölümün anlatıldığı dizeleriyle insanın içini ürperten türden bu kez. Şu dizelerle
başlıyor şiir; “Der ki size bir gün ölüm/ Boşuna kardeşim bunca çalım /Düşünürsünüz, nereye/
Savrulacak bunca külüm” Bu da bana uzun zamandır zihnimde evirip çevirdiğim düşünceleri anımsattı.
Ölüm, yüzyılların gizi... Herkese aynı cezayı veren adil hükümdar... Kimine göre vahşet, kimine göre
vuslat...Gecenin gündüzü anlamlı kılması gibi hayatı değerli kılan, ölüm. Buna rağmen yüzyıllardır hor
görülmüş, bir türlü benimsenememiştir ölüm.
Ölüm hakkında düşündükçe onu kabullendiğimi ve hayatı daha basit yaşadığımı fark ettim.
Umudum kaygılarımı, sevgim öfkelerimi azalttı. İnsanlar ölümden korkmadığında hayat daha anlamlı
oluyor. Cahit Sıtkı gibi ölümden ürkmek yerine Yunus Emre gibi ölümü doğal döngü olarak görmeli.
İnsanlar ölmeseydi, dünya çok da çekilir bir yer olmazdı değil mi? Hâşâ, niyetim rahmetli annenizi
yargılamak değil yahut yeri bir türlü dolmayan eşinizi. Gayem gerçekliklere yaklaşmak bir adım daha.
Yalnız ölüm sözünü değil, ölümü bile sevebilmek.
YAŞAMAK
Ölümün doğallığını kabullendikten ve onu ailemizin yaramaz çocuğu gibi sevdikten sonraki
aşama basit yaşamayı öğrenmektir zannımca. Herkes yaşamakla ilgili sözler söyler kendince, basit
yaşamayı kaçırırlar. Bu fikirler dimağımda gezinip sözcüklerini bulmayı beklerken kitabın ilerleyen
sayfalarında onlarlakarşılaşınca şaşkınlığıma hakim olamadım. Sabahattin K. Aksal yine kendine has,
kah bilmiş kah umursamaz üslubuyla anlatıveriyordu bir çırpıda: “...Dünya değişmedi kaç bin yıl/ Önce
de böyleydi. Mavilik/ Yine çiğdi, göz alıyordu...”Neden illa maviye bir anlam yükler ki insanoğlu?Yolcusu olduğumuz yolda bir han değil midir bu sevgili Dünya? Yaşa! Sadece yaşa gitsin. Gevşe! Nedir
bu kibrin, dost?
Öyle yaşamak istiyorum ki yaşamla ölüm bir olsun, iyiyle kötü, varla yok...Yaşamı
karmaşıklaştırdıkça mutluluk küsmesin bana. Cezalandırmasın kendince, çalsın hep kapımı. Tezatları
kabul edeceğim, “insan” olduğumu kabul edeceğim. İnanıyorum ki gerçekliğe döneceğim. Tuhaflıktan
çıkabilirim, tuhaflık benim içimde sonsuza dek yaşasa da. |
SEVİNÇ KIRINTILARI
Ceyda Güzel
(Görsel 1, Charbonnier, J. (1958). Kedili Küçük Kız)
Hayat hepimize farklı senaryolar sunar. Hayatın bize sundukları ve
tercihlerimiz yaşayacaklarımıza ışık tutar. Kimimiz daha iyi ekonomik koşullara
sahipken kimimiz de kötü ekonomik koşullara sahiptir. Bu koşullara bazen
doğuştan itibaren bazen de ilerleyen yıllarda sahip oluruz. Yüksek ekonomik
statüye ne zaman ve nasıl sahip olduğumuz o kadar da önemli değil aslında. Elbette
maddi açıdan zenginlik bize huzur sağlayıp mutluluk kapılarını açabilir. Ama bu
çoğu zaman geçerli değildir. Aslında saf mutluluğa ulaşmamızı manevi zenginlik
sağlar. Özellikle de küçük sebeplerden mutlu olmak en büyük zenginliktir fikrimce.
Mutlu olmaya küçük sebepler bulabilmek çok değerlidir ve kendi hayatımda
da bu duruma oldukça önem veriyorum. Örneğin soğuk bir kış günü sıcacık evime
döndüğümde içtiğim bol tarçınlı salep, gece gökyüzünde parlayan takımyıldızlarınıincelemek ve kampüsteki kedilere denk geldikçe onları sevmek beni mutlu etmeye
yetebilecek sebeplerden sadece birkaçıdır. Kedili Küçük Kız Jean-Philippe
Charbonnier bana mutluluğa ulaşmamda ilham veren ve baktıkça içimi ısıtan bir
fotoğraftır. Küçük kızın kucağındaki kedi ile olan mutluluğu kedimin eve ilk
geldiği zamandaki saf mutluluğumu hatırlatır bana. Kedimle beraber olduğum
zamanlarda hep mutlu oldum ve zaman geçtikçe de sevincimden eksilmedi. Sahip
olduklarım arasında beni en çok mutlu eden varlıklardan biri de kedimdir. Mutlu
olmaya sebep aramaktansa sahip olduklarımıza odaklanırsak aslında mutluluğun ne
kadar ulaşılabilir bir duygu olduğunu anlayabiliriz. Fakat ne yazık ki birçok insan
bu duygudan çok uzakta yaşıyor ve mutluluğun onlara ulaşmasını bekliyor.
Mutluluk beklenilmez aksine ona ulaşmak için bir yol çizilir. Bu yolda sevinç
kırıntılarını takip ettikçe sonuca ulaşırız. Modern yaşamda artan tüketim ve değişen
algılar yüzünden pek çok kişi mutlu olmanın pahalı markalar giymekten, lüks otel
tatillerinden ya da son model telefon kullanmaktan geçtiğini düşünüyor. Son model
bir telefon içinde güzel anıların saklandığı bir galeriye sahip değilse ve
sevdiklerimizle güzel bir sohbet imkânı sağlamıyorsa insanlara sandıkları kadar
mutluluk getiremez. Büyük hedeflere odaklandıkça küçük olanları görmezden
geliyoruz. Eskiden ben de bu yanılgıya yenik düşüyordum ama sonradan anladım
ki küçük ve önemsiz gördüklerim mutluluğumun temel parçasıymış. İstediğim
ayakkabı alınmayınca birkaç gün mutsuz bir şekilde dolaştığımı hatırlıyorum.
Şimdi düşününce çok önemsiz geliyor ve o ayakkabının eskisi kadar popüler
olmaması da bu fikrime destek oluyor. Alamadığım ayakkabıdansa giydiklerime ve
sahip olduklarıma odaklandım sonrasında. Sahip olduklarımı düşleyen ve benim
yerimde olmak isteyen binlerce insan olduğunun farkına vardım ve şükretmenin de
büyük bir mutluluk kaynağı olduğu bilincine ulaştım.
Sahip olduklarımı sorguladıkça ne kadar şanslı olduğumu fark ettim. Sağlıklı
bir vücudum var. İşlevlerini sorunsuz bir şekilde yerine getiren kollarım ve
bacaklarım var. Engelli olan insanlar görüyorum ve ben onlara göre çok daha şanslı
durumdayım. Eskiden gözlerim yeterince görmediği için gözlük takarken
üzülürdüm oysaki gözleri hiç görmeyen insanlar var. Şimdi ise etrafımdaki
güzellikleri gözlemlememe yardımcı olan gözlerime borçlu hissediyorum. Yaşamı
bütünsel ele almak yerine detaylarında kaybolmak ve onu keşfetmek benimsediğim
bir fikir oldu artık. Bu şekilde daha anlamlı bir güne uyandığımı hissediyorum.
Zamanla daha iyi bir insan olduğumu da hissediyorum çünkü açgözlülükten uzak
elimdekilerin kıymetini bilen bir insana dönüştüm. Hayatımda sahip olduklarıma
minnet duymak ve onlara anlamlar yüklemek bana bu konuda yardımcı oldu.
İçimdeki bu pozitif enerji beni etkilediği gibi çevremi de etkiliyor ve başkainsanlara ilham olabilmek benim için büyük bir zevk oluyor. Elimizdekilerin
kıymetini bildikçe ve mutlu olmayı başardıkça daha güzel yarınlara uyanacağımıza
inanıyorum.
KAYNAKÇA
Charbonnier, J. (1958). Kedili Küçük Kız, [Fotoğraf]. Roubaix, Fransa. |
Tuğçe İrem Keşli
Kalıplarda Yaşamak
‘’Ayağımıza uymayan ve rahat yürümemizi engelleyen pabuçlar gibi, içinde yaşamakta
olduğumuz toplumsal düzen ruhumuzu daraltmakta ve yaşam yolunda insanca yürümemizi
engellemektedir.’’
(Leyla Navaro)
‘’Kızım, yine nasıl becerdin bunları?’’ Neredeyse her gün yeni bir yarayla dönüyorum
eve, annem haklı olarak isyan ediyor. Dizlerim kan içinde, ağlamamak için dudağımı
ısırıyorum. ‘’Birazcık akıllı uslu olsana, ortalıkta koşturup duruyorsun, oğlan çocuğu musun
sen?’’ diye devam ediyor. Artık gözyaşlarım yanağımı ıslatıyor, dizimin acısı çok da mühim
değil ama annemin azarlarına dayanamıyorum. Sonra beni öpüp başımı okşuyor, barışıyoruz.
Aradan birkaç yıl geçiyor, oyuncakçıda gezerken kılıç ve kalkan almalarını istiyorum çünkü
kuzenimle hep savaş oyunları oynarız, hatta ondan bir yaş büyük olduğum için komutan hep
ben olurum. Ne gerek var, gel seninle bebeklere bakalım, diyorlar. Bu sefer gözüme bir
kovboy silahı kestirip onu istiyorum, yine kabul etmiyorlar. Silahı olmayan komutan mı olur
diye düşünüp üzülüyorum ama daha fazla ısrar etmiyorum. Şimdi aradan en az on yıl geçmiş
olmasına rağmen hala ara sıra sitem ederim o silahları almadıkları için, daha doğrusu almama
sebepleri için. Silahlar erkek çocuklar içindi ve ‘’prenses’’ gibi büyütülen naif kız çocuklarına
uygun değildi. Aslında prenses olmayı da dilerdim küçükken ama tek görevi güzel giyinip
güzel görünmek olan o kalıplaştırılmış prenseslerden değil, kılıç kullanıp dörtnala at koşturan
o çok cesur prenseslerden. Mesela başrolünde güçlü, savaşçı kadınların olduğu filmleri çok
severdim, onlar gibi olmayı hayal ederdim. Karıncayı bile incitemeyen ben çok iyi bir dövüşçü
olmak isterdim. Bunları söyleyemeyecek kadar utangaç olsam da annem anlamıştı. ‘’Bence
sen çok sağlam tekme atarsın, gel seni tekvandocu yapalım.’’ dediği zaman dünyalar benim
olmuştu. Arkadaşlarımın neredeyse hepsi baleye ya da jimnastiğe giderken ben dövüş sporu
öğrenmek istemiştim. ‘’Kıza yakışır mı hiç?’’, ‘’Kız sporu yap.’’ gibi cümleler beni
hırslandırmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı. Aradan yine yıllar geçiyor, bu sefer lisedeyim.
Edebiyat hocam arkamdan sesleniyor, ‘’Bağcıkların çözülmüş yine hiç umursamadan
geziyorsun, sen tam erkek çocuğusun valla.’’ Birbirimizi çok severdik, sürekli takılırdı bana
alınmadığımı bildiği için. Ama yine de görünüşümdeki en küçük dağınıklık bile şaka yollu da
olsa beni kendi cinsiyetimden başka bir kalıba sokmaya yeterdi.
Hayat, senaryosu hazır bir oyun gibi aslında, doğduğumuz andan itibaren istesek de
istemesek de o oyunun oyuncusu olmaya mecbur kalıyoruz. Özenle çizilmiş ve hata kabul
etmeyen kalıplar içinde başlıyoruz yaşamaya, bu kalıplar öyle bir benimsenmiş ki nefes
aldığımız ilk saniyeden başlayıp ölünceye değin peşimizi bırakmıyor, az da olsa dışına çıkmaya
kalktığımızda yargılayan ve sorgulayan fısıltıların ardı arkası kesilmiyor. Erkek olarak
doğduysan senin rengin mavidir, pembeyi tercih etme şansı verilmez. Kızsan Barbie
bebeklerle büyürsün, renk renk çeşit çeşit takıların olur, pembe seversin ve giyersin. Futbol
oynamayı ve koşuşturmayı seven, dizleri dirsekleri yara bere içinde bir kızsan ya da dans
etmeyi mahalle maçı yapmaya tercih eden bir erkek çocuğuysan ortada bir sorun vardır. Olur
mu hiç öyle şey, denir, el âlem ne der sonra? Kız dediğin ‘’hanım hanımcık’’ olur, bir dediğiniiki etmez, uysaldır, sakindir. Erkek kısmı haylazdır, yeri geldi mi kırıp döker ama alttan alınır;
kendini ezdirmez, gerekirse ezer bile. Nice nesiller bunları görerek, işiterek, yaşayarak geçirdi
çocukluğunu, sonra o kızlar ve oğlanlar büyüdüler ve bu sefer kadın ve erkek olarak
sahnedeki yerlerini aldılar. Kadının görevi anneliktir dediler, kadınlar çalışmaz. Yıllarca
süregelen uğraşlar sonucu bu kalıbın yıkıldığına şahit olduk, kadınlar çalıştı ve kazandı fakat
bu sefer yeni kalıplar çıktı; kadın mühendis olmaz, pilot olmaz. Erkek evin direğidir dediler,
güçlüdür, görevi güçsüz olanı yani kadını korumaktır. Bu kalıp da sarsıldı, kadının kendisi için
belirlenen kalıbın dışına çıkıp eşit derecede birey olma çabası başarılı oldu. Kadın hem anne
oldu, hem mesleğinin parmakla gösterilen örneklerinden oldu. Erkekler ağladı, bunun adına
güçsüzlük değil ‘’insan olmak’’ dendi, onları teselli eden kadınlar oldu.
Bana kalırsa kendi önümüzdeki tek engel yine bizleriz; biz insanların
yapabileceklerinin, başarabileceklerinin sınırı yok aslında, o sınır sandıklarımızı kendi
kendimize çizmişiz ve buna uymayı kendimize borç bilmişiz sanki. Standartların olmadığı bir
dünya hayal edelim, milyarlarca insanın kendilerini bir avuç kalıba sığdırmaya uğraşmadığı,
kendi diledikleri şekli aldığı bir dünya. Mesela sadece kırmızı güllerle bezeli bir bahçe değil,
her renkten, her türden çiçeğin olduğu bir bahçe olsun bu dünya. Farklılıkları yok etmek
yerine onları kucaklamayı, onların varlığıyla mutlu olmayı seçtiğimiz an zincirlerimiz kırılacak
ve yeniden özgür olacağız. Top peşinde koşan kız çocuklarına, pembe tişörtler giyen erkek
çocuklarına akıllarda herhangi bir soru işareti belirmeden saf bir gülümsemeyle baktığımız
zaman bir kalıp daha yok olmuş olacak ve yavaş yavaş hepsinin üstesinden geleceğiz. |
HAYALİ KAHRAMANIM
Çizgi filmler, çizgi romanlar ve özellikle son on yılda popülerliği inanılmaz derece artmış
süper kahraman filmleri; hemen hemen bütün çocukların hayatlarında yer edinmiş ama daha
önemlisi onların hayallerinin önemli figürleri olmuştur. Bu yüzden, çizgi film karakteri ile
çocuk arasında bir bağ oluşması çok doğaldır. Ama bu kahramanların gerçekle ilgisi
olmadığını herkes bilir. Ta ki Sunay Akın’ın “Hayal Kahramanları” kitabını okuyana kadar. Bu
kitapta süper kahramanların gerçek hayatta nasıl ve nerde yer aldığını anlatılıyor. Bu kitabın
en sevdiğim yanı, bir çizgi film karakterini, bana gerçeğe yakın bir bakış açısıyla bakmamı
sağlamasıydı. Bu karakter, benim küçükken hayallerimi süsleyen ve her zaman öyle bir
arkadaşımın olmasını istediğim bir kahramandı. Kitaptaki gibi gerçek dünyayla olan bir ilişki
değildi bu, sadece benimle ve bir çizgi dizi kahramanı arasında olan bir ilişkiydi.
Küçüklüğümde en sevdiğim çizgi film karakteri olan “Bloo”, “Foster'ın Hayali Dostlar Mekânı”
çizgi filminden, benim için özel bir kahramandı. Süperman’in sahip olduğu gibi bir süper
güçleri olan birisi değildi, aslında onun gibi kötülerle savaşacak bir gücü yoktu, bir şekilde
bakacaksak çizgi filmde kötü karakter bile yoktu. Günümüzdeki çoğu çizgi filmlerin aksine
şiddet içerikli değilidi. Absürt, hatta belkide saçmaydı ama Bloo ve arkadaşlarının düştükleri
durumlar her seferinde beni güldürürdü. Hikayelerin sonunda kurtulan birisi veya şehir
değilde, bir grup hayali kahramanın günlük hayatı beni süreklerdi. Belki de sadece mutlu ve
komik oldukları yüzden bu kadar çok seviyordum.
Kitaptaki süper kahramanların, Batman gibi, gerçek hayattaki kişilerle olan bağlantısı benim
için geçmişe biraz ışık oldu, Foster'ın Hayali Dostlar Mekânı çizgi filmi ile aramdaki ilişkiyi
daha somut fark ettim, hatta bir bakıma bendeki etkilerini anladım. Kitaptaki bağlantıların
aksine, benimkisi daha çok görüp etkilenmeye dayalı bir ilişkiydi. Bu ilişkinin benim
üzerimde ne gibi etkileri olduğunu anlatmadan önce, bir çizgi filmin bir insanda ama özellikle
bir çocukta ne kadar ve nasıl etkileri olduğunu kısaca belirtmek istiyorum. Bir çocuk
yetişirken karakteri iki şekilde belli olur, onun DNA’ları ve onun çevresi. Çevresinde gördüğü
davranıları ve etrafında olan haraketleri benimseyerek çocuk kendi karakterini oluşturur.
Benim için bu çizgi dizi, benim çevremdeki rollerden birine sahipti. Çizgi diziyle aramdaki
ilişkiye bakacak olursak aslında Bloo karakterinde kendimi bulmadım, yakındı belki ama ben
değildim o. Bana göre o bir arkadaştı, ondan etkilenip aldığım özellikler bir insanın bir
arkadaşından görüp benimseyeceği kadardı.
Aslında bu ilişkide ilginç bulduğum bir taraf var. Eğer Bloo bir çizgi film karakteri olmasaydı,
gerçek hayattan birisi veya gerçek insanların oynadığı dizi veya film olsaydı, belki Bloo
karakterini sevmeyecektim ve bu kadar önemsemeyecektim. Söylemek istediğim şu ki, bir
karakterin çizgi ve renklerden olması, onun gerçek hayattan birilerine, özellikle genç
yaştakilere, yakın olamayacağı, onu etkilemeyeceği anlamına gelmez. Benim için Bloo
karakterinde, o çizgilerinin arkasındaki kahramana verilmiş özellikler, ondan etkilenmem,
onu sürekli daha yakından tanıma isteğimi, hatta sürekli onu izlememi istememe sebep
olurdu.
Son olarak, “Hayal Kahramanları” kitabında, birçok kahramanın, Süperman, Casper gibi,
gerçek hayatta bir çok kişiyle bir ilişki içinde olduğunu, hatta bu gerçek kişilerden türediğini
anlatılıyor. Benim üzerimdeki etkisi ise, çocukluğumda çok sevdiğim bir karakteri ile ilişkimi
ve bu ilişkinin sonuçlarını daha iyi anlamamı asağladı. Kitaptaki hikayelerinki gibi
kahramanların gerçek hayata olan ilişkilerinden daha çok, benim dünyama olan bir çizgi dizi
karakterinin sadece benimle olan ilişkisini benim önüme koymamı sağladı.
Alper ÇEBİ |
Alkım Deniz Sarıkaya
Eve İlk Defa Gitmek
New York gerçek bir şehir. Ne bir rüya ne de bir masal gibi. Çok büyük
beklentilerle gittim ben New York’a. Kalabalıktan başımın dönmesini, devasa bir
şehrin ara sokaklarında kaybolmayı bekleyerek gittim. Ama beni karşılayan bambaşka
bir şehirdi. Tamamıyla tanıdık, dostane bir şehir. Gerçek bir şehir. Daha ayak
bastığım ilk andan hiç var olmamış anıların nostaljisine kapıldım. Elimde valizim,
sırtımda çantamla daha önce hiç binmediğim eski püskü metroyu beklerken uzun bir
seyahatin ardından eve dönmüş gibiydim. Sanki hiç tanışmadığım arkadaşlarım
özlemle beni bekliyorlardı, ben de yapılmamış planlara yetişmek amacıyla acele
ediyordum. Geçtiğim her sokaktan daha önce sanki defalarca geçmişim gibi geçtim.
Tüm kaldırımları yürümüştüm, tüm vitrinleri biliyordum sanki. Sanki tüm trafik
ışıklarında durmuş, duraklarda otobüs beklemiştim. Büyürken salıncaklarında
sallanmış, geceleri ışıklarını izlemiş gibiydim. aa g
Belki benim yaşadığım kadar yoğun olmasa bile herkesin New York’ta belli
bir tanıdıklık hissine kapılacağını düşünüyorum. Mesela benim severek izlediğim
Hollywood filmlerinin, Amerika yapımı dizilerin birçoğu burada geçiyor. Buna
rağmen New York’ta kendimi bir filmde gibi hissetmedim. Daha çok defalarca
izlediğim bir filmin seti gibiydi New York. Paris’te ya da Amsterdam’da olan o sihirli
masalsı hava yoktu. Kulaklarımda devamlı bir şehir gürültüsü, köşeyi döndüğüm anda
gerçek hayatın çirkinlikleriyle karşılaşmak kaçınılmazdı. Brooklyn Köprüsü’nden
Manhattan’a bakarken gökdelenlerin ve diğer tüm beton binaların manzarayı
kirlettiğini düşünmeden edemedim. Lâkin, New York’u sevmemek elde değildi.
Metropolitan Sanat Müzesi’nin basamaklarında arkadaşlarımla uzun sohbetler ederek
büyümüş gibiydim. Parlak turuncu Staten Island Feribotu ile Özgürlük Anıtı’nın
önünden geçmek rutin bir seyahatti sanki. Yıllarca yağmurlarında ıslanırken sokakta
sosisli sandviçlerini yemiş, hafta sonları Central Park’ta sincapları izlemişim hissi
peşimi hiç bırakmadı. Baş döndürücü Times Meydanı’nda ağzı açık etrafı seyreden
turistlere söylenirken buldum kendimi, bir turist olduğum aklımın köşesinden
geçmeden. Gece vakti ışıl ışıl atlıkarıncanın hemen yanında, Hyde Park’ın çimlerinde
New Yorklularla oturmuş kitap okurken dinlediğim Frank Sinatra memleketlimdi
adeta. aa g
Tamamen yalnızdım ben New York’ta. Ne var ki bir dakika olsun yalnız
hissetmedim. Şehirle birlikte nefes almak diye bir şey olduğunu öğrendim. Hatta öyleAlkım Deniz Sarıkaya
ki beni asıl evime, tanıdığım insanlara bağlayan ve dönüş biletim olan tek varlığım,
telefonum bozulduğunda telaşlanamadım bile. Ne yapacağımı bilemedim, herhangi
bir şey yapma ihtiyacı da hissetmedim. Dediğim gibi, her şey tanıdıktı ki; panik
yapmak mümkün değildi. Dahası, döndükten sonra fark ettim: Fotoğraf bile
çekmemişim, çekme ihtiyacı hissetmemişim. İnsan durup dururken kendi evinin, her
gün geçtiği sokakların fotoğraflarını çekmeyi hiç düşünmez ya, o misal... aa g
New York’u evim olarak düşünmekten vazgeçebileceğimi hiç sanmıyorum.
Nasıl vazgeçebilirim ki? Bundan sadece birkaç ay önce ben, yirmi yaşında genç bir
kız, evime ilk defa gittim. Yaşanmamış geçmişimi hatırladım, özlediğimi bilmediğim
yerlere kavuştum. İlk kez gidilen yerde hissedilen büyüklük, karmaşıklık, yabancılık
duygularını hiç yaşamadım. Hep sevmişim ben New York’u, tüm keşmekeşi ve
hareketliliğiyle, klişeleri ve doğallığıyla. New York’ta doğmadan, orada hiç
yaşamadan New Yorklu olmuşum. Kulağa saçma geliyor, biliyorum; belki de yalnız
New York’u görenler anlar beni, belki onlar da anlamaz. Tekrar döneceğimi bilerek
ayrıldım New York’tan, çünkü evimden zaten çoktan yirmi yıl ayrı kaldım. Daha
yoldayken özlemeye başladım. Kendime bir söz verdim: Bir daha ayrılmamak üzere
döneceğim New York’a. aa g |
Murat Burç SEVGİ
Yaşasın Özgürlük
Ne güzel bir kelime bu “özgürlük”. Sanki üstümden bir yük kalkmış da bir rahatlığa erişmişim
hissettiriyor gibi hâlbuki ne kadar özgür olduğumuzu nasıl ölçebiliriz ki? Bana göre ne zaman
bizden bir şey beklenmediği zaman yani bir nevi sorumluluklarımız kalmadığında veya hiç
olmadığında kelimenin tam anlamıyla özgür olduğumuzu düşünüyorum gerçi bu kişiden kişiye
değişir orası kesin.
Bahsi açılmışken neden özgür olmak isteriz ki? Üstümüzde çok büyük bir baskı mı var ki bunu
böylesine arzuluyoruz yoksa sorumluluklardan kaçmak için mi pek kesin bir cevabı yok sanırım,
sonuçta istediğimiz tek şey rahat bir hayata sahip olmak ama belli ki bunu hak etmek gerekiyor
yani bir nevi sorumluluk almak lazım. Bir nevi sonsuz bir döngüye benziyor düşünsenize.
Özgürlük konusunda Halldor laxness’in Özgür İnsanlar romanında özgürlük kelimesinin tam
anlamını köy insanlarının günlük hayatından temel alarak özgürlük kelimesini güzelce
anlatmaktadır. Nitekim bana uyandırdığı hisler kelimelerle anlatılamayacak kadar saf ve içten ki
okurken sanki orada ki köylülerden biriymişim gibiydi; sabah erkenden kalkıp ineklerimin yanına
gelip süt sağdım, ardından elime baltamı alıp odun kestim, peşinden tarlama gidip ekinlerimi
biçtim, o sıra da eşim kahvaltıyı hazırlamış, havada yeni demlenmiş çay kokusu, kızarmış
ekmekler, tarlandan alınmış taze domates, biber, salatalık, kümesten alınmış taze yumurta…
Kulağa ne kadar huzurlu gelse de gerçek hayat o kadar huzurlu olamıyor. Günümüzde emekli
olan insanlarımız bile hâlen çalışmakta, üniversite okuma zamanı gelmesine rağmen gidemeyen
bir sürü genç insan; hepsi bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyor, kimisi taksici olmuş kimisi kâğıt
topluyor, kimisi bulaşık yıkamaktan zamanın nasıl akıp gittiğinin farkına varamıyor. Özgür olmak
için ille de zengin olmak mı lazım bu durumda? Hayallerimizi gerçekleştirmek için o kadar çok
çalışmamıza gerek var mı cidden ve yahut kendimizi mutlu hissetmek için ille de bir şeylerimizden
feda etmek mi lazım zamanımız gibi gençliğimiz gibi?
Maalesef çoğu kimse benim gibi şanslı olamıyor özgür olabilmek için. Ben özgürlüğü hatta
kendimi en mutlu hissettiğim anı bir kanepeye oturmuş etrafta zerre ses yokken elime aldığım bir
kitabı okurken elde ediyorum. Evet, benim özgürlük tanımım bu çünkü ne zaman kitap
okuyorsam bilin ki o an kendimi en mutlu ve en özgür hissettiğim andır. Aynı durumu seyahat
etmek için de söyleyebilirim. İstediğim yere gidebiliyorsam, hayallerimde ki mekânları
gezebiliyorsam bu benim için bir nevi özgürlük demektir.Bir diğer husus da şu ki özgürlük bazen istenmeyen sonuçlar doğurabiliyor. Mesela yalnız başıma
kaldığımı, evlenmediğimi ve yaşımın da geçtiğini düşünürsem benim içimi burkan, o amaçladığım
mutluluğu elde etmeme engel olan bir şey var gibi hissederim ve o da kesinlikle bir başkasıyla
mutluluğumu paylaşamamamdır. Tamam, hiçbir şekilde hiçbir şeye bağlı değilim ve istediğim
herhangi bir isteği yerine getirebilirim. Ancak yine de bu isteğimi yerime getirmemde ki en büyük
engel mutluluğumun paylaşacak birisini bulamadığımdır. Bu durumda doğal olarak birisini
bulmam gerekecek ve yine bu durumda sorumluluk almam gerekecek. Sonuç olarak mutlu olmak
için, özgür olabilmek için yine sorumluluk almam gerekiyor.
Ne kadar özgür olursak olalım sorumluluklarımız yakamızı bırakmıyor ne yazık ki. En büyük
isteğim sorumlulukların olmadığı bir dünya da yaşamak ama yine de bu oldukça imkânsız
gözüküyor. İstesek de o kadar özgür olamayız; birisinin özgürlük arayışı bir başkası için bir tehdit
olarak algılanabilir ki tarih böyle örneklerle dolu, o yüzden benim özgürlük adına düşüncem şu ki,
sorumluluklarımızı aldığımız sürece özgürüz. Hatta bir başkasına engel olmadığımız sürece
istediğimizi yapabiliyorsak bana sorarsanız kelimenin tam anlamıyla özgürüz demektir. |
Damla İrem Kılınç
Trenden Gördüğüm
(İzmir Mavi Treni, Ocak 2016)
Yolculuk etmeye bayılırım en çok da trene binmeyi severim. Çok şanslıyım ki, aslen Eskişehirli
olduğum için, en çok kullandığım ulaşım aracı da genellikle tren oluyor. Çoğu insandan farklı olarak
beni hem evime götüren, hem de evimden çok uzaklara götüren trenlere binip duruyorum. Tâbiki bu
durum, üniversiteyle birlikte Ankara’da yaşamaya başlamamla daha da bir arttı. Evimi her
özlediğimde hemen bir trene atlayıp gider oldum. Artık trene binerken hissettiğim duygularım da
giderek değişti. Eskiden yeni bir şehri gezecek, görecek olmanın verdiği büyük bir coşkuyla, sevinçle
binerken trene artık benim için sıradan bir şeye dönüşmeye başladı. Trenlerin de eskisi gibi
olmamasının da bunda etkisi yok değil, tâbiki de. Yeni hızlı trenler belki de bendeki trene binme
sevincini uyandırmıyordu. Böyle hissetmeye başlamışken, ara sıra garda eski trenlerden görürdüm,
onlardan biri İzmir Mavi Treni’ydi. En son çocukluğumda binmiş olduğum bu eski tarz trenlere
yeniden binmek isterken buldum kendimi ve geçen kış bu trenlerden birine bilet alarak İzmir’e gittim.
Yolculuk uzundu fakat bir o kadar da hoştu. Bana bir sürü şeyi düşünmem için fırsat verdi. Zaten
yolculuk etmeyi de bu yüzden severim, kimse tarafından rahatsız edilecek bir tarafınız yoktur, -
yanınıza çok konuşkan bir teyze, amca oturmadığı sürece- yine de o an sadece o uçakta, o otobüste
veya o trendesinizdir. Yanınıza gerçekten konuşkan biri oturmuş olsa bile tatlıdır, bu o yolculuğun birşansıdır belki de, ayrılırken üzülürsünüz bir daha konuşamayacak olmaktan bu kısa süreli sohbet
arkadaşınızdan.
Trenle İzmir’e gitmek uzun sürmüştü, neredeyse on üç saat. Hava karanlıkken bindiğim
trenden hava aydınlandığında inmiştim. Yolculuk böyle uzun bir gece olunca bir sürü şey düşündüm,
dediğim gibi bunlardan biri herhâlde bir sosyolog olsam ve bir toplum, bir bölgeyi gerçekten tanımak
istiyorsam, yapacağım şeyin o bölgedeki trenlere binip uzun yolculuklar etmek olduğunu düşündüm.
Çünkü trenler, başka ulaşım araçlarının durmadığı birçok köy ve kasabada duruyorlardı. Her bir
durakta, insanların inip biniyor olmaları sosyolojik bir gözlem için güzel örnekler oluşturuyorlardı
bence. Bundan başka, tek başıma ilk defa bu kadar uzun bir yolculuk ediyor olduğum için bununla
ilgili tuhaf duygularım da vardı içimde. Yalnız olduğum için daha dikkatli, daha uyanık olmalıydım
herhangi bir tehlikeye karşı ama bunların hiçbirisi kötü değildi. İzmir’e gittiğimde hemen
ulaşabileceğim akrabalarım, arkadaşlarım olsa da, bu yolculuğu tek başıma yaptığım için içimde hoş,
pürüzsüz bir duygu hissediyordum. Biraz trenin içerisini, biraz kendi içimi, güneş doğmaya başlayınca
da dışarıyı izleyerek yaptığım bu yolculuk beni sonunda çok mutlu etti. Güneş doğup hava
aydınlandığında gördüğüm manzaraları o kadar sevdim ki, her güzel şeyi gördüğümde olduğu gibi,
kameraların gözlerimiz kadar iyi görüntüler yakalayamamasına üzüldüm. Elimden geldiğince trenden
gördüğüm güzel manzaraların fotoğrafını çekmeye çalıştım, biraz sabah sisinde tren dönerken
gördüğüm öndeki vagonları, karlı dağları ve üzüm bağlarını. Fotoğraflar ne kadar gerçeğindeki kadar
güzel olmasalar bile, en azından o zaman orada olup gerçeğini gördüğüm için ben de öyle bir etki
yaratıyor ve orada olmuş olduğum için mutlu oluyorum.
Yani, trenle yapmış olduğum yolculukların sonunda kendime güvenim artmış oluyor ve
bununla birlikte kendimi hep daha iyi anlamış oluyorum ve benim için trenden gördüğüm manzaralar
sadece trenden gördüğüm manzaralar olarak kalmıyor. O an ne düşünüyorsam ve hissediyorsam
onlarla birleşiyor ve sonunda daha anlamlı oluyorlar. |
YENİDEN TANIŞMA -Gülnihal Beren TOPAL
Bazen rüyalarda bedenimden çıkar kendime dışarıdan bakarım. Yüzümü hiç görmem
ama kendimin dışında, ondan ayrıyımdır. İçinde var olmaya alıştığım dünya oralarda bir
yerdedir ama ben sadece dışarıdan bakar ve karışamam. Çaresizlik, üzgünlük ve kızgınlık...
Bu 3 duyguyu hissederim hemen. Beni karamsarlığa iter bütün bu dışarıda kalmışlık ve
yalnızlık. Bazen de hayatın içinde böyle hissederim işte. Bu sefer kendi bedenimdeyimdir
ama insanlıktan tiksinmişimdir artık. Bir kez olunca da bu tiksinme geri dönüşü çok zor olan
kapkaranlık bir yere düşerim. Gitmek ve olmak istediğim taraf aydınlık olur ama geçmem
gereken o eşiği geçemem. Eşikten ziyade insanların bu kadar insanlıktan çıkmış gibi
davranmasını aşamam. Bütün bu insanlar ve dünya bana çok uzak gelir. Ama sonra sanırım
annemden kaynaklanan o umutlu tarafım çıkar sahneye. Her şeyi bildiği ve aklında tuttuğu
hâlde dayanır umut ile o karamsarlığın kapısına. Her şeyin geçip rutinin geri döneceğine
inandırır herkesi, kendi hariç herkesi.
Bu inanmamış hâliyle ilerlerken kendim başka bir kendilikle çarpıştı ve dünyayı daha
farklı bir gözden görmeye başladı. Normalde kendi bedenimden çıkmış hissettiğimde bile
gerildiğim o rüyalardan böyle bir gerçek hayata geçmek tabii ki sancılı oldu ama yine de her
şeyine değdi. Dünyayı başka birinin ellerinden deneyimliyormuş gibi hissettirdi. Artık
karamsarlık daha normal bir şey oldu benim hayatımda. Hep korktuğum ve başkalarını iyi
tarafların olduğuna inandırmaya çalıştığım bir şey değildi artık. Her şeyi olduğu gibi
kabullenmenin verdiği o rahatlıkla hayatta kalmak çok daha kolay oldu. Bu yeni kendiliğim
her şeyin biraz daha farkına varmaya başladı. En eğlenceli ve geliştirici kısmı benim için
annemi ve babamı çözümlemek oldu. Bir anne ve babadan daha fazla oluşlarıyla yüzleştim ve
bu gerçek beni kendime getirdi.
Bütün bu süreçlerin sonunda ise dünya ile tanışma fırsatı buldum. İçine her türlü
insanı sığdıran ve yine o insanların içine farklı dünyalar sığdıran dünyayla. Bir bülbülü bir
gülden nefret ettiren, bir insana yanlış çağda yaşadığını hissettiren o her tarafı yalnızlıkla
çevrili dünyayla tanıştım. Kabul etmesi ve yaşanması zor olan bu yeşil-mavi devde bir hayat
kurma umudu ile oradan oraya dolaştım önceleri. Sonra fark ettim ki umut zayıf
insanoğlunun uydurduğu ve bağımlı olduğu bir şeymiş sadece. Bu dünyadan asla gitmek
istemeyen insanoğlunun dünyaya tutunabilmek için son şansıymış. Bu farkındalığım beni ilk
başlarda uzaklaştırdı biraz dünyadan ama sonra şairin de dediği gibi “düştüğü yer kalırmış
içinde insanın” (Afacan, 2013, s. 83). Düşsem de her seferinde bu dünya denen yere içimde
kaldığından herhâlde hiç umudumu yitiremedim. Ama son zamanlarda o kadar karanlık bir
yerden bakıyorum ki buraya umut ışığı bile girmiyor kalbimin odalarına. Kendi hayatımı
kurma umudumu yitirdim birçok insanın hayattan koparıldığını gördükçe. Hayatta
kalabilecek olup olmadığım net değilken bile umut etmekten yoruldum. “Her şey geçer.”
denildiğinde buna inanacak saflıkta olmamaktan yoruldum. Bu kadar yorulmuşken bile güçlü
kalıp dünyayı anlamaya çalışmaktan da çok yoruldum.
Dünya artık benim ulaşabileceğim bir yakınlıkta değil gibi hissettiğim bu zamanlarda
bu şiir kitabı bana ilaç gibi geldi ve bütün bu hissettiğim şeyleri düşünmemi sağladı.
Korktuğum, dile getiremediğim ve hatta bazen düşünmekten bile kaçtığım bu hislerin
önümdeki sayfalara dökülmesi sanırım biraz rahatlattı içimi. Umut etmekten yorulmuş olsam
ve her şeyin öyle hemen geçmeyeceğini düşünsem bile bu şiirler bana yine umuda koşmamiçin işaret verdi. Bunun yanında bir de her şeyin geçmesi için unutmamızın gerekli
olmadığını ve hatırlayarak da bir şeyleri geçirebileceğimizi gösterdi bana. Evet, her şey
hemen geçmez ama “her şey geçer, vardır unutamadığımız / belki iki yanında tümsekler açan
o gülüş” (Afacan, 2013, s. 51).
KAYNAKÇA
Afacan, A. (2013). Dünya Çok Uzak. Everest. |
Sabah Neşesi! / Berkay BİÇER
Nehir'in gözkapakları güneşle olan kavgasında bir kez daha mağlup düşmüştü. Doğruldu aniden ,
tüm vucudunu titreten bir esneme yardımıyla. Uykusu tamamen dağılmıştı artık fakat gördüğü
kabusun etkisinin bir süre daha devam edeceğini hissedebiliyordu. Elleriyle gözlerini ovuşturdu,
azıcık da olsa inandırabilmek için kendini, gördüklerinin yalnızca bir kabus olduğuna. Geçmiş bir
gölge gibi peşimde diye inledi içinde bir ses fakat Nehir'den başka ne duyan vardı onu ne de bilen.
Karşısındaki duvarın beyazlığı gözlerini yakmaya başlamıştı artık, kalkmanın vakti geldi diye
düşündü. Bir süre ayaklarıyla terliklerini aradıktan sonra nihayet ayağa kalkmıştı. Üstündeki
paçavralara bir göz gezdirdi ama bunun üzerine düşünmek dahi istemiyordu. Yavaş adımlarla banyo
kapısına kadar gelmişti bile. Kapı kolunun soğukluğu tüm bedenini titretti, bu en sevdiği
duygulardan biriydi. Çünkü, soğuğun bedeninden çok ruhunu titrettiğini biliyordu. Kapı kolunu
kavrayan elini aşağı doğru ittirdi ve banyoya doğru bir adım attı. Bu ne çirkin bir banyo diye
düşündü istemsizce. Baktığı aynanın çirkinliği kendini iyi hissetmesine sebep oldu bir an için. Fakat
bu duygu yerine acımaya bırakmaya çoktan hazırdı. Neyseki bu ani duygu değişimleri artık canını
acıtmıyordu Nehir'den. Tüm hayatına küçük bir kız çocuğunun yön verdiğini kabulleneli epey
olmuştu. Musluğu açtı ve suyun hareketini izledi bir süre, döne döne gidere doğru usulca
yaklaşıyordu akan su, adeta dans ediyordu. Parmaklarını ovuşturdu, bir kez daha vucudunda soğuğu
hissedeceği için heyecanlandı. Sağ elinin parmak ucuyla lavaboda dans eden suya katıldı,
yuvarlaklar çizerek bir aşağüı bir yukarı hareket ettirdi parmağını. Bu kadarı hevesini almasına
yetmişti, iki avcunu birleştirip suyla doldurdu ve tereddütsüz bir şekilde çelimsiz yüzüne çarptı
avcundaki tüm suyu. Kalbinin hızlandığını hissedebiliyordu. Çökmüş yanaklarından süzülen
damlalar göğsünün üzerine düşüyordu. Bir süre daha bekledi damlaları hissedebilmek için ve sonra
yanındaki eskimiş havlu ile yüzüne sıkıca bastırdı, kendini boğmak istercesine. Alnını ve boynunu
da iyice kuruladıktan sonra havluyu buruşmuş bir şekilde aldığı yere bıraktı. Tüm bu hazırlıklara
rağmen yeni bir güne hazır olmadığını biliyordu, ne gücü ne de hevesi vardı dünün aynısı olan bir
başka gün yaşamaya. Yorgun adımlarla çıktı banyodan, yatağına yaklaşırken aniden tüm vucudukasıldı, arkasını dönüp koşar adımlarla banyoya girdi ve kapısını dahi kapatmadan bedenini klozetin
üzerine bıraktı. Nefes nefese işinin bitmesini beklerken, yüzünde yersiz bir gülümseme belirmişti.
Böyle bir şeyin aklından nasıl çıktığını düşünüyor, kendine gülüyordu, ve tabi ki yaşadığı
rahatlamanın da bu gülüş de payı vardı. İşi bitince, indirdiği paçavraları toparladı ve sifona bastı.
Aniden boşalan su gök gürlemesine benzer bir ses çıkararak odayı inletti, Nehir çoktan ellerini
yıkayıp yatağını toplamaya koyulmuştu. Çarşafı bir kenarından tutup havalandırarak yatağın
üzerine örttü düzgünce. Eliyle kırışmış yerleri düzledi, ardından yorganı da aynı şekilde yatağın
üzerine serdi ve son olarak yastığı yerleştirdi. Gurur duyması gereken bir iş becermiş gibi
hissediyordu yatağını toplayınca, fakat hemen sonra bu düşüncenin ne kadar zavallıca olduğunu
düşünüp kendini cezalandırıyordu. Yatağın kenarındaki pencereye doğru bir adım atıp, pencerenin
önündeki tülü çekti. Odasının manzarası midesini kaldırsa da her sabah buradan dışarı bakmayı
alışkanlık haline getirmişti bile. Meraklı gözlerle dışarıyı süzdü bir süre fakat Nehir'i
heyecanlandıracak en ufak bir değişim bile yoktu yine. Bu lanet hastanede, başka bir gezegende gibi
hissediyordu. İnsanlardan umudunu keseli çok olmuştu ama artık kuşlar bile uğramaz olmuştu bu
lanetli yere. Nehir'in içi yeniden karamsarlıkla dolmuştu. Dokunduğu her şey parçalanacak, baktığı
her şey dağılacak gibi hissetti. Gözlerini kapadı, geçmişine dönmeyi ölesiye diledi. |
Kayıp İnsanlar
Kendimizi fark etmeye başladığımızdan bu yana en büyük gereksinimlerimizden biri güvende
hissetmek. Bu; ailemizin yanında, senelerdir bulunduğumuz mahallemizde veya hiç beklenmedik bir
insanın yanında gerçekleşebilir. Bütün o belirsiz tehlikelerin yarattığı, çoğu zaman anlamsız tehditlerin
bizi rahatsız edemeyeceği yerler... Ama neden ailemiz yerine başkaları gelince aynı hissiyatı
alamıyoruz ya da neden daha önce bulunmadığımız bir şehre, ilçeye, mahalleye gittiğimizde tedirgin
oluyoruz? Gerçekten herhangi bir farkı var mı bu mahallenin benim büyüdüğümden?
Her şeyin özünde kendimi iyi hissetmek istiyorum aslında. Herkes gibi. Kimisi bunu sevdiği insanlarla
beraber vakit geçirerek sağlar kimisi sevdiği işlerle meşgul olarak. Ama genelde bunları yaparken
olumsuz bir hissiyata kapılmıyoruz. Gayet mükemmel bir hayat yaşıyormuşçasına o ‘iyi’ hissiyatının
dalgasına kapılıyoruz. Kapılıyoruz lâkin bunu istemeden mi yapıyoruz? Hiç sanmıyorum.
Dışarıdan kendimize baktığımızda ne kadar da somut görünüyoruz. Ellerimize dokunabilir,
saçlarımızın dalgalanışını hissedebilir, kendimizi bütün olarak görebiliriz. Yani somut olmamız için
gereken bütün duyusal kanıtlara sahibiz. Peki iç dünyamız nerede? Beynimizin bir köşesinde mi yoksa
bedenimizin farklı bir yerinde saklanıyor mu bulamayalım diye? Kim bilir belki de her yerdedir.
Baktığımız, düşündüğümüz hatta olmasını istediğimiz her yerde olabiliyordur. Buna somut diyebilir
miyiz? Bu noktada içinde sonsuz bir soyutluk bulunduran kısıtlı somut varlıklar olduğumuzu söylemek
hiç de yanlış hissettirmiyor. Ve bu soyut kısmımız, şimdilik anlayabildiğimizin ötesinde işler başarıyor.
Bizi güvende, rahat hissettiriyor. Güvende olduğumuzu kulağımıza sadece bizim duyabildiğimiz
şekilde fısıldıyor. Bu fısıltı bedenimizin her yanına yayılıyor ve geçtiği her yerde izlerini bırakıyor.
Aslında somut varlığımızı koruyor, tıpkı çocuklarını koruyan ebeveynler gibi. Bizi sarmalıyor ve
dışarıdaki potansiyel tehlikelerden uzak tutuyor. İşte bu kısım bizim soyut benliğimizin algılarımızla
oynadığı yer oluyor.
Engin denizlerin, okyanusların ortasına düştüğümüzü hayal edelim. Ne hissederdik? Yüzme
bilmeyenler için boğulma korkusu, köpek balığı fobisi olanlar için canice bir son, yükseklik korkusu
olan biri için yüzeye çıkana kadar geçmek bilmeyen saniyeler… Bunların hepsi aslında biz oraya
düşmesek de gerçek ve bir yerlerde var. Fakat nasılsa bu durum bizi rahatsız etmiyor, ta ki o durumun
içine düşene dek. İşte bizim soyut kalkanımız tam olarak bundan koruyor bizleri. Bu tür
düşüncelerden uzaklaştırıp bizi iyi hissettirecek taraflara baktırıyor. Bütün bu saydığım korkular
arasında aynı koşullarda benim hissettiğim biraz daha farklı. Yüksekten ucu görünmeyen denizlere
baktığımda, tepelerin ardındaki daha yüksek dağlara baktığımda veya bizim yaptığımız gökdelenlere
baktığımda ne kadar da küçük ve savunmasız olduğumu hissederim. Bu da yetmezmiş gibi
gezegenimize baktığımda çok daha tedirgin olurum. Sanki bildiğim dünya etrafımdan kaybolur ve hiç
bilmediğim bir yerde buluveririm kendimi. Artık kaybolmuş, küçük ve savunmasızım. Durmuş bunları
düşünürken hâlâ o tanıdığım şehirde, büyüdüğüm mahallede olduğumu söyleyebilmem ne kadar
mümkün?
Benliğimi anlamlandırma yolculuğumda yaşadıklarımın yani tecrübe ettiklerimin yeri çok büyük.
Birçok düşüncemin temeli buna dayanıyor hatta bazen karşılaştığım durumu olduğu gibi kabul
edebiliyorum. Sosyal ilişkilerim, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler hepsi bana farklı düşünceler
katıyor. İstesem de istemesem de bu yeni düşünceler beynimde bir yer ediniyor. Nihai olarak
aklımızda sadece doğru olduğunu düşündüğümüz olgular bulunmuyor.
Şimdiye kadar bahsettiğim düşüncelerimin bir çıkış noktası var. Yakın zamanda tekrardan izlediğim ve
hâlâ muhteşemliğini koruduğunu düşündüğüm Interstellar filmi bu düşüncelerime temel oluşturdu.
Hayattaki algılarımı baştan sona sorgulamamı, tamamen yepyeni bir bakış açısıyla düşüncelerimideğerlendirmemi sağladı. Ayrıca bilimsel anlamda da bir nevi ufkumu açtı. Beni, mümkün
olabileceğini düşündüğüm olayları tekrar gözden geçirmeye itti. Bu tarz filmlerin kategorisinin bilim
kurgu olduğunun farkındayım. Yani işin içinde kurgunun da yadsınamaz bir payı var. Lakin zamanında
şu an kullandığımız birçok teknolojik aletten bize sunduğu imkânlara kadar hepsine hayal gözüyle
bakılmıyor muydu? Tıpatıp aynı gelişmeler yaşanmasını asla beklemiyorum ve bunun olabileceğini de
düşünmüyorum. Fakat neden benzerleri olmasın? Zaman geçtikçe daha çok düşünüyor daha çok
gelişiyoruz. Hem bilimsel hem sanatsal anlamda kimsenin beklemediği sonuçlarla karşılaşıyoruz. Belki
de gerçekten söylenildiği gibi çağlar sonra, çok daha farklı bir canlı türüne evrilip şu anki olgularımıza
‘’çok ilkel’’ gözüyle bakabiliyor olacağız.
Kaynakça
Nolan, C. (Yöneten). (2014). Yıldızlararası [Sinema Filmi]. |
Burak MANTICI
21201124
HAYATI ANLAMAK
Okuldan çıkmışım eve geliyorum yine.Her zamanki yerinde bekliyor bizim dolmuş. Geçiyorum
arkaya oturuyorum kalkış saatini bekliyorum.Başlıyor bizim neneler anlatmaya yine : “Geçen
Hasan'ın kardeşi Mahmut vardı ya o ölmüş daha gencecik yaşta ”.Vah vahlar yükseliyor sonra bir
tanesi ordan soruyor nasıl ölmüş diye. Ne farkediyorsa sanki . Ölüm işte bu nasıl gelirse gelsin.
gideceğin yer toprak nasıl olsa sen ona bak.Önemli olan nasıl öldüğü değilki zaten önemli olan
hayattayken ne yaptığı ve ölümü nasıl karşıladığı. Ama merak ediyor insan işte.Herkesin karşına
Naci'ninki gibi bir Hatçe çıkmıyor ki hayatın ne demek olduğunu amacımızın neler olduğunu
öğrenelim.Belki de Hatçe gerçek olamayacak kadar saftı belki de bu yüzden bir kitabın gizli
kahramanıydı. Hatçe sahip olduğu tek şeyiyle saflığıyla bir felsefe asistanına aslında sahip
olunabilecek pekte birşeyin olmadığını gösterdi . İnsanın sahip olabileceği tek şey “aşk”tı.
İnsana duyulun aşkın bile bir sonu oluyordu hem kitaplarda hem televizyonda hatta gerçek hayatta.
Böyle bir dünyada aşkı kimle nasıl yaşabilirsin ki ? İşte bu soruyu cevaplamıştı Hatçe. Hayatına
sadece durakmış gibi uğrayıp giden bir kadın aslında geri kalan hayatını da değiştirmişti Naci'nin.
Hatçe İlahi aşkın kapılarını Naci'ye aralamıştı bütün saflığıyla.
Bazen kimden yardım istemeliyim diye merak ediyorum .Acaba bütün sıkıntılarımı etrafımdaki-
lerin yardımıyla halledebilir miyim? Bütün bu soruları cevapladı Hatçe benim için .İnsanların gece
ışıklar södükten sonra kurduğu hayaller ne kadar imkansız olursa o kadar özgün oluyormuş.Ben
kendi kurduğum hayalleri düşünüyorum: “Acaba yarın fizik sınavında ne yapcam ?”, “Şu okuldan
mezun olunca ne kadar para kazanırım?”.Aslında hepsi ne kadar küçük kaygılar ne kadar
gereksizler.Bir çoban bile geleceğini bu kadar kaygı etmiyordur ya da bir çoban kadar cesur
değilim yarını yaşamak için.Naci gibi olmak istiyorum onun hissettiklerini hissetmek istiyorum.O değişimi hissetmek ,gelgitler arasında kalıp verilmesi gereken o zor kararı vermek istiyorum .
Hayatının geri kalanı vereceğin karara bağlıyken o sorumluluğu almayı ve doğru kararı vermeyi
istiyorum.Doğru bildiklerime yanlış, yanlışlarıma da doğru demek istiyorum. Hayatıma u
dönüşünden devam etmek istiyorum.Saf bir kızın suratına bakıp hayatımın amacını bulmak
yaşamaktan korkmamak istiyorum. Naci hiç düşünür müydü bütün inandığı şeylerin aslında
yalanlardan ibaret olduğuna , bildiklerini inandıklarını bir kalemde sileceğine , gerçekleri aslında
bir köylü kızından öğreneceğine , inanır mıydı bunları insanlara anlattığında dışlanacağına , çağdışı
insan damgası yiyeceğine .O sadece kafası sonradan çalışmış biriydi ve bundan sonra da diğer
insanların kafalarını çalıştırmaya uğraşacaktı. Onlara hayatın göz ardı edilmiş taraflarını göstermeye
çalışacaktı.Ama herkes öyle düşünmüyordu ,üniversitedeki hocalar bile onu yobaz olarak
görüyorlardı.Yine de yoluna devam etti, bildiği inandığı şeyleri insanlara anlattı. Başta
da belirttiğim gibi insana duyulan aşkın bile sonu varken neye aşık olacaktı insan. İşine mi, evine
mi, eşyaya mi.İşte bunu cevapladı bu kitap Naci için. Sadece Naci'ye değil neye inanacağını şaşır-
mış kendi duvarlarını yıkıp etrafına bakamamış bütün insanlar için .İlahi aşkın varlığında hayatın
anlamlı olduğuna, kimselerden medet umamazken ona sırtımızı yaslayabileceğine kanaat getiriyor
insan bu kitapla .Karşılaştığım problemler birer engel olmaktan çıkıp sadece birer hediye gibi
geliyor artık.Onlara birer bela gözüyle bakmıyorsun artık sadece sevgiliden gönderilmiş birer
hediye.Bu hediyelerle artık kendini geliştirip ve hayatına anlam kazandırıyorsun. |
Mert Can Yıldız 19.11.2014
21102570
TURK102-30
Sağlıksız Aşk
Hangi yaşta olursak olalım hepimiz âşık olmuş, hayatımıza bir başkasına diğer bütün
insanlardan daha çok dâhil etmiş ve onunla beraberken her zaman olduğumuzdan daha çok mutlu
olmuşuzdur. Birini sevmek her zaman mutlu sonla bitmeyebilir, fakat emin olun karşınızdaki
kişiden tamamen bağımsız olarak kimi severseniz sevin, hayatınızı kiminle paylaşırsanız paylaşın o
size bir şey öğretmese bile siz zaman içinde onun tavırlarından, davranışlarından, hayata karşı
duruşundan, size yaklaşımından mutlaka bir şeyler öğrenirsiniz. Bazen kendi yaptığınız bir yanlışı
onun yaptığını görürsünüz aslında yapılanın çok yanlış olduğunu fark edersiniz, bazen ise onun
yaptığı fakat sizin yapmaktan hoşlanmadığınız şeylerden birkaçının aslında sizin eksikliğinizden
kaynaklandığını fark edersiniz. Bunlardan biri insanları olduğu gibi kabul etmek ve hiçbir zaman
değiştirmeye çalışmadan onları hayatınıza dahil etmek olabilir. Kimi insanlar vardır ki arkadaşlarını
ya da sevdiklerini önce hayatlarına dahil ederler, sonra onu gerçekten tanıdıktan sonra zaman içinde
onun değiştirmeye çalışır, kendi istedikleri kişiyi yaratmaya çalışır. Genellikle bu tip davranışlar
kişiler arasında şiddetli tartışma sebebi olup kötü sonuçlara neden olabilir. Bunun benzeri bir hatayı
yapmamak için hayatınıza dahil edeceğiniz insanı önce tanımayı sonra o kişi ile bir hayat
paylaşmayı deneyebilirsiniz. Ancak bazı durumlarda kişiler tamamen umarsızca ve sadece anı
yaşama isteği ile hareket ederler. Bu anlar genellikle insanlar istemediği bir hayat yaşarken ya da
büyük bunalımları takip eden günlerin ardından çıkar. Tıpkı karısı tarafından terk edilmiş Ben'in
içinde bulunduğu büyük karmaşa ve Sera'nın hayatta kalmak için yapmak zorunda olduğu işin onun
üzerindeki toplumsal baskısı gibi...
Birini severken o kişi tarafından terkedilmiş olmak eminim ki hiç kimsenin tadına bakmak
istemeyeceği bir histir, özellikle de bu kişi sizin karınızsa. Diğer taraftan dünyada hiçbir toplum
tarafından onaylanmayan bir iş yapmak zorunda olmak ve daha da kötüsü bu işi yapmak zorundabırakılmak insanın ruh sağlığını ciddi anlamda tehdit edici bir unsurdur. Bu hayatlara sahip insanlar
aslında ruhen çok da sağlıklı insanalr değillerdir. Her zaman onları bu hayatın içinden çekip
kurtaracak, onlara bu acıyı unuttaracak, bu hayattan uzak bir hayat yaşatabilecek imkânları ve kişileri
bulma çabası içinde olurlar. Fakat sahip oldukları hayattan ve içinde bulundukları bunalımdan
onları uzaklaştıracak kişiler olarak bir başka hastaya yani birbirlerine güvenir ve inanırlarsa işte her
şey o zaman daha da içinde çıkılamaz bir hâl alır. Ben kendini alkol alarak ölmeye adamış bir
adamdır. Los Angeles'da yaşar, orada bir işi vardır, fakat bu bunlaım yüzünden işini çok aksatır ve
patronu tarafından işten çıkartılır. Sera ise Las Vegas'da yanında yaşadığı adam tarafından bedenini
pazarlamaya zorlanan ve her akşam o adamın maddi beklentisini karşılamak zorunda olan bir
kadındır. Ben, işten atıldıktan sonra Las Vegas'a gitmeye karar verir ve orada bulunduğu daha ilk
gece de Sera ile tanışır. Sera'nın işi dolayısıyla tanıştıkları durum ve amaçları çok da nezih değil
gibi görünür fakat çok kısa bir zaman sonra Ben, Sera'dan sadece onun yanında kalmasını, onu
dinlemesini, onu dinleyerek ona yardım etmesini ister. Sera ise bunu daha önce hiç yaşamamıştır ve
Ben'in bu tavrı karşısında oldukça şaşırır ve Ben'den etkilenir. Çünkü Ben şimdiye kadar Sera'nın
Las Vegas'da karşılaştığı kişilerden çok daha farklıdır ve ona çok farklı yaklaşmıştır. Birkaç kez
görüştükten sonra birbirlerinin hayat hikâyelerini anlamakta zorlanmazlar, fakat tuhaf olan şudur ki
ikisi de sadece kendi hayatları dışında tutunacak bir dal aradıklarından karşı tarafın hayatına ikisi de
saygı duyacağına söz verir ve sözde ikisi de durumu kabullenir. Fakat insan yaratılış gereği
sahiplenmek ve sahiplenilmek ister. Onlar bu gerçeği unutur, bu yüzden onların bu saygı çerçevesinde
olan maceraları çok kısa bir zaman içinde son bulur. |
BURAK YÖRÜK
MUTLULUK MU, O DA NE?
Hayatın hep bir koşuşturmayla geçtiğini ve bu koşuşturmaya rağmen elimdeki tek şeyin
koskoca bir sıfır olduğunu düşünen tek kişi ben miyim? Her şeyin sonunda elimde
karamsarlığın, üzüntünün, endişenin ve yalnızlığın kaldığını… Şu nesnelerle, insanlarla dolu
dünyada kendini tıpkı dağın başında tek başına kalmış bir papatya gibi hissetmek, kimseye
güvenememek ya da hep yarı yolda kalmak, bırakılmak. Ama yalnız olduğumu düşünmüyorum.
Niye mi? Nereye baksam hep uzaklara dalan, dokunsan ağlayacak insancıklar çarpıyor gözüme.
Abuzer Gülpınar da bizden biri galiba. Kendisinin “Başım Kirazlı” adlı şiir kitabını
okumaya başladığım anda kendimi bir aynaya bakıyormuş gibi hissettim. O da kırgın, üzgün,
yalnız. O da terk edilmişler durağında onu kurtarması için gelecek otobüsü bekleyen bir yolcu
ama ne mutlu ki o kendini ifade edecek bir yol bulmuş. “Sevişmeler terk edildi/ Rüzgâr tükendi/
Soframda yalnız kaldı/ Cemal Süreyya şiirleri”(16) Tam da böyle değil midir? Ne güzel
betimlemiş Abuzer Güldalı her şeyin geride kalmasını, anlamını yitirip genelleşmesini, en
güzellerinin bile bir anlam ifade edememesini.
Şu zamana kadar hep bir çıkar yol aradım kendime; en azından bir teselli bile yeterdi
kabuğumdan çıkmaya, derin bir nefes almaya. İçimde kimseye anlatamadığım bırakın
başkasına anlatmayı kendimin bile anlamadığı bir duygu vardı hep. Belki yaşadıklarım, belki
de yaşayacaklarımın korkusuydu derken Abuzer Güldalı öğretti bana o kahrolası şeyin ne
olduğunu. Meğerse içimdeki şey her şeyin bir yalandan ibaret olduğunu anlamış da benim
dışarıdan haberim yokmuş. Hani demiş ya yazar, “Bülbül sana nasihatim/ Gül de yalan kırmızı
da/ Diken mezarına dönen teninle kalırsın.”(34) İnsan mantıklı bir şekilde oturup düşününce
dank ediyor aklına. Var mı aklınıza gelen ve bunun yalan olmasının imkânı yok diyen?
Aranızdan şimdi aile sevgisi diye atlayan olur elbet. Onları ayrı tutun, onlar sizin bu dünyadaki
tek varlığınız, ilkleriniz… Onları ayırdıktan sonrakileri düşünün. Arkadaşınızın, sevgilinizin ya
da akrabalarınızın sevgisinden emin misiniz? Gözlerinizi kapayıp her dediklerini yapar
mısınız? Hadi siz yaptınız, onlar yapar mı? Bir gün bir yerde okumuştum. Bir çift yaşadıkları
ağır olaylardan sonra birlikte intihar etmeye karar verirler. Bir binanın tepesine çıkıp otururlar.
Üçe kadar saydıktan sonra kız kendini atar. Çocuk beceremez ve kızın düşüşünü izlemeye
başlar. Birkaç saniye sonra kızın paraşütü açılır. Peki, sizce kim suçlu? Beyazın bile kirlendiği
şu dünyada kim güvenilir, kime arkamızı dönebiliriz?
Şunların arasında da en çok yaralayan da galiba sevdiğiniz, değer verdiğiniz kişi oluyor.
Onun acısı, pişmanlığı, hüznü bir başka oluyor. Hayata birlikte göğüs gerdiğiniz, zorlukların
üstesinden geldiğiniz, mutlu olduğunuz kişinin günün birinden çıkıp gitmesi, arkasına
bakmaması… İnsan kendini telefonu elinden alınmış bir ergen gibi çaresiz ve yıkılmış
hissetmiyor mu? Boş bakışlar, anlamsız üzüntüler, yerle bir eden pişmanlıklar… “Dereleri
kıskanan çeşmeyim şimdi/ Akanım yok/ Çağlayanım da”(38) demiştim ya Abuzer Güldalı beni
anlatıyor diye, galiba ben farkında olmadan yanından geçmişim de beni gözlemlemiş galiba.
Şu benzetmeye bir ek de benden gelsin o zaman. Kendimi sonbahardaki bir ağaç gibi
hissediyorum. Yapraklarım dökülüyor, yalnızım, üşüyorum ve her geçen gün daha da
çöküyorum toprağın altına. Zaten olmayan ümidim, umudum da bir daha yüzünü göstermemek
üzere beni terk ediyor. Tıpkı diğerleri gibi, yapmaz dediklerim gibi, beni öldürmez dediklerim
gibi…Masumluğun kalmadığı acıların çoğaldığı şu dünyada inşallah şu anlattıklarımdan sizin
kapınıza uğrayan olmaz. Birebir tecrübe eden birisi olarak bunların olduğu yerlerden koşarak
uzaklaşın. Her ne kadar mümkün olmayacağını düşünsem de siz yine de deneyin, bataklığa
batmayı kabullenmeyin. Şu ana kadar hep kendime bir tercüman bulmak istemiştim içimdeki
şeyi hem bana hem de çevreme anlatabilmek için. Galiba sonunda bir tane buldum. Öyle ki
zaten ince olan şiir kitabını dakikalar içinde bitirdim. Kullandığı benzetmelerle, tercihlerle ve
anlatımıyla Abuzer Güldalı benim aynam, tercümanım oldu. |
KENDİ KENDİME ORKESTRA
Çok sesli orkestranın karmaşık uyumunu andıran bir günde, öylesine yaşamadığımın farkına
vardım. O günü, sabahında orkestranın kalabalığına bakıp yanılmış başlasam da akşamında bin bir türlü
enstrümanın uyumunu hayranlıkla izleyerek bitirdim. O enstrümanlar benim düşüncelerimde saklıydı,
çok sesli orkestraysa benden başkası değildi. Öylesine başlanan günler en şaşırtan, en mutluluk
uyandıran olayları yaşamamızla bitmez mi zaten? İşte benim günüm beklentisizce karalamalar yapan bir
sanatçının güzel tablolar doğurmasıyla sonuçlandı. Söz konusu günde anladım tek başınalığın yalnızlıktan
çok farklı olduğunu. Meğerse benim yaşamamın bir amacı olması için başka insanların varlığına ihtiyacım
yokmuş. Bilmiyormuşum ki insanın kendi kendine yaşadığı monologların değerini ancak sorgulanmamış
bir hayatın sonuçlarıyla baş başa kaldığında anlayabileceğini…
Öylesine sıkıcı ve normal bir gündü ki o gün; önemli bir gerçeğin farkına varmayı bırak, her gün
içtiğim sütlü kahveyi dökmeden içebilmiş olmam bile bir başarı gibi gelmişti bana. Ancak hayatı
sorgulamanın ve kendinle sohbet etmenin önemini “Hisli Kirpi” kitabının arkadaşlığıyla öğrendim. Önce
okuduğum güzel betimlemelerle kendimi kitaptaki karakterin içinde olduğu mekânda bulduğumda
hayatımın artık eskisine hiç benzemediği söylenmeyen bir gerçekti. “Üzerlerini gece karanlığıyla örtelim.
O karanlıkta sahile vuran dalgaların sesinden başka ses olmasın.” demişti yazar. Buyurgan olmasının yanı
sıra insanın o anlatılan büyülü mekânı hayal etmekten başka çaresi yoktu. Sanki elimdeki rastgele bir
kitabın sayfaları değil de o an yaşadığım dünyanın başkanıydı. Bir yandan diktatörce bir yandan iyi bir
lidere yakışır anlatımıyla beni içine çeken kitap kurgusu derinlerde bir yerde “kendime” olan saygımı
tetikledi. O ana kadar fark etmediğim şey etrafımda somut insanların gezmesine gerek olmadan
yaşadığım mutluluk hissiydi. Kitap yalnızca bir araya gelmiş sözcüklerin toplantısından çok daha fazlasını
sundu bana. Yazarın anlattığı yazar, bir bakımdan ikinci yazar bir bakımdan ana karakter, Abidin’in
yazmaya karşı tutkusuyla benim edebiyat sevgimi bağdaştırdım. Abidin ve Nezihe Hanım’ın sohbetleri
Nezihe Hanım’ı yazanın Abidin olduğu göz önünde bulundurulursa Abidin’in kendiyle olan sohbetleriydi
aslında. “Mono” yani tek anlamına gelen sözcüğe apayrı bir çokluk katıyordu.
Bir insanın yazmakla bulduğu üretkenlik ve doldurduğu o boşluk hiçbir şeye benzeyemez. Ben
bunu ancak kendimle baş başa kaldığımda yazdığım o güzel karakterlerle konuşurken hissedebiliyorum.
Tarifi verilemez bu his, insana insanlığın verebileceğinden çok farklı bir sorgulama fırsatı veriyor.
Kendinden fazla kimse bilemez seni… Yani ne kadar uğraşırsak uğraşalım başka insanlardan
beklentilerimiz benliğin karşılayabileceğinden çok daha düşük seviyelerde olacaktır. Ancak baş başa
kalmaktan korkmayacağımız kadar iyi bir arkadaşlık kurmalıyız kendimizle ve böylece sona erer en büyük
yalnızlığımız. Böylesine bir bakış açışı sanılanın aksine bencillikten oldukça uzaktır. Çünkü bencillik
kendini kabullenememe sonucunda abartılmış bir imajı kendin olarak algılamaya başladığın anda ortaya
çıkar. Bu algı ancak ve ancak “Hisli Kirpi” in sunduğu yazma ve kendini sorgulama yöntemleriyle aşılabilir.
Abidin’in üretmeye, yaratmaya karşı hevesi yalnızca onun yazdıklarını okuyan insanların yaşayacağı yeni
duygulara yol açmasının yanı sıra Abidin’in veya içini yazıya dökebilen herhangi bir insanın kendisiyle
olan terapi seanslarını başlatır. Ben bugün kendimi aynada gördüğümden fazlası olarak algılamıyorsam,
mütevaziliğin öğretildiği bu kitap sayesinde olduğunun farkındayım. Yazmanın bana ve okurlarıma kattığı
bilgilerden çok yeni mekanlara seyahat etmeyi sağlayan, ortada somut bir canlı yokken “kitap karakteri”
olarak adlandırılan arkadaşlarımla sosyalleştiren bu sisteme aşığım. Yazı yazmanın beni benle bırakan tek
şey olduğunu anladığım o gün yaşadığım farkındalıklar ile devam ediyorum bu hayata. İşte tam olarak bufarkındalıklardan dolayı bu kitaba “seviyorum.” demek kitabın bana katkılarına karşı oldukça yetersiz
kalır. Onun yerine kitaba “teşekkür ediyorum” demeyi tercih ederim. Teşekkür ederim “Hisli Kirpi” bana
ben olmayı, kendimden ve çevremdeki insanlardan daha çok önemsettirdiğin ve yalnızca
önemsettirmekle kalmayıp yazı yazarak neler yaratabileceğimi gözler önüne serdiğin için…
Ada Gürer
KAYNAKÇA:
Algör, İlhami(2021), Hisli Kirpi(İletişim Yayıncılık). |
Nuray Beyza YANIKOĞLU
2=1
Ġkiyken tek olmak neydi? Çok uzaklarda, belki derinlerde kalmıĢ bir duygu olarak
anımsıyorum kendisini. Bir ruhun hissettiğini baĢka bir bedende atan baĢka bir kalbin
hissetmesi ne kadar heyecan verici olsa gerek oysaki. Belki de gerçek sevginin en alıĢılmamıĢ
mührü. Öyle ki sevgiyi, aĢkı hissederek çarpan kalpler dahi sevginin bu en alıĢılmamıĢ
siluetiyle karĢılaĢınca ĢaĢkınlığa düĢüyor. Öyle ki soğuk ve hissiz söylenen kelimelerin, donuk
“Seni seviyorum.”ların ötesinde daha anlamlı kılınan bu ürkek sevgi mührü, kalplerde bir
yabancıymıĢçasına geziyor. Ne yazık ki unutulmak ağır geliyor bu duyguya ve “ikiyken tek
olmak” zamanla izini silercesine kalplerde dolaĢmaktan, insanlara yeni ve daha önce hiç
keĢfedemedikleri heyecanları tattırmaktan, sevginin en çıplak ve gerçek halini göstermekten
uzaklaĢmaya baĢlıyor: Terk ediyor insanoğlunu. YanlıĢ duymadınız! Terk ediliyoruz. Üstelik
bunu hissetmeden, yavaĢça ama derinden… Kırılan küskün, adımlarını atmaya çoktan
baĢlamıĢ çünkü gerçek iliĢkiler tek tük seçilir olmuĢ. Giderken arkasındaki kapının kapanıp
kapanmayacağı ise meçhul. BarıĢmak için ise akıllarda tek bir soru: Ġkiyken tek olmak neydi?
Sevgi o kadar uçsuz ve limitsiz bir duygu ki paylaĢıldığı an nasıl hissedileceği veya
neye dönüĢeceği tahmin edilemiyor. Sadece “iki” arasındaki sevginin paylaĢılınca hangi
forma büründüğü biliniyor: Tek. Öyle ki “iki” var olan matematiğe inat paylaĢtıkça sayısal
olarak büyümüyor, aksine “tek”e indirgeniyor ancak hissedilen heyecan tarif edilmeksizin
büyüyor, çoğalıyor. ġöyle ki iki insan hayal edin BarıĢ ile Füsun gibi; birbirini çok seven,
hatta birbirlerini en az kendileri kadar çok seven, her acıda, her mutlulukta karĢılarındakinin
duyguları eĢ zamanlı ve gerçekten hisseden. Ve hayal gücünüzü zorlayın biraz daha ve
sevdiği Füsun’un canının yanmasına daha fazla katlanamayan, onun her çığlığında kendi canı
yanıyormuĢçasına tepki veren BarıĢ’ı somutlaĢtırmaya çalıĢın. Gözlerinizi kapatıyor gibisiniz.
O kadar mı gerçekten uzak gözüküyor? Ne dersiniz? ĠĢte aslında sevgi böyle “tekleĢiyor”.
Kalpler iki ayrı bedende atsa da hissedilenleri tek bir bedende toplamayı baĢarabildiği an
sevgi yeniden yeĢeriyor. Ama sevgiyi daha çok “ĠliĢkimi seviyorum ancak kendimi daha çok
seviyorum.” yönünde algılamaya baĢlayarak değiĢtikçe insanoğlu; hisleri, kalpleri, duyguları,
algıları da değiĢiyor. “Ġkiyken tek olmayı”, “ikiyken tek düĢünmek, hissetmek”le karıĢtırır
hâle geliyor duygular. Sevgiyi her haliyle hissedip paylaĢmaktan uzaklaĢarak
bireyselleĢtirmeye baĢlıyor kuĢaklar. Sonra geriye dönüp bakıldığında yaĢananların “tek”ten
gelen çoğunluktan değil de “tek”liğin getirdiği yalnızlıktan kaynaklandığını fark ediyor
insanlar. Gerçekten kendisi için değil de değer verdiği kiĢi için hissettiklerini, duyduğu
heyecanları anımsayamıyor çünkü muhtemelen böyle bir sevgiye kalbini açmaktan korkmuĢoluyor. Ya sevgiyi derinlemesine hissedecek yeterli cesareti olmadığı için ya da böyle bir
sevginin var olabileceğine ihtimal vermediği için… Sonuçta ise elde imrenilecek kadar güzel
olan bu duyguyu yaĢayamadığı için hayıflanan sevgi insancıkları kalıyor. Sevgi insancıkları
oluyor her biri çünkü sevgiyi hayatlarına misafir olarak kabul etmeye razı olup sevgiye
hayatlarında gerçek bir rol verecek kadar güvenmemiĢ oluyorlar. Mesele her ne kadar sevgiye
olan güven meselesi gibi görünse de uzaktan; asıl olay kiĢinin kendinden biraz da olsa
vazgeçebilmekten korkmaması, kalbinin bir bölümünü değer verdiği diğer kalple
bütünleĢtirebilmesi. Yani sevgi biraz emek istiyor, bencillikten uzak kalmak istiyor. Çünkü
kiĢi eğer sağır olurcasına sadece kendi kalbinin ritmine kulak verirse o zaman sevgisinin
doğrultusundaki diğer renkli sesi duyamayacak hâle geliyor. Bir anlamda Ģarkısını sözsüz
bırakıyor, eksik bırakıyor tamamlamanın bir Ģans olduğunu gözden kaçırırcasına. Bunu
yaparken sadece elindeki Ģansı geri çevirmiyor, aynı zamanda elinde kalanı da gerçek bir
Ģarkı zannediyor. TamamlanmamıĢ olsa bile…
Ġnsanın dünyada en büyük Ģanslarından biridir sevgiyi hissetmek, tamamlayabilmek.
Sevgi yaĢanan diğer tüm duyguların aksi bir yönteme sahiptir. “Ġki eĢittir iki.” denklemi sevgi
için geçerli değildir, sevgide “Ġki eĢittir bir.” kuralı vardır. “Ġkiyken tek olmak” sevgiye has
özelliklerden biridir ki insanoğlunun farkındalığını hep üzerinde tutmayı baĢarmıĢtır.
Farkındalık olsa dahi “ikiyken tek olmak”, sevgiyi paylaĢan her kalp için baĢarması kolay bir
durum olmamıĢtır. Bizler belki her ne kadar kalbimizi sadece kendimizle kaplamamamız
gerektiğini bilsek de birini “sevme”nin, birine değer vermenin kalpleri ve duyguları
paylaĢmakta yeterli olduğu fikrine kapılıyoruz isteyerek veya farkında olmadan. Lakin bu;
kalpleri, sevgileri veya duyguları paylaĢıp çoğaltmayı veya sevgiyi tek bir bütün hâline
getirmeyi tam olarak karĢılamamaktadır. Ġster alıĢılmamıĢlık diyin, ister cesaretsizlik diyin
ancak kalpte sadece kendin için sevgi barındırmak sevmenin adına yakıĢmadığı için bu, kısaca
korkaklıktır: Değer verdiğin birini en az kendin kadar sevme korkusu. Ve en kötüsü de budur
bir sevgiyi yaĢarken çünkü hissedilen duygular; derinlerde kendi yoğunluğunu asla
bulamadan yüzeyin köpüklerinde silinirler, kaybolup giderler. Geriye ise zannetme duygusu
kalır: Birini sevdiğini zannetme. Kendine olan sevgisini baĢkasıyla paylaĢamadığı için
zannetme. Ġkiyken aslında yine iki olarak kalıp “tek olmaya” cesareti olmadığı için zannetme.
Ancak akıllarda o soru hâlâ bakidir: “Ġkiyken tek olmak” neydi? Cevabını bulabildiniz mi?
Ben hâlâ bulamadım. |
Abdullah Talayhan
Tek Maske, Tek Toplum
"Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir
var, ve fikirler kurşun geçirmez!”(1) Yayınlandığı günden beri belki de en
çok bu replikle anılan V for Vendetta filmi, benim gözümde bütün
insanlığa birçok anlamda ayna tutan bir eserdir. Yoğun fakat bir o kadarda
düzenli bir kurguya sahip olan bu filmde, isyankarlığın ve intikam
duygusunun bir devletin çöküşü gibi büyük bir olaya sebep olabileceğini
görüyoruz. Bu yazıda V’nin ihtişam dolu serüveni üzerinden bu duyguları
işleyeceğiz.
Her toplumda, mutlaka isyankar bir kesim bulunur, İngiltere’de ise
bu toplumun başını Guy Fawkes çekiyordu, aslında İngiliz bir asker olan
Guy, 5 Kasım 1605’te parlemento binasını patlatma girişiminde
bulundu(Bu girişimin bir diğer adı da “Barut komplosu”). Bu olaydan
sonra İngiltere’nin en büyük vatan haini olarak anılmaya başlandı. Bu
tarihi olay üzerinden yola çıkan filmde ana karakter olan V, Guy Fawkes
felsefesini kanının son damlasına kadar sürdürmek konusunda gayet
%1kararlı. Tek amacı, günümüzün isyankar kesimine gerekli bilgileri vererek
devlet parlementosunu yok etmek. V’nin bu tutkusu bize insanların aslında
neler yapabilecek kapasitede olduğunu ve intikam duygusunun insanlar
üzerinde büyük etkiler bırakabileceğini bize gösteriyor.
İnsanın kendini bu denli zor ve sıra dışı bir göreve adaması,
psikolojik açıdan büyük sorunlara yol açabilir, görevin yasa dışı olması ise
olayı tamamıyla büyük bir boyuta taşıyor. Dünyanın neresinde olursa
olsun, bir devlet parlementosuna karşı saldırı düzenlemenin tek cezası
idamdır. İnsanın bunu kabullenecek derecede kendini bir şeye adaması,
ancak ve ancak intikam duygusu sebebiyle gerçekleşebilir. Peki V devlete
karşı neden bu kadar düşmanlık duygusu bekliyor ? Bunun sebebi kendini
demokratik düzen içerisinde özgür hissedememesi, bu hisler
göründüğünden daha ilginç bir durumda, çünkü günümüzde demokrasi,
özgürlük için kaçınılmaz bir gereklilik olarak tasvir ediliyor. V bu durumun
aslında böyle olmadığını gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyor, çünkü onun
gözünde demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesinden çok, belirli bir
kesimin ipleri eline alıp halkın geri kalanına hükmetmesi. Halbuki geri
kalan insanların toplumsal gücü, ipleri elinde tutan kesimden çok daha
fazladır. V buna daha fazla tahammül edemediği için toplumu
bilinçlendirmeye başlar, bu bilinçlenme aşaması ise filmin önemli
kısımlarından biridir. İngiltere’de sokağa çıkma yasağının başladığı
dönemlere denk gelen bu aşamada, V tarafından bütün ülkeye Guy Fawkes
maskeleri dağıtılır ve insanlar sokaklara dökülüp duvarlara özgürlük
sembolleri çizmeye ve yavaş yavaş ayaklanmaya başlarlar.
Guy Fawkes maskesi filmden sonra çok rağbet gören bir sembol
oldu, hatta o kadar çok yayıldı ki, bu maskeye sahip olup, çıkış kaynağının
Guy Fawkes ve bu film üzerinden olduğunu bilmeyen yüzlerce insan
olabilir."Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir
var, ve fikirler kurşun geçirmez!”, filmin gerçekten de en can alıcı noktası,
çünkü ayaklanmaların başlayıp, V’nin asıl amacına ulaşacağı 5 Kasım,
yani parlemento binasını havaya uçaracağı gün geldiğinde sokaktaki tüm
halk bu maskeleri takıyordu, ve dışarıdan bakıldığında hepsi birbirinin
aynıydı. Bu sahne, ırkçılık gibi insanları birbirinden ayıran sosyal sınıfları
eleştirmekle birlikte, halkın bir oluşunu da vurgulayan bir özelliğe de
sahipti.
Bu filmden genel olarak çıkarmamız gereken dersleri anlamak pek
kolay değil, tekrar tekrar izlememe rağmen bulanık kalan pek çok nokta
var fakat V’nin bize öğrettiği en önemli değerler; kendimizin ve
%2toplumumuzun gücünü hiçbir zaman hafife almamak ve farklılıkları bir
tarafa kaldırıp tek bir birey gibi hareket ederek nelerin üstesinden
gelebileceğimizi görmek.
%3 |
Dicle Aksu
Kuşku Zırhı
Güven, tanımlanması çok kolay olan bir kavram olmasına rağmen, bu duygunun
hissedilmesi bir o kadar zordur. Güvenmek, üzerimizden hiç çıkarmadığımız zırhımızı kaldırıp
bir sandığa koymak, teslim olmaktır bir nevi. Kalbimizin asma kilidini açmak ve güvendiğimiz
insanların bize karşı hep dürüst olduklarına inanmaktır. Bu yüzden zordur güvenmek, risklidir
ve bana göre hayal kırıklığı furyasından başka bir şey değildir. Özellikle makyavelist düşünce
tarzının egemen olduğu günümüzde, yalan söyleme eyleminin giderek olağanlaşması,
insanlara daha da zor güvenmeme neden oluyor. Yalan söylediği için diline acı biber sürülen
neslin yerini‘’yalanın gerekli olduğu’’ düşüncesiyle büyütülmüş, kendi çıkarları için yalana
başvurmakta sakınca görmeyen bir nesil alıyor. Benim insanlara karşı olan kuşkularımı
arttıran bu durum, kuşkuları ve güvensizlikleri daha da yoğun yaşayan insanlar için bir kişilik
bozukluğuna dönüşüyor. Psikolojik bir rahatsızlık olan paranoid kişilik bozukluğu, insanlara
karşı hissedilen abartılı güvensizlik duygusu olarak tanımlanıyor. Pek tabi bu psikolojik
rahatsızlık, benim bahsettiğim güvensizlik duygusunun biraz daha abartılı halini ifade ediyor
olsa da yalanın hayatımızın alışılmış bir parçası haline gelmesi ile birlikte, ben her insanın bu
güvensizlik hastalığına yakalanmaya başladığını düşünüyorum. Yalanın insanları bir bataklık
gibi içine çekmesinin, her bireyin kuşku zırhlarını kuşanmasına ve güven duygusunu
hissetmekte zorlanmasına sebep olduğuna inanıyorum.
Yalan ve güvensizliğin işte bu şekilde hayatımızın önemli bir parçası haline gelmesi, ne
kadar kaçmak istesek de bunu başaramamamıza neden oluyor. Farkında olmasak da bizler
de herkes gibi yalan söylüyoruz, yalanlara maruz kalıyoruz ve insanlara olan güvenimizi
kaybediyoruz. Çoğu zaman insanların bize doğruları söyleyip söylemediğini merak ediyoruz,
kuşkulanıyoruz. Paranoid kişilik bozukluğuna sahip olan insanlarında en çok bilmek
istedikleri şey de bu oluyor, diğer insanların onlara yalan söyleyip söylemedikleri. 2009
yapımı Lie To Me (Bana Yalan Söyle) isimli televizyon dizisini izlemeden önce yalanın
anlaşılmasının tek yolunun nabzı ve kan basıncını ölçerek yalanı tespit eden yalan makinesi
olduğunu sanırdım fakat bu televizyon dizisini izledikten sonra fikirlerim tamamen değişti,
yalanı fark etmenin başka yollarının da olduğunu gördüm. Başkahramanımız Dr. Lightman,
yalan analizi üzerine kurduğu şirketinde insanların beden dillerini ve yüz ifadelerini
inceleyerek yalanları analiz eden bir davranış bilimcidir ve bu tekniği sayesinde hiç hata
yapmamaktadır. Kendi kızı ve eşi de dâhil olmak üzere hayatındaki herkesin yalanlarını fark
eden Dr. Lightman, bu özelliği yüzünden insanlara güvenemeyen biri haline gelmiştir. En
ufak yalanı bile fark ettiği ve bu yüzden insanlara hep kuşkuyla yaklaştığı için eşiyle
boşanmıştır. Başkahramanımızın yalanı fark etme özelliğinden dolayı yaşadıklarını izlerken
aklıma şu sorular geldi ‘’Gerçekten yalanları fark etmek istiyor muyuz?’’ ve ‘’Yalanları fark
etmek güvensizliğimize çare olur mu?’’ . Aslına bakacak olursak yalanları bilmeyi en çok
isteyen paranoid kişilik bozukluğu olan insanlar bile, yalanlar ile yüzleşmeye başladıklarında
bunun önceki hallerinden bile daha kötü olduğunu fark edeceklerdir. Önceden sebepsizce
kuşku duydukları insanların aslında gerçekten güvenilmez olduklarını göreceklerdir çünkü
günümüzde herkes ufak daolsa yalan söylemektedir. Yalanları fark etmek, insanların gerçek yüzlerini görmekten ve
hayal gücümüzün ötesinde bir kötülükle yüzleşmekten başka bir şey değildir. Bu sebeple,
bazen az şey bilmek iyi olandır. Yalanları fark etmeden yaşamak güvensizlik hastalığı olanlar
için bile, insanlara güvenmek için bir umuda sahip olmaktır çünkü gerçekten fark etmeye
başladığımızda görmezden gelme seçeneğimiz yoktur yani ne kadar az bilirsek, o kadar
güvenme umudumuz olur ve o kadar rahat uyuruz.
Az bilmemiz dileğiyle… |
Emre Kaan Esen
Perdenin Arkasında Kalan Değerler
Biz insanlar, birçok değer yargısına sahibiz. Dürüst olmak bunlardan yalnızca bir tanesi.
Dürüst olmayı çok önemsiyor, insanları kafamızda değerlendirirken bu durumu çok göz önünde
bulunduruyoruz. Bir insanın dürüstlüğüyle alakalı yargılarımız, onunla olan ilişkimizin boyutunu
etkiliyor çoğu zaman. Ancak, bir insanı “dürüst” olarak nitelendirebilmemiz için yüzeysel birkaç
yargı yeterli mi? İnsanların dürüstlüğü durum şartlarına göre değişkenlik gösterebilir mi? Mark
Twain’a ait “Hadleyberg’ü Yozlaştıran Adam” adlı kısa öyküyü okurken kendimi dürüstlük
yargısının ne kadar gerçekçi olduğunu sorgularken buldum. Dürüstlüğüyle övünen bir kasabanın
sakinlerinin bir gecede övündükleri değerleri nasıl çiğnediklerine şahit oldum.
İnsanlar, her ne kadar uzun zamandır dürüst olarak bilinseler de bu durum onların tam
anlamıyla “dürüst” oldukları, gelecekte de dürüst olacakları anlamını taşımıyor olabilir. Kendi
çıkarlarına olan bir durum, dürüstlüklerini bir çırpıda kaybetmelerine sebep olabilir. “Ah,
biliyorum. Ebediyen dürüstlükle eğitildik, eğitildik de eğitildik; ama bizi yoldan çıkarabilecek her
şey beşikten itibaren bu dürüstlükten uzak tutulmuş, yani yapay bir dürüstlük bu ve bu gece
gördüğümüz gibi, ayartılma ihtimali karşısında eriyip gidiyor.” (Twain, 22). Okuduğum kısa
öyküdeki bu cümle; insanların, en dürüst olarak bildiklerimizin bile, aslında çoğu zaman yalnızca
bir yere kadar dürüstlüklerini koruyabileceklerini düşündürdü. Sonucunda zarar görecekleri bir
durumda ya da çıkarları doğrultusunda, bir şeyleri saklama veya yalan söyleme durumlarına
başvurabilirler. Belki de onları şu ana kadar dürüst olarak görmemizin sebebi, henüz dürüst
olmak uğruna çıkarlarından vazgeçmelerini gerektirecek ya da zarar görecekleri bir durumla
karşı karşıya kalmamış olmamızdır. Başka bir deyişle, dürüst olmanın ekstra bir çaba
gerektireceği bir durumla henüz yüzleşmemişizdir belki de. Bende oluşan bu düşünce,
çevremdeki insanlara biraz daha dikkatli bakmama sebep oldu, onların dürüstlüğünü tekrar
masaya yatırmamı sağladı. Dürüstlüğünden emin olduğumuz insanların bile bir noktadan sonra
bu tutumu devam ettirmeyebileceği düşüncesi, benim için rahatsız edici bir düşünce oldu. Genel
olarak insanlara fazla güvenmemem gerektiği hissiyatını yaşadım. İnsanların da şartlarla birlikte
değişebileceği farkındalığı oluştu bu kısa öyküyü okuduktan sonra.
Genel olarak yalan söylemeyen insanları dürüst olarak tanımlarız ancak insanları dürüst
yapan şeylerin neler olduğu konusuna çok dikkat etmeyiz. Şu ana kadar hiç yalan söylememiş
olması mı yoksa insanlara zarar verecek boyutta yalan söylememiş olması mıdır insanı dürüst
yapan? Okuduğum kısa öykü bana insanları değerlendirirken, özellikle dürüstlük söz konusu
olunca, sığ davrandığımı fark etmeme vesile oldu. İnsanları değerlendirirken daha dikkatli
olmam gerektiği, daha detaylı düşünmem gerektiği düşüncesini uyandırdı. Bir insanın
dürüstlüğünü değerlendirirken, yaptığı hareketlerin yalnızca sonucuna değil, kendisine de
bakmak gerektiğini düşünmeye başladım. “Pembe yalan” olarak adlandırdığımız zararsız
gözüken yalanlar da aslında gelecekte karşılaşılabilecek daha büyük yalanlara gebedir belki de.Bir insanı dürüst yapan şey, yaptıklarıyla insanlara zarar vermemesi değil, genel olarak bir şeyler
saklama eğiliminde olmaması ve yalan söylememesidir aslında.
Sonuç olarak; okuduğum kitap, dürüstlük kavramına farklı bakış açıları geliştirmeme
yardımcı oldu. İnsanların dürüst olma durumunun değişen şartlar neticesinde olumsuz
etkilenebileceğini ve bu etkilenmenin çok hızlı olabileceğini düşündürttü. Çok dürüst olduğuna
inandığımız insanların beklenmeyen bir hızla kendilerini korumak ya da bir şeyleri elde etmek
amacıyla dürüstlüklerini unutabileceklerini gösterdi. Dürüstlüğün kademelerden oluşan bir şey
olmadığını fark ettim. Dürüst olmama eyleminin sonuçlarının hafif ya da ağır olmasının
değerlendirmede bir kriter olmaması gerektiği yönünde değişti düşüncelerim. Bu düşünceler
ışığında, çevremdeki insanları düşünüp onların dürüstlüğünü sorgulamam da benim için hem
biraz rahatsız edici oldu hem de bundan sonra yapacağım değerlendirmelerde yere daha sağlam
basan sonuçlara varacağımı hissettirerek bana güven verdi.
Kaynakça
Twain, Mark. “Hadleyberg’ü Yozlaştıran Adam”. Can Sanat Yayınları A.Ş., 2020. Baskı |
Hayallerimizle Varız/Anday Aykut
Hayat bazen çok yorucu ve karmaşık olabiliyor. Böyle durumlarda sığınacak bir yer arıyorum. Günlük
yaşamdan sıyrılıp kendi yarattığım bir dünyanın içinde yaşamak kulağa çılgınca gelse de bunu zaman
zaman yapma ihtiyacı duyuyorum. Orada mutlu oluyor ve zorluklardan kaçıyorum. Deli miyim acaba?
Başkalarına bu hayallerimden bahsedince delice olduğunu ve gerçekçi olmam gerektiğini söylediler.
Beni en etkileyen noktası ise “çocukça” olduğunu savunmalarıydı. Ne demekti bu? Büyüyünce hayal
kurulmaz mıydı? İçimizdeki çocuğu kendi ellerimizle boğmamız şart mıydı gerçekten? Bu hayali
dünyamdan kimseye bahsetmemeye karar verdim ama arada acaba başkalarının da bir dünyası var
mıdır diye kendime sormadan da edemedim. Küçük Prens kitabını okuduktan sonra bu soru kafamı
daha çok kurcalamaya başladı. Etrafımdaki yetişkinlerin hayattan sıkılmaları, umutsuzlukları ve
mutsuz suratları kitaptaki yetişkin tanımıyla birebir tutuyordu.
Etrafımdaki yetişkinlerin yüzlerine daha dikkatli bakmaya başladım. Gülüyorlardı ama arkasındaki
mutsuz suratları görebiliyordum. Hepsi işlerinin, hayatlarının koşuşturması arasında hayallerini bir
kenara bırakmışlardı. Hatta unutmuşlardı. Hayaller “Gençken, çocukken” düşündükleri gerçek dışı
şeylerdi onlar için. Peki neden gerçek olmasın? Peşinden hiç koşmamışlardı ki. Onların bana yaptığı bu
yorumları, küçükken onlara da başkaları yaptı ve o “farklı” dünyaları başkaları tarafından yıkıldı, yok
edildi.
Bazen ben de içimdeki çocuğun öldüğünü hissediyorum. Daha doğrusu öldürüldüğünü… Böyle
hissetmemin sebebi küçüklükten beri gelen resim aşkım ve bunun eleştirilmesi. Kendimi bildim bileli
elimden kağıtla kalem eksik olmazdı. Gördüğüm şeyleri çizmeye çalışırdım ve bundan inanılmaz bir
keyif alırdım. “Büyüyünce ressam olacağım!” derdim annemle babama. “Aç kalmak istiyorsan ol tabii”
cevabını aldığım gün büyük bir ressam olma hayallerim ölmeye başladı. Hep ileriye dönük planlar
yaparak yaşamaya başladım ve bu durum mutluluk kaynağım olan hayallerimi yıkmaya başladı. Her
geçen yıl hayal harabem büyümeye devam etti. Bu yaşıma gelene kadar bu hep böyle devam etti.
Şu an ne yetişkin sayılırım ne de çocuk. Gün geçtikçe büyüyorum ve yetişkin oluyorum. Hayallerimin
aksine küçüldüğünü hissediyorum. Geleceğim şimdiden daha önemli olmaya başladı. Hayallerimi bir
kenara bırakıp, kurallardan vazgeçmem gerektiğine karar verdim. Bu kitabı okumak beni bu konuda
aşırı derecede teşvik etti. İçimdeki çocuğun benim için ne kadar önemli olduğunun farkına vardım.
Önümde çevremdekileri mutlu edebilecek hayalsiz bir yaşam şekli var ama hayır! Ben herkes gibi
olmayacağım! “Gerçekçi” olmak uğruna hayallerimden ve rüyalarımdan vazgeçmeyeceğim. Gerçek
olmayacağını bildiklerimden bile! Gerçek olmayacağı bilinse de kovalanmalı ve bence hayaller.
Peşinden koşulmalı, bir kenara atılmamalı. Varsın çevremdekiler çocuk desin bana. Deli desinler
hatta. Bu hayata bir kere geliyoruz sonuç olarak. Bu hayatta hayallerimizin peşinden koşamayacaksak
bunu ne zaman yapacağız? Bence insanın hayatındaki en önemli nokta bu farkındalığa erişmek ve
hayatını bu doğrultuda değiştirmek. Diğer insanlara korkusuzca “Hayır bu benim hayatım”
diyebilmek. Hayallerimizin ve dolayısıyla mutluluğumuzun değerini bilmek de denebilir.
Mutlu olmanın anahtarı bize bu kadar yakınken niye elimizin tersiyle bir kenara iteriz ki? Ya da
gözlerimizi kapatıp bulabileceğimiz bir huzuru çok uzak diyarlarda ararız? “Ben” olmaktan utanır hale
gelmişiz ister istemez zamanla. Sistemin içinde kendimizi kaybetmeye başlamışız. En sonunda da
kaybetmişiz açıkçası ve kalabalık sokaklarda yok olmuşuz. Etraftaki mutsuz ve ifadesiz suratlar bunun
en büyük kanıtı. Ben hayallerimle birlikte yaşamayı kendime kabul ettirdim. Beni mutlu eden, bana
umut veren yaşam biçimi buydu. Ne de olsa ben hayallerimle vardım. Hayallerimizle vardık. |
SİNEM KILIÇ
SİZ HANGİ HAYVANI SEÇERDİNİZ?
http://cinemorgue.wikia.com/wiki/The_Lobster_(2015) http://tickets.killingofasacreddeer.movie/
Son zamanlarda Hollywood sineması büyük kitlelere hitap etmeyi amaçlarken, bağımsız film
sektörü alternatif sinemaseverler tarafından daha da benimsenmeye başladı. Yeni soluklar aranmaya
başlandı ve deneysellik öne çıktı. Bir süre sonraysa sinematografi, kurgu, anlatım ve bunların
bütünlüğü daha da önem kazandı. Bu dönemin en başarılı yeni yönetmenlerinden biri olan Yorgos
Lanthimos bu dengeyi başarılı bir biçimde sağlayan nadir kişilerden biri. Dogtooth, Lobster ve Killing
of a Sacred Deer gibi filmlere imza atan yönetmenin karakteristiği ise donuk karakterler, sistem
eleştirileri ve garip mizah anlayışı. Rahatsız edici sahneleri ve karakterlerinin yapmacığıyla her
filminde yeni nesil bir psikolojik gerilim yaratıyor.
The Lobster, yönetmenin en ilgi çeken ve 2015’in de en ses getiren filmlerinden biri oldu.
Film her Lanthimos filminde olduğu gibi belli öğeler içeriyor (karakter yapmacıklığı, distopik gündelik
yaşam gibi). En dikkat çeken özellikse toplum içinde edinilen veya edinilmesi gereken kimlik. Film,
devlet düzenlemesiyle getirilen bir uygulama ve bunun yürürlüğüyle ilgili. Bekar insanlar bir otelde
45 gün içinde zorunlu olarak eş bulmalılar. 45 gün içinde romantik uyumluluk gösteremeyenlerse bir
hayvana dönüştürülüyorlar. Bazılarıysa bu düzene karşı gelip ormanda yaşıyor uyumluluk
programındakiler tarafından avlanma pahasına olsa bile. Film aslında çok uzak değil normalde
yaşadıklarımıza. Filmdeki bir söz bunu çok güzel özetler: “İnsanın hissetmediği hâlde hissediyor gibi
davranması, hissettiği hâlde hissetmiyor gibi davranmasından daha zordur.” İşte filmin ana karakteri
David, karısının ölümünden sonra kendini bu zorlanmışlığın içindeki bir bataklıkta bulur hayvana
dönüştürülmek istemiyordur ne de olsa. Baskı ve beklentiler acımasız bir sisteme dönüşmüştür ve
bütün yaşamı ele geçirmiştir. Bunu şu anki hayatımıza bir gönderme olarak görüyorum. Ne kadar
özgür olduğumuzu düşünürsek düşünelim bir şekilde toplumun ve o görünmez kuralların
üzerimizdeki etkisini hissederiz. İşte filmde de canlandırılan şey ne kadar abartılmış da olsa
sıkıştırılmışlık, kapana kısılmışlık. Bireysel olarak kurallardan ve toplum yargılarından ne kadar
yakınsak da, toplumca bunu kabullenmek kurallara ve getirilen düzene ne kadar kolay alıştığımızın
göstergesi.Lanthimos’un bir diğer filmi ise 2017 senesinde gösterime giren Killing Of A Sacred Deer. Bu
sefer daha farklı bir konuya değiniyor yönetmen-yazar: vicdan. Kurgu ve rahatsız edicilik olarak
Dogtooth’a (yönetmenin ilk filmlerinden biri) benzeyen bi dokusu var. Ana konu ise doktor Steven
Murphy’nin hastasının çocuğuyla görüşmesi ama sonrasında çocuğun Steven’ı ve ailesini ele
geçirmesiyle ilgili. Martin adlı çocuk Steven’ın ailesindeki herkesi zehirliyor ve Steven’a içlerinden
birini öldürmek için belli bir süre veriyor. The Lobster’dan gelen nüktedanlık yerini psikolojik gerilime
bırakıyor. Kurgunun düzgün ve kademeli ilerlemesiyle harmanlanmış karakter analizleri anlatımı daha
da güçlendiriyor. Seyirciyi en etkileyen şey ise filmin empati duyusunu ön plana çıkarması. Klasik
sözler vardır “Annen mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı?” veya “Hangi çocuğunu seçerdin?”
diye. İşte Killing Of A Sacred Deer tam olarak da bunu sorguluyor.
Lanthimos, ilk filmini izlediğimden kısa bir zaman sonra en sevdiğim yazaryönetmenlerden
biri oldu. Beyaz perdede şu zamana kadar hiç bu kadar gerçek distopya görmemiştim ya da bu kadar
çarpıcı anlatılmamıştı konular. Müzik kullanımı ve görüntü uyumu da olay anlatımında çok büyük yer
kaplamış. Filmlerini tekrar tekrar izlediğimde daha farklı bir noktaya geldiğimi hissediyorum. Daha
farklı hisler, daha farklı bakış açıları. İşte bu yüzden kaçırılmayacak listenize Lanthimos sinemasını
eklemenizi tavsiye ederim. Yunan yönetmen her geçen sene daha farklı bir tat yakalıyor sinemada
çünkü. The Lobster’ı izliyorsanız size bir soru “Siz hangi hayvanı seçerdiniz?”. Ben hala bulamadım.KAYNAKÇA:
Cinemorgue Wiki. (2018). The Lobster (2015). [online] Available at:
http://cinemorgue.wikia.com/wiki/The_Lobster_(2015)
The Killing of a Sacred Deer: Get Tickets | A24. (2018). The Killing of a Sacred Deer |
A24. [online] Available at: http://tickets.killingofasacreddeer.movie/
Killing Of A Sacred Deer. (2017). [DVD] Directed by Y. Lanthimos.
The Lobster. (2015). [DVD] Directed by Y. Lanthimos.
Kynodontas. (2009). [DVD] Directed by Y. Lanthimos. |
Tank 1 |
ALBERT CAMUS, UYUMSUZLUK VE SİSİFOS SÖYLENİ
bir fikrim yok.
B En sevdiğim yazarın en sevdiğim kiatarcbaıy la ilgili bir yazıya bu heyecanımla
ovela dne (cid:494) (cid:495)kUeyluimmesu szın İnırsıamn (cid:495)v(cid:495) ailrek seonn n daesnıle emn eiy i şeki(cid:495)lSdiseifboasş Slaöyylaebniil(cid:495)i(cid:495)r bimen himiç üstünde
iliyorum k i ki tabın genelini anlatsam onl sayfa çıkar bu yüzden ilk deneme
olan (cid:494) enir.
duracağ Cımamaussıl yazılar olacak. Başlamadan önce ufak b, ir not düşmemde de bir
efavyrdean doela cak: Bu kitabı okuyan bine yakın kişinin intihar ettiği söyl
ile tanışmamın asla tesadüf olmadığını her za Hmeagne lb, irrü şyeakmilad eg irip
ikimizin kesi şmiş olduğunu düşündüm. İzin verin anlatayım: On birinci
osılnsuıfnta o fneulsnelfae idlgeirlis iyle hayatımda ilk kez felsefebyule d taa nbıeşntıimm.
benle konuşmasa da,beni o kadar etkilemişti ki forumlarda olsun sözlüklerde
ne vaergszais otkanusmiyaaylaiz bma.ş Eladım felsefe yisee a Sçaılratne
kAakpılı Çma oğlıd ilue. oAlrdduı.n Bdiarn i nfeslasnedfeanni nço kko elltakriılneın imnceekl esdiziiknç eo ndue dasaıhl ail gdiam mi çeerkaken e ttmeke bniirz i
kol olduğunu gördüm: gzistansiyalizme girişim (cid:495)ın
Bulantı
tvaeb aiir akşi tYırambaanncızı ı sağlar, bu sayede Camus(cid:495)yü keşfetmem de çoiks eu bzuirn h saüftram teedki .b ir
Nasıl her Sartre hayranı ile başlar ben de bir Camus hayUryaunm asduazy İın oslaanr(cid:495)a ?k
ile başlamıştım. Odoksan sayfan ın bitiminde
kaelimeyi düşünmekten başka kitap okuyamamıştım, neyd i bu (cid:494)
Ois tbeimr hedafitmal hıkâ lsâü re ise dayımdan gelen telekfoenlilmaesloenr bulmuşt,u , (cid:494)(cid:494)CanbTehrek ,M byut h of
Siksşyapmhu Lso.(cid:495) n d ra(cid:495)dan dönüyorum istediğin bir şey var mı?(cid:495)(cid:495) Neden başka bir şey
bilmiyorum, ağzımdan şu çıkmıştı (cid:494)Kitap, de
Ertesi gün ziyaret bah anesiyle kitabı almaya gidip elime aldığım gibi
onlardaki oda ma koşarak kapımı kilitlemiştim. Ozamana kadar hep iyi İngilizce
byiirldmiğiyimdii. .d. üşünürdüm ancakakşam olup telefonumun şair.j bAiltliaşh steasnin yia z
dtautyildinudğeuymddima ddöer t saat geçmiş olduğunu fark etti,m ve. rKdailmdı ğdıem. H seary fgaüyna sbaaakttlıemrc, e
Kitapt an bir şey anlamış mıydım? O da ş üphel
ise ilk aylarımı bbui kr idtaeb Taü vrekrçeebsiilniri dailmmaya gitmek oldu, üstüne
uğraşın sonundaikinci ayın bi tmesine bir gün kalakitabı kapattım. Sonrasında
işimotobüse atlayıp şu an
yazdığım tarihine bakıyorum,iki eylülde başlayıp on altısında bitirmişim altına
çda (cid:494)(cid:495)Allah(cid:495)ım!(cid:495)(cid:495) diye not düşmüşü. mS . Kitabı kapattığım zamanise hiç ak lımdan
çıkmıyor, odamın her yanında kitaptan çıkardığım notlar ya da çevirmeye
aablsıüştrıtğ ım bazı cümleler asılıydı abah onları rüyamda görmüş olarakkalkıp
akşam onlardan anlam çıkartmaya çalışırken uyuyakalıyordum. Allah(cid:495)ım ben
sözü zihmnüimydinü miç?in Ddeeğni lsem bile neden öy le olduğuma emindi m? Pindaros(cid:495)un
o(cid:494)(cid:495)Rkuudhuumm,, ölümsüz yaşamın ardından koşma, olanaklar alanını tüketmeye bak.(cid:495)(cid:495)
bana bağırıyordu.Tekrar kitabı açtımve Sisifos(cid:495)u yeniden
Tanrılar, Sisifos(cid:495)u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine yuvarlayıp
çıkartmaya mahkum etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye
gelince (cid:494)k(cid:495)endi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti. Yararsız ve umutsuz çabadan
daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar da haksız sayılmazlardı.
Bu (cid:494)trajik(cid:495) ise, kahraman bilinçli olduğu içindir. Gerçekten de, her adımda başarma
umuduyla desteklenseydi, neden kederli olacaktı? Bugünün işçisi yaşamının tüm
günlerinde aynı işlerde çalışır, bu yazgı da uyumsuzlukta bundan aşağı kalmaz.
Ama ancak bilinçli olduğu ender anlarda (cid:494)trajik(cid:495)tir. Sisifos, tanrıların paryası,
güçsüz ve ayaklanmış Sisifos, düşkün durumunun tüm engiliğini bilir, inişisırasında da bunu düşünür. Bunalımını oluşturan açık görüşlülük aynı zamanda
yengisini de tüketir. Horgörünün aşamadığı yazgı yoktur. Buna rağmen Sisifos(cid:495)u
mutlu olarak tasarlamak gerekir çünkü farkındadır çünkü tepelere doğru bilinçlice
tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.(cid:495)(cid:495)
diye. Her sabah sekizde kalkıp okBuula gidiyor ve bunu son on üç yıldır
tekrarlıyordum. Ne için? Her sabah erken kalkıp gidebileceğim bir işim olsun
Bunun için mi var olmuştuk? bemizii diğer canlılardan Saiysıirfoasn baikzldımenız daa ha
kölevari yaşamlarda kullanmak için mi sahiptik?Haklıydı, aslında hepimiz birer
Sisifos iken asıl dramımız bunu düşün yor oluşumuzdu.
trajik değildi; aileler kuruyor, yenoir edşuyka alamr aa lCıpa msüurse bkulin pula fnalrar yapıyorduk çünkü
kendimizle baş başa kalmak istemiyorduk, yalnız kalmak düşünmek demekti:
Düşünmekte n korkuyor ve kaçıy k etmişti, Camus
bunu yazmış ve insanı insan ile tanıştırmıştı, artık biz, kitabı okuyanlar,
kaçamazdık.Şimdi anlıyordum niye kitabı okuyanların bir kısmının intihar
ettiğini, kendilerini keşfetmek onlara karşı konulamaz bir keder vermişti. Tekrar
ignesrai ng öotlüdrudküla, r ını, tekrar tüm bu dünyadaki varoluşun merkezinde olduklarını
kendile rine kanıtlamak zorundaydılar. Bu düşünce de beni kitabın başlangıcına
Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar.(cid:495)(cid:495) ile başlayan
ilk cümle şöyle devam ediyordu: (cid:494)(cid:495)Bir gün (cid:494)neden?(cid:495) yükselir ve her şey bu şaşkınlık
kokan b(cid:494)(cid:494)ıkkınlık içinde başlar. (cid:494)Başlar(cid:495), işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir
yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır.
Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da
kesin uyanıştır. Uyanışın ardından tek sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme.
Kendini öldürmek, bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir.
Yaşamın bizi aştığını anda yaşamı anlamadığımızı söylemektir. Yalnızca
(cid:494)çabalamaya değmez(cid:495) demektir kendini öldürmek. Yaşamak, hiçbir zaman kolay
değildir kuşkusuz. Birçok nedenlerden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar
dururuz, bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır. İsteyerek ölmek, bu alışkanlığın
gülünçlüğünün, yaşamak için hiçbir derin neden bulunmadığının, her gün
yinelenen bu çırpınmanın anlamsızlığının, acı çekmenin yararsızlığının içgüdüsüyle
de olsa benimsenmiş olmasını gerektirir. Varlığı yaşaması için zorunlu olan
uykudan yoksun bırakan bu çok önemli duygu nedir? Kötü nedenlerle de açıklansa,
açıklanabilen bir dünya bildik bir dünyadır. Buna karşılık, birdenbire düşlerden,
ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada insan kendini yabancı bulur.
Sahiden (cid:495)(cid:495) di ki en
fazla?
bedensel faaliyeçtalebrailnaim aya değmez miydi?Çabaladıkçain ntieh daer ğeidşeebreilkir gerçekten
Aslında intihar hayata bir başkaldırma biçimi olabilirdi, kişi daha kendi
ederken içlerinde çareskiezlnidi başınadurduramıyorken
de hayata kafa tutabilirdi. Bu kitabı okuyup intihar edenleri düşündüm, intihar
k mi vardı yoksa umut mu? Çaresizlik olduğunu
düşündüm, ciddi bir şekilde hayatın (cid:494)çabalamaa yisae d, ebğirmaze zd(cid:495)a ohlad ukğaufan ay oinruanncıpa ,
kaçmışlardı. İntihar edecek kadar cesurlarken hayatlarını değiştiremeyip
kaçacak kadar korkak olmalılardı. Sonrasınd
aslında bu kimselerin intihar ederlerken içlerinde bir umutla bu kararı
vdearhdai kiylerini düşünmeye başladım, öldükten sonra cennete ulaşmak i çin
yaşarke n cehe nnemd e hisset mekten se özg ür irad eleriyle b u dCüannybaeyrık t Berekk eerd ip
i bir yerle karşılaşmanın ya da bir hiçliğe ulaşmanın umudu... |
Rana KAPLAN
Tabularla Kadınlar
''Kadın'' kelimesi sadece beş harften oluşan iki heceli bir kelime değildir. Kelimenin ardına
bakıldığında kadın özgürlüktür, kadın inançtır, kadın yaşamdır. Ne kadar çok sözcükle anlatılmaya
çalışılırsa çalışılsın sözcüklerin anlamını hiçbir zaman tamamen anlatamayacağı bir sözcüktür kadın.
Kadını anlatmak için sayısız kelime varken kimileri daha basit sözcükler seçer. Bu sözcüklerden biri
namustur. Peki, namus nedir, nerededir? Yenilebilen bir şey midir? Bu namus denen şey kadının
üstündeki baskıyı meşrulaştırabilir mi? Namusu olmamakla suçlanmamak için kadın ne yapmalıdır,
bunun prosedürü nedir?
Genel olarak toplum tarafından namuslu olarak nitelendirilen kadınlar gözü “dışarda” olmayan,
evine düşkün, erkek otoritesine boyun eğen, itaatkâr kimselerdir. Kendine güvenden, inançtan
uzaklaşıp korkularla yaşayan, güvencesi olmayan kadınlar ideal kadındır erkekler için.
Toplumumuzdaki erkeklerin çoğu eşlerinin çalışmasını istemezler çünkü kadın ekonomik bağımsızlık
kazanırsa tehlike teşkil eder. Sesi çıkmaya başlar, iletişimi kuvvetlenir ve bu erkeklerde korku yaratır.
''Ya evinden, ailesinden koparsa '' düşüncesi hâkim olmaya başlar. Kadınlardan istenilenler göz
önünde bulundurulursa bu kriterleri erkekler yerine getirebilir mi diye düşünürsek eğer çoğunluk
olarak hayır cevabını alırız. Erkeklerin ''Ben zaten çalışıyorum, evin işini yapsın, çocuklara baksın.''
mantalitesiyle binlerce yetenekli kadın daha bu yeteneklerinin farkına bile varmadan yitip gidiyor.
Birine eş olmayı şans, bir çocuğa anne olmayı gurur, bir aileye gelin gitmeyi lütuf olarak kabul eden
birine kadının kocasına hizmetçi, çocuklarına bakıcı olmadığını anlatmak o kadar güçtür ki... Oysaki
kadın sadece kadındır. Ona görevler yüklemek ne kadınların ne erkeklerin elindedir. Kadın anne
olmak istiyorsa olur, başkasının canı yemek çektiği için değil, kendisi yemek yapmak istediği için
yapar. Birilerinin ona parmak sallamasından korkmadan, çekinmeden kendi hayatını istediği gibi
yönetir.
Bir kadının ailesindeki görevi hayatı aile bireyleriyle paylaşmaktır, daha fazlası değil.
Toplumumuzda aile Yazar Zehra İpşiroğlu’nun da ifade ettiği gibi, ataerkil ve faşizan bir toplumun
küçük bir modelidir. Kadın bu tür ailelerde tüm yükü tek başına sırtlayan bir köle görevindedir.
Kitapta Michael Haneke'ın birçok filmi örnek verilerek bu görüş desteklenmiştir. Bu kadar yükü
çoğunlukla tek başına omuzlayan kadın asla hak ettiği takdiri görmez. Kadın olmazsa bir aile var
olamaz. Tüm yaptıkları için takdir edilmemesi bir yana, üstüne bir de hor görülür, küçümsenir. Bu
durum özellikle göçmen Türk ailelerinde yaygındır. Yazarın da kitapta ifade ettiği gibi, Almanya ve
Avusturya’daki göçmenlerin aile yapısında geleneksel bir aile kültürünün yaygın olduğu Türk ailesi
kavramı ile Avrupa’daki modern ve kısmen kopuk aile yapısı etkilidir. Sonuç olarak bu iki kavramın
arasına sıkışıp kalmış bir aile yapısı oluşur. Oradaki modern yapıya uyum sağlarlarsa hem bilmedikleri
bir kültürle karşı karşıya gelmek hem de geleneklerinden kopmak zordur. Bu ikilem çoğu ailede,
özellikle yabancı bir ülkede olmanın da etkisiyle Türkiye’deki geleneksel aile yapısından çok dahageleneksel, çok daha birbirine bağlı bir aile yapısı haline gelir. Kadınlar onlara biçilen tüm görevleri
daha hırsla, daha istekle benimser. Genel olarak erkek çocuklarının şımartılarak ve el bebek gül bebek
büyütüldüğü bu aile yapılarında ne yazık ki kız çocukları için aynı durum söz konusu değildir. Kız
çocukları yürümeye başladığından itibaren hizmet eğitimi başlar. İlerde bu yükü üstlenmek için
hazırlandıkları yetmiyormuş gibi ne giydiğinden nereye gittiğine, kaçta gittiğinden kimlerle
döndüğüne kadar hayatının tüm olayları kontrol altında tutulmaya çalışılır. Peki, kadınlarla erkekler
arasındaki fark nedir? Erkekler sadece dünya nüfusunun yarısını oluşturur fakat kadınlar hem dünya
nüfusunun kalan yarısını oluşturur hem de dünya nüfusunun tamamına yaşam verendir. Kadın
olmasaydı yaşam olmazdı. Yaşama biraz saygı…
Kaynakça
https://tr.wikipedia.org/wiki/Zehra_%C4%B0p%C5%9Firo%C4%9Flu
https://www.evrensel.net/yazi/74631/tabular-korkular-ve-kadinlar |
SADECE 5 DAKİKA…
Tik, tak, tik, tak... Akıp geçiyor zaman. Yaşadığımız her dakika, geri dönüşü olmayan anlar olarak geri
dönüş yapıyor. Belki de dünyanın dört bir yanındakilerle tek ortak yanımız bu: geri dönüşü olmayan
her küçük an. Hepimiz bu koca dünyada aslında minik birer parçacığız; zamanın yönlendirdiği, her
dakika kaderimizin değiştiği parçacıklar. Jean Chesneaux ise bize bu koca serüvenin içinde yerimizi
anlatıyor.Bu konuyu ele alırken, bu akış hakkında farkındalığımızı sorgulatıyor. Her şeyin sonunda ise
bu serüveni nasıl yönetmemiz gerektiği hakkında yönlendirici tavsiyeler veriyor.
Sorunlar... Her gün binlerce kez yüzleştiğimiz ikilemler, yetişmeyen ödevler, çalışılamayan
sınavlar, iyi geçmeyen toplantılar... Yaş farketmeksizin her gün sorunlarla karşılaşıyoruz. Hatta her
gün, yepyenileri karşımıza çıkıveriyor. “Zaman her şeyin ilacıdır.” diye bir söz var. Zaman aslında
sadece o anlık sorunların çözümü bence. Her gün bir sorunun yerine birden fazla sorunumuz çıkıyor.Büyüdükçe, olgunlaştıkça yeni sorunlarla uğraşıyoruz. “Bu kadar sorun sadece bizde mi var?”
sorusunu büyük ihtimalle herkes soruyor kendine. Hayır, tabii ki de. Zaten zamanın, bütün sorunların
bizim etrafımızda olduğunu düşünmek bencilce bir düşünce olurdu. Zaman dediğime bakmayın.
Zaman, sorunlar, düşünceler… Hepsi birbiriyle bütün kavramlar zaten. Birlikte evrimleşiyorlar,
siliniyorlar, unutuluyorlar, bazen de unutulamıyorlar. Biz ise bu elimize geçen zamanlarda, o anki
düşüncelerimize göre sorunlarımızı çözmeye çalışıyoruz. Fakat her sorun öyle istediğimiz gibi
çözülemiyor. Bazen çaba, bazen fedakarlıklar gerektiriyor, bazen ise bunların hiçbiri yetmiyor. Zaman
bu yüzden değerli ya(!) Yaşadıklarımız, bizi bu güne kadar getiren her kararımız bizi sorunları çözmeye
itiyor. Üniversite sınavına çalışmak gibi biraz da… Kimse sınav sorularını bilmiyor fakat o soruları
çözebilmek için gece gündüz soru çözüyoruz. Bizim de bugünlere kadar gelirken karşılaştığımız her bir
sorun ve çözümü, karşılaşacağımız her yeni sorunda bir adım oluyor, öncülük ediyor. Sorunlarımızda
bile değil, her türlü duyguyu yaşarken geçmişimizden ders almak, hata yapmadan hareket etmek asıl
amacımız. Jean Chesneaux’un da anlatmaya çalıştığı üzere başaramıyoruz. Hep aynı hataları
tekrarlıyoruz çünkü biz zamanı kullanmayı bilmiyoruz. Zaman bize hükmederken biz de sanki
programlara katılan konuk oyuncu gibi izliyoruz. Günümüzde zamana hükmetmeyi; işlerini
yönetebilmek, her yere yetişebilmek zannediyorlar. Üniversiteye kadar belki de her sene gördüğümüz
“geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman” tanımlarının anlamını unutuyorlar. Bu üç zamanı da
birbiriyle bağdaştırabilen; kısaca geçmişten ders alıp şimdiki zamanda o derslere göre ilerleyen,
geleceğini de buna göre düzenleyen insanlar başarılı oluyor. Zamana hükmetmeyi başaran nadir
kişilerden oluyorlar.
Geçmiş, şimdi, gelecek... Zaman siz ne yapsanız da geçmeye devam ediyor. Siz isteseniz de,
istemeseniz de bir yolunu buluyor. Zamanın size bağlı olmaması gerçeğini de yavaş yavaş anlıyoruz,
kabulleniyoruz çünkü kabullenmek zorundayız. Belki de koca dünyada istesek de
engelleyemeyeceğimiz nadir şeylerden biri. Zamanın içinde olan her şeyi yeterli çabayı gösterirsek
engelleyebiliriz. Her şeyin de en başında dediğim gibi “her dakika kaderimizin değiştiği”. Aslında çok
basit olan 4 sözcük içerisinde belki de milyonlarca makale ile anlatamayacağımız hayat hikayeleri.Milyonlarca hayatlar... Sanırım zamanı kontrol edebilmek de böyle bir durum. Geçeceğini
kabullenebilmek, fakat nasıl yönlendireceğini bilememek… Belki biliyorsunuz, belki de bildiğinizi
zannediyorsunuz, belki de umurunuzda değil. Ne olursa olsun bir zamana bakış açınızı
değerlendirmenin ucunda bir fayda olabilir, belki de harcayacağınız o küçük zaman, bu yazıda
anlatmaya çalıştığım şeylerin öncüsü olabilir.
Baran Mehmet Şimşek
EEE / 21601224
Resim: http://img.cdn.turkiyegazetesi.com.tr/images/ckfiles/images/24(10).jpg
Kaynakça: Chesneaux, Jean. Zamanı Yaşamak. 2015. ( Münir Cerit, Çev. ) . Ayrıntı Yayınları. |
Ömer Musa Battal
Hissizliğim
Daimi bir şekilde veri bombardımanı altındayım. Her gün işime yarayacak veya
yaramayacak pek çok bilgi çeşitli vasıtalarla önüme seriliyor. Bunun belki de en büyük sebebi
içinde bulunduğum çağın getirdiği internet adındaki teknolojidir. Daha önce belki de varlığından
bile haberdar olamayacağım şeyler, internet sayesinde dünyanın öbür ucunda bile olsa gelip beni
buluyor. Tüm dünyayı birbirine bağlayan bu kocaman ağ, beni de kendine bağlıyor. Bilgisayar
başına oturup onun başında saatlerce vakit geçirmem hiç de olağan dışı bir durum değil, sıklıkla
kendimi içinde bulduğum bir durumdur bu. Fakat bu duruma gerçekten alışabildiğimi söyleyebilir
miyim? Bilgisayar aracılığıyla internette harcadığım vakit beni etkiliyor mu? Gördüklerim,
duyduklarım beni bir değişime sürüklüyor mu? Ne ile karşı karşıya olduğumun hakikaten farkında
mıyım?
Kendime bu soruları sorduğum zaman çeşitli düşüncelere kapılıyorum. Ben üzerime yığılan
bütün bu veri bombardımanından çok da etkilenmediğimi düşünüyorum. Sonuçta artık o kadar çok
veri ile karşılaşıyorum ki, bunlara karşı bir bağışıklık kazanmış olduğumu söyleyebilirim herhâlde.
Gördüklerimden, duyduklarımdan eskiden olduğu kadar çok etkilenmiyorum. Mesela en son
duygusal bir film izlerken ağladığım zamanı hatırlamıyorum bile. Okuduklarım da artık beni
eskiden olduğu kadar çok etkilemiyor. Okuyorum, geçiyorum. Bir film görüyorum, izliyorum,
geçiyorum. Bir konuşma yapılıyor, dinliyorum, yine geçiyorum. Artık hissizleşmişim. Duygusallık
namına neyim var, neyim yoksa yitirmişim. Ben kendimi bu veri yığınının içinde kaybetmişim.
Aslında maruz kaldığım bu bilgi karmaşasının beni ne kadar derinden değiştirdiğini hiç fark
etmeden yaşamımı devam ettirmişim. Ne önemli, ne değil? Ne doğru, ne yanlış? Düşünme yetim
çalışması gerektiği gibi çalışıyor mu, yoksa çoktan kafayı yedim de bilmez miyim?
Sinan Canan isimli yazarın “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” adındaki kitabını okuduktan
sonra aklımda bu tür düşünceler belirdi. Kitabın bir bölümünde maruz kalınan veri
bombardımanının insan zihninde oluşturduğu etkilerden bahsediliyor. İnsanların bu veri dağının
altında kalarak neyi gerçekten umursayacaklarını anlayamayacak hale gelmeleri konu ediliyor.
Kitapta bahsedilenlerden derinden etkilendim, yahut en azından etkilendiğimi düşünüyorum. Belki
de etkilenmediğim halde kendimi etkilenmiş görünmeye zorluyorumdur. Belki de sadece seni
tamamen hissizleşmediğime ikna etmeye çalışan bilinçaltımın beni yönlendirmesi sonucunda bu
satırlar bu sayfada beliriyordur muhterem okuyucu. Veya belki de sadece bu yazıyı yazıyor
olabilmek için okuduğum kitaptan etkileniyor gibi görünmem lazım gelmiştir. Belki de aslında
okuduğum bu kitap da beni hiç etkilememiş, her zamanki veri bombardımanının arasında kaybolup
gitmiştir. Gerçekten ne hissettiğimi bilecek bir durumda olduğumdan emin değilim artık. Sadece
hissediyor olabileceğim şeyleri kelimelere döküyorum. Yazmak zorunda olduğum için yazıyorum.
Haleti ruhiyem ile seni de daha fazla sıkmayayım muhterem okuyucu. Zaten senin de en az
benim maruz kaldığım kadar, hatta belki de ondan daha büyük bir veri bombardımanına maruz
kaldığını tahmin edebiliyorum. Kim bilir bu yazıdan sonra kaç tane daha yazı okuyacaksın? Benim
yazıdığım bu yazının senin üzerinde fazla bir etki bırakması pek de muhtemel değil. Hissizleşmiş
olduğunu ima etmek gibi bir amacım kesinlikle yok, yazdıklarımdan öyle bir anlam çıkarmanı
istemem. Sadece okuduğun onca yazıdan sonra senin de benimkine benzer bir zihinsel yorgunluk
içerisinde bulunabileceğini varsayıyorum. Yazdıklarımın, onları okumak için ayırdığın vakte
gerçekten değip değmeyeceği konusunda da fikir sahibi değilim. Fakat bana “Yaz!” denildi, ben de
yazdım. Yazdım ve bütün bu yazı boyunca benim üzerimde oluşturduğu etkilerinden bahsettiğim
veri yığınının genişlemesine bir yeni katkıyı da bu yazıyla ben vermiş oldum. Kendimle
çelişmekten zevk alıyorum herhâlde.
Başım ağrımaya başlıyor. Bu zihin yorgunluğundan kurtulmak istiyorum. Saatimin tik
takları beynime vuruyor. Bırak beni okuyucu, uyumak istiyorum.Kaynak:
Canan, S. (2015). Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler. İstanbul: Tuti Kitap |
KÖŞKER 1
OSMAN KADİR KÖŞKER
21302382
BAŞAK BERNA CORDAN
TURK 101-14
ÖDEV 6-2
15.12.2014
YEDİ KRALLIK, TEK TAHT
İnsanların bir kısmı Buz ve Ateşin Şarkısı serisini okudu, diğer ve daha büyük
kısmı serinin dizisini seyretti. Kitapları okuyan kesimde olmama rağmen bunun dizi
sayesinde olduğunu itiraf etmeliyim. Dizinin yapımcıları reklamını iyi yaptığından mı
yoksa dizinin konusu ilgimi çektiğinden mi bilinmez, ilk bölümü Amerika’dan birkaç
saat sonra izledim. Dizinin takipçisi olduktan sonra hemen, serinin bütün kitaplarını
edindim.KÖŞKER 2
Buz ve Ateşin Şarkısı serisi Taht Oyunları isimli dizisiyle son birkaç yıldır
televizyonda reytingleri eline geçirmiş durumda. Kitapların senaryosunun güçlü olması
dizinin yapımında senaristlerin elini güçlendirdi. Yazar George Martin en büyük ilham
kaynağının fantastik edebiyatın babası Tolkien olduğunu söylese de Yüzüklerin Efendisi
kadar güçlü bir kurgu ortaya koyamamış. Yüzüklerin Efendisi’ndeki kadar gerçeküstü
karakterler veya olaylar bulundurmayan Taht Oyunları serisinde George Martin kitabın
fantastik yönünü yeni bir ahlâkî sitem ile kurmaya çalışmış. Yazar, üç ejderha ve iki
büyücüyle fantastik bir kitap ortaya koyamayacağının farkında dolayısıyla, kendi
ütopyasını yeni bir değerler sistemiyle oluşturmuş. Bu sistemde, özellikle kadın ve
cinsellik gibi hassas konularda yazar uçlarda geziyor. Kadınların bir obje olarak
erkekler tarafından kullanıldığı çok sayıda olay bulmak mümkün. Teşhircilik ve ensest
ilişki sanki gerçek hayatın doğal bir parçasıymış gibi gösteriliyor. Yazar bu tarz
fikirleriyle, kitapta fantastik bir dünya havası oluşturamıyor ve ne tarafa yöneleceğini
bilmeyen bir kitap ortaya çıkıyor.
Her ne kadar kitapta tema açısından yanlış bulduğum noktalar olsa da kitabın
yapısı konusunda eleştirecek tek bir argümanım yok. Kitabın en güzel yanı bölümlerin
ayrılma şekliydi. Her bölüm farklı bir karakterin gözünden anlatılıyor. Böylece, bazen
aynı olayları farklı karakterlerin gözünden görme şansını yakalayabiliyorsunuz. Bunun
birinci faydası, kitabın sıkıcı olmasını engelliyor olması. İkincisi ise olayları
karakterlerin bakış açısıyla izlerken, karakterler hakkında fikir sahibi olabilmek. Yazar,
karakterlerin ruh hâlini lafı dolandırmadan da söyleyebilirdi. Bunun yerine okuyucudan
anlamasını istiyor ve bu da okuyucu ile karakter arasında bir bağ oluşmasına yardımcı
oluyor.KÖŞKER 3
Kitabın bir diğer güzel yanı ise sürükleyiciliğidir ki bu da fantastik romanların
olmazsa olmazıdır. Çünkü başka türlü ansiklopedi gibi kalın kitapları bitirmek mümkün
olmazdı. Kitabın konusu, yedi hanedanlığın Westeros’un tahtını ele geçirmek için
birbirleriyle girdikleri mücadeleler ve bu mücadeleler sırasındaki aşk, ihanet, güç,
sadakat temalı olaylardan oluşmaktadır. Yazarın en çok bilinen özelliği, okuyucular ve
izleyiciler tarafından en çok sevilen karakterleri öldürmesidir; Ned Stark, Jon Stark ve
Oberyn Martell örneğinde olduğu gibi. Yazar bunun yanında nefret edilen karakterleri
de bir yolunu bulup okuyuculara sevdirmeyi başarmıştır, Jamie Lannister örneğinde
olduğu gibi. Jamie Lannister ablasıyla ilişki yaşayan ve kralına ihanet eden bir
şövalyedir. Çapulcular tarafından eli kesildikten sonra daha düzgün ve mütevazi bir
hayata başlar ve yaptıklarıyla okuyucuların sevgilisi olur. Yazar, sanki bir kuklacı gibi
hem kendi karakterleriyle hem de okuyucularıyla oyun oynamaktadır. Bu oyununda
insanları bazen şaşırtmakta bazense hüzünlendirmektedir. Yazara bazen hak vermiyor
değilim; sevdiğimiz karakterlerin ölümünü doğal karşılamamız gerekir. Sonuçta bu bir
taht oyunu. Cersei Lannister’ın dediği gibi: “Taht oyunlarını oynadığında ya kazanırsın
ya da ölürsün, bunun ortası yoktur.” (Martin 2009:172)
Son olarak, Buz ve Ateşin Şarkısı her yönüyle güçlü bir kurgusu olan ve
sürükleyici bir seri. Her sayfasında insanı şaşırtan, ağzını açık bıraktıran bir olayla
karşılaşmak mümkün. Özellikle fantastik edebiyat takipçilerinin okumaktan zevk alacağı
bir seri. Dokuz kitap yayımlandı, yayınlanacak altı kitap daha var yani seriye
başlamak için hiç de geç değildir. Ben de herkesi Westeros’taki taht oyunlarına davet
ediyorum.KÖŞKER 4
KAYNAKÇA
Martin, George R.R. Taht Oyunları. İstanbul: Epsilon Yayınları, 2011 |
AYAZIN ISITTIĞI İNSANLAR
Üzerinde bulunduğumuz coğrafya bazen öyle bir hengâmenin içine çekiyor ki bizleri;
göğün mavisini, rüzgârın fısıltısını, yüzlerdeki tebessümü, gözlerdeki aydınlığı göremez hale
geliyoruz. En son hangimiz toprak ile temasa geçtik, bir yol kenarında durup etrafı izledik,
koşturmacayı kenara bırakıp derin bir nefes aldık? Bu sorular uzar gider.
Peki, ne denli gerçek yaşamakta olduğumuz bu koşturmaca? Ya yaşamak fırsatını
bulamadığımız, diğer safta bulunan, çok da uzağımızda olmayan dünya hakikatin ta
kendisiyse! “Olması gereken bu” dediğimiz normatif tavırlar bizi sahte ve ciddiyetsiz bir
soyut gerçeklik kafesine hapsetmekten başka bir işe yaramıyorsa! Bu sorular da uzar gider.
Anadolu insanı hangi duygu ya da karakter ile ifade edilebilir diye düşündüğümüz
vakit aklımıza şüphesiz pek çok güzel haslet gelecektir fakat samimiyet bunların içerisinde
başka bir yerde olacaktır diye düşünüyorum. Samimiyet, modern hayatın telaşına kapılmış
benliklerimizin gün geçtikçe hissetmekten uzaklaştığı duyguların da başında gelince, Kuşlar
Yasına Gider, aramıza mesafe koyduğumuz ama aslen bizlere çok da uzak olmayan o dünyayı
ayaklarımıza kadar getiriyor.
Ankara’nın kuru soğuklarında kalbini sıcacık tutmayı başarabilmek büyük
meziyetlerin başında gelir. Başkentin insanları genellikle resmi yorgunluklarından sıyrılıp, İç
Anadolu havasına bürünmeyi beceremezler. Büyük şehir olmanın zararı da denebilir buna.
Şehirler insanları etkiler şüphesiz; insanın özünü değil. Sıcaklığı ve samimiyeti soluklarına
işlemiş, tahammülün ve saygının üzerindeki elbise gibi bedeniyle bütünleştiği insanlar vardır;
alıp kutuplara koysanız duruşuyla ısıtır içinizi. Öyle babacandır.
Vefalıdır da. Bir ömür gölgesine sığındığı her kim ise, onu terletmek ağır gelir böyle
adamlara. Hele bir de o gölge babasıysa iş bambaşka bir boyut alır. Saygıda kusur etmemek
için bin özen gösterir, kırk yıl laf işitse yine boyun büker, elden ayaktan düşmesine müsaade
etmez; el olur, ayak olur. Düşüncesi başka olur ama babasının dediğine de itiraz etmez.
Anadolu’da babalar en çok dağlara benzetilir. Bir dağa yaslananın derler; sırtı yere mi gelir?
Yıllar geçer, yollar girer araya. Gölgesine sığındıklarından bazen mesafeler ayırır da
seni, sen sonra her dağ gördüğünde hüzünlenir, her ciğerine huzur doldurduğunda
çocukluğuna dönersin. Geçmişe duyduğun özlemi, ana deyip göz pınarlarına doldurursun,
baba deyip içkin içkin yutkunursun. Ömür seni yaşlandırırken, onlara hiç dokunmuyor
zannedersin. Bir gün bir telefon gelir, düşersin hasretini çektiğin toprakların, kokusunu
çekmek için yollara. Şehirlerarası yolların davetkârlığına icabet edersin. Asfalta değen
tekerler, hatıraların hatırlanmasına aracılık eder. Kimsesizliğin ürperticiliğine yalnız olarak
bırakırsın suskun bedenini ve bir at eşlik etmeden duramaz sana. Sen her yollara düştüğünde,
toprağın bağrını delercesine, arabanın motoruna ders verircesine, nefesini yanı başında
hissettiğin bir at çıkıverir yoluna. Yoldaşlık eder sana. Gerçek ve hayal arasındaki farkı
görmez, algılamaz hâle getirir insanı.
Bazen bir nesneye, insanlardan daha çok ilgi duyar, ona sığınır, onun dostluğunu ömür
boyu yanımızda hissetmeden edemeyiz. Herkesin farklı bağları vardır eşyalarla ve hatta öyleinsanlar tanırız ki bazılarımız; tanıdıklarımızı hatırlayınca, onunla bütünleşen nesneleri
düşünmeden edemeyiz.
Minibüslere âşık bir babanın ayağını kaybetme hikâyesi. Sadece şu cümlenin bile
ağırlığı altında kalabiliyor kalbi insanın. Onun minibüslere olan ilgisine şahit olduğunuzu da
düşünürseniz, bu ağırlık kat kat artıyor. Yaşanmışlığına kendinizi kaptırdığınız olaylar sizi
daha çok etkiler şüphesiz. Sayfalarını çevirdikçe yer yer Denizli’den, yer yer Ankara’dan
kokuların burnunuza ulaştığı, hüznü, sabrı, saygıyı, sevgiyi, hürmet göstermeyi ve en çok da
samimiyeti derinlemesine hissedeceğiniz bir kitabı elinizde tutunca, bir yandan Özay Gönlüm
diğer yandan Neşet Ertaş fısıldar kulağınıza.
Ve Anadolu’yu sinesinde barındıran her insan umudu görmezden gelemez. Hüzün bu
coğrafyanın kaderi gibi boy gösterse de pek çok kez, inanırsınız aydınlıkların var olduğuna,
samimi insanların güneş gibi sıcak bakışlarıyla..
Yasin EKİNCİ
21602999 |
Farkındasızlık
İnsan biyolojik özelliklerinden dolayı hem fiziksel hem de zihinsel anlamda belirli
kısıtlamalara tabi bir varlıktır. Çok hızlı koşabilir ama asla bir çıta kadar olamaz; düşünme
yeteneği vardır ama her şeyi her ayrıntısıyla düşünemez.
Bu limitlerimize bakıp “Acaba hangisini zorlamak daha kolaydır?” diye sorduğumuzda
alacağımız cevap şüphesiz ki zihinsel limitlerimiz olacaktır. Sonuçta insanın kas ve iskelet
yapısı ve bu yapıların ne kadar gelişebileceği bellidir. Yapılan bilimsel araştırmalarla da
ulaşılabilecek maksimum noktalar aşağı yukarı ortaya çıkarılmıştır. Örneğin bir insanın 100
metrelik bir mesafeyi koşmada sahip olduğu kas yapısının müsaade edeceği en hızlı zaman
dilimi 9.48 saniyedir. Ancak zihinsel performansımız açısından belli limitlere sahip olduğumuz
aşikar olsa da, bu limitlerin değerleri hala bulanık durumdadır. Herhangi birisi çıkıp dese:
“Ben, dünyadaki en üstün zihinsel güce sahip kişiyim!” Bunu kanıtlamak mümkün olabilir mi?
O kişinin en yüksek zihinsel kapasiteye sahip olduğunu neye dayanarak kanıtlayabilirsiniz?
Hafızasının çok güçlü olmasına mı? Yoksa duygusal açıdan zekasının gelişmişliğine mi? Ya da
belli psişik güçleri olup olmamasına bakarak mı?
Çoğu zaman belirsizlik kötü bir şey olsa da zihinsel potansiyelimizin ulaşabileceği
maksimum noktanın belirsizliği, biz insanlar için çok büyük bir ilham kaynağı olabilecek bir
belirsizliktir. Zihnimizin varabileceği son durağı bilmiyoruz; düşünsel anlamda gelişebilme
yolunda ilerlerken her ne kadar o son durağa geldiğimizi sansak da yanılma ihtimalimiz çok
yüksek. Yani, zihnimizle ilgili keşfedebileceğimiz, geliştirebileceğimiz çok şey var. Peki
önümüzde aşmak için zorlamamız gereken ve şu andaki düşünsel zenginliğimizi belki
defalarca katına çıkarabilecek zihinsel bir potansiyelimiz varken biz insanlar ne yapıyoruz?
Zamanımızı sevmediğimiz işleri yaparak harcıyoruz. Kendi kurduğumuz ve doğamıza aykırı
olan bu dünya düzeninde itibar, para, güç gibi değersiz kaygılar peşinde koşuyoruz. İş-güç
dışındaysa televizyonla, sosyal medyayla, magazinle meşgulüz. Kimin arkasından kimin ne
dediğini öğreniyor, hangi futbolcunun hangi ünlü oyuncuyla gece kulübünde yakalandığını
merak ediyoruz. Zamanımızı ve enerjimizi harcadığımız şu şeylere bakın! Sanki bu dünyada
sonsuza dek kalacakmış gibi vaktimizi böylesine değersiz işlere harcayabiliyoruz. Durum
böyle olunca da sahip olduğumuz zihinsel potansiyel yavaş yavaş kaybolmaya ve ortaya
çıkarılması daha da güç hale gelmeye başlıyor.
Medyanın dayatmış olduğu bu “uyuşturucu”nun etkisi altındayken de hayatlarımızdaki en
yüksek öneme sahip olaylar yine medyada gördüklerimiz haline geliyor. Daha üst düzey ve
daha faydalı işler hakkında düşünmektense televizyonda gördüklerimiz hakkında
düşünüyoruz. Dünyada en çok televizyon izlenen ikinci ülke olan Türkiye’de, gün boyunca
evde televizyon karşısında oturan kadınlarımızın kafalarındaki en büyük soru “Acaba bugün
izdivaçta Fadime’nin talipleri kim?” oluyor. Gazetenin yalnızca spor sayfasını okuyan
erkeklerimizse tuttukları takımın şampiyon olup olamayacağının derdinde. Ortada büyük bir
problem var.Etrafımızda olan biten önemli gelişmelere karşı kafamızı devekuşu misali kuma gömmüş
durumdayız. Şöyle ki; insanın düşünce dünyasındaki konular magazin, futbol, izdivaç, şıklık-
rüküşlük olduğu zaman, insan asıl dikkat etmesi gereken konulardan bihaber yaşıyor. Henüz
yaşanmış olaylardan bir örnekle bunu somutlaştırabiliriz: Ankara’da en son yaşanan ve 38
kişinin hayatını kaybettiği patlamanın olduğu akşam dahi ülkemizde en çok izlenen program
‘Survivor’ adlı yarışmaydı. Durumun ciddiyetini anlamak için mükemmel bir gösterge o
akşamki reytingler. Ülkenin başkentinde, en kalabalık yerinde onlarca insanın öldüğü büyük
bir patlama gerçekleşmiş ama insanlarımız böylesine önemli bir durumda ne olup bittiğini
öğrenmek adına en azından haber kanallarını izlemek yerine rutinlerini bozmayarak yarışma
programlarını izlemeye devam etmişler.
Bunun adı “vurdumduymazlık.” İlk olarak zihnini geliştirmeme sonrasında zihnin yerinde
sayması ve ardından medya tarafından dışı hoş ama içi boş ürünlerle doldurulmasıyla zihnin
gerilemesi zincirine eklenen son ve en tehlikeli halka bu vurdumduymazlık. Medya insanların
zihinsel potansiyellerini köreltiyor; etraflarında hatta hemen dibinde olan çok ciddi olayları
dahi önemsemeyen bir tavır almalarına, vurdumduymaz davranmalarına sebep oluyor.
Zihinsel potansiyeli körelmiş ve ortak bilinci medya tarafından oluşturulmuş bir toplumdan
da içinde bulunduğu siyasi koşulları araştırmasını, analiz etmesini ve çareler üretmeye
çalışmasını bekleyemezsiniz. Bireylerin sorgulama ve düşünme yeteneği körelmişse
bireylerden oluşan toplum için de durum aynıdır. Sanki bizi eğlence dolu bir kumarhaneye
tıkmışlar: “Zira, kumarhanelerde pencere ve saat bulunmaz. Zamanın nasıl geçtiğini
bilmemelisin. Etrafında neler olduğunu merak etmemelisin. Dışarıda koca bir dünya
olduğunun farkına varmamalısın.” (Sikkofield 133.)
Kaynakça
Sikkofield, Michael.(Demirel, Cemre.) Piyon. İstanbul: Okuyan Us Yayınevi, 2013. Baskı. |
Güliz Başak
Özkan
Perdeler Aralanınca
Boyunduruğu altında bulunduklarımızı bir liste haline getirsek ilk -ve belki de
tek- üç maddesi bağlılıklar, sorumluluklar ve bağımlılıklar olurdu gibime geliyor. Bizi
yerin dibine de soksalar, göğün üstüne de çıkarsalar silkinemiyoruz onlardan. Bunda
da bir kötülük yok zaten. İnsan, onu dışarıdan yöneten faktörler olmadan kendi
kendini yönetemez ki. İçi ne kadar karanlık olursa olsun o kişinin bir benliği vardır
çünkü. Başkaları için savaşmayan kendi için savaşır bu hayatta. Aksi takdirde ise beş
adım ötedeki mayını fark edemeyip yitip gider. Bu dış etkenlerin de kendi aralarında
farklılıkları yok değil elbet. Vaktiniz varsa onlara da değinelim hemen.
Sosyal bir hayvan olan “homo sapien”ler yaşamak için hemcinsleriyle olan
ilişkilere ihtiyaç duyarlar. Metal ve betonlara kapandığımızda bile bu gerçek
değişmedi. Bağlılıklarımız da bu şekilde ortaya çıktı. Vahşi doğada önem verdiğin tek
kişi kendimizdik, ama hayatta kalma içgüdülerimiz köreldikçe bu ilişkilerin içeriği
kendi kişisel beğenilerimize yöneldi. İttifaklardan çok arkadaşlıklar aramaya başladık.
Bunun faturası ise vicdanımıza kesildi. Kırmızı iplikler belirdi yokluktan, serçe
parmaklarımıza bağlandı. O ipliklerin ucu troposfere karıştı, birbirlerine dolandı,
düğümler oldu, birbirini buldu. Karşımızdaki insana azaldıkça içimizde çoğaldık, her
aksi yöndeki adımda peşinden sürüklendik. Böylelikle bağlılıklarımız her gün sonunda
rapor sunduğumuz genel müdür oldu.
Günün ilk ışıklarıyla gözünü açan insanlardan olamasam da benim de bir
düzenim var sayılır. Bu düzenin ilk hamlelerinden biri kafamda bir yapılacaklar listesi
oluşturmak. Şimdi düşünüyorum da bu maddelerin hepsi yerine getirmem gereken
görevlerden oluşuyor. “Şunun ödevi, bunun alışverişi, oranın randevusu” diye diye
güneşi deviriyorum. Hepimiz böyleyiz, inkâr edilemez bir gerçek bu. Şunun şurasında
su içmek bile bedenimize karşı bir sorumluluğumuz. Minik avuçlarıyla odasını
toplayan çocuğun, saksısındaki çiçeğini sulayan emekli müfettişin, beş bardak Türk
kahvesini kupaya doldurup fondip yapan öğrencinin -high level fizik sınavım vardı ne
yapayım- gayesinin o kadar da farklı olmadığını da anlayabilmek güç değil.Yukarıda saydıklarım iyi hoş, ama bizi yordukları zamanlar da oluyor. O
durumlarda ise kendimizden iki adım uzaklaşıp soluklanmak kulağa çok cazip geliyor.
Şişenin dibindeki palyaço balığı da olabilirsiniz, şişe dibi gözlüğün arasındaki burun
da. Bağımlılıktan kastettiğim de bu: Bir kaçış rotası. Varılacak yer yok zaten bu
rotanın ucunda, eninde sonunda ana yola bağlanacak o ara sokak. Bağlanmasa da
zaten ilk bulduğun binaya toslamamak elde değil. “Bir bölüm daha.” diye diye LYS’ye
bir buçuk ay kala bitirdiğim çizgi filmi örnek göstermek isterim size. Veya
kütüphanede canı sıkıldıkça sigaraya çıkan hepimizin bildiği kişi. O tercih pusulası
ekranda belirdiğinde, ya da isim yazıp çıktığın sınavın kapısının dibinde de yine
kaçmak için Road Runner’ın dumanını sigaranın dumanına sarıp fagositoz yaparız
artık.
Bağımlılıkların masumiyet seviyesi olmaz tabii ama verdiği zararlara bakıldığı
zaman iyi ile kötü ayrımını yapmak bir nebze de olsa kolaylaşır. Kitabımızın baş
kahramanı “Glow” bir uyuşturucu çeşidi. Londra gerçekliğinin etrafına bu tatlı-acı
illüzyon ve bin bir tilki kuyrukları ile sarmalanmış karakterleri gözlemlerken insanların
alevlerinin kötülük rüzgârı ile usulca sönüşüne şahit oluyoruz. Uyuşturucu bütün
kötülüklerin anası ise tacı da o hak ediyor demektir. Zehirli sarmaşıkları saç
diplerimize bir kere sarıldı mı kolay kolay çıkaramayız o tacı. Kalın güneşlikleri çekip
gölgelere karışmayı ailesinden uzakta ve arkadaş ortamından başka sırtını
yaslayabileceği kimsesi olmayan üniversiteli gençler ister en çok. Korumalarımızın
arasından sızan katranın kaynağı veya perdeler aralanıp da ortam tekrar güneş yüzü
gördüğünde yüzeye çıkacaklar ise elinde kaçtığımız sorumluluk ve bağlılıklardan bin
kat daha sert bir tasma ile bize köşeden sırıtıyor olacak. |
Compilation of Bilkent Turkish Writings Dataset
Dataset Description
This is a comprehensive compilation of Turkish creative writings from Bilkent University's Turkish 101 and Turkish 102 courses (2014-2025). The dataset contains 9119 student writings originally created by students and instructors, focusing on creativity, content, composition, grammar, spelling, and punctuation development.
Note: This dataset is a compilation and digitization of publicly available writings from Bilkent University. The original content was created by students and instructors of the Turkish Department. The dataset compilation, processing, and distribution tools were developed by Selim F. Yilmaz.
Dataset Information
- Version: v2
- Date Created: 2025-05-24
- Number of Entries: 9119
- Language: Turkish
- License: Academic Use Only
- Original Source: Bilkent University Turkish Department
Dataset Structure
Data Fields
- text: The full text content of the writing
Data Splits
This dataset is provided as a single dataset without predefined splits. You can create your own splits as needed:
# Create custom splits if needed
dataset = dataset.train_test_split(test_size=0.2)
train_data = dataset["train"]
test_data = dataset["test"]
Usage
from datasets import load_dataset
# Load the latest version (v2) - default configuration
dataset = load_dataset("selimfirat/bilkent-turkish-writings-dataset")
# Access the data
for item in dataset['train'].take(5):
print(f"Text: {item['text'][:100]}...")
print("---")
# Create custom splits if needed
split_dataset = dataset['train'].train_test_split(test_size=0.2)
train_data = split_dataset["train"]
test_data = split_dataset["test"]
Version Information
This dataset provides multiple configurations:
- Default (v2): Latest dataset with 9,119 entries (2014-2025) - Recommended
- v1: Original dataset with 6,844 entries (2014-2018)
- v2: Same as default, explicitly named configuration
Accessing Different Versions
from datasets import load_dataset
# Method 1: Load default version (v2 - recommended)
dataset = load_dataset("selimfirat/bilkent-turkish-writings-dataset")
# Method 2: Explicitly load v2 configuration
dataset_v2 = load_dataset("selimfirat/bilkent-turkish-writings-dataset", "v2")
# Method 3: Load v1 configuration (original version)
dataset_v1 = load_dataset("selimfirat/bilkent-turkish-writings-dataset", "v1")
# All methods above return the same structure
print(f"Number of entries: {len(dataset['train'])}")
print(f"First text preview: {dataset['train'][0]['text'][:100]}...")
Citation
If you use this dataset in your research, please cite:
@dataset{yilmaz_bilkent_turkish_writings_2025,
title={Compilation of Bilkent Turkish Writings Dataset},
author={Yilmaz, Selim F.},
year={2025},
publisher={Zenodo},
doi={10.5281/zenodo.15498155},
url={https://doi.org/10.5281/zenodo.15498155},
version={v2},
note={Compilation of Turkish creative writings from Bilkent University Turkish 101 and 102 courses (2014-2025). Original content by Bilkent University students and instructors.}
}
License
This dataset is released under an Academic Use License. Commercial use is prohibited. See the LICENSE file for full details.
Acknowledgments
- Original Content Creators: Students and instructors of Turkish 101 and 102 courses at Bilkent University (2014-2025)
- Bilkent University Turkish Department for creating and publishing the original writings
- Dataset Compiler: Selim F. Yilmaz for collecting, processing, and structuring the dataset
Contact
For questions or issues, please visit the GitHub repository.
- Downloads last month
- 57