text
stringlengths
0
17.6k
Yılmaz Korkmaz 21400953 YORGUN VE YALNIZ Belli etmemeye çalışsak da hepimiz ölümden korkarız. Doğaldır korkmak ölümden, yaşam tatlıdır. Peki, yaşayacak bir şey kalmadığı zaman geriye, ne olur? Ölmek kolay gelir belki de, peki ya hiç yaşamadıysak doyasıya o zaman ölümden daha fazla korkmaz mıyız? Kjersti Skomsfold’un Hızlandıkça Azalıyorum adlı romanı tam da bu konuyu anlatıyor, yaşlı ve yalnız bir kadının yaşamını gözler önüne seriyor. Yaşlanıp hayatımıza geriye doğru baktığımızda gençliğimizi, gençlikte yaptığımız hataları, mutluluklarımızı, başardıklarımızı ve de en önemlisi sevdiklerimizi göreceğiz. Dolu dolu yaşanan bir hayattan geriye pek çok anı kalacak bizlere. Ancak pişmanlıklar da olacak kuşkusuz anılarımızda. Keşke diyeceğimiz çok anımız olacak. Yaşlılığın en zor tarafı da bu anılarla yalnız başına yüzleşmektir herhâlde. Yanında sığınacağın biri olmadan, yalnızca kendinle baş başa kalarak geçirilen yıllardır herhâlde en zor olanı. Ölümün seni izlediğini,yakında kapını çalacağını bilerek; yapayalnız geçirilen günlerdir insanları zorlayan. Böyle bir sonu kimsenin hak ettiğine inanmasam da insanların kendi kendilerini böyle bir sona ittiğine inanıyorum. Gençken insanlardan uzaklaşmak, yalnız kalmak sorun olmuyor da yaşlanınca sorun olmaya başlıyor belki de. Çevreme baktığımda yalnız insanlar görüyorum, bu durumdan mutlu olan, kendi kendine rahatlıkla yeten insanlar. Yine çevreme baktığımda başı kalabalık insanlar görüyorum, bir grubun içinde bulunup asla yalnız kalmayan insanlar. Hangi tarafta olacağımızı biz belirliyoruz çoğunlukla, kişiliğimize göre seçiyoruz yolumuzu. Kimimiz yalnızlığı seviyor, kimimiz kalabalığı. Hızlandıkça Azalıyorum romanında gördüğüm şey ise yalnızlığı seçen bir kadındı. Ömrü boyunca kimseyle iletişim kurmamış bir kadın gördüm romanda, herkesten ve her şeyden kaçan. Bir insan neden böyle davranır diye düşünmekten de alamadım kendimi. Kadın yaşadığı hayatı kendi seçmişti, böyle olmayı o istemişti ancak gene de üzüldüm ona. Yalnız başına ölümü beklemek zorundaydı ve bu onu inanılmaz rahatsız ediyordu. Okurken benim hissettiklerim de farklı değildi. Yalnız başına ölme fikri beni fazlasıyla korkuttu. Çocuklarının yanında, torunlarını severek huzur içinde ömrünün son yıllarını yaşamak varken; yalnız başına ölmek çok korkunç olmalıydı. İnsan biraz da bunu bilerek yalnız kalmayı göze almalı. Hayat her zaman gençlikteki gibi rahat olmuyor ve insan yaşlandıkça yanında, yakınında birilerini görmek, hatırlanmak istiyor. Öldüğümüzde bizden geriye kalacak olan şey de yalnızca insanların zihinlerindeki anılarımız değil midir? Bence bizi insan yapan, bizi unutulmaz kılan şey bu anılardan başka hiçbir şey olamaz. Öyleyse yalnız olmak, insanların hayatında bir iz bırakmadan, görünmez olarak yaşamak bize ne katkı sağlar? Sevmek, sevilmek, paylaşmak varken yalnızlık ne işe yarar? İnsan doğası gereği yalnız yaşamak istemez, huzursuzlanırken kendini yalnız yaşamaya zorlamak çok yanlış bir davranış gibi geliyor bana. Çevrede insanlar birbirlerini severken, eğlenirken, koşup oynarken onları seyretmek, onlardan bağımsız tekil bir hayat yaşamak hemzor hem de gereksiz bence. İnsanları sevmek, onlardan bir şeyler öğrenmek, iletişim kurmak varken kendi zihninle baş başa kalmak faydasız bir eylem gibi geliyor. Tabii ki insan gerektiğinde yalnız da kalabilmeli, kendini dinleyebilmeli ancak yalnızlığın fazlasının insanı insanlığından uzaklaştırdığına, kendi benliğini unutturduğuna inanıyorum. Gençken kendini çok belli etmese de bu durum yaşlanınca kendini açığa vuruyor, tıpkı romanda olduğu gibi. Hazır elimizde fırsat varken yalnızlığımızı aşmayı, insanlarla iletişim kurmayı, onları sevmeyi ve sevilmeyi öğrenmeliyiz bence. Hemencecik bırakmamalıyız hayatın iplerini elimizden, kaçırmamalıyız sevdiklerimizi etrafımızdan. Yaşlanıp da geriye baktığımızda dolu dolu bir hayat, mutlu bir ömür görebilmek için yapmalıyız bunu. Hatırlamak, hatırlanmak için izler bırakmalıyız insanların zihninde, arkamızdan iyi konuşacak insanlar olmalı hepimizin. KAYNAKÇA Skomsvold, Kjersti. Hızlandıkça Azalıyorum. İstanbul: Jaguar Kitap, 2014. Baskı. http://i.on5yirmi5.com/image/2012/03/03/253431.jpg
Kerem Kağan Çağlar 21302306 TURK 102-28 Bir Otostopçunun New York Seyir Defteri Ne zaman bir yerde ‘gezmek’ kelimesi geçerse ardından patlatılan değişilmez sorudur; ‘Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?’. Bana kalırsa isteyen insan bilir bunun yolu tamamen kişiye kalmış. Bir kişi evinde kahvesini yudumlarken bilmeyi seçerken, diğer bir kişi sırt çantasını alıp içine ne koyduğuna bakmaksızın yollara düşmeyi seçebilir. Her zaman yapmak istediğim şeylerin başında gelmiştir, sırtıma çantamı sağ koltuğa da bir arkadaş alıp yollara düşmek (Kısa mesafeler olarak yaptığım bir şey tabii ama uzun yollar daha nasip olmadı). Buna ilişkin bir listem var sonuçta hangi şehirlere, hangi ülkelere adım atmak istediğime dair. Liste biraz uzun ama ilk beş sehirin dört tanesini ziyaret ettim şu ana kadar. Paris, Roma, Amsterdam ve Viyana. Öyle bir şehir ki o son kalan şehir (şehir demeye insanın dili varmaz ama), ne zaman adını duysam, ne zaman bir yerde alakalı bir şey görsem bir iç çekerim hala gidemediğim için. Adı Hollanda kolonisi iken New Amsterdam olan bu şehrin şu an ki adı New York (Aynı zamanda bulunduğu eyalete de ismini verir). Sorabilirsiniz tabii ‘Neden New York kardeşim, İstanbul neyine yetmedi?’ diye. Bir genelleme yaparsak eğer benim ve akranlarımın çocukluk dönemlerimiz biraz Amerikan Rüyası ile geçti ve baktığımız her yerde Amerika vardı; sinema, televizyon ve hatta kitaplar... Ve buralarda en çok görünen yer ise New York olmuştur her zaman. Uzaylılar her zaman New York’u istila ederlerdi, ben bir tane uzaylı görmedim ki Batman’ı istila etsin. Ben bir tane film izlemedim ki kıyamet Osmaniye’yi vursun. Hal bu olunca insan atıyor bilinçaltına New York New York diye (İnanır mısınız bilmem ama bazı insanlar o kadar atmışlar ki bilinçaltlarına, yıl olmuş 2014 New York’u Amerika’nın başkenti sanan var). Şu ana kadar bulunamamış olmamın bir eksisi, bu şehri kitaplardan ve yazılardan takip etmem. Ben alıp çantamı gidemedim belki ama giden abilerimiz ve ablalarımızın yazıları hep heyecan vermiştir bana. Buket Uzuner’in ‘ New York Seyir Defteri’ adlı eserini okudunuz mu bilmiyorum ama her zaman bildiğimden daha farklı bir şehir sunmuştur bana. Daha detaylı ve dolayısıyla daha heyecanlı. Daha ilk adımınızı attığınızda başlıyor aslında bu heyecan. Malum şehrin geçmişinde çok yaşanmışlık var. Bir 11 Eylül yaşadılar ki New Yorklular, bahsederken daha ilk günkü korkuyu gözlerinde görebiliyorsunuz. Bu da hâliyle şimdiki dönem için ağır önlemler aldırdı. Sadece New York değil ayrıca, bütün şehirlerinde bu önlemler var (Ben Chicago’da bavulumun elle iki kere arandığına şahit oldum). Dikkatinizi çekebilecek ilk noktalardan bir diğeri ise, her yerde Amerikan bayrağının dalgalanıyor olmasıdır. Cadde başlarında, dükkanların girişlerinde ve içlerinde, hatta evlerin ön bahçesinde... bu konuda birbirimize çok benzeriz aslında, iki ülkede çok milliyetçidir ve özgürlüğü için ağır savaşlar ve kayıplar vermiştir. Bunu unutmak ve unutturmak hiç düşündükleri bir şey değildir.Her zaman filmlerde gördüğüm bir sahne kitabı okurken de aynı şekliyle gözümde canlandı. Metroda kitap okuyan insanlar. Kabul edelim, bizim için biraz ağır kaçan bir olay bu. Çünkü bizce kitap okuyan her insanın fular takması, evinde mutlaka bir şöminesi olması ve sıkı bir kanyak takipçisi olması gerekiyor. Bu konudaki tutumumuz bizi onlardan birkaç adım geri götürüyor. Bizim en yanlış yaptığımız şeylerden birisidir, kitabı kapağına göre yorumlarız, hem de her konuda. Bu konuda mecazdan ziyade gerçekten kapağına göre yorumladığımızı söyemek istiyorum. Türkiye’de en çok okunan kitapların başını ‘New York Times Bestseller’lar çeker, filmi çekilmiş kitaplar çeker. Uzuner’de bahsediyor zaten bu durumdan. Metroda insanların elinde pembe dizi kitapları ve çok satanlar yerine, Noam Chomsky’nin eserlerine rastladığını söylemeden geçmiyor. Dedim ya kitabı kapağına göre yorumlamayı çok severiz diye, Chomsky’nin kitaplarının isimlerine bakıncada insanın okuyası kaçar tabii. Halk üzerinden kazanç (aslında tam bizlik kitap ama), Vahşi ABD emperyalizmi... Tamda ‘Beni al ama arada da bi tozumu almayı unutma’ diyen kitaplar. New York’un en çekici yanı benim için her zaman Manhattan Adası olmuştur. Odamın bir duvarını siyah beyaz bir Manhattan silüeti süsler hatta. Küçükken mimar olmak istemişimdir hep, annemin ofisine gidip çizim masasına oturduğumda o çizim kağıtlarına karaladığım ilk şeydi Empire State Binası. Hâla da şu dünya da en çok sevdiğim binadır (Tamam belki komik gelebilir bir binayı sevmem ama seviyorum işte). İşte New Yorklular da Manhattan’a bayılıyorlar, gidip gelmeleri 15 dakika sürse bile. Hatta ‘going to the city’ dediklerini söylüyor Uzuner Manhattan’a gidenlerin. Bizde de öyle bir kullanım vardır mesela. ‘Hadi ben şehre iniyorum’ diye. Ama biz Kızılay’a iniyoruz, adamlar Manhattan’a, biz Karanfil’de yürüyoruz, adamlar 5. Cadde’de, biz yemeğe Aspava’ya giderken onlar Soho mu yoksa Tiffany’s mı gibi tırnak yedirten ve dudak uçuklatan seçimler arasında kalıyorlar. Tabii bu yukarıda gösterdiğim örnek hayat herkes için geçerli olmuyor maalesef. En basitinden Manhattan manzaralı bir ev isterseniz 94 milyon doları gözden çıkartmanız lazım. Aklınızdaki soruyu hemen cevaplayayım. Evet bu evlerin alıcısı var. Peki New York’ta hayatta kalmak için milyon dolarlara mı ihtiyacınız var? Tabii ki hayır. Her kesime hitap eden bu şehirde herkes hayatta kalabilir. Wall Streetlilerin bir hamburgere 666 dolar verdiği bu şehirde bir arka sokakta 10 dolara bir ziyafet çekebilirsiniz. Bir CEO bir galaya giderken, siz bir ressamın kırık dökük bir binanın bodrumunda yaptığı sanat galerisinde bulunabilirsiniz. ‘Dostum İstanbul, eski kocam Paris, sevgilim New York’ diyor Uzuner. Belkide bu nedendendir ki bu kadar sıcak karşıladım New York macerasını. Benim için ise İstanbul çok sık görüşmediğim ama her buluşmamızda kendisini yenileyip beni şaşırtan, her daim beraber yiyip içebildiğim bir arkadaş, Ankara sevgilim ve New York’ta hiçbir zaman unutamadığım ve bir kızım olsa onun adını vereceğim lise aşkımdır. Umarım ki o büyük ‘EVET’i söylemeden önce lise aşkımla bir fırsatım olur. Kim bilir belki kaderim onunla olmak üzerine yazılmıştır.
Yunus Emre Urhan Bahar mı geldi? Havaların ısınmaya başladığı içinde bulunduğumuz şu güzel ayda, açmaya başlayan çiçekleri ve yeşillenmeye başlayan ağaçları gözlemledim. Tek tek düşen sonbahar yapraklarını, siyah-beyaz bir tablo gibi birer cansız heykel gibi bitkilerin soluşunu, yere düşen son kar tanesini hepimiz hissettik. Her birisinin bende ayrı bir görsel tat bıraktığı ve silinmeyecek bir hatıra olduğu kesin. Denizlerin dalgasına karışan martı sesleri içimdeki hüznü mü açığa çıkarıyor, yoksa sadece seslerden mi ibaret bu cıvıltılar? Dalgalar dertlerimi süpürür mü? Kumdan kaleler beni içinde saklar mı? Etrafımızda olan bitenler harekete bağlıdır. Hareketlilik yoksa hayat da olmaz. Hareketle birlikte duygular da işin içine girer. Sonra bu hareketlere bazı duygular yükleriz bizim olsunlar diye. Bizden bir parçayı temsil edebilsin diye. Tıpkı Pablo Neruda’nın “Ölü Dörtnal” şiirinde geçen “Küller gibi, kendilerini insanla dolduran denizler gibi, batık yavaşlıkta, biçimsizlikte, duyması gibi insanın yolların doruğundan kesiştiğini haçlı çanların…” dizeleri ve devamında anlattığı bu gerçeği görürüz. Sonuçta bizde bıraktıklarıyla bir anlam ifade eder doğa. Başka bir deyişle, bizim penceremizden belli bir anlam kalıbına, duygu bütünlüğüne sahip olurlar. Hissettiklerimizi doğaya uyarlar ve böyle aktarırız. Birçok şairin, halk ozanının, yazarın yaptığı da budur özünde. Hayatın değişmeyen kuralları içerisinde yuvarlanan bizler, kendimize şiirle, edebiyatla bir acil çıkış kapısı buluyoruz. Her olayın perde arkasında olan duyguların ve bilinçaltımızın teneffüs etme, ara verme vakitleridir şiir yazma zamanları. Doğa bize devşiren mevsimlerde, ardı sıra kesilmeyen olaylardan sonra farklı görünür hep. Penceremizde yeniden hayat bulan tüm bu güzelliklere rağmen hayat çok karmaşık ve genelde trajikomiktir. Daha iki hafta öncesinde dibimizde patlayan bombalardan sonra (gerçi bir tane bomba vardı ancak o ses hiç tek bir bomba gibi hissettirmedi) ağaçlarıngölgelerinden korkar oldum. Yani bir olayla birlikte tüm baharın neşesi içimde kaldı. Gerçekten insanın yaşama hissini alıp götürüyor bu tür olaylar. Hareketlilik bu yönde olunca bir yerde negatif bir etkiyi de beraberinde getiriyor. Tüm o bahar korosu bir anda korku filminde çığlık atan bir kızcağıza dönüşüverdi gözümde. Olan biten onca şeyden sonra insan tutunacak bir dal arıyor ve bunu ancak çimlere uzanmakla geçiştirebiliyor. Hiçbir zaman tam olarak emin olamayacağım bu bombalardan. Paranoyak olarak yaşamıma devam ederken aklımdan elimden geldiğince uzaklaştırmaya çalışacağım “tehlikedeyim” duygusunu. Hayvanlarda bile tehlike anında, cana kast eden olaylar olduğunda stres hormonları devreye girer ve sıra dışı davranışlar sergilenir. Hâl böyle iken bizden normal olmamız, hayatımıza hiçbir şey olmamış gibi devam etmemiz beklenemez. Biz de ne yapsak diye durup düşüneceğimize doğayı inceleyip birazcık rahatlıyoruz. Gerilen tenimizi bahar esintileriyle gevşetiyoruz. Yasemin çayını demleyip, suyun etrafında şekilleniyoruz. Hafif bir musiki gibi olan rüzgârın yaprakları okşama sesini, içimizdeki kulağımızla, kalbimizle dinliyoruz. Bu tür yollarla rahatlıyoruz. Pablo Neruda’nın o kendine has anlatımıyla Yeryüzünde Konaklama kitabında okuru büyülediği göz ardı edilemez bir gerçek. Şiirlerin arasına dalıp kendini avutmamak, buna karşı koymak mümkün mü? Yani gerçekten şu dizelere girip kaybolmamak mümkün mü? “Gizlice geçer pusuya yatmış günler, ama düşerler senin ışıktan sesine. Ah, aşkın hanımı, dinlenişine senin kurdum ben düşümü, sessiz duruşumu.” Işığı algılamak ve beraberinde kederini içinde eritmek… Dizelerin bende uyandırdığı o sarılma hissine yakın sıcaklıkla birlikte gelen mutluluk paha biçilemez. Bende yerini hep koruyacak olan bu hisler hep bir sığınak olacak benim için. Hele ki şu paranoyak olarak yaşadığım günler de, sevinsem mi üzülsem mi bilemediğim şu günlerde. Hele ki dertlerin dert olduğu, günlerin geçmediği, baharın gelişine içimdeki burukluktan ötürü sevinemediğim şu günlerde… Kaynaklar1.Neruda,Pablo Yeryüzünde Konaklama Çev., Erdal Alova. İstanbul: Can Sanat Yayınları: 2015.
Özçay 1 İnanç Özçay 21402317 Başak BernaCordan Turk-101-13 6.ÖdevFinal 22.12.2014 DÜZENİBOZMAK GERÇEKTEN MÜMKÜNMÜ? Hollywoodtarafından üretilmişfilmleringenellikleparagüdüsüyleçekildikleri günümüzdeartıkbirgerçek. Heraklıbaşındasinemaizleyicisinin farkınavarabileceğibirdurum buvebunuanlayabilmekiçinöyleçok dafazlabilgisahibiolmayagerek yok. Bununörnekleri aşırıfazlamiktardaveen barizvekolaygörünenleriserihalindeolan veüstüsteyıllardaçekilen filmlerolabilirveyadahadaspesifeetmeyeçalışırsak,süperkahramanfilmleriörnek gösterilebilir. Yıllaröncesindenöykülerivekurgularıyazılmışsayısızsüperkahramanmevcutve Hollywoodhersenebudipsizkuyudanbirsüperkahramanseçipdahaöncesenaryolaştırılmamış biröyküsünüfilmyapıpseyirciyesunuyorveoldukçaazyaratıcılıklahaddindenfazlahasılatelde ediyor. Üstelik neredeyseherfilmde,öncekifilmlearasındakısabirzaman dilimiolmasına rağmençabucak ilerleyenteknolojiningetirildiğiyeniçekim olanakları kullanılmadan,çoğunlukla görselveteknikselolarak birbirineçok benzeyen filmlereimzaatılıyor. Örneğin bundan yaklaşık beşseneöncekullanılmaya başlanan3boyutlufilmtekniklerihâlâemeklemesafhasında. Biraz dahafazlabütçeayrılıpemek harcansa3boyutluçekimlergerçekten birfark yaratacakve izleyiciyeolağandışıbirdeneyimyaşatacakfakat bukadarteknolojik olanağa rağmen bu teknik yıllardıryerindesayıyor.Sanat yapmanıngerçek amacından sapıpsadeceseyirciyifilme çekebilmeyeveanlıkzevklerletatmin etmeye odaklandığıbu filmanlayışındateknikten öte içerik olarak dahiç tatminkârsonuçlargörünmüyor. İzleyicisinefikirvedüşünceaktarmayı başaramayan filmbencegerçekten birfilmolaraknitelendirilmemeli. Günümüz dünyasının hâlâ trendleriarasındakendisineoldukçabüyükbiryeredinen vegüncelolan birsektörfilmsektörü, fakat bu tarzanlayışlarsebebiyleüzerindekidikkativeilgiyisadecekendiçıkarınakullanıp bencilcedavranmaktaöteyegidemiyor.Özçay 2 Tümbunların yanında,LordofWarisimlifilmşahanebirişbaşararak bu kötü beklentileriboşaçıkarıyor. Hollywood’dan çıkmış,içindeadısanıbilinen birçok aktöriçeren, misalNicholas Cage,birfilmvarkarşımızda. Filminkonusunadeğinmek gerekirse,Yuri Orlov isimlibiradamınsilah ticaretinebaşlaması vedevamındayaşadıklarıanlatılıyor. Burayakadar herşeynormalgörünüyor. Fakatişinilginçtarafışu:Hollywood,herkesin bildiği gibiAmerika’nın öndegelenyapılarındanvedünyanıngözbebeğifilmkuruluşların birtanesi. Bugerekçelerle Hollywoodtarafındaüretilen filmlergünümüz dünyasınınişleyişindeönemliyer sahibiolan bazı sistemlerveoluşumlarafazlasözsöyleyemiyorveya söylemiyor. Diğerbirdeyişleeleştiri kapasitesioldukçaazveböylebirişegirişirseçokfazladikkatçekeceği aşikâr. Tümbunlarbir taraftadururken yönetmenAndrew Niccol,kapalıveya açık eleştiribileyapmaksızın,tümfilmi, silahticaretini,silah ticaretinin dünyanın işleyişindeki yerinivebukonulardadevletlerin yaptığı iğrenç işleriaçıkaçıkanlatarak,izleyicilerdekolaycaoluşabilecek birfarkındalık yaratmaya adamış. Gözlerden uzak fakatbirokadardahayatıniçindevefarkınavarıldığındainsanıncanını yakan,dünya hayatınıyönetensistemlereveinsanlaragüveninisarsanbirçok olayı olağanüstü birbaşarıylaizah etmiş. Filmin birdiğerbaşarılıtarafıise,sonunun açık uçlu bırakılarak anlatılmak istenenlerin veverilmek istenen mesajlarınizleyicininkendiyorumuylave düşüncesiyleanlamasınaolanaktanımasıolmuş.Hollywood’un yukarıdabahsettiğimfilm anlayışının yerlebiredip vesadecebunu yapmaklakalmayıpbudüzendebeklenenin tamzıddını gerçekleştirerek sektöredamgasınavuracak nitelikleresahipbirfilm LordofWar. Kaynakça - Niccol,Andrew. “Lordof War”Lions GateFilms.2005.
Erdoğan Yağız Şahin Yeni Bir Distopya Günümüzde kişisel gizlilikten bahsedilebilir mi? Birçok kişinin hissettiği gizlilik kaygısı aslında hepimizde olması gereken bir şey mi yoksa bir paranoya mı? Bu ve benzeri soruları birçok kişi 2013 yılındaki NSA sızıntıları sonrasında kendisi için cevapladı, araştırmaya başladı. Saklanacak Yer Yok, bu sızıntıların arkasındaki hikâyeyi ve sızıntı sürecini anlatıyor. İlk bölümde NSA sızıntılarını yapan Edward Snowden’ın gizlilik ve güvenlik konusunda gazeteci Glenn Greenwald’a verdiği talimatlar, ne kadar kolay takip edilebildiğimizi ve izlenebildiğimizi gözler önüne sermekte ve güvenli bir iletişim için okuyucuya da bir rehber olduğunu düşünüyorum. Kitapta yalnızca Amerikan vatandaşlarının değil, dünyadaki hemen hemen herkesin izlendiğine dair kanıtlar ve belgeler bulunmakta fakat halen birçok kişi gizliliğimizin nasıl bir tehlike altında olduğunu anlayabilmiş değil, nasıl bir tehlike ile baş başa olduğumuzu anlamak için herkesin bu kitabı okuması gerektiğini düşünüyorum. Bahsedilen belgelerin açığa çıkmasından sonra birçok kişi, topluluk yaşam tarzını buna göre değiştirmeye başladı ve bu olayın dünya üzerinde çeşitli yeni siyasi akımların çıkışını dahi tetiklediği görülebilir, Korsan Partiler gibi. Günümüzde gizlilik hakkında en büyük problemlerden birinin gizliliğin canavarlaştırıldığı veya önemsizleştirildiği olduğunu düşünüyorum. Birçok kişi telefonlarının dinlenmesini, çeşitli otoritelerin erişebildiği bir işletim sistemi kullanmayı, tüm e-posta ve mesajlarının başkaları tarafından okunabilmesi ihtimalinin kendisini etkilemeyeceğini düşünüyor hatta oyun konsollarının kamerası tarafından izlenebilme potansiyelini bile önemli biri veya suçlu olmadığı için normal gördüğünü söylüyor. Peki gerçek bu mu? Sıradan vatandaşların saklayacak bir şeyi yok mu? Bu argümana Edward Snowden “Gizleyecek bir şeyim olmadığı için özel hayatın gizliliği umrumda değil demek, söyleyecek bir şeyim olmadığı için ifade özgürlüğünü umursamıyorum demekle aynı şey.” [1] diyerek bir karşılık veriyor. Dünyanın dört bir yanına NSA(ABD Ulusal Güvenlik Dairesi) ve GCHQ(Birleşik Krallık dijital istihbarat kurumu) tarafından izleme teknolojisi satıldığı ve bunun çeşitli ülkelerde devlete veya hükümete muhalif seslerin susturulması ve saptanması amacıyla kullanıldığı bilinmekte. Bu gidişle dünyanın distopik, özgürlük olmayan bir yere dönüşebileceğini düşünüyorum. Aslında bunları George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanına benzetmek oldukça kolay, sadece tele- ekranları kendimiz alıyoruz. Basına sunulan dokümanlarda Facebook, Twitter, Yahoo!, Microsoft, Google gibi dev şirketlerin NSA ile anlaşmaları olduğunu ve kullanıcılarının kişisel verilerinin hiçbir şüphe olmadan verildiğini görüyoruz. Peki neden hayatımızı bu şirketlere teslim etmeye devam ediyoruz? Hayatımızı bu şirketlerin servisleri üzerinden devam etmeye zorlandığımızı söylemek pek de zor olmamalı. Facebook kullanmayan bir öğrenci ders notlarına ulaşamıyor, yurt dışına giden birisi yine Facebook veya Google+ gibi bir platformun yardımı olmadan kolayca barınak ihtiyacını karşılayamıyor, hayatlarımızı sosyal ağlar üzerinden yürütüyoruz, birçok kişi Whatsapp dışında bir iletişim aracı bile kullanmamakta lakin kimse düşünmüyor, neden hiçbir maddi getirisi olmayan bu uygulama Facebook tarafından 19 milyar dolar karşılığında satın alındı.İnsanların bir kısmı ise bu durumun farkına varıp, bu duruma alışıp kendilerine otosansür yaparak yaşamlarına devam ediyorlar fakat kitapta da üstünde durulduğu gibi, eğer her dediğinizin, her yazdığınızın değerlendirileceğini düşünüyorsanız artık aslında özgür bir birey olmadığınız da söylenebilir. Edward Snowden’ı bir 21’inci yüzyıl kahramanı olarak gördüğümü söyleyebilirim, harika bir kariyer, yaşam, ilişki, zengin ve güzel bir hayat yaşarken bunların hepsini riske atıp bir kaçak hayatı yaşamak zorunda kaldı ve hâlâ yaşıyor. Fakat amacına ulaştı, bir yankı uyandırdı ve fedakârlıkları boşa gitmedi, kitapta belirtildiği üzere en büyük endişesinin bu olduğunu söylüyor Edward Snowden. Artık gizlilik konusunda yeni bir döneme girdiğimiz söylenebilir, istihbarat çalışanlarının bile doğruyu yapmak pahasına her şeyinden vazgeçtiğini görebiliyoruz.Yararlanan Kaynaklar [1] Snowden, Edward Joseph. "Reddit" y.y. 21 Mayıs 2015. Web. 2 Ekim 2017.
ÖZGÜR RUHLU YÜREKLER 7 yaşındaki kuzenimin, hayatını bundan sonra bu şekilde idame ettireceğini öğrenmemle başladı bu filmi keşfetmem. Ünlü yönetmen oyuncu Amir Khan’ın başyapıtlarından sayılan “Her Çocuk Özeldir” filminden bahsediyorum. Filmde ailenin disleksi hastalığıyla tanışıp, Ishan’ın hayatla ve çevresiyle verdiği mücadeleyi konu alan bir yapım. Dışarıdan bakınca oldukça zeki ve akıllı bir çocuk gibi görünüyordu kuzenim. İlk bakışta konuşmalarında bir bozukluk göze çarpmıyordu. Ancak biraz sohbet edince kelimeleri söylerken zaman zaman takıldığını sezebiliyordum. Kendisine sorulan sorular karşısında çoğu zaman ilgisiz kalması ve kendi dünyasına dönmesi dikkatimi çekmişti. Normal çocuklar için değersiz gibi gözüken şeyler onun için çok önem arz ediyordu. Çöpe atılacak o kadar şey vardı ki odasında. Bizler için değersiz gözüken o ‘çöp’ diye ifade ettiğimiz şeylerle oynamaktan çok zevk alıyordu. Kuzenimin bu hareketleri teyzemin dikkatinden de kaçmamıştı. Ama bunun bir rahatsızlık olduğunu bilmiyordu. Davranışlarını çocuk olmasına yoruyordu. Taki kuzenimin öğrenim gördüğü okulun rehberlik servisine başvuruncaya kadar. Rehberlik servisindeki danışman, kuzenime uyguladığı bazı testlerden bir çıkarımda bulunmuştu. Danışman kuzenimde ‘öğrenme bozukluğu’ olduğunu ama kendisinin bu konu hakkında bilgi sahibi olmadığını söylerek bir merkeze yönlendirmişti. Artık kuzenimin bir rahatsızlığının olduğu netleşmişti. Danışmanın yönlendirdiği merkezde kuzenime yapılan testler sonucunda ‘Disleksi hastalığı’ olduğu kesinleşmişti. Teyzem ilk kez böyle bir rahatsızlığın adını duyuyordu. Zaten testi yapan psikiyatrist de bunun halk tarafından çok bilinmeyen bir hastalık olduğunu ifade etmişti. Bu hastalığın tedavisinde en önemli faktörün aile olduğunu belirtmişti. Peki neydi bu disleksi dedikleri hastalık? “Disleksi dinleme, konuşma, okuma, yazma, akıl yürütme ile matematik yeteneklerininkazanılmasında ve kullanılmasında önemli güçlüklerle kendini gösteren bir öğrenme bozukluğudur. lkokula başlayan disleksili çocuklarda eğitim alabilecek zihinsel gelişim henüz tamamlanmadıgı için okuyamazlar, yazamazlar ve matematiksel işlemleri kavramada zorluk çekerler. Ancak bu onların zeka düzeylerinde bir sorun olduğunu göstermez.”1 Evet kuzenimin zeka düzeyinde bir sorun yoktu hatta yapılan IQ testinde 110 puan almıştı. Toplum tarafından çok bilinmeyen bir hastalık disleksi. Hastalığın anlaşılmasındaki zorlukların yanısıra insanların bilinçsiz davranışları da tespit edilmesini zorlaştıran bir etken. Ailelerin konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaları, maddi imkansızlıkları, ihmalkarlıkları vb. sebeplerden dolayı bu durumda olan bir çok çocuk maalesef hayatını zor şartlar altında devam ettirmektedirler. Genelde bu çocuklar insanlar tarafından yaramazlık yapan, aşırı hareketli ve şımarık tipler olarak değerlendirilmektedir. Bu da hastalığın tespitini zorlaştırmaktadır. Oysa toplum bu konu hakkında sivil toplum örgütleri ve devlet tarafından yapılacak konferanslar, seminerler, paneller, tanıtım spotları vb. faaliyetlerle bilgilendirilsse bu hastalıkla mücadele eden çocuğun ve ailesinin hayatları daha yaşanabilir bir hale gelecektir. Bu bilgilendirmeler sonucunda toplumdan dışlanmış, aptal, geri zekalı olarak düşünülen bu çocuklar, aileleri tarafından desteklenerek topluma kazandırılmış olacaklardır. Aslında film fazlasıyla ilham veriyor. Küçük noktaları yakalamak lazım. Hiçbirimiz bu tür hikayelere yabancı değiliz. Anlamak gözlemlemek için disleksi olmamıza veya birinin olmasına gerek yok. Yaratılış itibariyle her insan farklı yaratılmıştır. Oysaki bizler hep belli bir kalıba, belli bir standarta sokmak istiyoruz. Tıpkı Ishan’ın hastalığına rağmen ailesinin beklentiye girmesi gibi. Hepimiz zeki olalım, leb demeden leblebiyi anlayalım istiyoruz. Daha da ileriye gidip, çocuklarımızın mesleklerinden tutun da, en basit meseleye kadar bir kalıp ve 1 http://bilheal.bilkent.edu.tr/aykonu/Ay2003/september03/disleksi.htmlkült içine sokmaya çalışıyoruz. Oysaki çeşitlilikler hayatımızda birer renktir. Özümüzde sahip olduğumuz iç derinliklerimizle beraber hepimiz aynı evin farklı odaları gibiyiz. Toplumun dışladığı, hor gördüğü, aptal yerine koyduğu bu çocuklar bizim çocuklarımız. Onlar diğer akranları gibi kendilerini ifade edemeseler de özel eğitimle bu eksikliklerini giderebilirler. Kim bilir belki de gelecekte dünyaya yön verecek başarılı birey olabilirler. Tıpkı Albert Einstein, Leonardo da Vinci, Tom Cruise gibi.2 Dünyayı renklendirecek, aydınlatacak özgür ruhlu yürekler. Yeterki bu şansı onları verelim. RÜŞTÜ MESUT ESER 2 http://bilheal.bilkent.edu.tr/aykonu/Ay2003/september03/disleksi.html
Egemen Karaca 22102695 BEŞİKTEN MEZARA: YALNIZLIĞIN GÖLGESİ Gözümüzü dünyaya ilk açtığımız andan itibaren hayat denen senaryosu belirsiz tiyatroya birileri oyuncu olarak giriyor. Annemiz ve babamız gibi kişiler çoğunlukla sahnede bir şekilde bulunurken sınıf arkadaşlarımız gibi kişiler ise figüran misali kısa rollerini oynayıp sahneyi terk ediyorlar. Başrol, yani hayatın sahibi olan biz, etrafımızdakilerle hep bir temas hâlindeyiz. Bu, oyuncu listesindebirçok kişinin olduğu izlenimini verse de bize o oyuncu listesinde tek bir kişi vardır: kendimiz. Gün gibi ortadadır sahnedeki sahte kalabalığa bakarak görmezden geldiğimiz yalnızlığımız. Ondan kaçabiliriz ancak saklanamayız. Stańczyk tablosundaki soytarıyı da bulmuş olmalı bu yalnızlık ki balodakiler şen şakrakken kendisinin yüzünden yüzleşmenin verdiği acıyı okumak işten bile değil. Hayat birçok yerde bize fısıldar aslında tek başımıza olduğumuzu. Ortaokuldaki arkadaş grubum beni dışladığında hissettim ilk defa hayatın nefesini kulağımda. Bel bağladığım, dost bellediğim arkadaşlarım benden uzaklaşmayı tercih ettiler. Bugün baktığımda onun bir fısıltı olduğunun farkında olsam da o yaşta kulaklarımı parçalarcasına atılan bir çığlık gibiydi bu. Sanki kafamın içi boş bir konferans salonuydu, yalnızlık yankılanıyordu. Boş bir parkın hüznünü yaşıyordum iliklerime kadar. Teyzemin yaptığı, o çok sevdiğim karnıyarık artık tat vermiyordu. Nereye otursam âdeta transa geçiyordum. Gökyüzüne baktığımda gördüğüm yıldızların hâlinden anlar olmuştum. Çocukken yaşadıklarım yıllar sonra o kadar ağır gelmese de yaş aldıkça deneyimler de ağırlaşıyor. 19 yaşında bir delikanlı olarak annem tarafından evden kovulduğum gün yalnızlıkla karşılıklı oturduk. Kendisini daha iyi tanıdım. O günden sonra bir karabasan gibi çıkıverir oldu. Tanıştıkça daha rahat davrandı. Artık girerken kapıyı dahi çalmıyordu. Hayatımın ipleri onun elinde gibi hissediyordum. Kafasına estikçe uğruyor, travmalarım kabuk bağladıkça kazıyarak yeniden kanatıyordu. Ondan uzak durmak için türlü alışkanlıklar edindim. Dövüşmeyi öğrendim mesela. Kum torbası yerine yalnızlığı hayal ederek vuruyordum. Onu pataklayarak yormalıydım ki hayatımdan defedebileyim. Ama nafileydi. Ben onu ittiğimi sanarken aksine daha da çok kendime çekiyordum. Bundan beslendiğini anladığımda çarenin inatlaşma olmadığını anladım ve başka yollar aradım. Birden şu soru aklıma geldi: madem bu yalnızlık denen meret ömürlük yol arkadaşım, arayı iyi tutmam gerekmez mi? Bu sorunun ardından bir aydınlanma yaşadım diyebilirim. Issız bir adada define bulduğunu sanan biri gibi çözümü bulduğumu hissetmiştim. “Hayatta olması gerekenler yoktur, sadece olanlar vardır.” mottosunu benimsemeye başladım ve olanları kabul etmeye çalıştım, yalnızlık gibi. Barıştık sayılır. Eskiden yalnızlık denenderde derman arardım, dermanım derdim oluverdi birden. O kadar da kötü değilmiş sahi. Bazen yalnız olduğum için sevindiğim bile oluyor. Yaşam yolunda yalnız olduğumu içselleştirdikçe kendime yaslanmaya başladım ve kendime yaslandıkça daha dik yürür oldum. Dertler üst üste binip çığ gibi üzerime yığıldığı zamanlarda kendi içime dönüyorum ve deşarj oluyorum çünkü artık dışarıdan bir şeyler beklemiyorum. Gücü kendimde topluyorum. Şöyle bir geriye dönüp baktığımda yalnızlık ile aramda çalkantılı bir ilişki olmuş. Kabul etmeliyim ki küçüklükten başlayan hayatın yalnızlık fısıltısı beni çok yordu. Ancak onunla yüzleşmek, onu dost gibi kabul etmek derin bir iç çektirdikten sonra üzerimdeki yorgunluğu aldı sayılır. Yalnızlık hayatın özü, bundan kaçış yok. Didişmek yerine onunla barışmak içime güç kazandırdı. Artık küçük şeyleri kendime sorun etmiyor, bunları hayatın bir parçası olarak kabul ediyorum sadece. İhtiyacım olanın insanların şefkati değil kendi iç sesimi olabildiğince yüksek sesle duymaya çalışmak olduğunu idrak ettim. Bu şekilde çözülemeyecek hiçbir sorun olamayacağını düşünüyorum. Kaynakça Matejko, Jan. Stańczyk. 1862. Resim
Alptekin Öksüz Çoktan Gitmişsin “Sesin kapıyı çalıyor sandım Senin sesin ağır Boşluğun koyu Ben şimdi hangi semtin Gözlerine bakacağım Şaşırdım Ben şimdi hangi evin Gözlerine baksam Boş Benden çoktan taşınmışsın.” En çaresiz hissettiğiniz anı hatırlıyor musunuz? Her şeyi yapmaya hazırsınız ama yapacak bir şeyiniz kalmamış. Sanki sıkıca tuttuğunuz balonun ipi bir anlığına elinizden kaçmış, tutmak için zıplıyorsunuz ama her zıpladığınızda sizden daha çok uzaklaşıyor. O saatten sonra sadece izliyorsunuz. Onun geri gelmeyeceğini biliyorsunuz ama gelir diye arkasından bakmaktan da alıkoyamıyorsunuz kendinizi. Kendimi gerçekten çok çaresiz hissettiğim anlardan birisiydi Haydar Ergülen’ in bu şiirini okumam benim için. Kabul etmek istemediğim bir gerçeği fark etmemi sağladı. Artık hayatımda olmayacak birinin yokluğunu kabul etmek gerçekten çok zor. Her gün onu görmeye alıştıktan sonra şimdi onsuz ne yapacağım gerçekten bilmiyorum. İnanmak istemiyorum onun gittiğine. Hala onu göreceğimi sanarak çıkıyorum evden. Ondan gelecek bir mesajı bekliyorum. Onun sesine benzeyen sesler duyunca kalbim deli gibi çarpıyor. Her yerde onu arıyorum ama onu görürsem ne yapacağımı bilmiyorum. Onu gerçekten çok seviyorum ama geri dönse bile yeniden gideceğini biliyorum. Sevmek her zaman yeterli olmuyor. Birini deli gibi seviyorsunuz ama bu birlikte olmak için yetmiyor. Ona her şeyi vermek istiyorsunuz ama sevginiz dışında verebilecek bir şeyiniz yok. Kendinizi çaresiz ve değersiz hissediyorsunuz. Sevginizin hiçbir gücü kalmamış onun üzerinde ve bunu siz düzeltemezsiniz. Onun için herkesi, her şeyi karşıma aldım. Tek gerçeğim, yuvam olmuştu o benim için. Şimdi nereye gideceğimi bilmiyorum. O evden çıktım ama yolumu kaybettim. Ondan ayrıldığımda, sanki evden oynamak için çıkıp da kaybolmuş bir çocuk gibi olduğum yerde bekliyorum. Belki beni bulur diye. Ama o beni bıraktığının farkında bile değil. Ben hala gittiğini kabul edemezken o çoktan başkasına kapılarını açmış. Ona geri dönemiyorum ama sadece ona çıkan yollarını bildiğim için başka bir yere de gidemiyorum. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Hala onun dertlerini düşünüyorum. Yarına yapması gereken ödevi hatırlatmak ya da sınavına çalış diye uyarmak istiyorum ama yapamıyorum. Niye aklımdan bunlar geçiyor hala bilmiyorum.Bir gün onun beni artık sevmediğini kabul edeceğim. O zaman her şey daha farklı olacak. Kendime gidecek bir yer bulacağım. Artık ağlamayacağım sonrakiler için. Kimsenin beni bu kadar üzmesine izin vermeyeceğim ya da kimseyi kendi evim gibi benimsemeyeceğim. Gidebileceğim başka bir yer olacak her zaman. Bir daha kimse bana bu kadar çaresiz hissettiremeyecek. Yine hayatıma birisi girecek ama her an gidebilecekmiş gibi seveceğim onu. Kendimi kimseye, hiçbir yere ait hissedemeyeceğim artık. Belki de böylesi daha iyidir bilmiyorum. Hata yapmadan öğrenemeyiz. Benim en büyük hatam bu kadar sevmek olacak sanırım. Kimseye bu kadar bağlanmamam gerektiğini öğrendim. Kimseye kendimi bu kadar açmamam, yaralarımı göstermemem, korkularımı anlatmamam gerektiğini biliyorum artık. İyi günümde yanımda oluyorsa olsun, kötü günümde ben kendi başımın çaresine bakarım. Eğer bu günleri yalnız atlatabilirsem, sorunlarımı yalnız çözebilirim demektir. Biliyorum hiç kolay olmayacak, hiçbir zaman kabul edemeyeceğim. Ama bunu yapmam gerekiyor. Kendim için, beni sevenler için. Artık onu bırakmam gerekiyor. Onun artık yanımda olmayacağı gerçeğini fark etmem gerekiyor. Ondan sonra kendi hayatımı yoluna koymaya başlayabilirim. Hemen olmayacak tabii ki bunu biliyorum ama kabul etmezsem hiçbir zaman başlayamam. Belki siz de yaşamışsınızdır bunu. Hayatınız bir an için durmuştur. Benim kadar çaresiz hissetmişsinizdir. Nasıl aştınız, nasıl unuttunuz o günleri o kadar merak ediyorum ki. Biliyorum ilerde ben de hiçbir şey hissetmeden hatırlayacağım onu. Sadece biraz zaman gerekiyor bunun için. Kaynakça Ergülen, Haydar. Öyle Küçük Şeyler. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2016
Bartu Özcan BEŞ DUYU Hepimiz bu dünyada duyularımız sayesinde yaşıyoruz. Benzin istasyonlarının boğaz yakan kokusuyla, gece içine girdiğimizde içimizi üşüten yorganın soğukluğuyla, çikolatanın o dilimize mutluluk saçan tadıyla, her duyduğumuzda bizi hüzünlendiren o şarkının tınısıyla, o çok güzel küçük çocuğun gözlerinin görüntüsüyle varız. Hayatımıza anlam katan, devam etmemizi sağlayan duyularımızla algıladıklarımız aslında. Bizi mutlu eden şeyler de bunlar. Mesela ben kendimi koku duyusu olmadan hayal edemiyorum. Bütün anılarım, aşklarım, hissettiklerim ve geride bıraktıklarım hep kokuyla kayıtlı zihnimde. Duyduğum her koku bana farklı bir zamanı, anıyı hatırlatıyor. Aynı şekilde geçmişte yaşadıklarımı düşündüğümde o kokuları hissediyorum. Ben tek bir duyuma bile bu kadar bağlıyken tüm duygularımdan birden vazgeçmek çok korkutucu bir fikir. Yeryüzündeki Son Aşk filmi işte bahsettiğim, bütün duyuları kaybetme durumunu ele alıyor. Ben kokulara bağımlı bir insanım. Ama bence aslında herkes biraz öyledir. Koku duygusunun hafızayla çok güçlü bir bağlantısı var. Mesela sevdiğinizin kokusu sizi duygudan duyguya sürükler. Hem en mutlu olduğunuz hem de en çok acı çektiğin zamanları hatırlatır. Midendeki kelebek, boğazındaki düğüm karnına atılmış o yumruk duygusunu sana hatırlatan hem o insanla ya da anılarla özdeşleştirdiğin kokulardan kaynaklanıyor. Filmde bütün duygular sırayla, parça parça yok oluyor. İlk kaybolan duyu da koku oluyor. Belki de en yıkıcı etkiyi yapan da bu oluyor. Koku duyularını kaybetmeden hemen önce insanlar onları çok etkilemiş olan anılarını hatırlayıp sinir krizine giriyor. Aşık olduğun kişinin, annenin, çocuğunun ya da en sevdiğin çiçeğin, çikolatanın kokusunu son kez duyuyor olma fikri insanı dehşete düşürüyor. Belki de kokusunu kaybetmek sevdiğimiz o şeyleri de kaybedebileceğimiz yanılgısına düşürüyor bizi. O kokuyu kaybetmekten korkuyor, sevdiklerimizin kokusundan uzaklaşmak istemiyoruz. Mesela âşık olduğun insanın yüzü senin için yeryüzündeki en güzel görüntü olabiliyor bir anda. Gerçekte nasıl göründüğünün, toplumun onu nasıl algıladığının ve başka insanların onu güzel bulup bulmadığının hiçbir önemi olmuyor senin için. Sevdiğin için çok güzel geliyor o sana. Gözlerini kapattığında gördüğün görüntülerdir aslında seni etkilemiş olanlar. İşte sevdiklerinin yüzü, aldığın bir demet çiçeğin görüntüsü, dalıp gittiğin o manzara gece uyurken bile gözünün önüne gelenlerdir. Filmde görme duyusu ancak sevdiğin insanı gördüğünde yok oluyor. Bir bakıma, gördüğün en son şeyin sevdiğinin yüzü olması çoğu insanın hayali. Ama bir yandan dünyada veda etmesi en zor olan görüntüye kapatıyorsun gözlerini. Kaybedilen başka bir duyu da dokunma. O kadar zor ki karşındakine sarılamamak., ihtiyaç duyduğunda birinin seni kollarına aldığını hissedememek. Karşındakine dokunmak, eline küçük bir dokunuş bile olsa samimi olduğunun, yanında olduğunun önemli bir göstergesi bence. Bundan mahrum kalmak oldukça zor. Tam karşında duran insana dokunmakBartu Özcan isteyip dokunamamak, sarılmak isteyip sarılamamak insanın içine oturur. Sevdiğin insanı öpememek aynı anda hem çok yakın hem çok uzak olmak gibi. Birbirine güven ve huzur verememek demek. Bütün duyuların birer birer kaybolduğu bir dünyada iki ruh tanışıyor. Susan ve Michael duyularını yavaş yavaş kaybederken bile aşkı var olduğunu kanıtlarcasına seviyorlar birbirlerini. Kokusunu sürekli alamadığın, gözlerindeki ışığı göremediğin, sesini duyamadığın, ortak şarkılar paylaşamadığın, dokunamadığın birine de delicesine âşık olabileceğini, paylaşacak bir şeyler bulabileceğini gösteriyor. Varlığımızı sağlıyor dediğimiz o duyular olmadan da tutunabildiğini gösteriyor film. Ben hala kendimden emin değilim. Hala bana sanki duyularımı kaybettiğimde aynı insan olarak kalamayacağım gibi geliyor. Ama demek ki duyularının yokluğuna bile katlanmanı sağlayacak insanlar girebiliyormuş hayatına.Bartu Özcan
BENLİK OKYANUSUM Benlik okyanusumda kendimi boğulmaktan nasıl alıkoyabileceğimi gün geçtikçe daha iyi öğreniyorum sanki. Tecrübe ettiğim her olay, içinde istemli veya istemsiz bulunduğum her durum bana bünyemde barındırdığım ve yalnızca benim görüp, duyup, hissedebileceğim farklı insanları tanıma fırsatı sunuyor. Özellikle de tatsız olan tecrübeler. İşte ben onları çok seviyorum. Çünkü her tatsız tecrübeden sonra mutlaka farklı bir ben ile tanışıyorum. İşin bir diğer güzel tarafı, tanıştığım bu benliklerim hiçbir zaman terk etmiyorlar beni. Bir daha gitmemek üzere katılıyorlar benlik ekibime. Kimisi gudubet oluyor biraz, ara sıra çatışıyoruz. Gudubetler, kavgacılar ama tansiyonumu kontrol edebilmeyi öğretiyorlar bana. Bir insan kendi içinde nasıl sağa sola kan sıçratmadan çatışır, bunu çok güzel öğrendim sayelerinde. Kimisi de oldukça duygusal ve naif oluyor, sanki bir kedi yavrusunun insan vücuduna uyarlanmış hâli gibi. En çok onlara üzülüyorum. Sevilmediklerinde çok mutsuz oluyorlar, bir köşede öylece yastıklarına sarılmış oturuyorlar. Bir dokunsan ağlarlar hani, o derece. Çoğu zaman dokunmaya gerek kalmadan ağlıyorlar. Keşke diyorum, içimde gizli kalmasanız da sevgi, şefkat görebilme şansınız olsa. Bazen tercüman olmaya çalışıyorum içimdeki insanlara, fakat insanların bu dili çoktan unuttuğunu görüyorum. Belki de unutmuş numarası yapıyorlar, orasını pek bilemiyorum. Özellikle duygularını ve içlerindeki şefkati saçma bir şekilde mühürleyip herkesten delicesine gizleyen insanları hiç anlayamıyorum. Sanki sevmek ve sevilmek için yaratılan onlar değiller, kendini başka insanlara kapatmak da büyük bir marifet. Sylvia Nasar’ın “A Beautiful Mind” isimli kitabından beyaz perdeye aktarılan yine aynı isimli filmde baş karakter olarak rastlaştığımız John Nash bana bu hususta çok önemli bir pencere açtı. Benliğimiz tarafından oluşturulan ve beraber yaşamak zorunda olduğumuz birbirinden farklı karakterlerin evcilleştirilmesi ve hayatımızın sonuna dek onlarla barış içinde yaşayabilme fikirleri bana bir nevi ütopik gelirdi önceleri. Ama şimdi sanırım bu yetiyi kazanmaya başladım, bir başka deyişle ütopyama doğru tam gaz gidiyorum. Aslında hepimizin içinde birden fazla hatta belki de onlarca farklı karakter yer almakta. İnsanlar ise yalnızca aynada gördüklerine odaklanıyorlar, kendilerini bir tek o zannediyorlar. Ama değiliz, aynada gördüğümüzden çok daha fazlasıyız. İnsanların içindeki karakterler birbirleriyle uyum içerisinde yaşayan karakterlerse pek farkında olmuyorlar çünkü kendi içlerinde ciddi çatışmalar yaşamıyorlar. Barışın ve sükunetin hüküm sürdüğü bir yerde insanlar her an tetikte olmaya ihtiyaç duymaksızın yaşamaya alışırlar. Eğer içinizde ciddi anlamda birbirine zıt karakterlerle yaşıyorsanız, bu çatışmalar devamlı büyük depremler doğurabiliyor ruh adı verilen o yirmi bir gramlık benlikte. İşin püf noktasıysa depremle yaşamayı öğrenebilmek, ruhu ve içindeki karakterleri evcilleştirebilmek. Tıpkı John Nash’in yaptığı gibi, onları zararsız insanlara evriltmek. Elbette bu hususta destek görmek çok önemli. John’ın eşi Alicia bu konuda benim için büyük bir sembol. Çoğu zaman sırtımı sıvazlayacak bir ele ve gözlerime bakıp her şeyin düzeleceğini sessizce haykıran bir çift göze haddinden fazla ihtiyaç duymuyor değilim. Ancak çoğu zaman koskocaman içsel bir yalnızlıktan başkası olmuyor bizleri dikenli kollarıyla buz gibi bağrına basan. O dikenli kollardan, buz gibi bağırdan kurtulur gibi oluyoruz bazı zamanlarda. Anın ya da insanların o sahte büyüsüne kapılıp farklı dünyalara yol alıyoruz tıpkı rüzgâr tarafındansürüklenen aciz bir poşet gibi. O rüzgâr eninde sonunda duruyor. Kendimizi farklı hatta çok alakasız yerlerde buluyoruz, belki de hiç istemediğimiz kadar. Bas bas bağıran bir yalnızlığın merkezinde. Düşe kalka bir yolunu buluyoruz sonraları, toparlıyoruz kendimizi. Dersimizi aldık sanıp artık daha sivri bir insan gözüyle bakıyoruz aynada gördüğümüz yansımaya. Hâlbuki daha kapımızda bizi bir sürü fırtına bekliyor, kestiremiyoruz. Yalnızlık bu kısır döngüye yem olarak atıyor bizi her seferinde. Ne kadar güçlü olduğumuzu sanarsak sanalım, yalnızlık eninde sonunda bütün benliklerimizin elini kolunu bağlıyor, benlik okyanusumuzu kurutuyor. KAYNAKÇA Sylvia Nasar (Yazar). A Beautiful Mind. (Kitap) Ron Howard (Yönetmen). A Beautiful Mind (Film). Amerika Birleşik Devletleri. 2001
MASKELERİMİZ İnsanın kendisi gibi olması ne kadar zordur? Ya da insanlar kendi kişiliklerini yansıtmaktan bu kadar mı korkarlar? Gerçek yüzümüzü gösterdiğimizde gerçekten iyi niyetimiz suistimal edilir mi ki biz kendimiz gibi olmaktan çekiniriz? Veya korktuğumuz şey yargılanmak mıdır? Aslında bunların hepsi başka maskeler ardına saklanmamızın esas sebepleridir. Neden saklanırız bu maskelerin ardına bunu biz bile bilmiyoruz aslında. Sadece ihtiyaç duyuyoruz ve ihtiyacımız doğrultusunda hayatımıza şekil veriyoruz. Kendimizi saklıyoruz, kırılmaktan, incinmekten korkuyoruz. Duygularımızı ve düşüncelerimizi değiştirmek zorunda olmamamıza rağmen değiştiriyor ve insanlara kendimizi öyle tanıtıyoruz. “Müstehcen bir yalan her zaman asil bir hakikate baskın çıkar.” (sf:114) Yalan söylemek ya da o yalanı devam ettirebilmek çok zordur aslında. Bir maskenin ardına saklanarak bir kişilik yansıtmak da en az onun kadar yorar bizleri. Sonuçta olmadığın biri gibi davranmak ne kadar kolay olabilir? Bir nevi yalan sayılabilir belki, o kişinin özelliklerini, düşüncelerini hep aklında tutman ve fire vermemen gerekir. Bunu devam ettirebilmek büyük bir istikrar gerektirir. Söylediğimiz yalanların ortaya çıkıp bize olumsuz bir şekilde geri dönmesi ise kişiliğimizi ortaya sermekten daha korkutan bir durum olmalıdır bizleri. Çünkü bu bizim insanlar arasında kabul görmek için kendimizden ödün verdiğimiz kişiliğimizin daha çok hasar görmesine sebep olur. Bu maskeler sadece zayıf yönlerimizi saklamaya yarıyor belki. Evet ben dahil herkesin maskesi var bu dünyada. Kimi özel hayatımızda taktığımız, kimi bir iş görüşmesinde veya en basitinden kimse sormasın diye mutsuzken mutlu görünme maskesi. Neden bu kadar korkarız peki kendimizi göstermekten? Örneğin zengin veya çok akıllı olmasak gerçekten dışlanır mıyız toplumdan? Lüks bir araba veya pahalı eşyalarımız olmadan yaşayamaz mıyız? Aslında klişedir ama mutlu olmadıktan sonra bunların hiçbir anlamı yoktur. Arabamız, telefonlarımız, giydiklerimiz değildir bizi biz yapan. Özellikle sosyal medyanın çok geliştiği şu yıllarda kendimizi insanlara olmadığımız biri göstermek en büyük hobimiz haline geldi. Aldığımız her şeyi başkalarına göstermek için alır olduk. Bu nesneler bizi mutlu etmesi gereken eşyalarken, başkalarına gösteriş için ortaya koyduğumuz eşyalar olmaya başladılar. Eskiden çocuklara uslu durdukları ya da doğru davranışlarda bulundukları için alınan pahalı hediyeler şimdi değerini yitirmiş sadece şımarıklıkları yüzünden veya ağlamaları dursun diye alınıp, çocuğun kıymetini bilmediği eşyalar oldular. Sadece kendimizi değil eşyalarımızın da anlamlarını değiştirdik. Kendimizle yetinmedik onlara da maskeler takar olduk.Kitapta Bayan Kathie de Hollywood için taktığı maskesinin ardında oldukça yorgun bir kişilik barındırıyor. O maskesiyle bile olsa ondan asla vazgeçmeyecek olan Hazie ise onun gerçek kişiliğini bilmesinin yanında zayıf yanlarını da görüyor ve o zayıf yanlarından dolayı ondan kendini soyutlayamıyor. Bunu sağlayabilen asıl sebep de aşk aslında. Âşık olduğumuzda ya da birini çok sevdiğimizde onlara karşı bütün duvarlarımızı indiriyoruz. Belki bir de güven ekleniyor buna. Sevgi ve güven bir araya geldiği zaman o herkeslerden sakladığımız benliğimizi her şeyimizle önlerine seriyoruz. Çünkü sevgi ve güven edinebileceğimiz ya da hissettiğimiz en masum duygular bir başkasına karşı. Belki de bu yüzden insanların uzun süreli insan ilişkilerimiz bozulduğunda kendimizi en büyük boşluklara atılmış hissediyoruz. Bütün sırlarımızı, benliğimizi anlattığımız, karşılarında en savunmasız olduğumuz insanlar bu ilişkilerimiz bittiği zaman kendileriyle birlikte bizden parçaları da beraberlerinde götürüyorlar. Aslında bütün suçlu biziz bir noktada. Kendimizi bu kadar koruyup sakınmasak çevremizden ne yalana ne de bu kadar kırılmaya yol açarız. Palahniuk “Zannedersem, dünyanın vermeye yeltendiği her tür hasardan daha beterini kendi kendinize vermenizde bir avuntu, belki de bir tür irade mevcut.” (Sf:69) diyor kitabında. Gerçekten de insana kendinden daha çok zarar veren başka bir şey yok aslında. Genellikle biz kendi kendimize olayları büyütüp kendimize dert ediyor ve kendimiz olmaktan kaçmaya başlıyoruz bu sebeple. Ne yaparsak yapalım maskelerimizi bir kenara atamıyoruz hiçbirimiz. Onlara o kadar bağlıyız, o kadar alışmışız ki. Onları fırlatıp atabilmek için sanki bambaşka bir hayata yeniden başlamamız gerekiyor. Ama bu gerçekten yeterli olur mu yoksa yine maskeler arkasında saklanarak devam mı ederiz denemeden asla bilemeyiz. 1. Palahniuk, Chuck. Anlat Bakalım (sayfa:114) Ayrıntı Yayınları, 2014, ikinci basım 2. Palahniuk, Chuck. Anlat Bakalım (sayfa:69) Ayrıntı Yayınları, 2014, ikinci basım 3. Fotoğraf: http://inspiringmesh.com/wp- content/uploads/2013/01/face_behind_the_mask_by_missmausjuh-d4fn96n.jpg Yağmur Sugüneş
Hasan Efe Bovatekin 22301645 Yıldızlarla Aydınlanan Yolda Bilim ve Sanat Küçüklüğümde büyük bir yanılgı içerisindeydim. Bilim ve sanat iki ayrı dünya olarak aktarılmıştı bana. Belki de ben o zamanki aciz aklımda öyle algıladım, bilmiyorum. Nedeni fark etmeksizin ayırmıştım bilim ve sanatın yollarını; bilim yalnızca akıl için vardı, sanat ise sadece kalbe hitap ederdi. O zamanki düşünceme göre kalple akıl demir örgülerle ayrılmıştı birbirinden yani ya sanat insanıydınız; gönül işleri, yaratıcılık ve sanat yeteneği vardı sizde ancak hiçbir aritmetik ve analitik konuda başarılı olamıyordunuz ya da bir bilim insanı olarak bu konularda üstünken aşkta ve yaratıcılıkta hiçbir şansınız yoktu. Hayatta başarılı olmanın tek yolunun matematik dersinde başarılı olmak olduğunu sanan küçük Hasan için böyle bir yanılgı onun sanattan uzaklaşması için yeterli olmuştu. Beşinci sınıfta matematik olimpiyatına başlamış ve böylelikle tüm hayatını aritmetik temeller üzerine kuracağına, sanatla hayatının yağ ve su gibiolacağına karar vermişti küçük Hasan. Ne yazık ki çok sonradan öğrenecekti içinde yağ ve su bulunan bir bardağa deterjan konulduğunda yağın suya karıştığını. Daha önce bahsettiğim gibi, küçük Hasan hayatını tamamen bilime adayacaktı ancak bunun için hangi bilime yöneleceğini de seçmesi gerekiyordu. Bu noktada odasının penceresi çıktı karşısına. Daha doğrusu, pencerenin ardındakiler. Bir gece yatağında her zamankinden ters yöne doğru uzanmış, matematik sınavı kötü geçtiği için melankolik düşünceler içerisindeyken fark etti gökyüzündeki o minik, parlak noktaları. Kötü geçen sınavlardan sonra o da minik hissediyordu kendini, kendini gördü bir nevi o küçük ışık hüzmelerinde. Ancak ne kadar minik de olsalar yıldızlar parlamaya devam ediyordu gökyüzünde. Ne olursa olsun ömürleri boyunca parlak kalıyordu yıldızlar. Ortaokula kadar sürekli başarıya alışmış Hasan’a garip geldi bu his. Ne de olsa o en minik başarısızlığıyla sönüyordu hemen, bir süre sönük kalıp tekrar aydınlanıyordu. O gece önemli bir ders verdi ona yıldızlar ve bu ders sayesinde kendilerine aşık ettiler Hasan’ı. Önce her gece onları izlemekle başladı bu aşk. Her gece yatağında ters yatmaya başladı minik Hasan. Çünkü ancak böyle yatarsa görebiliyordu yıldızları. Uyuyana kadar onlar hakkında hayal kurardı. Her birinin boyutunu düşünürdü, gerçekte ne kadar büyük olduklarını bilmesine rağmen gökyüzünde bu kadar küçük gözükebilmeleri çok etkilerdi onu. Yıldızlara bakarak büyüdü Hasan, büyüdükçe de çok şey öğrendi onlar hakkında. Yıldızların hareketini sağlayan fizik yasalarını, oluşum evrelerini ve daha nicesini öğrendi. Artık sadece parlak noktalar değildi yıldızlar onun için. Gökyüzü sahnesinde, gece perdesini oynayan ve koreografisi fizik kanunları tarafından yazılmış birer dansçıydı o acemice gözlemlediği yıldızlar artık. İşin güzel yanı ise bu oyunu her gece penceresinden ücretsiz bir şekilde izleyebiliyordu. Günleri böyle geçip giderken onuncu sınıfta tanıştı bahsettiğim deterjanla. Van Gogh tarafından boyanmış Yıldızlı Gece adlı tabloydu bu deterjan. Bu eser, bir tablo olmasından dolayı sanat dünyasına aitti ilk bakışta. Ancak bu tabloya bakınca daha önce hiç görmediği bir şey fark etti Hasan. Aynı kendi gökyüzü düşüncesindeki gibi Van Gogh’un gökyüzünde de başaktörler yıldızlardı. Daha önce astronomiye duyduğu ilgiden dolayı birçok gökyüzü temalı resim de görmüş olan Hasan için bu bir ilkti. Van Gogh’un da Hasan gibi acemice de olsa yıldızları gözlemlediğini düşünmek, bu yaşadığı duygu ve düşünceler selinde bir başkasının da boğulmuş olabileceğini hissetmek onu derinden etkiledi. Ve böylece yağ ve su karışmaya başladı artık çok da küçük olmayan Hasan için. Evet, sanat ve bilim madalyonun iki farklı yüzüydü hâlâ. Ancak artık biliyordu ki madalyonlar tek bir maddeden yapılıyordu, arka yüzü de ön yüzü de sadece şekil olarak farklıydı, öz olarak değil. Yıldızlı Gece tablosuyla karşılaşmasıyla kırılmaya başladı Hasan’ın bilim ve sanat hakkındaki algısı. Sanattan bilime geçen ilk damlayla yavaş yavaş karışmaya başladı ikisi. Zamanla öğrendi Hasan, bilim ve sanatın iç içe olduğunu. Sanat ve bilim; iki yolcu oldu onun için, aynı yolda giden bir otobüste iki farklı koltuğa oturmuş iki yolcu. Farklı camlardan farklı yönlere bakıyordular. Bu nedenle de gördükleri manzara bambaşkaydı ancak aynı yol üzerindeydiler. Anlayış yolundaki insanlık otobüsündeydiler. Sanat sübjektiflik koltuğundayken bilim ise objektiflik koltuğunda duruyordu ancak koltuklar yan yanaydı. Sanat yaratıcılıkpenceresinden bakıp duygu vadisini gözlüyordu. Bilim ise mantık penceresinden gerçekler şelalesinin coşkulu sularını izliyordu. Ve işte bu yolculuk yıldızların altında yapıldı Hasan için. Kaynakça: Van Gogh, Vincent. Yıldızlı Gece. 1889. Yağlıboya. Modern Sanat Müzesi. New York.
Bilge Banu YAĞCI 1 SECTİON:19 ALİ TURAN GÖRGÜ BENİM TEMBELLİĞİM BENİM KARARIM (MI) Paul Lafargue’in Tembellik Hakkı kitabı ismiyle ilk anda daha çok tembelliği öven bir kitap olarak anlaşılabilir. Kitabın sadece adına bakarak içeriğinde insanlara hiç çalışmadan güzel standartlarda yaşama hakkı verilmesi gerektiğini savunduğu düşünülebilir. Ama kitabın çevirmeni Vedat Günyol’un Başsöz Yerine isimli yazısında da belirttiği gibi kitabın felsefesi bu kadar basit ve absürt değildir. Paul Lafargue Tembellik Hakkı adlı kitabında birçok insanın muzdarip olduğunu bir konu olan çalışma saatlerinin adaletsizliğinden ve makineleşmenin insanlara boş zaman yaratmak yerine onlardan daha önce sahip oldukları boş zamanı da çalmasından bahsetmektedir. Herkes zaman zaman tembellik yapmak ister ve yapabilmelidir de. Kitabı okumadıysanız ama okumayı düşünüyorsanız size bazı sorular hazırladım. Önce bu sorulara dürüst cevaplar vermeye çalışın. Bir kenara not alın veya aklınızda tutun. Kitabı bitirdikten sonra da cevaplarınız aynı kalırsa gerçekten şaşırtıcı olur benim için. 1. Çalışmak bir erdem midir? 2. İnsan üretimin efendisi midir, kölesi mi? 3. Günlük çalışma süresi kaç saat olmalıdır? 4. Tarihsel süreçte insanlık zaman yönetimi açısından iyiye mi gitmiştir, kötüye mi gitmiştir yoksa zaman yönetimi hep aynı mı kalmıştır? Beni allak bullak eden bir kitaptı Tembellik Hakkı. Genel olarak çalışmayı başarının tek yolu olarak görürdüm ve bu sebepten dolayı çalışmak isterdim. Kitabın etkisi geçtikten sonra da muhtemelen böyle hissedeceğim ama şu an için başarı ve mutluluk arasındaki tercihim mutluluktan yana. Sonsuza kadar çalışmayı azaltmayacak olan insan ne yapmalıdır mutlu olmak için? Tüm başarılarım daha büyük sorumluluklar getirdi yanında. Tembellik hakkımı hiçe sayarak kaybettim. Çünkü sistem bunu gerektiriyordu. Lafargue’nin de belirttiği gibi Sanayi Devrimi ve onun arkasından güç kazanan kapital düzen yüzünden insanlar şirketlerin kârını artıran birer araç hâline dönüşmüştür. Buna karşın hayatta kalmayı ve mutlu olmayı çalışmaya bağlayan insanlar sisteme karşı gelmek yerine sistem içinde yükselmeye çalışmışlardır. Bunun bir örneğini anlatıyor kitabın ilk bölümünde Lafargue: “Solgun yüzler, bir deri bir kemik bedenler, acınası sözlerle fabrikacıları kuşatıyorlar: "İyi yürekli Bay Chagot, sevecen Bay Schneider, daha iş verin bize. Bize acı çektiren açlık değil, çalışma tutkusudur."2 Şu an, bu yazıyı ödevin son tarihine yetiştirmeye çalışırken bile tembellik hakkımdan taviz verdiğim düşünülebilir. Kimi açılardan baktığımızda bunun doğru olduğunu söyleyebilirim. Diğer yandan, şu an bunları yazmak sadece bir kişiye de olsa fikirlerimi ve bu kitaptan öğrendiklerimi anlatabilmem için elimdeki en iyi yol ve bu yazıyı yazarken elimde olmasına rağmen tembellik hakkımı kullanmak istemiyorum. Bu da kitabın içinde bahsedilen bir konu da benim bu davranışımı açıklıyor. İnsan tembellik yapmayı sever fakat tembellik için yaratılmamıştır. Evrimin bize kazandırdığı bir çalışma dürtüsü de vardır. İnsan, yaşamını idame ettirebilmek için çalışması gereken minimum düzeyde çalışmazsa kendini büyük bir ruhsal boşluğun içinde hisseder. Benim de, öğrencilikten başka bir işimin olmaması nedeniyle özellikle yaz aylarında yaşadığım bir sorun bu. Kış aylarında çalışmaktan, yaz aylarında çalışmamaktan bunalıyorum. Yine de elimdeki şeylerle mutlu kalabilmem benim yararıma olduğundan çok sistemin yararına. Bir yerde insanların temel haklarını isteyebilmesi gerekir sistemden. Yaşama hakkı, eğitim hakkı, tembellik hakkı… “ Amerika'da makine, tarımsal üretimin tüm alanlarını doldurdu, tereyağı üretiminden buğdayın yabani otlardan ayıklanmasına kadar. Niçin? Çünkü, özgür ve tembel olan Amerikalı, Fransız köylüsünün sığırımsı yaşamını benimsemektense, bin kez ölmeyi yeğler.” Tarım, hayvancılık ve sanayi artık insan gücüne değil, makine gücüne bağlı işleyen sistemler. Bizim içinde bulunduğumuz sistemse eşya ve yiyecek üretiminden çok daha farklı artık. Biz, hizmet sektörünü yüceltmek ve daha iyi hizmet alabilmek için birilerine hizmet etmekle yükümlüyüz. Tembellik Hakkı benim için mantığın ve ümitsizliğin kitabı. Öyle ki, bu hak bizim ama asla istediğimiz zaman kullanamayacağız.
GÜLCE ELİF ATABEY 21501652 TUHAFLIK BENİM İÇİMDE NE TUHAF Bir kitap nasıl çeker insanı kendine, raflarda yüzlerce kitap dururken neden biri göz kırpıverir bilemem. Kuvvetle muhtemel ki bundan benim gibi birçok okuma sevdalısı da mustariptir. Şöyle bir alırsınız kitabı elinize önce. Kapakları hoştur elbet kitapların, kokuları ayrı cezbeder. Bunlar hep yayınevlerinin oyunudur okurlara. Ama bu şiir kitabında beni bir anda saran ve sarsarcasına etkileyen arka kapağındaki şu dizeler oldu belki de: “ Ne tuhaf ömrümün sonuna kadar/Kelimelerle yaşamam/Ağaçtan çok ağaç sözünü/Denizden çok deniz sözünü sevmem/Halbuki bir sabah erken uyanınca/ Balkona çıkmak da güzel “ Sabahattin Kudret Aksal... Gazoz Ağacı isimli öykü kitabını okurken “tuhaf” bulduğum bu adam kendi tuhaflığından söz ediyordu, bunun farkındaydı. Dizeleri okurken içimde tuhaf bir acı hissettim. Adeta bir kendimi sorgulama sürecine girmiştim. Düşündüm... Aşk gerçektir. Tuhaftır ki Fuzuli’nin Mecnun’uyla Leyla’sınınkinden daha ölümsüz aşk yoktur. Tarih yapılır. Tuhaftır ki yazılmayana tarih denilmemiştir. Sabah erken kalkınca balkona çıksak da bu ancak yazarın özgün üslubuyla tekleşir. Hayatın gerçekliklerini yeniden var eder sözler. Ben de nesneden çok onun sözünü sevdim sanıyorum. Dostoyevski’yle Moskova sokaklarında gezmenin tadını, İstanbul’u Orhan Veli’yle dinlemenin hazzını tatmışım bir kere. Ne tuhaf, tuhaflık benim içimdeymiş. Ben tuhaflık içinde. Tuhaflıktan kurtulmak için, gerçeklerin denizine açılıyorum. DER Kİ SİZE Hayatın gerçekliklerinden bahsetmişken bir şiir daha çarpıyor gözüme; süssüz, abartısız hayatın en büyük gerçeği olan ölümün anlatıldığı dizeleriyle insanın içini ürperten türden bu kez. Şu dizelerle başlıyor şiir; “Der ki size bir gün ölüm/ Boşuna kardeşim bunca çalım /Düşünürsünüz, nereye/ Savrulacak bunca külüm” Bu da bana uzun zamandır zihnimde evirip çevirdiğim düşünceleri anımsattı. Ölüm, yüzyılların gizi... Herkese aynı cezayı veren adil hükümdar... Kimine göre vahşet, kimine göre vuslat...Gecenin gündüzü anlamlı kılması gibi hayatı değerli kılan, ölüm. Buna rağmen yüzyıllardır hor görülmüş, bir türlü benimsenememiştir ölüm. Ölüm hakkında düşündükçe onu kabullendiğimi ve hayatı daha basit yaşadığımı fark ettim. Umudum kaygılarımı, sevgim öfkelerimi azalttı. İnsanlar ölümden korkmadığında hayat daha anlamlı oluyor. Cahit Sıtkı gibi ölümden ürkmek yerine Yunus Emre gibi ölümü doğal döngü olarak görmeli. İnsanlar ölmeseydi, dünya çok da çekilir bir yer olmazdı değil mi? Hâşâ, niyetim rahmetli annenizi yargılamak değil yahut yeri bir türlü dolmayan eşinizi. Gayem gerçekliklere yaklaşmak bir adım daha. Yalnız ölüm sözünü değil, ölümü bile sevebilmek. YAŞAMAK Ölümün doğallığını kabullendikten ve onu ailemizin yaramaz çocuğu gibi sevdikten sonraki aşama basit yaşamayı öğrenmektir zannımca. Herkes yaşamakla ilgili sözler söyler kendince, basit yaşamayı kaçırırlar. Bu fikirler dimağımda gezinip sözcüklerini bulmayı beklerken kitabın ilerleyen sayfalarında onlarlakarşılaşınca şaşkınlığıma hakim olamadım. Sabahattin K. Aksal yine kendine has, kah bilmiş kah umursamaz üslubuyla anlatıveriyordu bir çırpıda: “...Dünya değişmedi kaç bin yıl/ Önce de böyleydi. Mavilik/ Yine çiğdi, göz alıyordu...”Neden illa maviye bir anlam yükler ki insanoğlu?Yolcusu olduğumuz yolda bir han değil midir bu sevgili Dünya? Yaşa! Sadece yaşa gitsin. Gevşe! Nedir bu kibrin, dost? Öyle yaşamak istiyorum ki yaşamla ölüm bir olsun, iyiyle kötü, varla yok...Yaşamı karmaşıklaştırdıkça mutluluk küsmesin bana. Cezalandırmasın kendince, çalsın hep kapımı. Tezatları kabul edeceğim, “insan” olduğumu kabul edeceğim. İnanıyorum ki gerçekliğe döneceğim. Tuhaflıktan çıkabilirim, tuhaflık benim içimde sonsuza dek yaşasa da.
SEVİNÇ KIRINTILARI Ceyda Güzel (Görsel 1, Charbonnier, J. (1958). Kedili Küçük Kız) Hayat hepimize farklı senaryolar sunar. Hayatın bize sundukları ve tercihlerimiz yaşayacaklarımıza ışık tutar. Kimimiz daha iyi ekonomik koşullara sahipken kimimiz de kötü ekonomik koşullara sahiptir. Bu koşullara bazen doğuştan itibaren bazen de ilerleyen yıllarda sahip oluruz. Yüksek ekonomik statüye ne zaman ve nasıl sahip olduğumuz o kadar da önemli değil aslında. Elbette maddi açıdan zenginlik bize huzur sağlayıp mutluluk kapılarını açabilir. Ama bu çoğu zaman geçerli değildir. Aslında saf mutluluğa ulaşmamızı manevi zenginlik sağlar. Özellikle de küçük sebeplerden mutlu olmak en büyük zenginliktir fikrimce. Mutlu olmaya küçük sebepler bulabilmek çok değerlidir ve kendi hayatımda da bu duruma oldukça önem veriyorum. Örneğin soğuk bir kış günü sıcacık evime döndüğümde içtiğim bol tarçınlı salep, gece gökyüzünde parlayan takımyıldızlarınıincelemek ve kampüsteki kedilere denk geldikçe onları sevmek beni mutlu etmeye yetebilecek sebeplerden sadece birkaçıdır. Kedili Küçük Kız Jean-Philippe Charbonnier bana mutluluğa ulaşmamda ilham veren ve baktıkça içimi ısıtan bir fotoğraftır. Küçük kızın kucağındaki kedi ile olan mutluluğu kedimin eve ilk geldiği zamandaki saf mutluluğumu hatırlatır bana. Kedimle beraber olduğum zamanlarda hep mutlu oldum ve zaman geçtikçe de sevincimden eksilmedi. Sahip olduklarım arasında beni en çok mutlu eden varlıklardan biri de kedimdir. Mutlu olmaya sebep aramaktansa sahip olduklarımıza odaklanırsak aslında mutluluğun ne kadar ulaşılabilir bir duygu olduğunu anlayabiliriz. Fakat ne yazık ki birçok insan bu duygudan çok uzakta yaşıyor ve mutluluğun onlara ulaşmasını bekliyor. Mutluluk beklenilmez aksine ona ulaşmak için bir yol çizilir. Bu yolda sevinç kırıntılarını takip ettikçe sonuca ulaşırız. Modern yaşamda artan tüketim ve değişen algılar yüzünden pek çok kişi mutlu olmanın pahalı markalar giymekten, lüks otel tatillerinden ya da son model telefon kullanmaktan geçtiğini düşünüyor. Son model bir telefon içinde güzel anıların saklandığı bir galeriye sahip değilse ve sevdiklerimizle güzel bir sohbet imkânı sağlamıyorsa insanlara sandıkları kadar mutluluk getiremez. Büyük hedeflere odaklandıkça küçük olanları görmezden geliyoruz. Eskiden ben de bu yanılgıya yenik düşüyordum ama sonradan anladım ki küçük ve önemsiz gördüklerim mutluluğumun temel parçasıymış. İstediğim ayakkabı alınmayınca birkaç gün mutsuz bir şekilde dolaştığımı hatırlıyorum. Şimdi düşününce çok önemsiz geliyor ve o ayakkabının eskisi kadar popüler olmaması da bu fikrime destek oluyor. Alamadığım ayakkabıdansa giydiklerime ve sahip olduklarıma odaklandım sonrasında. Sahip olduklarımı düşleyen ve benim yerimde olmak isteyen binlerce insan olduğunun farkına vardım ve şükretmenin de büyük bir mutluluk kaynağı olduğu bilincine ulaştım. Sahip olduklarımı sorguladıkça ne kadar şanslı olduğumu fark ettim. Sağlıklı bir vücudum var. İşlevlerini sorunsuz bir şekilde yerine getiren kollarım ve bacaklarım var. Engelli olan insanlar görüyorum ve ben onlara göre çok daha şanslı durumdayım. Eskiden gözlerim yeterince görmediği için gözlük takarken üzülürdüm oysaki gözleri hiç görmeyen insanlar var. Şimdi ise etrafımdaki güzellikleri gözlemlememe yardımcı olan gözlerime borçlu hissediyorum. Yaşamı bütünsel ele almak yerine detaylarında kaybolmak ve onu keşfetmek benimsediğim bir fikir oldu artık. Bu şekilde daha anlamlı bir güne uyandığımı hissediyorum. Zamanla daha iyi bir insan olduğumu da hissediyorum çünkü açgözlülükten uzak elimdekilerin kıymetini bilen bir insana dönüştüm. Hayatımda sahip olduklarıma minnet duymak ve onlara anlamlar yüklemek bana bu konuda yardımcı oldu. İçimdeki bu pozitif enerji beni etkilediği gibi çevremi de etkiliyor ve başkainsanlara ilham olabilmek benim için büyük bir zevk oluyor. Elimizdekilerin kıymetini bildikçe ve mutlu olmayı başardıkça daha güzel yarınlara uyanacağımıza inanıyorum. KAYNAKÇA Charbonnier, J. (1958). Kedili Küçük Kız, [Fotoğraf]. Roubaix, Fransa.
Tuğçe İrem Keşli Kalıplarda Yaşamak ‘’Ayağımıza uymayan ve rahat yürümemizi engelleyen pabuçlar gibi, içinde yaşamakta olduğumuz toplumsal düzen ruhumuzu daraltmakta ve yaşam yolunda insanca yürümemizi engellemektedir.’’ (Leyla Navaro) ‘’Kızım, yine nasıl becerdin bunları?’’ Neredeyse her gün yeni bir yarayla dönüyorum eve, annem haklı olarak isyan ediyor. Dizlerim kan içinde, ağlamamak için dudağımı ısırıyorum. ‘’Birazcık akıllı uslu olsana, ortalıkta koşturup duruyorsun, oğlan çocuğu musun sen?’’ diye devam ediyor. Artık gözyaşlarım yanağımı ıslatıyor, dizimin acısı çok da mühim değil ama annemin azarlarına dayanamıyorum. Sonra beni öpüp başımı okşuyor, barışıyoruz. Aradan birkaç yıl geçiyor, oyuncakçıda gezerken kılıç ve kalkan almalarını istiyorum çünkü kuzenimle hep savaş oyunları oynarız, hatta ondan bir yaş büyük olduğum için komutan hep ben olurum. Ne gerek var, gel seninle bebeklere bakalım, diyorlar. Bu sefer gözüme bir kovboy silahı kestirip onu istiyorum, yine kabul etmiyorlar. Silahı olmayan komutan mı olur diye düşünüp üzülüyorum ama daha fazla ısrar etmiyorum. Şimdi aradan en az on yıl geçmiş olmasına rağmen hala ara sıra sitem ederim o silahları almadıkları için, daha doğrusu almama sebepleri için. Silahlar erkek çocuklar içindi ve ‘’prenses’’ gibi büyütülen naif kız çocuklarına uygun değildi. Aslında prenses olmayı da dilerdim küçükken ama tek görevi güzel giyinip güzel görünmek olan o kalıplaştırılmış prenseslerden değil, kılıç kullanıp dörtnala at koşturan o çok cesur prenseslerden. Mesela başrolünde güçlü, savaşçı kadınların olduğu filmleri çok severdim, onlar gibi olmayı hayal ederdim. Karıncayı bile incitemeyen ben çok iyi bir dövüşçü olmak isterdim. Bunları söyleyemeyecek kadar utangaç olsam da annem anlamıştı. ‘’Bence sen çok sağlam tekme atarsın, gel seni tekvandocu yapalım.’’ dediği zaman dünyalar benim olmuştu. Arkadaşlarımın neredeyse hepsi baleye ya da jimnastiğe giderken ben dövüş sporu öğrenmek istemiştim. ‘’Kıza yakışır mı hiç?’’, ‘’Kız sporu yap.’’ gibi cümleler beni hırslandırmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı. Aradan yine yıllar geçiyor, bu sefer lisedeyim. Edebiyat hocam arkamdan sesleniyor, ‘’Bağcıkların çözülmüş yine hiç umursamadan geziyorsun, sen tam erkek çocuğusun valla.’’ Birbirimizi çok severdik, sürekli takılırdı bana alınmadığımı bildiği için. Ama yine de görünüşümdeki en küçük dağınıklık bile şaka yollu da olsa beni kendi cinsiyetimden başka bir kalıba sokmaya yeterdi. Hayat, senaryosu hazır bir oyun gibi aslında, doğduğumuz andan itibaren istesek de istemesek de o oyunun oyuncusu olmaya mecbur kalıyoruz. Özenle çizilmiş ve hata kabul etmeyen kalıplar içinde başlıyoruz yaşamaya, bu kalıplar öyle bir benimsenmiş ki nefes aldığımız ilk saniyeden başlayıp ölünceye değin peşimizi bırakmıyor, az da olsa dışına çıkmaya kalktığımızda yargılayan ve sorgulayan fısıltıların ardı arkası kesilmiyor. Erkek olarak doğduysan senin rengin mavidir, pembeyi tercih etme şansı verilmez. Kızsan Barbie bebeklerle büyürsün, renk renk çeşit çeşit takıların olur, pembe seversin ve giyersin. Futbol oynamayı ve koşuşturmayı seven, dizleri dirsekleri yara bere içinde bir kızsan ya da dans etmeyi mahalle maçı yapmaya tercih eden bir erkek çocuğuysan ortada bir sorun vardır. Olur mu hiç öyle şey, denir, el âlem ne der sonra? Kız dediğin ‘’hanım hanımcık’’ olur, bir dediğiniiki etmez, uysaldır, sakindir. Erkek kısmı haylazdır, yeri geldi mi kırıp döker ama alttan alınır; kendini ezdirmez, gerekirse ezer bile. Nice nesiller bunları görerek, işiterek, yaşayarak geçirdi çocukluğunu, sonra o kızlar ve oğlanlar büyüdüler ve bu sefer kadın ve erkek olarak sahnedeki yerlerini aldılar. Kadının görevi anneliktir dediler, kadınlar çalışmaz. Yıllarca süregelen uğraşlar sonucu bu kalıbın yıkıldığına şahit olduk, kadınlar çalıştı ve kazandı fakat bu sefer yeni kalıplar çıktı; kadın mühendis olmaz, pilot olmaz. Erkek evin direğidir dediler, güçlüdür, görevi güçsüz olanı yani kadını korumaktır. Bu kalıp da sarsıldı, kadının kendisi için belirlenen kalıbın dışına çıkıp eşit derecede birey olma çabası başarılı oldu. Kadın hem anne oldu, hem mesleğinin parmakla gösterilen örneklerinden oldu. Erkekler ağladı, bunun adına güçsüzlük değil ‘’insan olmak’’ dendi, onları teselli eden kadınlar oldu. Bana kalırsa kendi önümüzdeki tek engel yine bizleriz; biz insanların yapabileceklerinin, başarabileceklerinin sınırı yok aslında, o sınır sandıklarımızı kendi kendimize çizmişiz ve buna uymayı kendimize borç bilmişiz sanki. Standartların olmadığı bir dünya hayal edelim, milyarlarca insanın kendilerini bir avuç kalıba sığdırmaya uğraşmadığı, kendi diledikleri şekli aldığı bir dünya. Mesela sadece kırmızı güllerle bezeli bir bahçe değil, her renkten, her türden çiçeğin olduğu bir bahçe olsun bu dünya. Farklılıkları yok etmek yerine onları kucaklamayı, onların varlığıyla mutlu olmayı seçtiğimiz an zincirlerimiz kırılacak ve yeniden özgür olacağız. Top peşinde koşan kız çocuklarına, pembe tişörtler giyen erkek çocuklarına akıllarda herhangi bir soru işareti belirmeden saf bir gülümsemeyle baktığımız zaman bir kalıp daha yok olmuş olacak ve yavaş yavaş hepsinin üstesinden geleceğiz.
HAYALİ KAHRAMANIM Çizgi filmler, çizgi romanlar ve özellikle son on yılda popülerliği inanılmaz derece artmış süper kahraman filmleri; hemen hemen bütün çocukların hayatlarında yer edinmiş ama daha önemlisi onların hayallerinin önemli figürleri olmuştur. Bu yüzden, çizgi film karakteri ile çocuk arasında bir bağ oluşması çok doğaldır. Ama bu kahramanların gerçekle ilgisi olmadığını herkes bilir. Ta ki Sunay Akın’ın “Hayal Kahramanları” kitabını okuyana kadar. Bu kitapta süper kahramanların gerçek hayatta nasıl ve nerde yer aldığını anlatılıyor. Bu kitabın en sevdiğim yanı, bir çizgi film karakterini, bana gerçeğe yakın bir bakış açısıyla bakmamı sağlamasıydı. Bu karakter, benim küçükken hayallerimi süsleyen ve her zaman öyle bir arkadaşımın olmasını istediğim bir kahramandı. Kitaptaki gibi gerçek dünyayla olan bir ilişki değildi bu, sadece benimle ve bir çizgi dizi kahramanı arasında olan bir ilişkiydi. Küçüklüğümde en sevdiğim çizgi film karakteri olan “Bloo”, “Foster'ın Hayali Dostlar Mekânı” çizgi filminden, benim için özel bir kahramandı. Süperman’in sahip olduğu gibi bir süper güçleri olan birisi değildi, aslında onun gibi kötülerle savaşacak bir gücü yoktu, bir şekilde bakacaksak çizgi filmde kötü karakter bile yoktu. Günümüzdeki çoğu çizgi filmlerin aksine şiddet içerikli değilidi. Absürt, hatta belkide saçmaydı ama Bloo ve arkadaşlarının düştükleri durumlar her seferinde beni güldürürdü. Hikayelerin sonunda kurtulan birisi veya şehir değilde, bir grup hayali kahramanın günlük hayatı beni süreklerdi. Belki de sadece mutlu ve komik oldukları yüzden bu kadar çok seviyordum. Kitaptaki süper kahramanların, Batman gibi, gerçek hayattaki kişilerle olan bağlantısı benim için geçmişe biraz ışık oldu, Foster'ın Hayali Dostlar Mekânı çizgi filmi ile aramdaki ilişkiyi daha somut fark ettim, hatta bir bakıma bendeki etkilerini anladım. Kitaptaki bağlantıların aksine, benimkisi daha çok görüp etkilenmeye dayalı bir ilişkiydi. Bu ilişkinin benim üzerimde ne gibi etkileri olduğunu anlatmadan önce, bir çizgi filmin bir insanda ama özellikle bir çocukta ne kadar ve nasıl etkileri olduğunu kısaca belirtmek istiyorum. Bir çocuk yetişirken karakteri iki şekilde belli olur, onun DNA’ları ve onun çevresi. Çevresinde gördüğü davranıları ve etrafında olan haraketleri benimseyerek çocuk kendi karakterini oluşturur. Benim için bu çizgi dizi, benim çevremdeki rollerden birine sahipti. Çizgi diziyle aramdaki ilişkiye bakacak olursak aslında Bloo karakterinde kendimi bulmadım, yakındı belki ama ben değildim o. Bana göre o bir arkadaştı, ondan etkilenip aldığım özellikler bir insanın bir arkadaşından görüp benimseyeceği kadardı. Aslında bu ilişkide ilginç bulduğum bir taraf var. Eğer Bloo bir çizgi film karakteri olmasaydı, gerçek hayattan birisi veya gerçek insanların oynadığı dizi veya film olsaydı, belki Bloo karakterini sevmeyecektim ve bu kadar önemsemeyecektim. Söylemek istediğim şu ki, bir karakterin çizgi ve renklerden olması, onun gerçek hayattan birilerine, özellikle genç yaştakilere, yakın olamayacağı, onu etkilemeyeceği anlamına gelmez. Benim için Bloo karakterinde, o çizgilerinin arkasındaki kahramana verilmiş özellikler, ondan etkilenmem, onu sürekli daha yakından tanıma isteğimi, hatta sürekli onu izlememi istememe sebep olurdu. Son olarak, “Hayal Kahramanları” kitabında, birçok kahramanın, Süperman, Casper gibi, gerçek hayatta bir çok kişiyle bir ilişki içinde olduğunu, hatta bu gerçek kişilerden türediğini anlatılıyor. Benim üzerimdeki etkisi ise, çocukluğumda çok sevdiğim bir karakteri ile ilişkimi ve bu ilişkinin sonuçlarını daha iyi anlamamı asağladı. Kitaptaki hikayelerinki gibi kahramanların gerçek hayata olan ilişkilerinden daha çok, benim dünyama olan bir çizgi dizi karakterinin sadece benimle olan ilişkisini benim önüme koymamı sağladı. Alper ÇEBİ
Alkım Deniz Sarıkaya Eve İlk Defa Gitmek New York gerçek bir şehir. Ne bir rüya ne de bir masal gibi. Çok büyük beklentilerle gittim ben New York’a. Kalabalıktan başımın dönmesini, devasa bir şehrin ara sokaklarında kaybolmayı bekleyerek gittim. Ama beni karşılayan bambaşka bir şehirdi. Tamamıyla tanıdık, dostane bir şehir. Gerçek bir şehir. Daha ayak bastığım ilk andan hiç var olmamış anıların nostaljisine kapıldım. Elimde valizim, sırtımda çantamla daha önce hiç binmediğim eski püskü metroyu beklerken uzun bir seyahatin ardından eve dönmüş gibiydim. Sanki hiç tanışmadığım arkadaşlarım özlemle beni bekliyorlardı, ben de yapılmamış planlara yetişmek amacıyla acele ediyordum. Geçtiğim her sokaktan daha önce sanki defalarca geçmişim gibi geçtim. Tüm kaldırımları yürümüştüm, tüm vitrinleri biliyordum sanki. Sanki tüm trafik ışıklarında durmuş, duraklarda otobüs beklemiştim. Büyürken salıncaklarında sallanmış, geceleri ışıklarını izlemiş gibiydim. aa g Belki benim yaşadığım kadar yoğun olmasa bile herkesin New York’ta belli bir tanıdıklık hissine kapılacağını düşünüyorum. Mesela benim severek izlediğim Hollywood filmlerinin, Amerika yapımı dizilerin birçoğu burada geçiyor. Buna rağmen New York’ta kendimi bir filmde gibi hissetmedim. Daha çok defalarca izlediğim bir filmin seti gibiydi New York. Paris’te ya da Amsterdam’da olan o sihirli masalsı hava yoktu. Kulaklarımda devamlı bir şehir gürültüsü, köşeyi döndüğüm anda gerçek hayatın çirkinlikleriyle karşılaşmak kaçınılmazdı. Brooklyn Köprüsü’nden Manhattan’a bakarken gökdelenlerin ve diğer tüm beton binaların manzarayı kirlettiğini düşünmeden edemedim. Lâkin, New York’u sevmemek elde değildi. Metropolitan Sanat Müzesi’nin basamaklarında arkadaşlarımla uzun sohbetler ederek büyümüş gibiydim. Parlak turuncu Staten Island Feribotu ile Özgürlük Anıtı’nın önünden geçmek rutin bir seyahatti sanki. Yıllarca yağmurlarında ıslanırken sokakta sosisli sandviçlerini yemiş, hafta sonları Central Park’ta sincapları izlemişim hissi peşimi hiç bırakmadı. Baş döndürücü Times Meydanı’nda ağzı açık etrafı seyreden turistlere söylenirken buldum kendimi, bir turist olduğum aklımın köşesinden geçmeden. Gece vakti ışıl ışıl atlıkarıncanın hemen yanında, Hyde Park’ın çimlerinde New Yorklularla oturmuş kitap okurken dinlediğim Frank Sinatra memleketlimdi adeta. aa g Tamamen yalnızdım ben New York’ta. Ne var ki bir dakika olsun yalnız hissetmedim. Şehirle birlikte nefes almak diye bir şey olduğunu öğrendim. Hatta öyleAlkım Deniz Sarıkaya ki beni asıl evime, tanıdığım insanlara bağlayan ve dönüş biletim olan tek varlığım, telefonum bozulduğunda telaşlanamadım bile. Ne yapacağımı bilemedim, herhangi bir şey yapma ihtiyacı da hissetmedim. Dediğim gibi, her şey tanıdıktı ki; panik yapmak mümkün değildi. Dahası, döndükten sonra fark ettim: Fotoğraf bile çekmemişim, çekme ihtiyacı hissetmemişim. İnsan durup dururken kendi evinin, her gün geçtiği sokakların fotoğraflarını çekmeyi hiç düşünmez ya, o misal... aa g New York’u evim olarak düşünmekten vazgeçebileceğimi hiç sanmıyorum. Nasıl vazgeçebilirim ki? Bundan sadece birkaç ay önce ben, yirmi yaşında genç bir kız, evime ilk defa gittim. Yaşanmamış geçmişimi hatırladım, özlediğimi bilmediğim yerlere kavuştum. İlk kez gidilen yerde hissedilen büyüklük, karmaşıklık, yabancılık duygularını hiç yaşamadım. Hep sevmişim ben New York’u, tüm keşmekeşi ve hareketliliğiyle, klişeleri ve doğallığıyla. New York’ta doğmadan, orada hiç yaşamadan New Yorklu olmuşum. Kulağa saçma geliyor, biliyorum; belki de yalnız New York’u görenler anlar beni, belki onlar da anlamaz. Tekrar döneceğimi bilerek ayrıldım New York’tan, çünkü evimden zaten çoktan yirmi yıl ayrı kaldım. Daha yoldayken özlemeye başladım. Kendime bir söz verdim: Bir daha ayrılmamak üzere döneceğim New York’a. aa g
Murat Burç SEVGİ Yaşasın Özgürlük Ne güzel bir kelime bu “özgürlük”. Sanki üstümden bir yük kalkmış da bir rahatlığa erişmişim hissettiriyor gibi hâlbuki ne kadar özgür olduğumuzu nasıl ölçebiliriz ki? Bana göre ne zaman bizden bir şey beklenmediği zaman yani bir nevi sorumluluklarımız kalmadığında veya hiç olmadığında kelimenin tam anlamıyla özgür olduğumuzu düşünüyorum gerçi bu kişiden kişiye değişir orası kesin. Bahsi açılmışken neden özgür olmak isteriz ki? Üstümüzde çok büyük bir baskı mı var ki bunu böylesine arzuluyoruz yoksa sorumluluklardan kaçmak için mi pek kesin bir cevabı yok sanırım, sonuçta istediğimiz tek şey rahat bir hayata sahip olmak ama belli ki bunu hak etmek gerekiyor yani bir nevi sorumluluk almak lazım. Bir nevi sonsuz bir döngüye benziyor düşünsenize. Özgürlük konusunda Halldor laxness’in Özgür İnsanlar romanında özgürlük kelimesinin tam anlamını köy insanlarının günlük hayatından temel alarak özgürlük kelimesini güzelce anlatmaktadır. Nitekim bana uyandırdığı hisler kelimelerle anlatılamayacak kadar saf ve içten ki okurken sanki orada ki köylülerden biriymişim gibiydi; sabah erkenden kalkıp ineklerimin yanına gelip süt sağdım, ardından elime baltamı alıp odun kestim, peşinden tarlama gidip ekinlerimi biçtim, o sıra da eşim kahvaltıyı hazırlamış, havada yeni demlenmiş çay kokusu, kızarmış ekmekler, tarlandan alınmış taze domates, biber, salatalık, kümesten alınmış taze yumurta… Kulağa ne kadar huzurlu gelse de gerçek hayat o kadar huzurlu olamıyor. Günümüzde emekli olan insanlarımız bile hâlen çalışmakta, üniversite okuma zamanı gelmesine rağmen gidemeyen bir sürü genç insan; hepsi bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyor, kimisi taksici olmuş kimisi kâğıt topluyor, kimisi bulaşık yıkamaktan zamanın nasıl akıp gittiğinin farkına varamıyor. Özgür olmak için ille de zengin olmak mı lazım bu durumda? Hayallerimizi gerçekleştirmek için o kadar çok çalışmamıza gerek var mı cidden ve yahut kendimizi mutlu hissetmek için ille de bir şeylerimizden feda etmek mi lazım zamanımız gibi gençliğimiz gibi? Maalesef çoğu kimse benim gibi şanslı olamıyor özgür olabilmek için. Ben özgürlüğü hatta kendimi en mutlu hissettiğim anı bir kanepeye oturmuş etrafta zerre ses yokken elime aldığım bir kitabı okurken elde ediyorum. Evet, benim özgürlük tanımım bu çünkü ne zaman kitap okuyorsam bilin ki o an kendimi en mutlu ve en özgür hissettiğim andır. Aynı durumu seyahat etmek için de söyleyebilirim. İstediğim yere gidebiliyorsam, hayallerimde ki mekânları gezebiliyorsam bu benim için bir nevi özgürlük demektir.Bir diğer husus da şu ki özgürlük bazen istenmeyen sonuçlar doğurabiliyor. Mesela yalnız başıma kaldığımı, evlenmediğimi ve yaşımın da geçtiğini düşünürsem benim içimi burkan, o amaçladığım mutluluğu elde etmeme engel olan bir şey var gibi hissederim ve o da kesinlikle bir başkasıyla mutluluğumu paylaşamamamdır. Tamam, hiçbir şekilde hiçbir şeye bağlı değilim ve istediğim herhangi bir isteği yerine getirebilirim. Ancak yine de bu isteğimi yerime getirmemde ki en büyük engel mutluluğumun paylaşacak birisini bulamadığımdır. Bu durumda doğal olarak birisini bulmam gerekecek ve yine bu durumda sorumluluk almam gerekecek. Sonuç olarak mutlu olmak için, özgür olabilmek için yine sorumluluk almam gerekiyor. Ne kadar özgür olursak olalım sorumluluklarımız yakamızı bırakmıyor ne yazık ki. En büyük isteğim sorumlulukların olmadığı bir dünya da yaşamak ama yine de bu oldukça imkânsız gözüküyor. İstesek de o kadar özgür olamayız; birisinin özgürlük arayışı bir başkası için bir tehdit olarak algılanabilir ki tarih böyle örneklerle dolu, o yüzden benim özgürlük adına düşüncem şu ki, sorumluluklarımızı aldığımız sürece özgürüz. Hatta bir başkasına engel olmadığımız sürece istediğimizi yapabiliyorsak bana sorarsanız kelimenin tam anlamıyla özgürüz demektir.
Damla İrem Kılınç Trenden Gördüğüm (İzmir Mavi Treni, Ocak 2016) Yolculuk etmeye bayılırım en çok da trene binmeyi severim. Çok şanslıyım ki, aslen Eskişehirli olduğum için, en çok kullandığım ulaşım aracı da genellikle tren oluyor. Çoğu insandan farklı olarak beni hem evime götüren, hem de evimden çok uzaklara götüren trenlere binip duruyorum. Tâbiki bu durum, üniversiteyle birlikte Ankara’da yaşamaya başlamamla daha da bir arttı. Evimi her özlediğimde hemen bir trene atlayıp gider oldum. Artık trene binerken hissettiğim duygularım da giderek değişti. Eskiden yeni bir şehri gezecek, görecek olmanın verdiği büyük bir coşkuyla, sevinçle binerken trene artık benim için sıradan bir şeye dönüşmeye başladı. Trenlerin de eskisi gibi olmamasının da bunda etkisi yok değil, tâbiki de. Yeni hızlı trenler belki de bendeki trene binme sevincini uyandırmıyordu. Böyle hissetmeye başlamışken, ara sıra garda eski trenlerden görürdüm, onlardan biri İzmir Mavi Treni’ydi. En son çocukluğumda binmiş olduğum bu eski tarz trenlere yeniden binmek isterken buldum kendimi ve geçen kış bu trenlerden birine bilet alarak İzmir’e gittim. Yolculuk uzundu fakat bir o kadar da hoştu. Bana bir sürü şeyi düşünmem için fırsat verdi. Zaten yolculuk etmeyi de bu yüzden severim, kimse tarafından rahatsız edilecek bir tarafınız yoktur, - yanınıza çok konuşkan bir teyze, amca oturmadığı sürece- yine de o an sadece o uçakta, o otobüste veya o trendesinizdir. Yanınıza gerçekten konuşkan biri oturmuş olsa bile tatlıdır, bu o yolculuğun birşansıdır belki de, ayrılırken üzülürsünüz bir daha konuşamayacak olmaktan bu kısa süreli sohbet arkadaşınızdan. Trenle İzmir’e gitmek uzun sürmüştü, neredeyse on üç saat. Hava karanlıkken bindiğim trenden hava aydınlandığında inmiştim. Yolculuk böyle uzun bir gece olunca bir sürü şey düşündüm, dediğim gibi bunlardan biri herhâlde bir sosyolog olsam ve bir toplum, bir bölgeyi gerçekten tanımak istiyorsam, yapacağım şeyin o bölgedeki trenlere binip uzun yolculuklar etmek olduğunu düşündüm. Çünkü trenler, başka ulaşım araçlarının durmadığı birçok köy ve kasabada duruyorlardı. Her bir durakta, insanların inip biniyor olmaları sosyolojik bir gözlem için güzel örnekler oluşturuyorlardı bence. Bundan başka, tek başıma ilk defa bu kadar uzun bir yolculuk ediyor olduğum için bununla ilgili tuhaf duygularım da vardı içimde. Yalnız olduğum için daha dikkatli, daha uyanık olmalıydım herhangi bir tehlikeye karşı ama bunların hiçbirisi kötü değildi. İzmir’e gittiğimde hemen ulaşabileceğim akrabalarım, arkadaşlarım olsa da, bu yolculuğu tek başıma yaptığım için içimde hoş, pürüzsüz bir duygu hissediyordum. Biraz trenin içerisini, biraz kendi içimi, güneş doğmaya başlayınca da dışarıyı izleyerek yaptığım bu yolculuk beni sonunda çok mutlu etti. Güneş doğup hava aydınlandığında gördüğüm manzaraları o kadar sevdim ki, her güzel şeyi gördüğümde olduğu gibi, kameraların gözlerimiz kadar iyi görüntüler yakalayamamasına üzüldüm. Elimden geldiğince trenden gördüğüm güzel manzaraların fotoğrafını çekmeye çalıştım, biraz sabah sisinde tren dönerken gördüğüm öndeki vagonları, karlı dağları ve üzüm bağlarını. Fotoğraflar ne kadar gerçeğindeki kadar güzel olmasalar bile, en azından o zaman orada olup gerçeğini gördüğüm için ben de öyle bir etki yaratıyor ve orada olmuş olduğum için mutlu oluyorum. Yani, trenle yapmış olduğum yolculukların sonunda kendime güvenim artmış oluyor ve bununla birlikte kendimi hep daha iyi anlamış oluyorum ve benim için trenden gördüğüm manzaralar sadece trenden gördüğüm manzaralar olarak kalmıyor. O an ne düşünüyorsam ve hissediyorsam onlarla birleşiyor ve sonunda daha anlamlı oluyorlar.
YENİDEN TANIŞMA -Gülnihal Beren TOPAL Bazen rüyalarda bedenimden çıkar kendime dışarıdan bakarım. Yüzümü hiç görmem ama kendimin dışında, ondan ayrıyımdır. İçinde var olmaya alıştığım dünya oralarda bir yerdedir ama ben sadece dışarıdan bakar ve karışamam. Çaresizlik, üzgünlük ve kızgınlık... Bu 3 duyguyu hissederim hemen. Beni karamsarlığa iter bütün bu dışarıda kalmışlık ve yalnızlık. Bazen de hayatın içinde böyle hissederim işte. Bu sefer kendi bedenimdeyimdir ama insanlıktan tiksinmişimdir artık. Bir kez olunca da bu tiksinme geri dönüşü çok zor olan kapkaranlık bir yere düşerim. Gitmek ve olmak istediğim taraf aydınlık olur ama geçmem gereken o eşiği geçemem. Eşikten ziyade insanların bu kadar insanlıktan çıkmış gibi davranmasını aşamam. Bütün bu insanlar ve dünya bana çok uzak gelir. Ama sonra sanırım annemden kaynaklanan o umutlu tarafım çıkar sahneye. Her şeyi bildiği ve aklında tuttuğu hâlde dayanır umut ile o karamsarlığın kapısına. Her şeyin geçip rutinin geri döneceğine inandırır herkesi, kendi hariç herkesi. Bu inanmamış hâliyle ilerlerken kendim başka bir kendilikle çarpıştı ve dünyayı daha farklı bir gözden görmeye başladı. Normalde kendi bedenimden çıkmış hissettiğimde bile gerildiğim o rüyalardan böyle bir gerçek hayata geçmek tabii ki sancılı oldu ama yine de her şeyine değdi. Dünyayı başka birinin ellerinden deneyimliyormuş gibi hissettirdi. Artık karamsarlık daha normal bir şey oldu benim hayatımda. Hep korktuğum ve başkalarını iyi tarafların olduğuna inandırmaya çalıştığım bir şey değildi artık. Her şeyi olduğu gibi kabullenmenin verdiği o rahatlıkla hayatta kalmak çok daha kolay oldu. Bu yeni kendiliğim her şeyin biraz daha farkına varmaya başladı. En eğlenceli ve geliştirici kısmı benim için annemi ve babamı çözümlemek oldu. Bir anne ve babadan daha fazla oluşlarıyla yüzleştim ve bu gerçek beni kendime getirdi. Bütün bu süreçlerin sonunda ise dünya ile tanışma fırsatı buldum. İçine her türlü insanı sığdıran ve yine o insanların içine farklı dünyalar sığdıran dünyayla. Bir bülbülü bir gülden nefret ettiren, bir insana yanlış çağda yaşadığını hissettiren o her tarafı yalnızlıkla çevrili dünyayla tanıştım. Kabul etmesi ve yaşanması zor olan bu yeşil-mavi devde bir hayat kurma umudu ile oradan oraya dolaştım önceleri. Sonra fark ettim ki umut zayıf insanoğlunun uydurduğu ve bağımlı olduğu bir şeymiş sadece. Bu dünyadan asla gitmek istemeyen insanoğlunun dünyaya tutunabilmek için son şansıymış. Bu farkındalığım beni ilk başlarda uzaklaştırdı biraz dünyadan ama sonra şairin de dediği gibi “düştüğü yer kalırmış içinde insanın” (Afacan, 2013, s. 83). Düşsem de her seferinde bu dünya denen yere içimde kaldığından herhâlde hiç umudumu yitiremedim. Ama son zamanlarda o kadar karanlık bir yerden bakıyorum ki buraya umut ışığı bile girmiyor kalbimin odalarına. Kendi hayatımı kurma umudumu yitirdim birçok insanın hayattan koparıldığını gördükçe. Hayatta kalabilecek olup olmadığım net değilken bile umut etmekten yoruldum. “Her şey geçer.” denildiğinde buna inanacak saflıkta olmamaktan yoruldum. Bu kadar yorulmuşken bile güçlü kalıp dünyayı anlamaya çalışmaktan da çok yoruldum. Dünya artık benim ulaşabileceğim bir yakınlıkta değil gibi hissettiğim bu zamanlarda bu şiir kitabı bana ilaç gibi geldi ve bütün bu hissettiğim şeyleri düşünmemi sağladı. Korktuğum, dile getiremediğim ve hatta bazen düşünmekten bile kaçtığım bu hislerin önümdeki sayfalara dökülmesi sanırım biraz rahatlattı içimi. Umut etmekten yorulmuş olsam ve her şeyin öyle hemen geçmeyeceğini düşünsem bile bu şiirler bana yine umuda koşmamiçin işaret verdi. Bunun yanında bir de her şeyin geçmesi için unutmamızın gerekli olmadığını ve hatırlayarak da bir şeyleri geçirebileceğimizi gösterdi bana. Evet, her şey hemen geçmez ama “her şey geçer, vardır unutamadığımız / belki iki yanında tümsekler açan o gülüş” (Afacan, 2013, s. 51). KAYNAKÇA Afacan, A. (2013). Dünya Çok Uzak. Everest.
Sabah Neşesi! / Berkay BİÇER Nehir'in gözkapakları güneşle olan kavgasında bir kez daha mağlup düşmüştü. Doğruldu aniden , tüm vucudunu titreten bir esneme yardımıyla. Uykusu tamamen dağılmıştı artık fakat gördüğü kabusun etkisinin bir süre daha devam edeceğini hissedebiliyordu. Elleriyle gözlerini ovuşturdu, azıcık da olsa inandırabilmek için kendini, gördüklerinin yalnızca bir kabus olduğuna. Geçmiş bir gölge gibi peşimde diye inledi içinde bir ses fakat Nehir'den başka ne duyan vardı onu ne de bilen. Karşısındaki duvarın beyazlığı gözlerini yakmaya başlamıştı artık, kalkmanın vakti geldi diye düşündü. Bir süre ayaklarıyla terliklerini aradıktan sonra nihayet ayağa kalkmıştı. Üstündeki paçavralara bir göz gezdirdi ama bunun üzerine düşünmek dahi istemiyordu. Yavaş adımlarla banyo kapısına kadar gelmişti bile. Kapı kolunun soğukluğu tüm bedenini titretti, bu en sevdiği duygulardan biriydi. Çünkü, soğuğun bedeninden çok ruhunu titrettiğini biliyordu. Kapı kolunu kavrayan elini aşağı doğru ittirdi ve banyoya doğru bir adım attı. Bu ne çirkin bir banyo diye düşündü istemsizce. Baktığı aynanın çirkinliği kendini iyi hissetmesine sebep oldu bir an için. Fakat bu duygu yerine acımaya bırakmaya çoktan hazırdı. Neyseki bu ani duygu değişimleri artık canını acıtmıyordu Nehir'den. Tüm hayatına küçük bir kız çocuğunun yön verdiğini kabulleneli epey olmuştu. Musluğu açtı ve suyun hareketini izledi bir süre, döne döne gidere doğru usulca yaklaşıyordu akan su, adeta dans ediyordu. Parmaklarını ovuşturdu, bir kez daha vucudunda soğuğu hissedeceği için heyecanlandı. Sağ elinin parmak ucuyla lavaboda dans eden suya katıldı, yuvarlaklar çizerek bir aşağüı bir yukarı hareket ettirdi parmağını. Bu kadarı hevesini almasına yetmişti, iki avcunu birleştirip suyla doldurdu ve tereddütsüz bir şekilde çelimsiz yüzüne çarptı avcundaki tüm suyu. Kalbinin hızlandığını hissedebiliyordu. Çökmüş yanaklarından süzülen damlalar göğsünün üzerine düşüyordu. Bir süre daha bekledi damlaları hissedebilmek için ve sonra yanındaki eskimiş havlu ile yüzüne sıkıca bastırdı, kendini boğmak istercesine. Alnını ve boynunu da iyice kuruladıktan sonra havluyu buruşmuş bir şekilde aldığı yere bıraktı. Tüm bu hazırlıklara rağmen yeni bir güne hazır olmadığını biliyordu, ne gücü ne de hevesi vardı dünün aynısı olan bir başka gün yaşamaya. Yorgun adımlarla çıktı banyodan, yatağına yaklaşırken aniden tüm vucudukasıldı, arkasını dönüp koşar adımlarla banyoya girdi ve kapısını dahi kapatmadan bedenini klozetin üzerine bıraktı. Nefes nefese işinin bitmesini beklerken, yüzünde yersiz bir gülümseme belirmişti. Böyle bir şeyin aklından nasıl çıktığını düşünüyor, kendine gülüyordu, ve tabi ki yaşadığı rahatlamanın da bu gülüş de payı vardı. İşi bitince, indirdiği paçavraları toparladı ve sifona bastı. Aniden boşalan su gök gürlemesine benzer bir ses çıkararak odayı inletti, Nehir çoktan ellerini yıkayıp yatağını toplamaya koyulmuştu. Çarşafı bir kenarından tutup havalandırarak yatağın üzerine örttü düzgünce. Eliyle kırışmış yerleri düzledi, ardından yorganı da aynı şekilde yatağın üzerine serdi ve son olarak yastığı yerleştirdi. Gurur duyması gereken bir iş becermiş gibi hissediyordu yatağını toplayınca, fakat hemen sonra bu düşüncenin ne kadar zavallıca olduğunu düşünüp kendini cezalandırıyordu. Yatağın kenarındaki pencereye doğru bir adım atıp, pencerenin önündeki tülü çekti. Odasının manzarası midesini kaldırsa da her sabah buradan dışarı bakmayı alışkanlık haline getirmişti bile. Meraklı gözlerle dışarıyı süzdü bir süre fakat Nehir'i heyecanlandıracak en ufak bir değişim bile yoktu yine. Bu lanet hastanede, başka bir gezegende gibi hissediyordu. İnsanlardan umudunu keseli çok olmuştu ama artık kuşlar bile uğramaz olmuştu bu lanetli yere. Nehir'in içi yeniden karamsarlıkla dolmuştu. Dokunduğu her şey parçalanacak, baktığı her şey dağılacak gibi hissetti. Gözlerini kapadı, geçmişine dönmeyi ölesiye diledi.
Kayıp İnsanlar Kendimizi fark etmeye başladığımızdan bu yana en büyük gereksinimlerimizden biri güvende hissetmek. Bu; ailemizin yanında, senelerdir bulunduğumuz mahallemizde veya hiç beklenmedik bir insanın yanında gerçekleşebilir. Bütün o belirsiz tehlikelerin yarattığı, çoğu zaman anlamsız tehditlerin bizi rahatsız edemeyeceği yerler... Ama neden ailemiz yerine başkaları gelince aynı hissiyatı alamıyoruz ya da neden daha önce bulunmadığımız bir şehre, ilçeye, mahalleye gittiğimizde tedirgin oluyoruz? Gerçekten herhangi bir farkı var mı bu mahallenin benim büyüdüğümden? Her şeyin özünde kendimi iyi hissetmek istiyorum aslında. Herkes gibi. Kimisi bunu sevdiği insanlarla beraber vakit geçirerek sağlar kimisi sevdiği işlerle meşgul olarak. Ama genelde bunları yaparken olumsuz bir hissiyata kapılmıyoruz. Gayet mükemmel bir hayat yaşıyormuşçasına o ‘iyi’ hissiyatının dalgasına kapılıyoruz. Kapılıyoruz lâkin bunu istemeden mi yapıyoruz? Hiç sanmıyorum. Dışarıdan kendimize baktığımızda ne kadar da somut görünüyoruz. Ellerimize dokunabilir, saçlarımızın dalgalanışını hissedebilir, kendimizi bütün olarak görebiliriz. Yani somut olmamız için gereken bütün duyusal kanıtlara sahibiz. Peki iç dünyamız nerede? Beynimizin bir köşesinde mi yoksa bedenimizin farklı bir yerinde saklanıyor mu bulamayalım diye? Kim bilir belki de her yerdedir. Baktığımız, düşündüğümüz hatta olmasını istediğimiz her yerde olabiliyordur. Buna somut diyebilir miyiz? Bu noktada içinde sonsuz bir soyutluk bulunduran kısıtlı somut varlıklar olduğumuzu söylemek hiç de yanlış hissettirmiyor. Ve bu soyut kısmımız, şimdilik anlayabildiğimizin ötesinde işler başarıyor. Bizi güvende, rahat hissettiriyor. Güvende olduğumuzu kulağımıza sadece bizim duyabildiğimiz şekilde fısıldıyor. Bu fısıltı bedenimizin her yanına yayılıyor ve geçtiği her yerde izlerini bırakıyor. Aslında somut varlığımızı koruyor, tıpkı çocuklarını koruyan ebeveynler gibi. Bizi sarmalıyor ve dışarıdaki potansiyel tehlikelerden uzak tutuyor. İşte bu kısım bizim soyut benliğimizin algılarımızla oynadığı yer oluyor. Engin denizlerin, okyanusların ortasına düştüğümüzü hayal edelim. Ne hissederdik? Yüzme bilmeyenler için boğulma korkusu, köpek balığı fobisi olanlar için canice bir son, yükseklik korkusu olan biri için yüzeye çıkana kadar geçmek bilmeyen saniyeler… Bunların hepsi aslında biz oraya düşmesek de gerçek ve bir yerlerde var. Fakat nasılsa bu durum bizi rahatsız etmiyor, ta ki o durumun içine düşene dek. İşte bizim soyut kalkanımız tam olarak bundan koruyor bizleri. Bu tür düşüncelerden uzaklaştırıp bizi iyi hissettirecek taraflara baktırıyor. Bütün bu saydığım korkular arasında aynı koşullarda benim hissettiğim biraz daha farklı. Yüksekten ucu görünmeyen denizlere baktığımda, tepelerin ardındaki daha yüksek dağlara baktığımda veya bizim yaptığımız gökdelenlere baktığımda ne kadar da küçük ve savunmasız olduğumu hissederim. Bu da yetmezmiş gibi gezegenimize baktığımda çok daha tedirgin olurum. Sanki bildiğim dünya etrafımdan kaybolur ve hiç bilmediğim bir yerde buluveririm kendimi. Artık kaybolmuş, küçük ve savunmasızım. Durmuş bunları düşünürken hâlâ o tanıdığım şehirde, büyüdüğüm mahallede olduğumu söyleyebilmem ne kadar mümkün? Benliğimi anlamlandırma yolculuğumda yaşadıklarımın yani tecrübe ettiklerimin yeri çok büyük. Birçok düşüncemin temeli buna dayanıyor hatta bazen karşılaştığım durumu olduğu gibi kabul edebiliyorum. Sosyal ilişkilerim, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler hepsi bana farklı düşünceler katıyor. İstesem de istemesem de bu yeni düşünceler beynimde bir yer ediniyor. Nihai olarak aklımızda sadece doğru olduğunu düşündüğümüz olgular bulunmuyor. Şimdiye kadar bahsettiğim düşüncelerimin bir çıkış noktası var. Yakın zamanda tekrardan izlediğim ve hâlâ muhteşemliğini koruduğunu düşündüğüm Interstellar filmi bu düşüncelerime temel oluşturdu. Hayattaki algılarımı baştan sona sorgulamamı, tamamen yepyeni bir bakış açısıyla düşüncelerimideğerlendirmemi sağladı. Ayrıca bilimsel anlamda da bir nevi ufkumu açtı. Beni, mümkün olabileceğini düşündüğüm olayları tekrar gözden geçirmeye itti. Bu tarz filmlerin kategorisinin bilim kurgu olduğunun farkındayım. Yani işin içinde kurgunun da yadsınamaz bir payı var. Lakin zamanında şu an kullandığımız birçok teknolojik aletten bize sunduğu imkânlara kadar hepsine hayal gözüyle bakılmıyor muydu? Tıpatıp aynı gelişmeler yaşanmasını asla beklemiyorum ve bunun olabileceğini de düşünmüyorum. Fakat neden benzerleri olmasın? Zaman geçtikçe daha çok düşünüyor daha çok gelişiyoruz. Hem bilimsel hem sanatsal anlamda kimsenin beklemediği sonuçlarla karşılaşıyoruz. Belki de gerçekten söylenildiği gibi çağlar sonra, çok daha farklı bir canlı türüne evrilip şu anki olgularımıza ‘’çok ilkel’’ gözüyle bakabiliyor olacağız. Kaynakça Nolan, C. (Yöneten). (2014). Yıldızlararası [Sinema Filmi].
Burak MANTICI 21201124 HAYATI ANLAMAK Okuldan çıkmışım eve geliyorum yine.Her zamanki yerinde bekliyor bizim dolmuş. Geçiyorum arkaya oturuyorum kalkış saatini bekliyorum.Başlıyor bizim neneler anlatmaya yine : “Geçen Hasan'ın kardeşi Mahmut vardı ya o ölmüş daha gencecik yaşta ”.Vah vahlar yükseliyor sonra bir tanesi ordan soruyor nasıl ölmüş diye. Ne farkediyorsa sanki . Ölüm işte bu nasıl gelirse gelsin. gideceğin yer toprak nasıl olsa sen ona bak.Önemli olan nasıl öldüğü değilki zaten önemli olan hayattayken ne yaptığı ve ölümü nasıl karşıladığı. Ama merak ediyor insan işte.Herkesin karşına Naci'ninki gibi bir Hatçe çıkmıyor ki hayatın ne demek olduğunu amacımızın neler olduğunu öğrenelim.Belki de Hatçe gerçek olamayacak kadar saftı belki de bu yüzden bir kitabın gizli kahramanıydı. Hatçe sahip olduğu tek şeyiyle saflığıyla bir felsefe asistanına aslında sahip olunabilecek pekte birşeyin olmadığını gösterdi . İnsanın sahip olabileceği tek şey “aşk”tı. İnsana duyulun aşkın bile bir sonu oluyordu hem kitaplarda hem televizyonda hatta gerçek hayatta. Böyle bir dünyada aşkı kimle nasıl yaşabilirsin ki ? İşte bu soruyu cevaplamıştı Hatçe. Hayatına sadece durakmış gibi uğrayıp giden bir kadın aslında geri kalan hayatını da değiştirmişti Naci'nin. Hatçe İlahi aşkın kapılarını Naci'ye aralamıştı bütün saflığıyla. Bazen kimden yardım istemeliyim diye merak ediyorum .Acaba bütün sıkıntılarımı etrafımdaki- lerin yardımıyla halledebilir miyim? Bütün bu soruları cevapladı Hatçe benim için .İnsanların gece ışıklar södükten sonra kurduğu hayaller ne kadar imkansız olursa o kadar özgün oluyormuş.Ben kendi kurduğum hayalleri düşünüyorum: “Acaba yarın fizik sınavında ne yapcam ?”, “Şu okuldan mezun olunca ne kadar para kazanırım?”.Aslında hepsi ne kadar küçük kaygılar ne kadar gereksizler.Bir çoban bile geleceğini bu kadar kaygı etmiyordur ya da bir çoban kadar cesur değilim yarını yaşamak için.Naci gibi olmak istiyorum onun hissettiklerini hissetmek istiyorum.O değişimi hissetmek ,gelgitler arasında kalıp verilmesi gereken o zor kararı vermek istiyorum . Hayatının geri kalanı vereceğin karara bağlıyken o sorumluluğu almayı ve doğru kararı vermeyi istiyorum.Doğru bildiklerime yanlış, yanlışlarıma da doğru demek istiyorum. Hayatıma u dönüşünden devam etmek istiyorum.Saf bir kızın suratına bakıp hayatımın amacını bulmak yaşamaktan korkmamak istiyorum. Naci hiç düşünür müydü bütün inandığı şeylerin aslında yalanlardan ibaret olduğuna , bildiklerini inandıklarını bir kalemde sileceğine , gerçekleri aslında bir köylü kızından öğreneceğine , inanır mıydı bunları insanlara anlattığında dışlanacağına , çağdışı insan damgası yiyeceğine .O sadece kafası sonradan çalışmış biriydi ve bundan sonra da diğer insanların kafalarını çalıştırmaya uğraşacaktı. Onlara hayatın göz ardı edilmiş taraflarını göstermeye çalışacaktı.Ama herkes öyle düşünmüyordu ,üniversitedeki hocalar bile onu yobaz olarak görüyorlardı.Yine de yoluna devam etti, bildiği inandığı şeyleri insanlara anlattı. Başta da belirttiğim gibi insana duyulan aşkın bile sonu varken neye aşık olacaktı insan. İşine mi, evine mi, eşyaya mi.İşte bunu cevapladı bu kitap Naci için. Sadece Naci'ye değil neye inanacağını şaşır- mış kendi duvarlarını yıkıp etrafına bakamamış bütün insanlar için .İlahi aşkın varlığında hayatın anlamlı olduğuna, kimselerden medet umamazken ona sırtımızı yaslayabileceğine kanaat getiriyor insan bu kitapla .Karşılaştığım problemler birer engel olmaktan çıkıp sadece birer hediye gibi geliyor artık.Onlara birer bela gözüyle bakmıyorsun artık sadece sevgiliden gönderilmiş birer hediye.Bu hediyelerle artık kendini geliştirip ve hayatına anlam kazandırıyorsun.
Mert Can Yıldız 19.11.2014 21102570 TURK102-30 Sağlıksız Aşk Hangi yaşta olursak olalım hepimiz âşık olmuş, hayatımıza bir başkasına diğer bütün insanlardan daha çok dâhil etmiş ve onunla beraberken her zaman olduğumuzdan daha çok mutlu olmuşuzdur. Birini sevmek her zaman mutlu sonla bitmeyebilir, fakat emin olun karşınızdaki kişiden tamamen bağımsız olarak kimi severseniz sevin, hayatınızı kiminle paylaşırsanız paylaşın o size bir şey öğretmese bile siz zaman içinde onun tavırlarından, davranışlarından, hayata karşı duruşundan, size yaklaşımından mutlaka bir şeyler öğrenirsiniz. Bazen kendi yaptığınız bir yanlışı onun yaptığını görürsünüz aslında yapılanın çok yanlış olduğunu fark edersiniz, bazen ise onun yaptığı fakat sizin yapmaktan hoşlanmadığınız şeylerden birkaçının aslında sizin eksikliğinizden kaynaklandığını fark edersiniz. Bunlardan biri insanları olduğu gibi kabul etmek ve hiçbir zaman değiştirmeye çalışmadan onları hayatınıza dahil etmek olabilir. Kimi insanlar vardır ki arkadaşlarını ya da sevdiklerini önce hayatlarına dahil ederler, sonra onu gerçekten tanıdıktan sonra zaman içinde onun değiştirmeye çalışır, kendi istedikleri kişiyi yaratmaya çalışır. Genellikle bu tip davranışlar kişiler arasında şiddetli tartışma sebebi olup kötü sonuçlara neden olabilir. Bunun benzeri bir hatayı yapmamak için hayatınıza dahil edeceğiniz insanı önce tanımayı sonra o kişi ile bir hayat paylaşmayı deneyebilirsiniz. Ancak bazı durumlarda kişiler tamamen umarsızca ve sadece anı yaşama isteği ile hareket ederler. Bu anlar genellikle insanlar istemediği bir hayat yaşarken ya da büyük bunalımları takip eden günlerin ardından çıkar. Tıpkı karısı tarafından terk edilmiş Ben'in içinde bulunduğu büyük karmaşa ve Sera'nın hayatta kalmak için yapmak zorunda olduğu işin onun üzerindeki toplumsal baskısı gibi... Birini severken o kişi tarafından terkedilmiş olmak eminim ki hiç kimsenin tadına bakmak istemeyeceği bir histir, özellikle de bu kişi sizin karınızsa. Diğer taraftan dünyada hiçbir toplum tarafından onaylanmayan bir iş yapmak zorunda olmak ve daha da kötüsü bu işi yapmak zorundabırakılmak insanın ruh sağlığını ciddi anlamda tehdit edici bir unsurdur. Bu hayatlara sahip insanlar aslında ruhen çok da sağlıklı insanalr değillerdir. Her zaman onları bu hayatın içinden çekip kurtaracak, onlara bu acıyı unuttaracak, bu hayattan uzak bir hayat yaşatabilecek imkânları ve kişileri bulma çabası içinde olurlar. Fakat sahip oldukları hayattan ve içinde bulundukları bunalımdan onları uzaklaştıracak kişiler olarak bir başka hastaya yani birbirlerine güvenir ve inanırlarsa işte her şey o zaman daha da içinde çıkılamaz bir hâl alır. Ben kendini alkol alarak ölmeye adamış bir adamdır. Los Angeles'da yaşar, orada bir işi vardır, fakat bu bunlaım yüzünden işini çok aksatır ve patronu tarafından işten çıkartılır. Sera ise Las Vegas'da yanında yaşadığı adam tarafından bedenini pazarlamaya zorlanan ve her akşam o adamın maddi beklentisini karşılamak zorunda olan bir kadındır. Ben, işten atıldıktan sonra Las Vegas'a gitmeye karar verir ve orada bulunduğu daha ilk gece de Sera ile tanışır. Sera'nın işi dolayısıyla tanıştıkları durum ve amaçları çok da nezih değil gibi görünür fakat çok kısa bir zaman sonra Ben, Sera'dan sadece onun yanında kalmasını, onu dinlemesini, onu dinleyerek ona yardım etmesini ister. Sera ise bunu daha önce hiç yaşamamıştır ve Ben'in bu tavrı karşısında oldukça şaşırır ve Ben'den etkilenir. Çünkü Ben şimdiye kadar Sera'nın Las Vegas'da karşılaştığı kişilerden çok daha farklıdır ve ona çok farklı yaklaşmıştır. Birkaç kez görüştükten sonra birbirlerinin hayat hikâyelerini anlamakta zorlanmazlar, fakat tuhaf olan şudur ki ikisi de sadece kendi hayatları dışında tutunacak bir dal aradıklarından karşı tarafın hayatına ikisi de saygı duyacağına söz verir ve sözde ikisi de durumu kabullenir. Fakat insan yaratılış gereği sahiplenmek ve sahiplenilmek ister. Onlar bu gerçeği unutur, bu yüzden onların bu saygı çerçevesinde olan maceraları çok kısa bir zaman içinde son bulur.
BURAK YÖRÜK MUTLULUK MU, O DA NE? Hayatın hep bir koşuşturmayla geçtiğini ve bu koşuşturmaya rağmen elimdeki tek şeyin koskoca bir sıfır olduğunu düşünen tek kişi ben miyim? Her şeyin sonunda elimde karamsarlığın, üzüntünün, endişenin ve yalnızlığın kaldığını… Şu nesnelerle, insanlarla dolu dünyada kendini tıpkı dağın başında tek başına kalmış bir papatya gibi hissetmek, kimseye güvenememek ya da hep yarı yolda kalmak, bırakılmak. Ama yalnız olduğumu düşünmüyorum. Niye mi? Nereye baksam hep uzaklara dalan, dokunsan ağlayacak insancıklar çarpıyor gözüme. Abuzer Gülpınar da bizden biri galiba. Kendisinin “Başım Kirazlı” adlı şiir kitabını okumaya başladığım anda kendimi bir aynaya bakıyormuş gibi hissettim. O da kırgın, üzgün, yalnız. O da terk edilmişler durağında onu kurtarması için gelecek otobüsü bekleyen bir yolcu ama ne mutlu ki o kendini ifade edecek bir yol bulmuş. “Sevişmeler terk edildi/ Rüzgâr tükendi/ Soframda yalnız kaldı/ Cemal Süreyya şiirleri”(16) Tam da böyle değil midir? Ne güzel betimlemiş Abuzer Güldalı her şeyin geride kalmasını, anlamını yitirip genelleşmesini, en güzellerinin bile bir anlam ifade edememesini. Şu zamana kadar hep bir çıkar yol aradım kendime; en azından bir teselli bile yeterdi kabuğumdan çıkmaya, derin bir nefes almaya. İçimde kimseye anlatamadığım bırakın başkasına anlatmayı kendimin bile anlamadığı bir duygu vardı hep. Belki yaşadıklarım, belki de yaşayacaklarımın korkusuydu derken Abuzer Güldalı öğretti bana o kahrolası şeyin ne olduğunu. Meğerse içimdeki şey her şeyin bir yalandan ibaret olduğunu anlamış da benim dışarıdan haberim yokmuş. Hani demiş ya yazar, “Bülbül sana nasihatim/ Gül de yalan kırmızı da/ Diken mezarına dönen teninle kalırsın.”(34) İnsan mantıklı bir şekilde oturup düşününce dank ediyor aklına. Var mı aklınıza gelen ve bunun yalan olmasının imkânı yok diyen? Aranızdan şimdi aile sevgisi diye atlayan olur elbet. Onları ayrı tutun, onlar sizin bu dünyadaki tek varlığınız, ilkleriniz… Onları ayırdıktan sonrakileri düşünün. Arkadaşınızın, sevgilinizin ya da akrabalarınızın sevgisinden emin misiniz? Gözlerinizi kapayıp her dediklerini yapar mısınız? Hadi siz yaptınız, onlar yapar mı? Bir gün bir yerde okumuştum. Bir çift yaşadıkları ağır olaylardan sonra birlikte intihar etmeye karar verirler. Bir binanın tepesine çıkıp otururlar. Üçe kadar saydıktan sonra kız kendini atar. Çocuk beceremez ve kızın düşüşünü izlemeye başlar. Birkaç saniye sonra kızın paraşütü açılır. Peki, sizce kim suçlu? Beyazın bile kirlendiği şu dünyada kim güvenilir, kime arkamızı dönebiliriz? Şunların arasında da en çok yaralayan da galiba sevdiğiniz, değer verdiğiniz kişi oluyor. Onun acısı, pişmanlığı, hüznü bir başka oluyor. Hayata birlikte göğüs gerdiğiniz, zorlukların üstesinden geldiğiniz, mutlu olduğunuz kişinin günün birinden çıkıp gitmesi, arkasına bakmaması… İnsan kendini telefonu elinden alınmış bir ergen gibi çaresiz ve yıkılmış hissetmiyor mu? Boş bakışlar, anlamsız üzüntüler, yerle bir eden pişmanlıklar… “Dereleri kıskanan çeşmeyim şimdi/ Akanım yok/ Çağlayanım da”(38) demiştim ya Abuzer Güldalı beni anlatıyor diye, galiba ben farkında olmadan yanından geçmişim de beni gözlemlemiş galiba. Şu benzetmeye bir ek de benden gelsin o zaman. Kendimi sonbahardaki bir ağaç gibi hissediyorum. Yapraklarım dökülüyor, yalnızım, üşüyorum ve her geçen gün daha da çöküyorum toprağın altına. Zaten olmayan ümidim, umudum da bir daha yüzünü göstermemek üzere beni terk ediyor. Tıpkı diğerleri gibi, yapmaz dediklerim gibi, beni öldürmez dediklerim gibi…Masumluğun kalmadığı acıların çoğaldığı şu dünyada inşallah şu anlattıklarımdan sizin kapınıza uğrayan olmaz. Birebir tecrübe eden birisi olarak bunların olduğu yerlerden koşarak uzaklaşın. Her ne kadar mümkün olmayacağını düşünsem de siz yine de deneyin, bataklığa batmayı kabullenmeyin. Şu ana kadar hep kendime bir tercüman bulmak istemiştim içimdeki şeyi hem bana hem de çevreme anlatabilmek için. Galiba sonunda bir tane buldum. Öyle ki zaten ince olan şiir kitabını dakikalar içinde bitirdim. Kullandığı benzetmelerle, tercihlerle ve anlatımıyla Abuzer Güldalı benim aynam, tercümanım oldu.
KENDİ KENDİME ORKESTRA Çok sesli orkestranın karmaşık uyumunu andıran bir günde, öylesine yaşamadığımın farkına vardım. O günü, sabahında orkestranın kalabalığına bakıp yanılmış başlasam da akşamında bin bir türlü enstrümanın uyumunu hayranlıkla izleyerek bitirdim. O enstrümanlar benim düşüncelerimde saklıydı, çok sesli orkestraysa benden başkası değildi. Öylesine başlanan günler en şaşırtan, en mutluluk uyandıran olayları yaşamamızla bitmez mi zaten? İşte benim günüm beklentisizce karalamalar yapan bir sanatçının güzel tablolar doğurmasıyla sonuçlandı. Söz konusu günde anladım tek başınalığın yalnızlıktan çok farklı olduğunu. Meğerse benim yaşamamın bir amacı olması için başka insanların varlığına ihtiyacım yokmuş. Bilmiyormuşum ki insanın kendi kendine yaşadığı monologların değerini ancak sorgulanmamış bir hayatın sonuçlarıyla baş başa kaldığında anlayabileceğini… Öylesine sıkıcı ve normal bir gündü ki o gün; önemli bir gerçeğin farkına varmayı bırak, her gün içtiğim sütlü kahveyi dökmeden içebilmiş olmam bile bir başarı gibi gelmişti bana. Ancak hayatı sorgulamanın ve kendinle sohbet etmenin önemini “Hisli Kirpi” kitabının arkadaşlığıyla öğrendim. Önce okuduğum güzel betimlemelerle kendimi kitaptaki karakterin içinde olduğu mekânda bulduğumda hayatımın artık eskisine hiç benzemediği söylenmeyen bir gerçekti. “Üzerlerini gece karanlığıyla örtelim. O karanlıkta sahile vuran dalgaların sesinden başka ses olmasın.” demişti yazar. Buyurgan olmasının yanı sıra insanın o anlatılan büyülü mekânı hayal etmekten başka çaresi yoktu. Sanki elimdeki rastgele bir kitabın sayfaları değil de o an yaşadığım dünyanın başkanıydı. Bir yandan diktatörce bir yandan iyi bir lidere yakışır anlatımıyla beni içine çeken kitap kurgusu derinlerde bir yerde “kendime” olan saygımı tetikledi. O ana kadar fark etmediğim şey etrafımda somut insanların gezmesine gerek olmadan yaşadığım mutluluk hissiydi. Kitap yalnızca bir araya gelmiş sözcüklerin toplantısından çok daha fazlasını sundu bana. Yazarın anlattığı yazar, bir bakımdan ikinci yazar bir bakımdan ana karakter, Abidin’in yazmaya karşı tutkusuyla benim edebiyat sevgimi bağdaştırdım. Abidin ve Nezihe Hanım’ın sohbetleri Nezihe Hanım’ı yazanın Abidin olduğu göz önünde bulundurulursa Abidin’in kendiyle olan sohbetleriydi aslında. “Mono” yani tek anlamına gelen sözcüğe apayrı bir çokluk katıyordu. Bir insanın yazmakla bulduğu üretkenlik ve doldurduğu o boşluk hiçbir şeye benzeyemez. Ben bunu ancak kendimle baş başa kaldığımda yazdığım o güzel karakterlerle konuşurken hissedebiliyorum. Tarifi verilemez bu his, insana insanlığın verebileceğinden çok farklı bir sorgulama fırsatı veriyor. Kendinden fazla kimse bilemez seni… Yani ne kadar uğraşırsak uğraşalım başka insanlardan beklentilerimiz benliğin karşılayabileceğinden çok daha düşük seviyelerde olacaktır. Ancak baş başa kalmaktan korkmayacağımız kadar iyi bir arkadaşlık kurmalıyız kendimizle ve böylece sona erer en büyük yalnızlığımız. Böylesine bir bakış açışı sanılanın aksine bencillikten oldukça uzaktır. Çünkü bencillik kendini kabullenememe sonucunda abartılmış bir imajı kendin olarak algılamaya başladığın anda ortaya çıkar. Bu algı ancak ve ancak “Hisli Kirpi” in sunduğu yazma ve kendini sorgulama yöntemleriyle aşılabilir. Abidin’in üretmeye, yaratmaya karşı hevesi yalnızca onun yazdıklarını okuyan insanların yaşayacağı yeni duygulara yol açmasının yanı sıra Abidin’in veya içini yazıya dökebilen herhangi bir insanın kendisiyle olan terapi seanslarını başlatır. Ben bugün kendimi aynada gördüğümden fazlası olarak algılamıyorsam, mütevaziliğin öğretildiği bu kitap sayesinde olduğunun farkındayım. Yazmanın bana ve okurlarıma kattığı bilgilerden çok yeni mekanlara seyahat etmeyi sağlayan, ortada somut bir canlı yokken “kitap karakteri” olarak adlandırılan arkadaşlarımla sosyalleştiren bu sisteme aşığım. Yazı yazmanın beni benle bırakan tek şey olduğunu anladığım o gün yaşadığım farkındalıklar ile devam ediyorum bu hayata. İşte tam olarak bufarkındalıklardan dolayı bu kitaba “seviyorum.” demek kitabın bana katkılarına karşı oldukça yetersiz kalır. Onun yerine kitaba “teşekkür ediyorum” demeyi tercih ederim. Teşekkür ederim “Hisli Kirpi” bana ben olmayı, kendimden ve çevremdeki insanlardan daha çok önemsettirdiğin ve yalnızca önemsettirmekle kalmayıp yazı yazarak neler yaratabileceğimi gözler önüne serdiğin için… Ada Gürer KAYNAKÇA: Algör, İlhami(2021), Hisli Kirpi(İletişim Yayıncılık).
Nuray Beyza YANIKOĞLU 2=1 Ġkiyken tek olmak neydi? Çok uzaklarda, belki derinlerde kalmıĢ bir duygu olarak anımsıyorum kendisini. Bir ruhun hissettiğini baĢka bir bedende atan baĢka bir kalbin hissetmesi ne kadar heyecan verici olsa gerek oysaki. Belki de gerçek sevginin en alıĢılmamıĢ mührü. Öyle ki sevgiyi, aĢkı hissederek çarpan kalpler dahi sevginin bu en alıĢılmamıĢ siluetiyle karĢılaĢınca ĢaĢkınlığa düĢüyor. Öyle ki soğuk ve hissiz söylenen kelimelerin, donuk “Seni seviyorum.”ların ötesinde daha anlamlı kılınan bu ürkek sevgi mührü, kalplerde bir yabancıymıĢçasına geziyor. Ne yazık ki unutulmak ağır geliyor bu duyguya ve “ikiyken tek olmak” zamanla izini silercesine kalplerde dolaĢmaktan, insanlara yeni ve daha önce hiç keĢfedemedikleri heyecanları tattırmaktan, sevginin en çıplak ve gerçek halini göstermekten uzaklaĢmaya baĢlıyor: Terk ediyor insanoğlunu. YanlıĢ duymadınız! Terk ediliyoruz. Üstelik bunu hissetmeden, yavaĢça ama derinden… Kırılan küskün, adımlarını atmaya çoktan baĢlamıĢ çünkü gerçek iliĢkiler tek tük seçilir olmuĢ. Giderken arkasındaki kapının kapanıp kapanmayacağı ise meçhul. BarıĢmak için ise akıllarda tek bir soru: Ġkiyken tek olmak neydi? Sevgi o kadar uçsuz ve limitsiz bir duygu ki paylaĢıldığı an nasıl hissedileceği veya neye dönüĢeceği tahmin edilemiyor. Sadece “iki” arasındaki sevginin paylaĢılınca hangi forma büründüğü biliniyor: Tek. Öyle ki “iki” var olan matematiğe inat paylaĢtıkça sayısal olarak büyümüyor, aksine “tek”e indirgeniyor ancak hissedilen heyecan tarif edilmeksizin büyüyor, çoğalıyor. ġöyle ki iki insan hayal edin BarıĢ ile Füsun gibi; birbirini çok seven, hatta birbirlerini en az kendileri kadar çok seven, her acıda, her mutlulukta karĢılarındakinin duyguları eĢ zamanlı ve gerçekten hisseden. Ve hayal gücünüzü zorlayın biraz daha ve sevdiği Füsun’un canının yanmasına daha fazla katlanamayan, onun her çığlığında kendi canı yanıyormuĢçasına tepki veren BarıĢ’ı somutlaĢtırmaya çalıĢın. Gözlerinizi kapatıyor gibisiniz. O kadar mı gerçekten uzak gözüküyor? Ne dersiniz? ĠĢte aslında sevgi böyle “tekleĢiyor”. Kalpler iki ayrı bedende atsa da hissedilenleri tek bir bedende toplamayı baĢarabildiği an sevgi yeniden yeĢeriyor. Ama sevgiyi daha çok “ĠliĢkimi seviyorum ancak kendimi daha çok seviyorum.” yönünde algılamaya baĢlayarak değiĢtikçe insanoğlu; hisleri, kalpleri, duyguları, algıları da değiĢiyor. “Ġkiyken tek olmayı”, “ikiyken tek düĢünmek, hissetmek”le karıĢtırır hâle geliyor duygular. Sevgiyi her haliyle hissedip paylaĢmaktan uzaklaĢarak bireyselleĢtirmeye baĢlıyor kuĢaklar. Sonra geriye dönüp bakıldığında yaĢananların “tek”ten gelen çoğunluktan değil de “tek”liğin getirdiği yalnızlıktan kaynaklandığını fark ediyor insanlar. Gerçekten kendisi için değil de değer verdiği kiĢi için hissettiklerini, duyduğu heyecanları anımsayamıyor çünkü muhtemelen böyle bir sevgiye kalbini açmaktan korkmuĢoluyor. Ya sevgiyi derinlemesine hissedecek yeterli cesareti olmadığı için ya da böyle bir sevginin var olabileceğine ihtimal vermediği için… Sonuçta ise elde imrenilecek kadar güzel olan bu duyguyu yaĢayamadığı için hayıflanan sevgi insancıkları kalıyor. Sevgi insancıkları oluyor her biri çünkü sevgiyi hayatlarına misafir olarak kabul etmeye razı olup sevgiye hayatlarında gerçek bir rol verecek kadar güvenmemiĢ oluyorlar. Mesele her ne kadar sevgiye olan güven meselesi gibi görünse de uzaktan; asıl olay kiĢinin kendinden biraz da olsa vazgeçebilmekten korkmaması, kalbinin bir bölümünü değer verdiği diğer kalple bütünleĢtirebilmesi. Yani sevgi biraz emek istiyor, bencillikten uzak kalmak istiyor. Çünkü kiĢi eğer sağır olurcasına sadece kendi kalbinin ritmine kulak verirse o zaman sevgisinin doğrultusundaki diğer renkli sesi duyamayacak hâle geliyor. Bir anlamda Ģarkısını sözsüz bırakıyor, eksik bırakıyor tamamlamanın bir Ģans olduğunu gözden kaçırırcasına. Bunu yaparken sadece elindeki Ģansı geri çevirmiyor, aynı zamanda elinde kalanı da gerçek bir Ģarkı zannediyor. TamamlanmamıĢ olsa bile… Ġnsanın dünyada en büyük Ģanslarından biridir sevgiyi hissetmek, tamamlayabilmek. Sevgi yaĢanan diğer tüm duyguların aksi bir yönteme sahiptir. “Ġki eĢittir iki.” denklemi sevgi için geçerli değildir, sevgide “Ġki eĢittir bir.” kuralı vardır. “Ġkiyken tek olmak” sevgiye has özelliklerden biridir ki insanoğlunun farkındalığını hep üzerinde tutmayı baĢarmıĢtır. Farkındalık olsa dahi “ikiyken tek olmak”, sevgiyi paylaĢan her kalp için baĢarması kolay bir durum olmamıĢtır. Bizler belki her ne kadar kalbimizi sadece kendimizle kaplamamamız gerektiğini bilsek de birini “sevme”nin, birine değer vermenin kalpleri ve duyguları paylaĢmakta yeterli olduğu fikrine kapılıyoruz isteyerek veya farkında olmadan. Lakin bu; kalpleri, sevgileri veya duyguları paylaĢıp çoğaltmayı veya sevgiyi tek bir bütün hâline getirmeyi tam olarak karĢılamamaktadır. Ġster alıĢılmamıĢlık diyin, ister cesaretsizlik diyin ancak kalpte sadece kendin için sevgi barındırmak sevmenin adına yakıĢmadığı için bu, kısaca korkaklıktır: Değer verdiğin birini en az kendin kadar sevme korkusu. Ve en kötüsü de budur bir sevgiyi yaĢarken çünkü hissedilen duygular; derinlerde kendi yoğunluğunu asla bulamadan yüzeyin köpüklerinde silinirler, kaybolup giderler. Geriye ise zannetme duygusu kalır: Birini sevdiğini zannetme. Kendine olan sevgisini baĢkasıyla paylaĢamadığı için zannetme. Ġkiyken aslında yine iki olarak kalıp “tek olmaya” cesareti olmadığı için zannetme. Ancak akıllarda o soru hâlâ bakidir: “Ġkiyken tek olmak” neydi? Cevabını bulabildiniz mi? Ben hâlâ bulamadım.
Abdullah Talayhan Tek Maske, Tek Toplum "Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var, ve fikirler kurşun geçirmez!”(1) Yayınlandığı günden beri belki de en çok bu replikle anılan V for Vendetta filmi, benim gözümde bütün insanlığa birçok anlamda ayna tutan bir eserdir. Yoğun fakat bir o kadarda düzenli bir kurguya sahip olan bu filmde, isyankarlığın ve intikam duygusunun bir devletin çöküşü gibi büyük bir olaya sebep olabileceğini görüyoruz. Bu yazıda V’nin ihtişam dolu serüveni üzerinden bu duyguları işleyeceğiz. Her toplumda, mutlaka isyankar bir kesim bulunur, İngiltere’de ise bu toplumun başını Guy Fawkes çekiyordu, aslında İngiliz bir asker olan Guy, 5 Kasım 1605’te parlemento binasını patlatma girişiminde bulundu(Bu girişimin bir diğer adı da “Barut komplosu”). Bu olaydan sonra İngiltere’nin en büyük vatan haini olarak anılmaya başlandı. Bu tarihi olay üzerinden yola çıkan filmde ana karakter olan V, Guy Fawkes felsefesini kanının son damlasına kadar sürdürmek konusunda gayet %1kararlı. Tek amacı, günümüzün isyankar kesimine gerekli bilgileri vererek devlet parlementosunu yok etmek. V’nin bu tutkusu bize insanların aslında neler yapabilecek kapasitede olduğunu ve intikam duygusunun insanlar üzerinde büyük etkiler bırakabileceğini bize gösteriyor. İnsanın kendini bu denli zor ve sıra dışı bir göreve adaması, psikolojik açıdan büyük sorunlara yol açabilir, görevin yasa dışı olması ise olayı tamamıyla büyük bir boyuta taşıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, bir devlet parlementosuna karşı saldırı düzenlemenin tek cezası idamdır. İnsanın bunu kabullenecek derecede kendini bir şeye adaması, ancak ve ancak intikam duygusu sebebiyle gerçekleşebilir. Peki V devlete karşı neden bu kadar düşmanlık duygusu bekliyor ? Bunun sebebi kendini demokratik düzen içerisinde özgür hissedememesi, bu hisler göründüğünden daha ilginç bir durumda, çünkü günümüzde demokrasi, özgürlük için kaçınılmaz bir gereklilik olarak tasvir ediliyor. V bu durumun aslında böyle olmadığını gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyor, çünkü onun gözünde demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesinden çok, belirli bir kesimin ipleri eline alıp halkın geri kalanına hükmetmesi. Halbuki geri kalan insanların toplumsal gücü, ipleri elinde tutan kesimden çok daha fazladır. V buna daha fazla tahammül edemediği için toplumu bilinçlendirmeye başlar, bu bilinçlenme aşaması ise filmin önemli kısımlarından biridir. İngiltere’de sokağa çıkma yasağının başladığı dönemlere denk gelen bu aşamada, V tarafından bütün ülkeye Guy Fawkes maskeleri dağıtılır ve insanlar sokaklara dökülüp duvarlara özgürlük sembolleri çizmeye ve yavaş yavaş ayaklanmaya başlarlar. Guy Fawkes maskesi filmden sonra çok rağbet gören bir sembol oldu, hatta o kadar çok yayıldı ki, bu maskeye sahip olup, çıkış kaynağının Guy Fawkes ve bu film üzerinden olduğunu bilmeyen yüzlerce insan olabilir."Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var, ve fikirler kurşun geçirmez!”, filmin gerçekten de en can alıcı noktası, çünkü ayaklanmaların başlayıp, V’nin asıl amacına ulaşacağı 5 Kasım, yani parlemento binasını havaya uçaracağı gün geldiğinde sokaktaki tüm halk bu maskeleri takıyordu, ve dışarıdan bakıldığında hepsi birbirinin aynıydı. Bu sahne, ırkçılık gibi insanları birbirinden ayıran sosyal sınıfları eleştirmekle birlikte, halkın bir oluşunu da vurgulayan bir özelliğe de sahipti. Bu filmden genel olarak çıkarmamız gereken dersleri anlamak pek kolay değil, tekrar tekrar izlememe rağmen bulanık kalan pek çok nokta var fakat V’nin bize öğrettiği en önemli değerler; kendimizin ve %2toplumumuzun gücünü hiçbir zaman hafife almamak ve farklılıkları bir tarafa kaldırıp tek bir birey gibi hareket ederek nelerin üstesinden gelebileceğimizi görmek. %3
Dicle Aksu Kuşku Zırhı Güven, tanımlanması çok kolay olan bir kavram olmasına rağmen, bu duygunun hissedilmesi bir o kadar zordur. Güvenmek, üzerimizden hiç çıkarmadığımız zırhımızı kaldırıp bir sandığa koymak, teslim olmaktır bir nevi. Kalbimizin asma kilidini açmak ve güvendiğimiz insanların bize karşı hep dürüst olduklarına inanmaktır. Bu yüzden zordur güvenmek, risklidir ve bana göre hayal kırıklığı furyasından başka bir şey değildir. Özellikle makyavelist düşünce tarzının egemen olduğu günümüzde, yalan söyleme eyleminin giderek olağanlaşması, insanlara daha da zor güvenmeme neden oluyor. Yalan söylediği için diline acı biber sürülen neslin yerini‘’yalanın gerekli olduğu’’ düşüncesiyle büyütülmüş, kendi çıkarları için yalana başvurmakta sakınca görmeyen bir nesil alıyor. Benim insanlara karşı olan kuşkularımı arttıran bu durum, kuşkuları ve güvensizlikleri daha da yoğun yaşayan insanlar için bir kişilik bozukluğuna dönüşüyor. Psikolojik bir rahatsızlık olan paranoid kişilik bozukluğu, insanlara karşı hissedilen abartılı güvensizlik duygusu olarak tanımlanıyor. Pek tabi bu psikolojik rahatsızlık, benim bahsettiğim güvensizlik duygusunun biraz daha abartılı halini ifade ediyor olsa da yalanın hayatımızın alışılmış bir parçası haline gelmesi ile birlikte, ben her insanın bu güvensizlik hastalığına yakalanmaya başladığını düşünüyorum. Yalanın insanları bir bataklık gibi içine çekmesinin, her bireyin kuşku zırhlarını kuşanmasına ve güven duygusunu hissetmekte zorlanmasına sebep olduğuna inanıyorum. Yalan ve güvensizliğin işte bu şekilde hayatımızın önemli bir parçası haline gelmesi, ne kadar kaçmak istesek de bunu başaramamamıza neden oluyor. Farkında olmasak da bizler de herkes gibi yalan söylüyoruz, yalanlara maruz kalıyoruz ve insanlara olan güvenimizi kaybediyoruz. Çoğu zaman insanların bize doğruları söyleyip söylemediğini merak ediyoruz, kuşkulanıyoruz. Paranoid kişilik bozukluğuna sahip olan insanlarında en çok bilmek istedikleri şey de bu oluyor, diğer insanların onlara yalan söyleyip söylemedikleri. 2009 yapımı Lie To Me (Bana Yalan Söyle) isimli televizyon dizisini izlemeden önce yalanın anlaşılmasının tek yolunun nabzı ve kan basıncını ölçerek yalanı tespit eden yalan makinesi olduğunu sanırdım fakat bu televizyon dizisini izledikten sonra fikirlerim tamamen değişti, yalanı fark etmenin başka yollarının da olduğunu gördüm. Başkahramanımız Dr. Lightman, yalan analizi üzerine kurduğu şirketinde insanların beden dillerini ve yüz ifadelerini inceleyerek yalanları analiz eden bir davranış bilimcidir ve bu tekniği sayesinde hiç hata yapmamaktadır. Kendi kızı ve eşi de dâhil olmak üzere hayatındaki herkesin yalanlarını fark eden Dr. Lightman, bu özelliği yüzünden insanlara güvenemeyen biri haline gelmiştir. En ufak yalanı bile fark ettiği ve bu yüzden insanlara hep kuşkuyla yaklaştığı için eşiyle boşanmıştır. Başkahramanımızın yalanı fark etme özelliğinden dolayı yaşadıklarını izlerken aklıma şu sorular geldi ‘’Gerçekten yalanları fark etmek istiyor muyuz?’’ ve ‘’Yalanları fark etmek güvensizliğimize çare olur mu?’’ . Aslına bakacak olursak yalanları bilmeyi en çok isteyen paranoid kişilik bozukluğu olan insanlar bile, yalanlar ile yüzleşmeye başladıklarında bunun önceki hallerinden bile daha kötü olduğunu fark edeceklerdir. Önceden sebepsizce kuşku duydukları insanların aslında gerçekten güvenilmez olduklarını göreceklerdir çünkü günümüzde herkes ufak daolsa yalan söylemektedir. Yalanları fark etmek, insanların gerçek yüzlerini görmekten ve hayal gücümüzün ötesinde bir kötülükle yüzleşmekten başka bir şey değildir. Bu sebeple, bazen az şey bilmek iyi olandır. Yalanları fark etmeden yaşamak güvensizlik hastalığı olanlar için bile, insanlara güvenmek için bir umuda sahip olmaktır çünkü gerçekten fark etmeye başladığımızda görmezden gelme seçeneğimiz yoktur yani ne kadar az bilirsek, o kadar güvenme umudumuz olur ve o kadar rahat uyuruz. Az bilmemiz dileğiyle…
Emre Kaan Esen Perdenin Arkasında Kalan Değerler Biz insanlar, birçok değer yargısına sahibiz. Dürüst olmak bunlardan yalnızca bir tanesi. Dürüst olmayı çok önemsiyor, insanları kafamızda değerlendirirken bu durumu çok göz önünde bulunduruyoruz. Bir insanın dürüstlüğüyle alakalı yargılarımız, onunla olan ilişkimizin boyutunu etkiliyor çoğu zaman. Ancak, bir insanı “dürüst” olarak nitelendirebilmemiz için yüzeysel birkaç yargı yeterli mi? İnsanların dürüstlüğü durum şartlarına göre değişkenlik gösterebilir mi? Mark Twain’a ait “Hadleyberg’ü Yozlaştıran Adam” adlı kısa öyküyü okurken kendimi dürüstlük yargısının ne kadar gerçekçi olduğunu sorgularken buldum. Dürüstlüğüyle övünen bir kasabanın sakinlerinin bir gecede övündükleri değerleri nasıl çiğnediklerine şahit oldum. İnsanlar, her ne kadar uzun zamandır dürüst olarak bilinseler de bu durum onların tam anlamıyla “dürüst” oldukları, gelecekte de dürüst olacakları anlamını taşımıyor olabilir. Kendi çıkarlarına olan bir durum, dürüstlüklerini bir çırpıda kaybetmelerine sebep olabilir. “Ah, biliyorum. Ebediyen dürüstlükle eğitildik, eğitildik de eğitildik; ama bizi yoldan çıkarabilecek her şey beşikten itibaren bu dürüstlükten uzak tutulmuş, yani yapay bir dürüstlük bu ve bu gece gördüğümüz gibi, ayartılma ihtimali karşısında eriyip gidiyor.” (Twain, 22). Okuduğum kısa öyküdeki bu cümle; insanların, en dürüst olarak bildiklerimizin bile, aslında çoğu zaman yalnızca bir yere kadar dürüstlüklerini koruyabileceklerini düşündürdü. Sonucunda zarar görecekleri bir durumda ya da çıkarları doğrultusunda, bir şeyleri saklama veya yalan söyleme durumlarına başvurabilirler. Belki de onları şu ana kadar dürüst olarak görmemizin sebebi, henüz dürüst olmak uğruna çıkarlarından vazgeçmelerini gerektirecek ya da zarar görecekleri bir durumla karşı karşıya kalmamış olmamızdır. Başka bir deyişle, dürüst olmanın ekstra bir çaba gerektireceği bir durumla henüz yüzleşmemişizdir belki de. Bende oluşan bu düşünce, çevremdeki insanlara biraz daha dikkatli bakmama sebep oldu, onların dürüstlüğünü tekrar masaya yatırmamı sağladı. Dürüstlüğünden emin olduğumuz insanların bile bir noktadan sonra bu tutumu devam ettirmeyebileceği düşüncesi, benim için rahatsız edici bir düşünce oldu. Genel olarak insanlara fazla güvenmemem gerektiği hissiyatını yaşadım. İnsanların da şartlarla birlikte değişebileceği farkındalığı oluştu bu kısa öyküyü okuduktan sonra. Genel olarak yalan söylemeyen insanları dürüst olarak tanımlarız ancak insanları dürüst yapan şeylerin neler olduğu konusuna çok dikkat etmeyiz. Şu ana kadar hiç yalan söylememiş olması mı yoksa insanlara zarar verecek boyutta yalan söylememiş olması mıdır insanı dürüst yapan? Okuduğum kısa öykü bana insanları değerlendirirken, özellikle dürüstlük söz konusu olunca, sığ davrandığımı fark etmeme vesile oldu. İnsanları değerlendirirken daha dikkatli olmam gerektiği, daha detaylı düşünmem gerektiği düşüncesini uyandırdı. Bir insanın dürüstlüğünü değerlendirirken, yaptığı hareketlerin yalnızca sonucuna değil, kendisine de bakmak gerektiğini düşünmeye başladım. “Pembe yalan” olarak adlandırdığımız zararsız gözüken yalanlar da aslında gelecekte karşılaşılabilecek daha büyük yalanlara gebedir belki de.Bir insanı dürüst yapan şey, yaptıklarıyla insanlara zarar vermemesi değil, genel olarak bir şeyler saklama eğiliminde olmaması ve yalan söylememesidir aslında. Sonuç olarak; okuduğum kitap, dürüstlük kavramına farklı bakış açıları geliştirmeme yardımcı oldu. İnsanların dürüst olma durumunun değişen şartlar neticesinde olumsuz etkilenebileceğini ve bu etkilenmenin çok hızlı olabileceğini düşündürttü. Çok dürüst olduğuna inandığımız insanların beklenmeyen bir hızla kendilerini korumak ya da bir şeyleri elde etmek amacıyla dürüstlüklerini unutabileceklerini gösterdi. Dürüstlüğün kademelerden oluşan bir şey olmadığını fark ettim. Dürüst olmama eyleminin sonuçlarının hafif ya da ağır olmasının değerlendirmede bir kriter olmaması gerektiği yönünde değişti düşüncelerim. Bu düşünceler ışığında, çevremdeki insanları düşünüp onların dürüstlüğünü sorgulamam da benim için hem biraz rahatsız edici oldu hem de bundan sonra yapacağım değerlendirmelerde yere daha sağlam basan sonuçlara varacağımı hissettirerek bana güven verdi. Kaynakça Twain, Mark. “Hadleyberg’ü Yozlaştıran Adam”. Can Sanat Yayınları A.Ş., 2020. Baskı
Hayallerimizle Varız/Anday Aykut Hayat bazen çok yorucu ve karmaşık olabiliyor. Böyle durumlarda sığınacak bir yer arıyorum. Günlük yaşamdan sıyrılıp kendi yarattığım bir dünyanın içinde yaşamak kulağa çılgınca gelse de bunu zaman zaman yapma ihtiyacı duyuyorum. Orada mutlu oluyor ve zorluklardan kaçıyorum. Deli miyim acaba? Başkalarına bu hayallerimden bahsedince delice olduğunu ve gerçekçi olmam gerektiğini söylediler. Beni en etkileyen noktası ise “çocukça” olduğunu savunmalarıydı. Ne demekti bu? Büyüyünce hayal kurulmaz mıydı? İçimizdeki çocuğu kendi ellerimizle boğmamız şart mıydı gerçekten? Bu hayali dünyamdan kimseye bahsetmemeye karar verdim ama arada acaba başkalarının da bir dünyası var mıdır diye kendime sormadan da edemedim. Küçük Prens kitabını okuduktan sonra bu soru kafamı daha çok kurcalamaya başladı. Etrafımdaki yetişkinlerin hayattan sıkılmaları, umutsuzlukları ve mutsuz suratları kitaptaki yetişkin tanımıyla birebir tutuyordu. Etrafımdaki yetişkinlerin yüzlerine daha dikkatli bakmaya başladım. Gülüyorlardı ama arkasındaki mutsuz suratları görebiliyordum. Hepsi işlerinin, hayatlarının koşuşturması arasında hayallerini bir kenara bırakmışlardı. Hatta unutmuşlardı. Hayaller “Gençken, çocukken” düşündükleri gerçek dışı şeylerdi onlar için. Peki neden gerçek olmasın? Peşinden hiç koşmamışlardı ki. Onların bana yaptığı bu yorumları, küçükken onlara da başkaları yaptı ve o “farklı” dünyaları başkaları tarafından yıkıldı, yok edildi. Bazen ben de içimdeki çocuğun öldüğünü hissediyorum. Daha doğrusu öldürüldüğünü… Böyle hissetmemin sebebi küçüklükten beri gelen resim aşkım ve bunun eleştirilmesi. Kendimi bildim bileli elimden kağıtla kalem eksik olmazdı. Gördüğüm şeyleri çizmeye çalışırdım ve bundan inanılmaz bir keyif alırdım. “Büyüyünce ressam olacağım!” derdim annemle babama. “Aç kalmak istiyorsan ol tabii” cevabını aldığım gün büyük bir ressam olma hayallerim ölmeye başladı. Hep ileriye dönük planlar yaparak yaşamaya başladım ve bu durum mutluluk kaynağım olan hayallerimi yıkmaya başladı. Her geçen yıl hayal harabem büyümeye devam etti. Bu yaşıma gelene kadar bu hep böyle devam etti. Şu an ne yetişkin sayılırım ne de çocuk. Gün geçtikçe büyüyorum ve yetişkin oluyorum. Hayallerimin aksine küçüldüğünü hissediyorum. Geleceğim şimdiden daha önemli olmaya başladı. Hayallerimi bir kenara bırakıp, kurallardan vazgeçmem gerektiğine karar verdim. Bu kitabı okumak beni bu konuda aşırı derecede teşvik etti. İçimdeki çocuğun benim için ne kadar önemli olduğunun farkına vardım. Önümde çevremdekileri mutlu edebilecek hayalsiz bir yaşam şekli var ama hayır! Ben herkes gibi olmayacağım! “Gerçekçi” olmak uğruna hayallerimden ve rüyalarımdan vazgeçmeyeceğim. Gerçek olmayacağını bildiklerimden bile! Gerçek olmayacağı bilinse de kovalanmalı ve bence hayaller. Peşinden koşulmalı, bir kenara atılmamalı. Varsın çevremdekiler çocuk desin bana. Deli desinler hatta. Bu hayata bir kere geliyoruz sonuç olarak. Bu hayatta hayallerimizin peşinden koşamayacaksak bunu ne zaman yapacağız? Bence insanın hayatındaki en önemli nokta bu farkındalığa erişmek ve hayatını bu doğrultuda değiştirmek. Diğer insanlara korkusuzca “Hayır bu benim hayatım” diyebilmek. Hayallerimizin ve dolayısıyla mutluluğumuzun değerini bilmek de denebilir. Mutlu olmanın anahtarı bize bu kadar yakınken niye elimizin tersiyle bir kenara iteriz ki? Ya da gözlerimizi kapatıp bulabileceğimiz bir huzuru çok uzak diyarlarda ararız? “Ben” olmaktan utanır hale gelmişiz ister istemez zamanla. Sistemin içinde kendimizi kaybetmeye başlamışız. En sonunda da kaybetmişiz açıkçası ve kalabalık sokaklarda yok olmuşuz. Etraftaki mutsuz ve ifadesiz suratlar bunun en büyük kanıtı. Ben hayallerimle birlikte yaşamayı kendime kabul ettirdim. Beni mutlu eden, bana umut veren yaşam biçimi buydu. Ne de olsa ben hayallerimle vardım. Hayallerimizle vardık.
SİNEM KILIÇ SİZ HANGİ HAYVANI SEÇERDİNİZ? http://cinemorgue.wikia.com/wiki/The_Lobster_(2015) http://tickets.killingofasacreddeer.movie/ Son zamanlarda Hollywood sineması büyük kitlelere hitap etmeyi amaçlarken, bağımsız film sektörü alternatif sinemaseverler tarafından daha da benimsenmeye başladı. Yeni soluklar aranmaya başlandı ve deneysellik öne çıktı. Bir süre sonraysa sinematografi, kurgu, anlatım ve bunların bütünlüğü daha da önem kazandı. Bu dönemin en başarılı yeni yönetmenlerinden biri olan Yorgos Lanthimos bu dengeyi başarılı bir biçimde sağlayan nadir kişilerden biri. Dogtooth, Lobster ve Killing of a Sacred Deer gibi filmlere imza atan yönetmenin karakteristiği ise donuk karakterler, sistem eleştirileri ve garip mizah anlayışı. Rahatsız edici sahneleri ve karakterlerinin yapmacığıyla her filminde yeni nesil bir psikolojik gerilim yaratıyor. The Lobster, yönetmenin en ilgi çeken ve 2015’in de en ses getiren filmlerinden biri oldu. Film her Lanthimos filminde olduğu gibi belli öğeler içeriyor (karakter yapmacıklığı, distopik gündelik yaşam gibi). En dikkat çeken özellikse toplum içinde edinilen veya edinilmesi gereken kimlik. Film, devlet düzenlemesiyle getirilen bir uygulama ve bunun yürürlüğüyle ilgili. Bekar insanlar bir otelde 45 gün içinde zorunlu olarak eş bulmalılar. 45 gün içinde romantik uyumluluk gösteremeyenlerse bir hayvana dönüştürülüyorlar. Bazılarıysa bu düzene karşı gelip ormanda yaşıyor uyumluluk programındakiler tarafından avlanma pahasına olsa bile. Film aslında çok uzak değil normalde yaşadıklarımıza. Filmdeki bir söz bunu çok güzel özetler: “İnsanın hissetmediği hâlde hissediyor gibi davranması, hissettiği hâlde hissetmiyor gibi davranmasından daha zordur.” İşte filmin ana karakteri David, karısının ölümünden sonra kendini bu zorlanmışlığın içindeki bir bataklıkta bulur hayvana dönüştürülmek istemiyordur ne de olsa. Baskı ve beklentiler acımasız bir sisteme dönüşmüştür ve bütün yaşamı ele geçirmiştir. Bunu şu anki hayatımıza bir gönderme olarak görüyorum. Ne kadar özgür olduğumuzu düşünürsek düşünelim bir şekilde toplumun ve o görünmez kuralların üzerimizdeki etkisini hissederiz. İşte filmde de canlandırılan şey ne kadar abartılmış da olsa sıkıştırılmışlık, kapana kısılmışlık. Bireysel olarak kurallardan ve toplum yargılarından ne kadar yakınsak da, toplumca bunu kabullenmek kurallara ve getirilen düzene ne kadar kolay alıştığımızın göstergesi.Lanthimos’un bir diğer filmi ise 2017 senesinde gösterime giren Killing Of A Sacred Deer. Bu sefer daha farklı bir konuya değiniyor yönetmen-yazar: vicdan. Kurgu ve rahatsız edicilik olarak Dogtooth’a (yönetmenin ilk filmlerinden biri) benzeyen bi dokusu var. Ana konu ise doktor Steven Murphy’nin hastasının çocuğuyla görüşmesi ama sonrasında çocuğun Steven’ı ve ailesini ele geçirmesiyle ilgili. Martin adlı çocuk Steven’ın ailesindeki herkesi zehirliyor ve Steven’a içlerinden birini öldürmek için belli bir süre veriyor. The Lobster’dan gelen nüktedanlık yerini psikolojik gerilime bırakıyor. Kurgunun düzgün ve kademeli ilerlemesiyle harmanlanmış karakter analizleri anlatımı daha da güçlendiriyor. Seyirciyi en etkileyen şey ise filmin empati duyusunu ön plana çıkarması. Klasik sözler vardır “Annen mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı?” veya “Hangi çocuğunu seçerdin?” diye. İşte Killing Of A Sacred Deer tam olarak da bunu sorguluyor. Lanthimos, ilk filmini izlediğimden kısa bir zaman sonra en sevdiğim yazaryönetmenlerden biri oldu. Beyaz perdede şu zamana kadar hiç bu kadar gerçek distopya görmemiştim ya da bu kadar çarpıcı anlatılmamıştı konular. Müzik kullanımı ve görüntü uyumu da olay anlatımında çok büyük yer kaplamış. Filmlerini tekrar tekrar izlediğimde daha farklı bir noktaya geldiğimi hissediyorum. Daha farklı hisler, daha farklı bakış açıları. İşte bu yüzden kaçırılmayacak listenize Lanthimos sinemasını eklemenizi tavsiye ederim. Yunan yönetmen her geçen sene daha farklı bir tat yakalıyor sinemada çünkü. The Lobster’ı izliyorsanız size bir soru “Siz hangi hayvanı seçerdiniz?”. Ben hala bulamadım.KAYNAKÇA: Cinemorgue Wiki. (2018). The Lobster (2015). [online] Available at: http://cinemorgue.wikia.com/wiki/The_Lobster_(2015) The Killing of a Sacred Deer: Get Tickets | A24. (2018). The Killing of a Sacred Deer | A24. [online] Available at: http://tickets.killingofasacreddeer.movie/ Killing Of A Sacred Deer. (2017). [DVD] Directed by Y. Lanthimos. The Lobster. (2015). [DVD] Directed by Y. Lanthimos. Kynodontas. (2009). [DVD] Directed by Y. Lanthimos.
Tank 1
ALBERT CAMUS, UYUMSUZLUK VE SİSİFOS SÖYLENİ bir fikrim yok. B En sevdiğim yazarın en sevdiğim kiatarcbaıy la ilgili bir yazıya bu heyecanımla ovela dne (cid:494) (cid:495)kUeyluimmesu szın İnırsıamn (cid:495)v(cid:495) ailrek seonn n daesnıle emn eiy i şeki(cid:495)lSdiseifboasş Slaöyylaebniil(cid:495)i(cid:495)r bimen himiç üstünde iliyorum k i ki tabın genelini anlatsam onl sayfa çıkar bu yüzden ilk deneme olan (cid:494) enir. duracağ Cımamaussıl yazılar olacak. Başlamadan önce ufak b, ir not düşmemde de bir efavyrdean doela cak: Bu kitabı okuyan bine yakın kişinin intihar ettiği söyl ile tanışmamın asla tesadüf olmadığını her za Hmeagne lb, irrü şyeakmilad eg irip ikimizin kesi şmiş olduğunu düşündüm. İzin verin anlatayım: On birinci osılnsuıfnta o fneulsnelfae idlgeirlis iyle hayatımda ilk kez felsefebyule d taa nbıeşntıimm. benle konuşmasa da,beni o kadar etkilemişti ki forumlarda olsun sözlüklerde ne vaergszais otkanusmiyaaylaiz bma.ş Eladım felsefe yisee a Sçaılratne kAakpılı Çma oğlıd ilue. oAlrdduı.n Bdiarn i nfeslasnedfeanni nço kko elltakriılneın imnceekl esdiziiknç eo ndue dasaıhl ail gdiam mi çeerkaken e ttmeke bniirz i kol olduğunu gördüm: gzistansiyalizme girişim (cid:495)ın Bulantı tvaeb aiir akşi tYırambaanncızı ı sağlar, bu sayede Camus(cid:495)yü keşfetmem de çoiks eu bzuirn h saüftram teedki .b ir Nasıl her Sartre hayranı ile başlar ben de bir Camus hayUryaunm asduazy İın oslaanr(cid:495)a ?k ile başlamıştım. Odoksan sayfan ın bitiminde kaelimeyi düşünmekten başka kitap okuyamamıştım, neyd i bu (cid:494) Ois tbeimr hedafitmal hıkâ lsâü re ise dayımdan gelen telekfoenlilmaesloenr bulmuşt,u , (cid:494)(cid:494)CanbTehrek ,M byut h of Siksşyapmhu Lso.(cid:495) n d ra(cid:495)dan dönüyorum istediğin bir şey var mı?(cid:495)(cid:495) Neden başka bir şey bilmiyorum, ağzımdan şu çıkmıştı (cid:494)Kitap, de Ertesi gün ziyaret bah anesiyle kitabı almaya gidip elime aldığım gibi onlardaki oda ma koşarak kapımı kilitlemiştim. Ozamana kadar hep iyi İngilizce byiirldmiğiyimdii. .d. üşünürdüm ancakakşam olup telefonumun şair.j bAiltliaşh steasnin yia z dtautyildinudğeuymddima ddöer t saat geçmiş olduğunu fark etti,m ve. rKdailmdı ğdıem. H seary fgaüyna sbaaakttlıemrc, e Kitapt an bir şey anlamış mıydım? O da ş üphel ise ilk aylarımı bbui kr idtaeb Taü vrekrçeebsiilniri dailmmaya gitmek oldu, üstüne uğraşın sonundaikinci ayın bi tmesine bir gün kalakitabı kapattım. Sonrasında işimotobüse atlayıp şu an yazdığım tarihine bakıyorum,iki eylülde başlayıp on altısında bitirmişim altına çda (cid:494)(cid:495)Allah(cid:495)ım!(cid:495)(cid:495) diye not düşmüşü. mS . Kitabı kapattığım zamanise hiç ak lımdan çıkmıyor, odamın her yanında kitaptan çıkardığım notlar ya da çevirmeye aablsıüştrıtğ ım bazı cümleler asılıydı abah onları rüyamda görmüş olarakkalkıp akşam onlardan anlam çıkartmaya çalışırken uyuyakalıyordum. Allah(cid:495)ım ben sözü zihmnüimydinü miç?in Ddeeğni lsem bile neden öy le olduğuma emindi m? Pindaros(cid:495)un o(cid:494)(cid:495)Rkuudhuumm,, ölümsüz yaşamın ardından koşma, olanaklar alanını tüketmeye bak.(cid:495)(cid:495) bana bağırıyordu.Tekrar kitabı açtımve Sisifos(cid:495)u yeniden Tanrılar, Sisifos(cid:495)u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine yuvarlayıp çıkartmaya mahkum etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince (cid:494)k(cid:495)endi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar da haksız sayılmazlardı. Bu (cid:494)trajik(cid:495) ise, kahraman bilinçli olduğu içindir. Gerçekten de, her adımda başarma umuduyla desteklenseydi, neden kederli olacaktı? Bugünün işçisi yaşamının tüm günlerinde aynı işlerde çalışır, bu yazgı da uyumsuzlukta bundan aşağı kalmaz. Ama ancak bilinçli olduğu ender anlarda (cid:494)trajik(cid:495)tir. Sisifos, tanrıların paryası, güçsüz ve ayaklanmış Sisifos, düşkün durumunun tüm engiliğini bilir, inişisırasında da bunu düşünür. Bunalımını oluşturan açık görüşlülük aynı zamanda yengisini de tüketir. Horgörünün aşamadığı yazgı yoktur. Buna rağmen Sisifos(cid:495)u mutlu olarak tasarlamak gerekir çünkü farkındadır çünkü tepelere doğru bilinçlice tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.(cid:495)(cid:495) diye. Her sabah sekizde kalkıp okBuula gidiyor ve bunu son on üç yıldır tekrarlıyordum. Ne için? Her sabah erken kalkıp gidebileceğim bir işim olsun Bunun için mi var olmuştuk? bemizii diğer canlılardan Saiysıirfoasn baikzldımenız daa ha kölevari yaşamlarda kullanmak için mi sahiptik?Haklıydı, aslında hepimiz birer Sisifos iken asıl dramımız bunu düşün yor oluşumuzdu. trajik değildi; aileler kuruyor, yenoir edşuyka alamr aa lCıpa msüurse bkulin pula fnalrar yapıyorduk çünkü kendimizle baş başa kalmak istemiyorduk, yalnız kalmak düşünmek demekti: Düşünmekte n korkuyor ve kaçıy k etmişti, Camus bunu yazmış ve insanı insan ile tanıştırmıştı, artık biz, kitabı okuyanlar, kaçamazdık.Şimdi anlıyordum niye kitabı okuyanların bir kısmının intihar ettiğini, kendilerini keşfetmek onlara karşı konulamaz bir keder vermişti. Tekrar ignesrai ng öotlüdrudküla, r ını, tekrar tüm bu dünyadaki varoluşun merkezinde olduklarını kendile rine kanıtlamak zorundaydılar. Bu düşünce de beni kitabın başlangıcına Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar.(cid:495)(cid:495) ile başlayan ilk cümle şöyle devam ediyordu: (cid:494)(cid:495)Bir gün (cid:494)neden?(cid:495) yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan b(cid:494)(cid:494)ıkkınlık içinde başlar. (cid:494)Başlar(cid:495), işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından tek sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. Kendini öldürmek, bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir. Yaşamın bizi aştığını anda yaşamı anlamadığımızı söylemektir. Yalnızca (cid:494)çabalamaya değmez(cid:495) demektir kendini öldürmek. Yaşamak, hiçbir zaman kolay değildir kuşkusuz. Birçok nedenlerden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar dururuz, bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır. İsteyerek ölmek, bu alışkanlığın gülünçlüğünün, yaşamak için hiçbir derin neden bulunmadığının, her gün yinelenen bu çırpınmanın anlamsızlığının, acı çekmenin yararsızlığının içgüdüsüyle de olsa benimsenmiş olmasını gerektirir. Varlığı yaşaması için zorunlu olan uykudan yoksun bırakan bu çok önemli duygu nedir? Kötü nedenlerle de açıklansa, açıklanabilen bir dünya bildik bir dünyadır. Buna karşılık, birdenbire düşlerden, ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada insan kendini yabancı bulur. Sahiden (cid:495)(cid:495) di ki en fazla? bedensel faaliyeçtalebrailnaim aya değmez miydi?Çabaladıkçain ntieh daer ğeidşeebreilkir gerçekten Aslında intihar hayata bir başkaldırma biçimi olabilirdi, kişi daha kendi ederken içlerinde çareskiezlnidi başınadurduramıyorken de hayata kafa tutabilirdi. Bu kitabı okuyup intihar edenleri düşündüm, intihar k mi vardı yoksa umut mu? Çaresizlik olduğunu düşündüm, ciddi bir şekilde hayatın (cid:494)çabalamaa yisae d, ebğirmaze zd(cid:495)a ohlad ukğaufan ay oinruanncıpa , kaçmışlardı. İntihar edecek kadar cesurlarken hayatlarını değiştiremeyip kaçacak kadar korkak olmalılardı. Sonrasınd aslında bu kimselerin intihar ederlerken içlerinde bir umutla bu kararı vdearhdai kiylerini düşünmeye başladım, öldükten sonra cennete ulaşmak i çin yaşarke n cehe nnemd e hisset mekten se özg ür irad eleriyle b u dCüannybaeyrık t Berekk eerd ip i bir yerle karşılaşmanın ya da bir hiçliğe ulaşmanın umudu...
Rana KAPLAN Tabularla Kadınlar ''Kadın'' kelimesi sadece beş harften oluşan iki heceli bir kelime değildir. Kelimenin ardına bakıldığında kadın özgürlüktür, kadın inançtır, kadın yaşamdır. Ne kadar çok sözcükle anlatılmaya çalışılırsa çalışılsın sözcüklerin anlamını hiçbir zaman tamamen anlatamayacağı bir sözcüktür kadın. Kadını anlatmak için sayısız kelime varken kimileri daha basit sözcükler seçer. Bu sözcüklerden biri namustur. Peki, namus nedir, nerededir? Yenilebilen bir şey midir? Bu namus denen şey kadının üstündeki baskıyı meşrulaştırabilir mi? Namusu olmamakla suçlanmamak için kadın ne yapmalıdır, bunun prosedürü nedir? Genel olarak toplum tarafından namuslu olarak nitelendirilen kadınlar gözü “dışarda” olmayan, evine düşkün, erkek otoritesine boyun eğen, itaatkâr kimselerdir. Kendine güvenden, inançtan uzaklaşıp korkularla yaşayan, güvencesi olmayan kadınlar ideal kadındır erkekler için. Toplumumuzdaki erkeklerin çoğu eşlerinin çalışmasını istemezler çünkü kadın ekonomik bağımsızlık kazanırsa tehlike teşkil eder. Sesi çıkmaya başlar, iletişimi kuvvetlenir ve bu erkeklerde korku yaratır. ''Ya evinden, ailesinden koparsa '' düşüncesi hâkim olmaya başlar. Kadınlardan istenilenler göz önünde bulundurulursa bu kriterleri erkekler yerine getirebilir mi diye düşünürsek eğer çoğunluk olarak hayır cevabını alırız. Erkeklerin ''Ben zaten çalışıyorum, evin işini yapsın, çocuklara baksın.'' mantalitesiyle binlerce yetenekli kadın daha bu yeteneklerinin farkına bile varmadan yitip gidiyor. Birine eş olmayı şans, bir çocuğa anne olmayı gurur, bir aileye gelin gitmeyi lütuf olarak kabul eden birine kadının kocasına hizmetçi, çocuklarına bakıcı olmadığını anlatmak o kadar güçtür ki... Oysaki kadın sadece kadındır. Ona görevler yüklemek ne kadınların ne erkeklerin elindedir. Kadın anne olmak istiyorsa olur, başkasının canı yemek çektiği için değil, kendisi yemek yapmak istediği için yapar. Birilerinin ona parmak sallamasından korkmadan, çekinmeden kendi hayatını istediği gibi yönetir. Bir kadının ailesindeki görevi hayatı aile bireyleriyle paylaşmaktır, daha fazlası değil. Toplumumuzda aile Yazar Zehra İpşiroğlu’nun da ifade ettiği gibi, ataerkil ve faşizan bir toplumun küçük bir modelidir. Kadın bu tür ailelerde tüm yükü tek başına sırtlayan bir köle görevindedir. Kitapta Michael Haneke'ın birçok filmi örnek verilerek bu görüş desteklenmiştir. Bu kadar yükü çoğunlukla tek başına omuzlayan kadın asla hak ettiği takdiri görmez. Kadın olmazsa bir aile var olamaz. Tüm yaptıkları için takdir edilmemesi bir yana, üstüne bir de hor görülür, küçümsenir. Bu durum özellikle göçmen Türk ailelerinde yaygındır. Yazarın da kitapta ifade ettiği gibi, Almanya ve Avusturya’daki göçmenlerin aile yapısında geleneksel bir aile kültürünün yaygın olduğu Türk ailesi kavramı ile Avrupa’daki modern ve kısmen kopuk aile yapısı etkilidir. Sonuç olarak bu iki kavramın arasına sıkışıp kalmış bir aile yapısı oluşur. Oradaki modern yapıya uyum sağlarlarsa hem bilmedikleri bir kültürle karşı karşıya gelmek hem de geleneklerinden kopmak zordur. Bu ikilem çoğu ailede, özellikle yabancı bir ülkede olmanın da etkisiyle Türkiye’deki geleneksel aile yapısından çok dahageleneksel, çok daha birbirine bağlı bir aile yapısı haline gelir. Kadınlar onlara biçilen tüm görevleri daha hırsla, daha istekle benimser. Genel olarak erkek çocuklarının şımartılarak ve el bebek gül bebek büyütüldüğü bu aile yapılarında ne yazık ki kız çocukları için aynı durum söz konusu değildir. Kız çocukları yürümeye başladığından itibaren hizmet eğitimi başlar. İlerde bu yükü üstlenmek için hazırlandıkları yetmiyormuş gibi ne giydiğinden nereye gittiğine, kaçta gittiğinden kimlerle döndüğüne kadar hayatının tüm olayları kontrol altında tutulmaya çalışılır. Peki, kadınlarla erkekler arasındaki fark nedir? Erkekler sadece dünya nüfusunun yarısını oluşturur fakat kadınlar hem dünya nüfusunun kalan yarısını oluşturur hem de dünya nüfusunun tamamına yaşam verendir. Kadın olmasaydı yaşam olmazdı. Yaşama biraz saygı… Kaynakça  https://tr.wikipedia.org/wiki/Zehra_%C4%B0p%C5%9Firo%C4%9Flu  https://www.evrensel.net/yazi/74631/tabular-korkular-ve-kadinlar
SADECE 5 DAKİKA… Tik, tak, tik, tak... Akıp geçiyor zaman. Yaşadığımız her dakika, geri dönüşü olmayan anlar olarak geri dönüş yapıyor. Belki de dünyanın dört bir yanındakilerle tek ortak yanımız bu: geri dönüşü olmayan her küçük an. Hepimiz bu koca dünyada aslında minik birer parçacığız; zamanın yönlendirdiği, her dakika kaderimizin değiştiği parçacıklar. Jean Chesneaux ise bize bu koca serüvenin içinde yerimizi anlatıyor.Bu konuyu ele alırken, bu akış hakkında farkındalığımızı sorgulatıyor. Her şeyin sonunda ise bu serüveni nasıl yönetmemiz gerektiği hakkında yönlendirici tavsiyeler veriyor. Sorunlar... Her gün binlerce kez yüzleştiğimiz ikilemler, yetişmeyen ödevler, çalışılamayan sınavlar, iyi geçmeyen toplantılar... Yaş farketmeksizin her gün sorunlarla karşılaşıyoruz. Hatta her gün, yepyenileri karşımıza çıkıveriyor. “Zaman her şeyin ilacıdır.” diye bir söz var. Zaman aslında sadece o anlık sorunların çözümü bence. Her gün bir sorunun yerine birden fazla sorunumuz çıkıyor.Büyüdükçe, olgunlaştıkça yeni sorunlarla uğraşıyoruz. “Bu kadar sorun sadece bizde mi var?” sorusunu büyük ihtimalle herkes soruyor kendine. Hayır, tabii ki de. Zaten zamanın, bütün sorunların bizim etrafımızda olduğunu düşünmek bencilce bir düşünce olurdu. Zaman dediğime bakmayın. Zaman, sorunlar, düşünceler… Hepsi birbiriyle bütün kavramlar zaten. Birlikte evrimleşiyorlar, siliniyorlar, unutuluyorlar, bazen de unutulamıyorlar. Biz ise bu elimize geçen zamanlarda, o anki düşüncelerimize göre sorunlarımızı çözmeye çalışıyoruz. Fakat her sorun öyle istediğimiz gibi çözülemiyor. Bazen çaba, bazen fedakarlıklar gerektiriyor, bazen ise bunların hiçbiri yetmiyor. Zaman bu yüzden değerli ya(!) Yaşadıklarımız, bizi bu güne kadar getiren her kararımız bizi sorunları çözmeye itiyor. Üniversite sınavına çalışmak gibi biraz da… Kimse sınav sorularını bilmiyor fakat o soruları çözebilmek için gece gündüz soru çözüyoruz. Bizim de bugünlere kadar gelirken karşılaştığımız her bir sorun ve çözümü, karşılaşacağımız her yeni sorunda bir adım oluyor, öncülük ediyor. Sorunlarımızda bile değil, her türlü duyguyu yaşarken geçmişimizden ders almak, hata yapmadan hareket etmek asıl amacımız. Jean Chesneaux’un da anlatmaya çalıştığı üzere başaramıyoruz. Hep aynı hataları tekrarlıyoruz çünkü biz zamanı kullanmayı bilmiyoruz. Zaman bize hükmederken biz de sanki programlara katılan konuk oyuncu gibi izliyoruz. Günümüzde zamana hükmetmeyi; işlerini yönetebilmek, her yere yetişebilmek zannediyorlar. Üniversiteye kadar belki de her sene gördüğümüz “geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman” tanımlarının anlamını unutuyorlar. Bu üç zamanı da birbiriyle bağdaştırabilen; kısaca geçmişten ders alıp şimdiki zamanda o derslere göre ilerleyen, geleceğini de buna göre düzenleyen insanlar başarılı oluyor. Zamana hükmetmeyi başaran nadir kişilerden oluyorlar. Geçmiş, şimdi, gelecek... Zaman siz ne yapsanız da geçmeye devam ediyor. Siz isteseniz de, istemeseniz de bir yolunu buluyor. Zamanın size bağlı olmaması gerçeğini de yavaş yavaş anlıyoruz, kabulleniyoruz çünkü kabullenmek zorundayız. Belki de koca dünyada istesek de engelleyemeyeceğimiz nadir şeylerden biri. Zamanın içinde olan her şeyi yeterli çabayı gösterirsek engelleyebiliriz. Her şeyin de en başında dediğim gibi “her dakika kaderimizin değiştiği”. Aslında çok basit olan 4 sözcük içerisinde belki de milyonlarca makale ile anlatamayacağımız hayat hikayeleri.Milyonlarca hayatlar... Sanırım zamanı kontrol edebilmek de böyle bir durum. Geçeceğini kabullenebilmek, fakat nasıl yönlendireceğini bilememek… Belki biliyorsunuz, belki de bildiğinizi zannediyorsunuz, belki de umurunuzda değil. Ne olursa olsun bir zamana bakış açınızı değerlendirmenin ucunda bir fayda olabilir, belki de harcayacağınız o küçük zaman, bu yazıda anlatmaya çalıştığım şeylerin öncüsü olabilir. Baran Mehmet Şimşek EEE / 21601224 Resim: http://img.cdn.turkiyegazetesi.com.tr/images/ckfiles/images/24(10).jpg Kaynakça: Chesneaux, Jean. Zamanı Yaşamak. 2015. ( Münir Cerit, Çev. ) . Ayrıntı Yayınları.
Ömer Musa Battal Hissizliğim Daimi bir şekilde veri bombardımanı altındayım. Her gün işime yarayacak veya yaramayacak pek çok bilgi çeşitli vasıtalarla önüme seriliyor. Bunun belki de en büyük sebebi içinde bulunduğum çağın getirdiği internet adındaki teknolojidir. Daha önce belki de varlığından bile haberdar olamayacağım şeyler, internet sayesinde dünyanın öbür ucunda bile olsa gelip beni buluyor. Tüm dünyayı birbirine bağlayan bu kocaman ağ, beni de kendine bağlıyor. Bilgisayar başına oturup onun başında saatlerce vakit geçirmem hiç de olağan dışı bir durum değil, sıklıkla kendimi içinde bulduğum bir durumdur bu. Fakat bu duruma gerçekten alışabildiğimi söyleyebilir miyim? Bilgisayar aracılığıyla internette harcadığım vakit beni etkiliyor mu? Gördüklerim, duyduklarım beni bir değişime sürüklüyor mu? Ne ile karşı karşıya olduğumun hakikaten farkında mıyım? Kendime bu soruları sorduğum zaman çeşitli düşüncelere kapılıyorum. Ben üzerime yığılan bütün bu veri bombardımanından çok da etkilenmediğimi düşünüyorum. Sonuçta artık o kadar çok veri ile karşılaşıyorum ki, bunlara karşı bir bağışıklık kazanmış olduğumu söyleyebilirim herhâlde. Gördüklerimden, duyduklarımdan eskiden olduğu kadar çok etkilenmiyorum. Mesela en son duygusal bir film izlerken ağladığım zamanı hatırlamıyorum bile. Okuduklarım da artık beni eskiden olduğu kadar çok etkilemiyor. Okuyorum, geçiyorum. Bir film görüyorum, izliyorum, geçiyorum. Bir konuşma yapılıyor, dinliyorum, yine geçiyorum. Artık hissizleşmişim. Duygusallık namına neyim var, neyim yoksa yitirmişim. Ben kendimi bu veri yığınının içinde kaybetmişim. Aslında maruz kaldığım bu bilgi karmaşasının beni ne kadar derinden değiştirdiğini hiç fark etmeden yaşamımı devam ettirmişim. Ne önemli, ne değil? Ne doğru, ne yanlış? Düşünme yetim çalışması gerektiği gibi çalışıyor mu, yoksa çoktan kafayı yedim de bilmez miyim? Sinan Canan isimli yazarın “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” adındaki kitabını okuduktan sonra aklımda bu tür düşünceler belirdi. Kitabın bir bölümünde maruz kalınan veri bombardımanının insan zihninde oluşturduğu etkilerden bahsediliyor. İnsanların bu veri dağının altında kalarak neyi gerçekten umursayacaklarını anlayamayacak hale gelmeleri konu ediliyor. Kitapta bahsedilenlerden derinden etkilendim, yahut en azından etkilendiğimi düşünüyorum. Belki de etkilenmediğim halde kendimi etkilenmiş görünmeye zorluyorumdur. Belki de sadece seni tamamen hissizleşmediğime ikna etmeye çalışan bilinçaltımın beni yönlendirmesi sonucunda bu satırlar bu sayfada beliriyordur muhterem okuyucu. Veya belki de sadece bu yazıyı yazıyor olabilmek için okuduğum kitaptan etkileniyor gibi görünmem lazım gelmiştir. Belki de aslında okuduğum bu kitap da beni hiç etkilememiş, her zamanki veri bombardımanının arasında kaybolup gitmiştir. Gerçekten ne hissettiğimi bilecek bir durumda olduğumdan emin değilim artık. Sadece hissediyor olabileceğim şeyleri kelimelere döküyorum. Yazmak zorunda olduğum için yazıyorum. Haleti ruhiyem ile seni de daha fazla sıkmayayım muhterem okuyucu. Zaten senin de en az benim maruz kaldığım kadar, hatta belki de ondan daha büyük bir veri bombardımanına maruz kaldığını tahmin edebiliyorum. Kim bilir bu yazıdan sonra kaç tane daha yazı okuyacaksın? Benim yazıdığım bu yazının senin üzerinde fazla bir etki bırakması pek de muhtemel değil. Hissizleşmiş olduğunu ima etmek gibi bir amacım kesinlikle yok, yazdıklarımdan öyle bir anlam çıkarmanı istemem. Sadece okuduğun onca yazıdan sonra senin de benimkine benzer bir zihinsel yorgunluk içerisinde bulunabileceğini varsayıyorum. Yazdıklarımın, onları okumak için ayırdığın vakte gerçekten değip değmeyeceği konusunda da fikir sahibi değilim. Fakat bana “Yaz!” denildi, ben de yazdım. Yazdım ve bütün bu yazı boyunca benim üzerimde oluşturduğu etkilerinden bahsettiğim veri yığınının genişlemesine bir yeni katkıyı da bu yazıyla ben vermiş oldum. Kendimle çelişmekten zevk alıyorum herhâlde. Başım ağrımaya başlıyor. Bu zihin yorgunluğundan kurtulmak istiyorum. Saatimin tik takları beynime vuruyor. Bırak beni okuyucu, uyumak istiyorum.Kaynak: Canan, S. (2015). Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler. İstanbul: Tuti Kitap
KÖŞKER 1 OSMAN KADİR KÖŞKER 21302382 BAŞAK BERNA CORDAN TURK 101-14 ÖDEV 6-2 15.12.2014 YEDİ KRALLIK, TEK TAHT İnsanların bir kısmı Buz ve Ateşin Şarkısı serisini okudu, diğer ve daha büyük kısmı serinin dizisini seyretti. Kitapları okuyan kesimde olmama rağmen bunun dizi sayesinde olduğunu itiraf etmeliyim. Dizinin yapımcıları reklamını iyi yaptığından mı yoksa dizinin konusu ilgimi çektiğinden mi bilinmez, ilk bölümü Amerika’dan birkaç saat sonra izledim. Dizinin takipçisi olduktan sonra hemen, serinin bütün kitaplarını edindim.KÖŞKER 2 Buz ve Ateşin Şarkısı serisi Taht Oyunları isimli dizisiyle son birkaç yıldır televizyonda reytingleri eline geçirmiş durumda. Kitapların senaryosunun güçlü olması dizinin yapımında senaristlerin elini güçlendirdi. Yazar George Martin en büyük ilham kaynağının fantastik edebiyatın babası Tolkien olduğunu söylese de Yüzüklerin Efendisi kadar güçlü bir kurgu ortaya koyamamış. Yüzüklerin Efendisi’ndeki kadar gerçeküstü karakterler veya olaylar bulundurmayan Taht Oyunları serisinde George Martin kitabın fantastik yönünü yeni bir ahlâkî sitem ile kurmaya çalışmış. Yazar, üç ejderha ve iki büyücüyle fantastik bir kitap ortaya koyamayacağının farkında dolayısıyla, kendi ütopyasını yeni bir değerler sistemiyle oluşturmuş. Bu sistemde, özellikle kadın ve cinsellik gibi hassas konularda yazar uçlarda geziyor. Kadınların bir obje olarak erkekler tarafından kullanıldığı çok sayıda olay bulmak mümkün. Teşhircilik ve ensest ilişki sanki gerçek hayatın doğal bir parçasıymış gibi gösteriliyor. Yazar bu tarz fikirleriyle, kitapta fantastik bir dünya havası oluşturamıyor ve ne tarafa yöneleceğini bilmeyen bir kitap ortaya çıkıyor. Her ne kadar kitapta tema açısından yanlış bulduğum noktalar olsa da kitabın yapısı konusunda eleştirecek tek bir argümanım yok. Kitabın en güzel yanı bölümlerin ayrılma şekliydi. Her bölüm farklı bir karakterin gözünden anlatılıyor. Böylece, bazen aynı olayları farklı karakterlerin gözünden görme şansını yakalayabiliyorsunuz. Bunun birinci faydası, kitabın sıkıcı olmasını engelliyor olması. İkincisi ise olayları karakterlerin bakış açısıyla izlerken, karakterler hakkında fikir sahibi olabilmek. Yazar, karakterlerin ruh hâlini lafı dolandırmadan da söyleyebilirdi. Bunun yerine okuyucudan anlamasını istiyor ve bu da okuyucu ile karakter arasında bir bağ oluşmasına yardımcı oluyor.KÖŞKER 3 Kitabın bir diğer güzel yanı ise sürükleyiciliğidir ki bu da fantastik romanların olmazsa olmazıdır. Çünkü başka türlü ansiklopedi gibi kalın kitapları bitirmek mümkün olmazdı. Kitabın konusu, yedi hanedanlığın Westeros’un tahtını ele geçirmek için birbirleriyle girdikleri mücadeleler ve bu mücadeleler sırasındaki aşk, ihanet, güç, sadakat temalı olaylardan oluşmaktadır. Yazarın en çok bilinen özelliği, okuyucular ve izleyiciler tarafından en çok sevilen karakterleri öldürmesidir; Ned Stark, Jon Stark ve Oberyn Martell örneğinde olduğu gibi. Yazar bunun yanında nefret edilen karakterleri de bir yolunu bulup okuyuculara sevdirmeyi başarmıştır, Jamie Lannister örneğinde olduğu gibi. Jamie Lannister ablasıyla ilişki yaşayan ve kralına ihanet eden bir şövalyedir. Çapulcular tarafından eli kesildikten sonra daha düzgün ve mütevazi bir hayata başlar ve yaptıklarıyla okuyucuların sevgilisi olur. Yazar, sanki bir kuklacı gibi hem kendi karakterleriyle hem de okuyucularıyla oyun oynamaktadır. Bu oyununda insanları bazen şaşırtmakta bazense hüzünlendirmektedir. Yazara bazen hak vermiyor değilim; sevdiğimiz karakterlerin ölümünü doğal karşılamamız gerekir. Sonuçta bu bir taht oyunu. Cersei Lannister’ın dediği gibi: “Taht oyunlarını oynadığında ya kazanırsın ya da ölürsün, bunun ortası yoktur.” (Martin 2009:172) Son olarak, Buz ve Ateşin Şarkısı her yönüyle güçlü bir kurgusu olan ve sürükleyici bir seri. Her sayfasında insanı şaşırtan, ağzını açık bıraktıran bir olayla karşılaşmak mümkün. Özellikle fantastik edebiyat takipçilerinin okumaktan zevk alacağı bir seri. Dokuz kitap yayımlandı, yayınlanacak altı kitap daha var yani seriye başlamak için hiç de geç değildir. Ben de herkesi Westeros’taki taht oyunlarına davet ediyorum.KÖŞKER 4 KAYNAKÇA Martin, George R.R. Taht Oyunları. İstanbul: Epsilon Yayınları, 2011
AYAZIN ISITTIĞI İNSANLAR Üzerinde bulunduğumuz coğrafya bazen öyle bir hengâmenin içine çekiyor ki bizleri; göğün mavisini, rüzgârın fısıltısını, yüzlerdeki tebessümü, gözlerdeki aydınlığı göremez hale geliyoruz. En son hangimiz toprak ile temasa geçtik, bir yol kenarında durup etrafı izledik, koşturmacayı kenara bırakıp derin bir nefes aldık? Bu sorular uzar gider. Peki, ne denli gerçek yaşamakta olduğumuz bu koşturmaca? Ya yaşamak fırsatını bulamadığımız, diğer safta bulunan, çok da uzağımızda olmayan dünya hakikatin ta kendisiyse! “Olması gereken bu” dediğimiz normatif tavırlar bizi sahte ve ciddiyetsiz bir soyut gerçeklik kafesine hapsetmekten başka bir işe yaramıyorsa! Bu sorular da uzar gider. Anadolu insanı hangi duygu ya da karakter ile ifade edilebilir diye düşündüğümüz vakit aklımıza şüphesiz pek çok güzel haslet gelecektir fakat samimiyet bunların içerisinde başka bir yerde olacaktır diye düşünüyorum. Samimiyet, modern hayatın telaşına kapılmış benliklerimizin gün geçtikçe hissetmekten uzaklaştığı duyguların da başında gelince, Kuşlar Yasına Gider, aramıza mesafe koyduğumuz ama aslen bizlere çok da uzak olmayan o dünyayı ayaklarımıza kadar getiriyor. Ankara’nın kuru soğuklarında kalbini sıcacık tutmayı başarabilmek büyük meziyetlerin başında gelir. Başkentin insanları genellikle resmi yorgunluklarından sıyrılıp, İç Anadolu havasına bürünmeyi beceremezler. Büyük şehir olmanın zararı da denebilir buna. Şehirler insanları etkiler şüphesiz; insanın özünü değil. Sıcaklığı ve samimiyeti soluklarına işlemiş, tahammülün ve saygının üzerindeki elbise gibi bedeniyle bütünleştiği insanlar vardır; alıp kutuplara koysanız duruşuyla ısıtır içinizi. Öyle babacandır. Vefalıdır da. Bir ömür gölgesine sığındığı her kim ise, onu terletmek ağır gelir böyle adamlara. Hele bir de o gölge babasıysa iş bambaşka bir boyut alır. Saygıda kusur etmemek için bin özen gösterir, kırk yıl laf işitse yine boyun büker, elden ayaktan düşmesine müsaade etmez; el olur, ayak olur. Düşüncesi başka olur ama babasının dediğine de itiraz etmez. Anadolu’da babalar en çok dağlara benzetilir. Bir dağa yaslananın derler; sırtı yere mi gelir? Yıllar geçer, yollar girer araya. Gölgesine sığındıklarından bazen mesafeler ayırır da seni, sen sonra her dağ gördüğünde hüzünlenir, her ciğerine huzur doldurduğunda çocukluğuna dönersin. Geçmişe duyduğun özlemi, ana deyip göz pınarlarına doldurursun, baba deyip içkin içkin yutkunursun. Ömür seni yaşlandırırken, onlara hiç dokunmuyor zannedersin. Bir gün bir telefon gelir, düşersin hasretini çektiğin toprakların, kokusunu çekmek için yollara. Şehirlerarası yolların davetkârlığına icabet edersin. Asfalta değen tekerler, hatıraların hatırlanmasına aracılık eder. Kimsesizliğin ürperticiliğine yalnız olarak bırakırsın suskun bedenini ve bir at eşlik etmeden duramaz sana. Sen her yollara düştüğünde, toprağın bağrını delercesine, arabanın motoruna ders verircesine, nefesini yanı başında hissettiğin bir at çıkıverir yoluna. Yoldaşlık eder sana. Gerçek ve hayal arasındaki farkı görmez, algılamaz hâle getirir insanı. Bazen bir nesneye, insanlardan daha çok ilgi duyar, ona sığınır, onun dostluğunu ömür boyu yanımızda hissetmeden edemeyiz. Herkesin farklı bağları vardır eşyalarla ve hatta öyleinsanlar tanırız ki bazılarımız; tanıdıklarımızı hatırlayınca, onunla bütünleşen nesneleri düşünmeden edemeyiz. Minibüslere âşık bir babanın ayağını kaybetme hikâyesi. Sadece şu cümlenin bile ağırlığı altında kalabiliyor kalbi insanın. Onun minibüslere olan ilgisine şahit olduğunuzu da düşünürseniz, bu ağırlık kat kat artıyor. Yaşanmışlığına kendinizi kaptırdığınız olaylar sizi daha çok etkiler şüphesiz. Sayfalarını çevirdikçe yer yer Denizli’den, yer yer Ankara’dan kokuların burnunuza ulaştığı, hüznü, sabrı, saygıyı, sevgiyi, hürmet göstermeyi ve en çok da samimiyeti derinlemesine hissedeceğiniz bir kitabı elinizde tutunca, bir yandan Özay Gönlüm diğer yandan Neşet Ertaş fısıldar kulağınıza. Ve Anadolu’yu sinesinde barındıran her insan umudu görmezden gelemez. Hüzün bu coğrafyanın kaderi gibi boy gösterse de pek çok kez, inanırsınız aydınlıkların var olduğuna, samimi insanların güneş gibi sıcak bakışlarıyla.. Yasin EKİNCİ 21602999
Farkındasızlık İnsan biyolojik özelliklerinden dolayı hem fiziksel hem de zihinsel anlamda belirli kısıtlamalara tabi bir varlıktır. Çok hızlı koşabilir ama asla bir çıta kadar olamaz; düşünme yeteneği vardır ama her şeyi her ayrıntısıyla düşünemez. Bu limitlerimize bakıp “Acaba hangisini zorlamak daha kolaydır?” diye sorduğumuzda alacağımız cevap şüphesiz ki zihinsel limitlerimiz olacaktır. Sonuçta insanın kas ve iskelet yapısı ve bu yapıların ne kadar gelişebileceği bellidir. Yapılan bilimsel araştırmalarla da ulaşılabilecek maksimum noktalar aşağı yukarı ortaya çıkarılmıştır. Örneğin bir insanın 100 metrelik bir mesafeyi koşmada sahip olduğu kas yapısının müsaade edeceği en hızlı zaman dilimi 9.48 saniyedir. Ancak zihinsel performansımız açısından belli limitlere sahip olduğumuz aşikar olsa da, bu limitlerin değerleri hala bulanık durumdadır. Herhangi birisi çıkıp dese: “Ben, dünyadaki en üstün zihinsel güce sahip kişiyim!” Bunu kanıtlamak mümkün olabilir mi? O kişinin en yüksek zihinsel kapasiteye sahip olduğunu neye dayanarak kanıtlayabilirsiniz? Hafızasının çok güçlü olmasına mı? Yoksa duygusal açıdan zekasının gelişmişliğine mi? Ya da belli psişik güçleri olup olmamasına bakarak mı? Çoğu zaman belirsizlik kötü bir şey olsa da zihinsel potansiyelimizin ulaşabileceği maksimum noktanın belirsizliği, biz insanlar için çok büyük bir ilham kaynağı olabilecek bir belirsizliktir. Zihnimizin varabileceği son durağı bilmiyoruz; düşünsel anlamda gelişebilme yolunda ilerlerken her ne kadar o son durağa geldiğimizi sansak da yanılma ihtimalimiz çok yüksek. Yani, zihnimizle ilgili keşfedebileceğimiz, geliştirebileceğimiz çok şey var. Peki önümüzde aşmak için zorlamamız gereken ve şu andaki düşünsel zenginliğimizi belki defalarca katına çıkarabilecek zihinsel bir potansiyelimiz varken biz insanlar ne yapıyoruz? Zamanımızı sevmediğimiz işleri yaparak harcıyoruz. Kendi kurduğumuz ve doğamıza aykırı olan bu dünya düzeninde itibar, para, güç gibi değersiz kaygılar peşinde koşuyoruz. İş-güç dışındaysa televizyonla, sosyal medyayla, magazinle meşgulüz. Kimin arkasından kimin ne dediğini öğreniyor, hangi futbolcunun hangi ünlü oyuncuyla gece kulübünde yakalandığını merak ediyoruz. Zamanımızı ve enerjimizi harcadığımız şu şeylere bakın! Sanki bu dünyada sonsuza dek kalacakmış gibi vaktimizi böylesine değersiz işlere harcayabiliyoruz. Durum böyle olunca da sahip olduğumuz zihinsel potansiyel yavaş yavaş kaybolmaya ve ortaya çıkarılması daha da güç hale gelmeye başlıyor. Medyanın dayatmış olduğu bu “uyuşturucu”nun etkisi altındayken de hayatlarımızdaki en yüksek öneme sahip olaylar yine medyada gördüklerimiz haline geliyor. Daha üst düzey ve daha faydalı işler hakkında düşünmektense televizyonda gördüklerimiz hakkında düşünüyoruz. Dünyada en çok televizyon izlenen ikinci ülke olan Türkiye’de, gün boyunca evde televizyon karşısında oturan kadınlarımızın kafalarındaki en büyük soru “Acaba bugün izdivaçta Fadime’nin talipleri kim?” oluyor. Gazetenin yalnızca spor sayfasını okuyan erkeklerimizse tuttukları takımın şampiyon olup olamayacağının derdinde. Ortada büyük bir problem var.Etrafımızda olan biten önemli gelişmelere karşı kafamızı devekuşu misali kuma gömmüş durumdayız. Şöyle ki; insanın düşünce dünyasındaki konular magazin, futbol, izdivaç, şıklık- rüküşlük olduğu zaman, insan asıl dikkat etmesi gereken konulardan bihaber yaşıyor. Henüz yaşanmış olaylardan bir örnekle bunu somutlaştırabiliriz: Ankara’da en son yaşanan ve 38 kişinin hayatını kaybettiği patlamanın olduğu akşam dahi ülkemizde en çok izlenen program ‘Survivor’ adlı yarışmaydı. Durumun ciddiyetini anlamak için mükemmel bir gösterge o akşamki reytingler. Ülkenin başkentinde, en kalabalık yerinde onlarca insanın öldüğü büyük bir patlama gerçekleşmiş ama insanlarımız böylesine önemli bir durumda ne olup bittiğini öğrenmek adına en azından haber kanallarını izlemek yerine rutinlerini bozmayarak yarışma programlarını izlemeye devam etmişler. Bunun adı “vurdumduymazlık.” İlk olarak zihnini geliştirmeme sonrasında zihnin yerinde sayması ve ardından medya tarafından dışı hoş ama içi boş ürünlerle doldurulmasıyla zihnin gerilemesi zincirine eklenen son ve en tehlikeli halka bu vurdumduymazlık. Medya insanların zihinsel potansiyellerini köreltiyor; etraflarında hatta hemen dibinde olan çok ciddi olayları dahi önemsemeyen bir tavır almalarına, vurdumduymaz davranmalarına sebep oluyor. Zihinsel potansiyeli körelmiş ve ortak bilinci medya tarafından oluşturulmuş bir toplumdan da içinde bulunduğu siyasi koşulları araştırmasını, analiz etmesini ve çareler üretmeye çalışmasını bekleyemezsiniz. Bireylerin sorgulama ve düşünme yeteneği körelmişse bireylerden oluşan toplum için de durum aynıdır. Sanki bizi eğlence dolu bir kumarhaneye tıkmışlar: “Zira, kumarhanelerde pencere ve saat bulunmaz. Zamanın nasıl geçtiğini bilmemelisin. Etrafında neler olduğunu merak etmemelisin. Dışarıda koca bir dünya olduğunun farkına varmamalısın.” (Sikkofield 133.) Kaynakça Sikkofield, Michael.(Demirel, Cemre.) Piyon. İstanbul: Okuyan Us Yayınevi, 2013. Baskı.
Güliz Başak Özkan Perdeler Aralanınca Boyunduruğu altında bulunduklarımızı bir liste haline getirsek ilk -ve belki de tek- üç maddesi bağlılıklar, sorumluluklar ve bağımlılıklar olurdu gibime geliyor. Bizi yerin dibine de soksalar, göğün üstüne de çıkarsalar silkinemiyoruz onlardan. Bunda da bir kötülük yok zaten. İnsan, onu dışarıdan yöneten faktörler olmadan kendi kendini yönetemez ki. İçi ne kadar karanlık olursa olsun o kişinin bir benliği vardır çünkü. Başkaları için savaşmayan kendi için savaşır bu hayatta. Aksi takdirde ise beş adım ötedeki mayını fark edemeyip yitip gider. Bu dış etkenlerin de kendi aralarında farklılıkları yok değil elbet. Vaktiniz varsa onlara da değinelim hemen. Sosyal bir hayvan olan “homo sapien”ler yaşamak için hemcinsleriyle olan ilişkilere ihtiyaç duyarlar. Metal ve betonlara kapandığımızda bile bu gerçek değişmedi. Bağlılıklarımız da bu şekilde ortaya çıktı. Vahşi doğada önem verdiğin tek kişi kendimizdik, ama hayatta kalma içgüdülerimiz köreldikçe bu ilişkilerin içeriği kendi kişisel beğenilerimize yöneldi. İttifaklardan çok arkadaşlıklar aramaya başladık. Bunun faturası ise vicdanımıza kesildi. Kırmızı iplikler belirdi yokluktan, serçe parmaklarımıza bağlandı. O ipliklerin ucu troposfere karıştı, birbirlerine dolandı, düğümler oldu, birbirini buldu. Karşımızdaki insana azaldıkça içimizde çoğaldık, her aksi yöndeki adımda peşinden sürüklendik. Böylelikle bağlılıklarımız her gün sonunda rapor sunduğumuz genel müdür oldu. Günün ilk ışıklarıyla gözünü açan insanlardan olamasam da benim de bir düzenim var sayılır. Bu düzenin ilk hamlelerinden biri kafamda bir yapılacaklar listesi oluşturmak. Şimdi düşünüyorum da bu maddelerin hepsi yerine getirmem gereken görevlerden oluşuyor. “Şunun ödevi, bunun alışverişi, oranın randevusu” diye diye güneşi deviriyorum. Hepimiz böyleyiz, inkâr edilemez bir gerçek bu. Şunun şurasında su içmek bile bedenimize karşı bir sorumluluğumuz. Minik avuçlarıyla odasını toplayan çocuğun, saksısındaki çiçeğini sulayan emekli müfettişin, beş bardak Türk kahvesini kupaya doldurup fondip yapan öğrencinin -high level fizik sınavım vardı ne yapayım- gayesinin o kadar da farklı olmadığını da anlayabilmek güç değil.Yukarıda saydıklarım iyi hoş, ama bizi yordukları zamanlar da oluyor. O durumlarda ise kendimizden iki adım uzaklaşıp soluklanmak kulağa çok cazip geliyor. Şişenin dibindeki palyaço balığı da olabilirsiniz, şişe dibi gözlüğün arasındaki burun da. Bağımlılıktan kastettiğim de bu: Bir kaçış rotası. Varılacak yer yok zaten bu rotanın ucunda, eninde sonunda ana yola bağlanacak o ara sokak. Bağlanmasa da zaten ilk bulduğun binaya toslamamak elde değil. “Bir bölüm daha.” diye diye LYS’ye bir buçuk ay kala bitirdiğim çizgi filmi örnek göstermek isterim size. Veya kütüphanede canı sıkıldıkça sigaraya çıkan hepimizin bildiği kişi. O tercih pusulası ekranda belirdiğinde, ya da isim yazıp çıktığın sınavın kapısının dibinde de yine kaçmak için Road Runner’ın dumanını sigaranın dumanına sarıp fagositoz yaparız artık. Bağımlılıkların masumiyet seviyesi olmaz tabii ama verdiği zararlara bakıldığı zaman iyi ile kötü ayrımını yapmak bir nebze de olsa kolaylaşır. Kitabımızın baş kahramanı “Glow” bir uyuşturucu çeşidi. Londra gerçekliğinin etrafına bu tatlı-acı illüzyon ve bin bir tilki kuyrukları ile sarmalanmış karakterleri gözlemlerken insanların alevlerinin kötülük rüzgârı ile usulca sönüşüne şahit oluyoruz. Uyuşturucu bütün kötülüklerin anası ise tacı da o hak ediyor demektir. Zehirli sarmaşıkları saç diplerimize bir kere sarıldı mı kolay kolay çıkaramayız o tacı. Kalın güneşlikleri çekip gölgelere karışmayı ailesinden uzakta ve arkadaş ortamından başka sırtını yaslayabileceği kimsesi olmayan üniversiteli gençler ister en çok. Korumalarımızın arasından sızan katranın kaynağı veya perdeler aralanıp da ortam tekrar güneş yüzü gördüğünde yüzeye çıkacaklar ise elinde kaçtığımız sorumluluk ve bağlılıklardan bin kat daha sert bir tasma ile bize köşeden sırıtıyor olacak.
DALGALARIN ARASINDA KAYBOLAN BENLİĞİM Hayatın bir kara delik misali amansızca beni içine çeken monotonluğundan kurtulup ruhumun eksik parçalarını bulabilmek için kendime kaçış yolları ararım. Bazen bir kalemin, sol yanıma dokunan kelimeleri bazen de bir müzisyenin beni çocukluğuma götüren notaları arasında gezinirken bulurum kendimi. En çok da arabaya atlayıp beni kendim olmaktan uzaklaştıran herkesi ve her şeyi geride bırakıp kendimi deniz kenarına atmayı severim. En büyük kaçamağım her zaman deniz olmuştur. Bunda annemin ellerinden tutarak Muğla sahillerinde attığım ilk adımlarımın mı etkisi daha büyük yoksa babamın odamın duvarlarına çizdiği deniz manzaralarının etkisi mi bilmiyorum. Tek bildiğim kendimi bildim bileli denize âşık olduğum. Ona her baktığımda suya atılan her taş gibi denizin derinliklerine doğru, kalbime gömdüğüm duygularla birlikte yavaş yavaş batıyorum ve sonunda kayboluyorum. Her yolculuğumda başka bir sahile atıyorum kendimi. Bu güzelliğe sadece bir perspektiften bakmanın ona haksızlık olacağını düşünüyorum. Her ne kadar sevsem de onu, koy koy gezdikçe ve aldığı canları gördükçe biraz daha uzaklaşıyorum ondan. Rüzgarın karşısında bir bayrak edasıyla dalgalanan çadırımı, attığım her adımımda ayaklarımda küçük çizikler bırakan, dalgaların gün boyu tokatladığı sivri taşlardan oluşan sahile kuruyorum ve gün doğumundan gün batımına kadar eşlik edebiliyorum denizin ruhumun o el değmemiş köşelerine dokunan sesine. Çünkü sebepsizce ona bağlanmaktan ve ayrılamamaktan korkuyorum. Ardından yavaşça bırakıyorum kendimi denizin serin sularına. Attığım her kulaçta biraz daha uzaklaşıyorum sesini duymaktan tiksindiğim insanlardan. Ne boyumun iki üç katı yüksekliğindeki dalgalar ne de altımdaki gittikçe koyulaşan sular korkutuyor beni. İnsanların iki dudağı arasından çıkan sözler kadar canımı yakamazlar ne de olsa. Biraz önce gölgesinde oturduğum ağaçlar gözden kaybolana kadar aralıksız kulaç atmaya devam ediyorum. Sonunda günlük hayatın karmaşası içinde sesini duymakta zorlandığım ruhum ve ben baş başa kalıyoruz. Saatlerce, anlatmak isteyip de sesini duyuramadıklarını anlatıyor bana. Bense o kadar yabancılaşmışım ki kendime sanki başkasının hikâyesine kulak vermişim gibi hayranlıkla dinliyorum onun kulağıma fısıldadığı her kelimeyi. Hayatıma aldığım her insanla birlikte, kaybettiklerimi hatırlatıyor bana. Gülen yüzlere, sevgi dolu sözlere ve her zaman yanımda olacağını söyleyen insanlara tekrar kanmamam gerektiğini… Güvenmem gereken tek kişinin kendim olduğunu anlıyorum bir kez daha. İnsanların yalanlarıyla ördükleri duvarları yıkıyorum yalnız kaldığım her dakika ve yıkılan her duvarda kelimelerin illüzyonunun etkisinden kurtuluyorum. Kendimi buldukça biraz daha derine gidiyorum. Kimsenin beni bulamayacağı derinliklere…Yine çıktığım uzun soluklu yolculuklarımın birinde çektim her baktığımda farklı duyguların esiri olduğum bu fotoğrafı. Dudaklarımdan bir damla kan süzülmesine sebep olan soğuğuyla bir kış günü Kuşadası’nda gün batımı… Bu sefer diğer yolculuklarımdan farklı olarak kendimi denizin serin sularına bırakamadım. Tırmandım bir kayalığın tepesine, taktım kulaklığımı ve oturup saatlerce bu manzarada kayboldum. Sahile vuran her notayla birlikte suların hikâyesine kulak verdim. Kendimi özgür hissettiğim tek yer olan denizin sularına… Güneş ışınlarının sudaki yansımalarıyla birlikte hayat buldu hikâyeler. İzledikçe fark ettim bunların aslında benim hatırladıkça canımı yakan anılarım olduğunu. Zihnimin derin kuyularından yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladıkça her biri, daha güçlü hissetmeye başladım. Yıllardır kendime yabancılaşmama sebep olan şeyin geçmişimden saklanmak olduğunu anladım. Ben yüzleşmeye korktuğum anılarımdan kaçtıkça benliğimden bir parçayı daha ardımda bırakıyordum. Nefret ettiğimin insanlar değil kendim olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Sahte gülümsemesi ile karşımda dikilmiş ben… Yıllardır aynada gördüğüm yabancının yüzü giderek netleşmeye başlamıştı. Görüntü netleştikçe ruhumun kaybolan parçaları da birer birer gün yüzüne çıkıyordu. Güneşin denizle kucaklaştığı dakikalarda ben de eksik parçalarımı bulmak için yeni manzaralara doğru yelken açıyordum. Görkem AYTENKAYNAKÇA Kuşadası Denizi Görünümü, Aydın. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 25 Ocak 2020.
Kaan Ruhi Aydın 21502872 Ezgiden Gelen Hatıralar Hayata gözlerimi açtığım hastanenin duvarları sayesinde dünyadaki ilk sesi, kendi doğum çığlıklarımı yankılarıyla duymuşum. Okul öncesi yıllarımda da elbette ki koklamaya ya da görmeye dair birtakım duyularım işitmekten daha yetersiz olacaktır ki evde hep müzik çaların başında babamın radyoyu açmasını beklermişim. Hal böyle olacak ki şu yaşımda dahi ben hep tınıların yarattığı o gizeme kapılarak hayrete düşerim. Bir de eserlerini dinledikçe türlü hoş düşüncelere kapıldığım, adından söz edildiğinde dahi heyecanımı doruk noktasına çıkarmayı başarabilen Fazıl Say’ı canlı olarak dinleyeceksem eğer, “Hayrete düştüm.” demek az gelir. Adeta zamanda yolculuk yaptığım o konser esnasında aklıma gelen ilk şey müziğe başladığım yıllardı. Meşin yuvarlağın yıprattığı, bazı yerlerinde yarıklar ve yırtıklar açtığı bir çift eski ayakkabıyı giyiyor olmama rağmen anlamlandıramadığım düzeyde bir şevkle ilkokul yolumun üstünde akordeon ve keman çalan müzisyenlere cebimdeki son harçlığı önlerinde durmaktan eskimiş olan koyu renkli fötr şapkaya doğru attığımı pek iyi hatırlarım. Müzik benim için önemliydi, tıpkı bir gün işten dönerken sırtında gitarla içeri giren babama ışıl ışıl gözlerle baktığım gibi bana bir heyecan katıyordu. İlkokul 2. sınıfta iken daha ilk gitarım boyuma göre uzun fakat heyecanıma göre bir hayli kısaydı. Böylelikle ben de ona yetiştim; onunla birlikte büyüyüp yine onunla birlikte seslendim hayata. Gitar ile tanıştığım yıllardan bu yana müziğe baktığım gibi bakan Fazıl Say’ı dinlemek geçmişe doğru yapılan kısa bir ziyaret gibiydi. İşitmek ve bakmak birbirine karışan iki şey oluyor Fazıl Say çalarken. Tıpkı gitar çalarken de karşımda oluşan hayali insan biçimlerinin seslerini gözlerimle işitirken, yüzlerine de duyma organım ile bakıyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Böylelikle o da gözleriyle konuşmaya başlıyor, artık vücudu kontrolünün dışında mimikler üretiyor. Varsın benim de kaşlarım göğe kadar uzansın, gözlerim de yuvalarından çıkarcasına açılsın deyivermiştim. Bunun yanında mesafeyi kulaklarımla ölçüp hedefime yani parçanın sonuna da odaklanabiliyordum. Yaşamın göz açıp kapayıncaya kadar bittiği süre misali parmakları bir sonraki notayı anımsayıp ilgili vuruşu hazırladığından ötürü artık kulaklarım duymaktan öte görme yetisine iştirak ediyordu. Bu, bana göre iki saate sığdırılmış bir müzik ile yaşamın anlatısıydı. Ezgiler ve nağmeler bir araya gelerek sanki bu dünyada bana mutluluk veren anılarımı anımsatmaktaydı. Müzik derslerinde gitar çalmaktan dolayı parmaklarımın ilk kez nasır tutması veya ailece yaptığımız Anadolu gezimizdeki yorgun uykusuz gözlerim aklıma gelip beni konser esnasında ruhen iyileşmiş hissettiriyordu. İyi ki dinlemeye gelmişim, iyi ki burada bu sanatçıyı tanımışım diyordum. Bunun yanında aklımda beni iyiden iyiye yoran bir kaygı oluşuyordu. Bu kaygı sanki salgıladığım sahte mutluluğa asla dokunmayacak ama içten içe beni zehirleyecek gibiydi. Bunu kendimin uydurduğunu biliyordum, ne de olsa kaygı, 4 yaşındayken Beach Boys albümlerine duyduğum ilgi esnasında ortada yoktu. Farkına varmak çok uzun sürmemişti ki o an konserde dinlediğim müzik belirli bir döneme aitti ve bu dönemde yaşananları bir nevi hissetmeye başlamışım. İçimde uyanan huzursuzluk aslında müziğin acıya ithafıydı. Sonunda acı eşiğim öyle dolmuştu ki artık binlerce kişilik salona sığamıyordum. Bedenim yalnızca 88 adet tuşun tesiri altında bir oraya bir buraya gelipgidiyordu. Üzülmüştüm, keşke böyle olmasaydı dercesine akıyordu gözyaşlarım. Müzik beni yıpratmıştı ve tıpkı Fazıl Say’ın eserlerinde anlatmaya çalıştığı kadar etkilemişti. Öğrencilik yaşlarıma kadar tanımlamaya ihtiyaç duymadığım fakat benim için öneminin farkında olduğum müzik, yalnızca birkaç saatte hayata dair öğütlerini Fazıl Say ile vermişti. Bu etkinliği epeydir bekliyor olmama ve müziği hayatımdan hiç çıkarmamaya özen gösteriyor olsam dahi henüz adını bile duymamış olanlara ve müziğe karşı pek de ilgisi bulunmayanlara müziğin adeta yaşamını betimleyen Fazıl Say’ın bir konserine katılmanızı öneririm. KAYNAKÇA Say, Fazıl. Fazıl Say & Bilkent Oda Orkestrası. Konser. Congresium, Ankara.
HAYATIN YÖRÜNGESİ VE BAZI KAVRAMLAR Zola’nın “Kim Nasıl Ölüyor?” adlı kitabında genel olarak anlatılmak istenen, zengin veya fakir her çeşit insanın sonunun ölüm olduğu. Hayatı nasıl yaşarsak yaşayalım, herkes gibi sonumuz ölüm olacak. İnsanlar toprak olduktan sonra onları yargılayacak olan tanrıyı hayatımda binlerce kez yargıladım ve Zola’nın değindiği bu konu; ölümden sonrasını ve öncesini, tanrı üzerine olan düşüncelerimi tekrar gözden geçirmeme neden oldu. Birçok dinde her şeyi var ettiği söylenen Tanrı, gerçekten var mı? Bence bir şeyi görmeden veya deneyimlemeden o şeyin var olup olmadığını kanıtlayamayacağımızı düşünüyorum. Aynı zamanda da bir şeyin tarafımızdan algılanılamaması onun var olmadığı anlamına gelemez. Çünkü bana göre çok gelişmiş bir varlık değil insanoğlu. Elbette göremediği duyamadığı şeyler var. Bu yüzden var ya da yoktur diyemiyorum tanrı için. Bence söylenen onlarca şeyin doğruluğunu bilme gibi bir ihtimalimiz yok ta ki ölünceye kadar. Eğer tanrı varsa bu sefer de aklımı başka şeyler kurcalamaya başlıyor. Tanrı dünyayı neden yarattı? Bizi dünyaya neden getirdi? Dünyaya gelmekte ki amacımız ne? Hayat diye bir şey neden var? Neden ölüyoruz? Peki ya ölümden sonrası? Dünyaya neden getirildik gibi sorulara geçmeden önce bizim nasıl bir düzenin içinde olduğumuzu bulmam gerekiyordu. Bana göre ruhlarımız binlerce kez farklı bedenler içinde yeniden ve yeniden hayat bulurlar. Belki de bu dünyaya onuncu gelişimdir. Belki ruhum o kadar çok hayat buldu ki, birçok tecrübe edinerek sınırsız tecrübeler edindi. İnsanların kaç yaşında olduğuna bakmaksızın ruhlarımız tecrübeli veya tecrübesiz olabilir. Örneğin, benim yaşım sizin yaşınızdan daha küçüktür ama ben binlerce kez hayat bulmuşumdur ve çeşitli tecrübeler edinmişidir. Bu yüzden sizden daha tecrübeli olabilirim. Hatta tam tersi de olabilir. Bu fikirler netleştikten sonra kafamda beliren soru şu oldu: Bizim hayat bulma amacımız neydi? Dünyaya neden geldik? Bence hayata gözlerimizi açmadan bize unutturulan belli amaçlarımız var ve biz o amaçlara ulaşmak için bu dünyaya bir bedenin içindeki ruh olarak geliyoruz. Sorun şu ki: Amaçlarımızı hatırlamıyoruz, zaten bilseydik bu bir oyunun hilesi gibi olurdu. Oyunun sonunu bilseydik daha çok küçükken ona ulaşmaya çalışırdık ve hedeflerimizi veya hedefimizi kısa bir süre içinde tamamladıktan sonra tekrardan toprak olurduk. Bu böyle sürüp giderdi. Fakat amacımızı bilmediğimiz için öyle bir bilinmezlikte yaşıyoruz, sel alıp bizi nereye götüreceğini bilmeyerek. Belki öğrenmemiz gereken şeyleri öğrendik ve bunlardan dersler çıkardık. Sonucunda ruhumuz yüzleşmesi gereken zorluklarla yüzleşti ve olgunlaştı. Belki de yaşamamız ve sınanmamız gereken hiçbir şeyi yaşamadan öldük. Sonra tekrar bir canlının bedeninde hayat bulduk yaşamadıklarımızı yaşamak için. Bedenimiz ve diğer sahip olduğumuz her şey geçici aslında. Biz var değiliz ki zaten. Evlerimiz, arabalarımız, kariyerimiz de hiç bizim olmadılar. Aslında hepsi hiç var olamamış, insanların yaratmış olduğu, gereğinden fazla değer verilmiş birer kavram. Ailemiz bile bize ait olmayabilir şu kesinliği belirsiz hayatta. Ve bu kavramlar uğruna bekli de hayatımızı harcıyoruz. Bu kavramlara kendimizi adayarak büyük resimde görmemiz gereken şeyleri göremiyoruz. Zola’nın da dediği gibi para (benim içinse para gibi sahip olduğumuzu sandığımız herhangi bir kavram) ölümü zehirlediğinde sonuçları kötü oluyor. Sonucunda ortaya çıkan şey ise öfke. Bakıldığında aslında var olmayan bir şey için edilenkavgalar, dövüşler. Başta para olmak üzere biz yarattık bizim hayatımızı cehenneme çeviren bu kavramları. Okulları kurduk, çalışıp iş sahibi olalım diye. Bu sefer de birbirimizle yarıştırıldık sürekli. Hırs içinde olan insanlar her seferinde birbirlerinden daha da iyi olmak istediler. Hayatlarını stres içinde yaşayanlar ve hayatlarını sonlandıranlar… “Para ölümü zehirlediğinde, ölümden ancak öfke doğar. Tabutların üzerinde dövüşülür.” Zola (27) Biz kendi hayatımızı neden zorlaştırdık ki? Şu koca dünyada ihtiyaçlarımızın hepsi varken para gibi hayatımızı zorlaştıracak zehirli bir maddeyi neden yarattık ve yaptığımız her şey neden ona ulaşmak için? Biz geliştikçe her şey daha zor ve yorucu bir hal aldı. Belki de biz insanların yaşaması gereken ve bu yaşanan zorluklarla dolu hayattan öğrenmesi gereken bir şeyler vardır. Herkes ölünce neyin ne olduğunu görecek nasıl olsa. Bize düşen ise hayatı umarsızca yaşamak. İdil Nur Künkçü Kaynakça Émile Zola. Kim Nasıl Ölüyor? İstanbul: Sel yayıncılık, 2017
Yılmaz Yiğit ÜNVEREN Gerçek Olmayan Bir Gerçeklik İçinde Yaşamaya Çalışmak Afiş: Goldsman, Akiva. A Beautiful Mind. Imagine Entertainment. 2001 Bizi dünyadaki gerçekliğe bağlayan nedir? Peki her gün önümüzde olan biteni görmemizi, hissetmemizi, yorumlamamızı vb. eylemleri gerçekleştirmemizi sağlayan? Beynimiz, daha da spesifik olarak söylemek gerekirse aklımız elbette. Peki ya aklımız bu görevlerinin tam aksine insanı bir hayal dünyasında yaşamaya sevk eder bir hal alırsa başımıza neler gelir? Gerçek olay ve kişilerle olan bağımız nasıl etkilenir? Bunların ve daha nice soruların cevabını John Forbes Nash’in gerçek yaşam öyküsünden uyarlanan “Akıl Oyunları” adlı filmde çok net bir şekilde görebiliyoruz. Hayatını bir bölümünü şizofreni hastalığı ile savaşarak geçiren ve sonunda da kendi üstün zekasıyla bu hastalığı yenen Nash gerçekten bir örnek niteliği taşıyor bizler için. Filmi izlemeye başlamadan önce bir ön araştırma yapmamış olmam belki de izlediğimden bu kadar etkilenmemin en önemli nedeni oldu. Konuyu tam olarak bilmediğim için filmin yarısına kadar ben de o gerçek dışı karakterlerin ve olayların doğrultusunda kendimi kaptırmıştım, ta ki işin aslını kavrayıncaya kadar. Benim ve benim gibi izleyicilerin bu şekilde şaşırtılması kesinlikle bir senaryo ve hikaye başarısıdır bana göre. Üniversite hayatınız boyunca her derdinizi paylaştığınız, birlikte zaman geçirdiğiniz insanın hiç yaşamamış olması ya da yıllarca tuttuğunuz sırların aslında kendi içinizde ürettiğiniz unsurlar olduğunu düşünün. Kendi kendinize kurduğunuz bir evrende yaşamaya çalışmaktan başka ne denebilir ki böyle bir hayata? Evet belki hoşuna gidebilir insanın yaşadığına inandığı şeyler ama kişisel gerçekliğine zarar verdiği de yadsınamaz bir doğru.Karakterimizin yaşadığı sorunlar kendi hayal dünyasının da dışına çıkıyor ister istemez. Zaten çıkmaması sürpriz olurdu. Asıl sorun olan kısım da bu zaten. Var olmayana inanmak insanı var olandan da uzaklaştırıyor ve elinizde hiçbir şey kalmıyor sonuç olarak. Ne güvendiğiniz biri, ne bir arkadaş, ne de bir aşk… Ardından da her şey daha da zorlaşıyor. Böylece sonsuz ve iyice içinden çıkılmaz bir döngüye giriyorsunuz. Şimdi de yıllardır yaşadığınız çoğu olayın bir yalandan ibaret olduğunun size söylendiğini hayal edin. Elbette ilk etapta inanmazsınız, inkar edersiniz. Uzun bir süreçten sonra durumu kabullenseniz bile etkilerinden kurtulamazsınız. Tanıştığınız bazı kişiler hakkında “Acaba gerçekten varlar mı yoksa bunlar da aklımın bir oyunu mu?” dersiniz. Hayatı normalleştirmek ve yeni insanlar tanımak büyük bir azim ister bu noktada. John Nash ise bu konuda son derece kararlı bir şekilde mücadelesini veriyor ve zor geçen günlerin ardından mutluluğa ulaşıyor. Elbette her duruma uyarlamak için pek uygun bir örnek olmasa da yine de her zorluğun üstesinden gelmenin tamamen insanın kendi ile alakalı olduğu hakkında bize çok önemli bir kanıt olabilir Nash. Özetlemem gerekirse Şizofreni gibi akıl sağlığımızı ciddi bir şekilde etkileyen hastalıktan bile yine aklımız aracılığıyla çıkmamız imkansız değil. Daha da genel olarak Önümüze ne engel çıkarsa çıksın her zaman düşünerek, mantık kurarak aşabiliriz bu engelleri. Elbette John Nash gibi Nobel ödüllü bir dahi kadar zihnimizi kontrol etmemiz mümkün olmayabilir ama bu az önce bahsettiğim çıkarımı etkilemiyor elbette. Eğer siz de aklımızın bize oynayabileceği oyunları ve ardından yaşayabileceğimiz mücadelenin bir örneğini görmek isterseniz “A Beautiful Mind” kaçırmamanız gereken filmler listenizde zirveleri zorlayabilecek ve bu niteliğini de bir Oscar ödülü ile süslemiş muazzam bir yapım. Kaynakça: Goldsman, Akiva. A Beautiful Mind. Imagine Entertainment. 2001
Yok Daha Neler! “Yok daha neler” insanların belki de şu sıralar en çok kullandığı, gerçekleşmesi çok zor olan olaylar için söylenen söz öbeği. Kimi insanlar sınavdan beklemediği bir notu aldığında söyler bu sözü, kimileri de çevresindeki insanların aldığı kararları duyunca. Bu bazen birinin meslek seçimi bazen bir evlilik kararı bazen de bir üniversite tercihi olabilir. Tabii tüm bu örnekler normal koşullarda yaşayan insanlar için geçerlidir. Yani gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlar. Ancak gelişmiş ülkelerde yaşayan insanların „yok daha nelerleri‟ bu şekilde olabilir. Bir de madalyonun öteki yüzü var: Gelişmemiş veyahut gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanların durumu. Haftasonu okuduğum „Çin artık vatandaşlarını puanlandırıp ona göre hizmet verecek‟ haberinden sonra oturup bir hayli düşündüm bu konuyu ve yine ağzımdan o sözcükler çıktı, „yok daha neler‟. Daha sonra ise bu söz öbeğini en son ne zaman yakın çevrem için kullandığımı gözümün önüne getirdim. Aklıma sadece bir örnek geldi. Uzun yıllardır yaşadığı şehri bırakıp, tayinini isteyen Hüseyin Amca. Halbuki hayatımı ve direkt olarak beni etkileyen o kadar olay çok vardı ki şaşırdığım. Hiçbiri bizim inisiyatifimizde gerçekleşmiyordu ve biz sadece bakıyorduk. Ortada büyük bir adaletsizlik olduğu kesindi. Keza Çin‟deki vatandaşlar için de öyle. Bir sabah kalktığınızda ülkeniz sizi puanlandırmaya başlıyor üstelik bu puanlara göre size hizmet sunuyor! Yok daha neler dediğinizi duyar gibiyim. Maalesef öyle yok daha neler. Tüm bunları sessizce izledikten sonra diğer ülkelerde yaşayan insanları içten içe kıskandım. Toplumsal olaylarla yükselen adrenalin seviyesindense, yaptığım macera sporları sayesinde yükselen adrenalin seviyesini yeğlerdim veya hiçbir ilgim yokken şaşıracağım bir olaydansa kendi yaptığım bir tercihin sonucuna şaşırmak isterdim. Bahsettiğim gelişmiş ülkelerde yaşayan kişilerin bu hakları vardı. Bunu düşünürken aklıma çok ilginç bir ayrıntı geldi. Hiç yabancı bir ülkeden gelen birinin mimiklerini veya jestlerini incelediniz mi? Ne kadar da doğal ve vurgulu olduğunu fark etmeniz çok vaktinizi almayacaktır. Şaşırdıklarında veyahut mutlu olduklarında o ifadeyi yüzlerinde dolu dolu görebilirsiniz. Bunun sebebinin yaşadıkları şartlara bağlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendilerine ait sevinçleri ve „yok daha nelerleri‟ var. Tabiri caizse ilk elden ulaşıyorlar şaşkınlığa ve sevince. Bir de bizler varız tabii. Şaşırdığında ne yapacağını bilemeyenler veya sevindiğine şaşıranlar... Bunun sebebinin ne olduğu çok açıktı. Bir taraf layıkıyla yaşamanın yollarını düşünürken diğer taraf hayat standartlarını nasıl yükselteceğini planlıyordu. Bir taraf puanlandırılırken diğer taraf puanlandırıyordu. Evet bu satırları insanlar okurken bile etkisinde olacağımız ve bizim elimizde olmadan gelişen olaylar olacak. Sonra yine aynı kelimeleri söyleyeceğiz „yok daha neler‟. Bir haber okuduktan sonra bu düşüncelere kapılacağım hiç aklıma gelmemişti. Zira oldukça etkilenmiştim. Bir yandan da çaresizlik duygusunun bedenimi kemirmeye başladığını hissediyordum. Tüm bu yaşananları sadece kaderin bir oyunu diyip rafa kaldıramazdım. Biraz daha fazla düşündüm üzerinde. Belki de tüm bu tablo diğer insanlara, sorgulamalarının bir armağanıydı. Kaderimiz demekse bizlerin koskoca bir yalanı. Gorki‟nin de dediği gibi; bazen yalan, insanın özünü gerçeklerden daha çok açığa vurur. Bizim özümüzdeki tembelliklerin ve sorgulama yetisinin yoksunluğu bu günleri yaşatıyordu bize. Her „yok daha neler‟ dedikten sonra birazcık düşünmediğimiz için bir sonraki şaşkınlığı bekliyorduk daha diğerinin etkisinden çıkmadan. Acaba ve neden kelimelerini kullanmamanın ceremesini çekiyorduk belli ki.Kafamdaki bu soruları dile getirdiğim yazıyı bir temenniyle tamamlamak istiyorum. Umarım tüm bu yaşanılanları geride bıraktığımız ve diğer ülkelerdeki insanlar gibi şaşırabileceğimiz günler gelir. Ve bir daha sebebi olmadığımız olaylar için ‘yok daha neler’ demeyiz. Muhammed Aykan Koçak
Koñur Alp Yıldızkan BEN ZOR YOLU ALAYIM İki yıl önce yaz başlarında kaya tırmanışı yaparken on metrelik bir kayadan yüzüstü düşmüştüm. Kollarımı ve sol bacağımı kırmış, beyin kanaması geçirmiştim. Bir yıla yakın bir süre hastanede yatmam beklenirken, iki ayda taburcu olmayı başarmıştım. Okulların açılmasına da iki hafta kalmıştı. Yatılı olan okuluma dönmek için sabırsızlanıyordum. Ancak babam okuldaki kaydımı donduracağını söyledi. Nedeni ise bu halde iken yatılı okula gidersem çok zorlanacak olmammış. Babama çok sevdiğim bir şarkının adını kullanarak yanıt verdim: “No Easy Way Out.”1 “No Easy Way Out” 1985’te piyasaya çıkmış bir rock şarkısıdır. Şarkının sözleri insana umutsuzluk verecek cinstendir. Özellikle nakaratında kolay hiçbir yol olmadığı için pes etmek gerektiğinden bahsedilmesi şarkının olumsuz bir hava yaratması için yeterlidir (“No Easy Way Out” 1985). Zaten bu yüzden Rocky IV filminde hayatının en umutsuz anında Rocky ne yapacağını düşünürken çalar bu şarkı (Rocky IV 1985). Ancak her ne kadar olumsuz sözlere sahip olsa da, bu şarkı beni mücadele etmeye devam etmem konusunda en çok gaza getiren şarkıdır da aynı zamanda. Bunun nedeni ise şarkının sözlerine birçok insanın bakmadığı bir açıdan bakıyor olmam. Bir işin hiçbir kolay yolu olmadığı söylendiğinde ve yetmezmiş gibi, pes etmenin kötü bir fikir olmadığı belirtildiğinde insanların birçoğu pes etmeye yöneliyor. Çünkü pes etmenin kötü olmadığı söylenmişken zor bir iş için çok fazla emek harcamak anlamlı gelmiyor onlara. “No Easy Way Out”un yaptığı da tam olarak bu. İnsanların yaptıkları işin hiçbir kolay yanı yokmuş gibi davranıp ardından da bu insanları pes etmeye teşvik etmek... Ancak bu şarkı bana işleyemiyor. Çünkü bana birisi hiçbir yolun kolay olmadığını söylediği zaman 1 No easy way out: Kolay bir yol yokbaşaramayacağım korkusu ile daha da çok mücadele etmeye başlıyorum. Pes edebileceğim söylendiğinde ise bunu bir tavsiye olarak değil de, bir küçümseme olarak algılıyor ve inadına iyice gayret ediyorum. Bu bakış açısından dolayı, hayatımda dinlediğim en umutsuz şarkılardan biri olan bu şarkı motivasyon şarkım oluveriyor. Şarkıya verdiğim tepkinin bu şekilde olmasının nedeni, diğer insanlardan üstün olmam değil tabii ki. Tepkimi farklı yapan şey, geçmişte yaşadıklarım. Küçükken ben de kolay olmayan yollar görünce pes etmeyi tercih ederdim. Ancak kayalıklardan yuvarlanıp hastanelik olduğumda fark ettim ki bazen pes etme seçeneği olmuyor insanın. Hastanede yatarken burnumdan beyin sıvım akıyordu. Beyin zarım yırtılmıştı çünkü kafamı yere vurduğumda. Acilen beyin ameliyatı olmazsam yatalak bir halde, sürekli korkunç baş ağrıları çekerek yaşamıma devam edecektim. Kolay olmayan bir yoldu bu. Beyin ameliyatı ise aşırı tehlikeliydi. Ölümümle veya felç kalmamla sonuçlanacaktı büyük olasılıkla. Kolay olmayan başka bir yoldu bu da. Pes etme seçeneğim de yoktu. Ameliyat olmak ya da olmamaktan birini seçmek zorundaydım. Ameliyat olmayı seçtim. Ölümcül beyin ameliyatıma saniyeler kala bile o kadar rahat ve mutluydum ki... Çünkü kendimi rahatlatmak için kafamda şarkının adını tekrar ediyordum: “No Easy Way Out.” Girdiğim yol çok zordu ancak yanlış bir yol değildi. Çünkü zaten seçebileceğim bütün yollar çok zordu ve pes etme şansım yoktu. Hiç öyle görünmese de aslında çok şanslıydım bu kazayı geçirdiğim için. Çünkü zorluklarla korkmadan savaşmamı sağlayan bir bakış açısı kazanmıştım. Bence herkesin sahip olması gereken bir bakış açısı bu. İnsanlar pes etme şansına sahip olmalarına güvense de aslında bir yerden sonra pes etme şansları kalmayabilir. Beyin ameliyatı örneğim kadar uç örneklere de gerek yok bunun için. Sürekli pes eden bir insan önüne çıkan bütün fırsatlardan kaçar ve hiçbir şey kazanamaz yaşama dair. Böylece yaşamı iyice zorlaşır ve pes etme şansıkalmaz çünkü pes ede ede vardığı nokta bile zor bir yola dönüşmüştür. En basit yaşamlarda bile bu sonuç çıkabileceği için çok önemli bir bakış açısı bendeki bakış açısı. Yaşamı hiç bitmeyen bir mücadele gibi gösteriyor diye bu bakış açısından kaçanlar olabilir. Ancak bence bu bakış açısı yaşamı bu şekilde göstermiyor. Yaşam zaten hiç bitmeyen bir mücadele bence. Bu bakış açısı yalnızca gözlerimizi açıp bunu görmemizi sağlıyor. Beyin ameliyatımla beraber yaşayış şeklim kökten değişti. O an yaşadıklarım ve hissettiklerimden sonra yapacağım her türlü işte pes etmem imkansızmış gibi davranmaya başladım. İçimden, “Bunu yapacağım. Çok zor olabilir ancak seçeneklerimden hiçbiri kolay değil. Hayat kolay değil” diyordum artık bir işe başlarken. Bu düşünce tarzının bana çok büyük artıları oldu. Şaşı, derinlik algısı olmayan ve yarı yarıya kör bir insan olmama rağmen en büyük hayallerimden biri olan jonglörlüğü öğrenmeyi başardım. Bacaklarım iyileştikten çok kısa bir süre sonra beden eğitimi derslerine katılıp sağlıklı arkadaşlarımın bazılarından bile daha uzun süre koşarak bacaklarımı çok kısa sürede güçlendirdim. İçlerinden en gurur duyduğum hareketim ise babamı dinlemeyip hastaneden taburcu olduktan yalnızca iki hafta sonra yatılı okuluma geri dönmemdi. Bunu yaparak geçirdiğim kazanın etkilerini çabucak atlatmayı başarmıştım. Başlangıçta hiç kolay olmamıştı tabii okul benim için. Sürekli rahatsızlanıyor ve revire götürülüyordum, dayanılmaz fiziksel acılar çekiyordum ve okul hayatına ayak uydurmakta aşırı derecede zorlanıyordum. Tabii ki zorlanacaktım. Bu yolu seçmeden önce de söylemiştim zaten: “No Easy Way Out”. KAYNAKÇA Robert Tepper. “No Easy Way Out” Rocky IV Soundtrack. DGC, 1985. CD. Rocky IV. Yön. Sylvester Stallone. Çev. Şebnem Özgür. 1985. Wyoming, United Artists, 1985.
İlkiz Keskin UZAK MESAFE İLİŞKİSİ “Kumanda bile 8 metreden sonra çekmez!” diye bir tabirle eleştirilir uzak mesafe ilişkisi. Halbuki cennetteki eşini özleyen adama sormalı uzak mesafe ilişkisi nedir diye. En güzel anlarında yanında fiziksel olarak sevdiğinin varlığını hissedemediğin, burnunda tüttüğünde, sarılmak istediğinde çabuk erişemediğin ama ruhen varlığını hemen yanında, kalbin kadar uzandığında hissettiğin bir durum bu mesafeler arası ilişki. Bu ilişki türüne mensup insanlar bilir; saatler boyunca seyahat etmek ucunda sevdiğin olunca güzel ve çekilesidir ve kargoyla gelen ufak bir hediyenin bile sevdiğinin kokusunu getirmesi en büyük hediyedir. Telefon anlamını ancak sevdiğin arayınca kazanır ve her sabah mesajla uyandırdığın kişiye ancak gün sayarak kavuşabilirsin. Her ne kadar olumsuz düşünülse de birkaç iyi yanı var tabii ki bu uzak mesafe ilişkisinin. 20-30 yıl öncesine nazaran tabii ki biraz daha kolaylaştı bu işler. Günümüz teknolojisi mesafeleri üzercesine geliştiğinden uzak mesafe ilişkisinin getirileri daha katlanılır bir hâl alıyor. Önceden bir sevgili bir mektubu günler, haftalar hatta belki aylar boyunca bekler, sonrasında bir sayfa mektupla özlemini gidermeyi denerdi, buna mecbur kalır ve bununla yetinmeyi denerdi. Şimdi ise bir mesaja cevap vermesi saniyeler en olmadı dakikalar alıyor. Burnunda tüten sevgiliye ulaşması günler değil, sadece birkaç saatini alıyor. Otobüsle, trenle gittiğin yolu uçakla ışınlanırcasına arşınlamak artık çocuk oyuncağı. Kısacası “gözden ırak olan gönülden de ırak olur.” sözü anlamını birazcık yitiriyor. Teknoloji burada uzak mesafenin düşmanı, iki sevgilinin dostu ve bir uzak mesafe ilişkisinin en iyi yanlardan biri oluyor. En güzel iyi yanlarından bir diğeri ise uzaktaki sevgili ile her an her dakika görüşülmediği için sürekli kendine bakmak ve iyi görünmek zorunda olmamak. Tabii ki kendini salmak ve bakımsızlıktan ölmeye yüz tutmaktan bahsetmiyorum. Arada tembellik yapıp saçlara fön çekmemek, makyaj yapmamak gibi durumlardan bahsediyorum. Diğer iyi yanı ise sürekli vaktini sevdiğine ayırmak zorunda kalmadığın için kendi hobilerine, ailene, arkadaşlarına ayıracak vaktin haliyle bir fazla oluyor. Son olarak en sevimli ve iç ısıtan iyi yanı ise sevdiğini beklediğin günlerde kavuştuğunuz vakit neler yapacağınızın hayalini kurup nereleri gezeceğinizin araştırmasını yapmak. Onunla yeni yerler keşfetmek, daha önce gezip görsen bile onunla yeniden ilk defa görüyormuşçasına, farklı bir gözle bakmak hiçbir şey ile değiştirilemez. Günler kala yaşanılan heyecan ve tatlı telaş ise ilişkiyi taze tutan ve canlılık katan en güzel duygulardan biri denilebilir. Şimdi bunların hepsi sevgilisinden uzak zatın kendini avutma şekilleri denilebilir. Fakat bence böyle görülmemeli, her ilişki türünde olan avantajlar gibi bu tür ilişkilerin avantajları da bunlardır denilmelidir. Kısacası hayatın uzaktan sevince de güzel olduğu bilinmelidir. Herkesin harcı değildir uzaktan sevmek, içinde hiç bitmeyen bir özlemle yaşamak. Tabii ki herkes sevdiğini yanında ister- kimse deli değil sonuçta bu durumdan zevk alsın-. Bir uzak mesafe ilişkisinin her türlü zorluğuna katlanabilen cesur yüreklerin ise sadece kendi bildiği bu iyi yanlar, ilişkinin gizli formülü, kimsenin bilmediği saklı bir elementi gibidir. Fakat en nihayetinde sevmek mesafeyle ölçülmez, sevginin gücü mesafelerle azalmaz, builişki kimisine zor kimisine kolay gelir ve bu konu ise asla tartışılmaz. “Biz yan yana mutluyuz arkadaşım mesafe bize dokunmasın!” diyene mutluluklar dilemeyi, “Kavuşacağımız anı beklemek bize en büyük ödül!” diyene ise sabır dilemeyi, cesaretini ve cesurluğunu takdir etmeyi ve beraber nice mutluluklara demeyi boynumun borcu bilirim. Unutulmasın ki sevgi her zorluğu aşmayı başarabilen en güçlü duygudur ve insana cesaretini kazandıran tek gerçek histir. Eğer sevgi gerçek ise mesafeleri ateşin buzu yakıp yok ettiği gibi yok edecek ve yan yana olmadan da birine ait olunabildiğini kanıtlayacaktır.
SEYİRCİ Kitap listesinden kendime uygun kitapları seçmeye çalışırken buldum “Olağanüstü bir Gece”yi. Açıkçası kitabı kısa olduğu için aldım. Hemen okuyup yazarım diye düşündüm. Seçtiğim kitapları okumadan geçmek istemiyordum. Kaçırmak istemiyordum onları fakat bu, nedenini bilmiyorum ama Bilkent’e geldiğimden beri çok kez yapmış olduğum bir şeydi. Karar verdim. Bu kez yarım kalmış bir kitap daha bırakmayacaktım. Bu yüzden bu kitabı aldım. Kitaptaki kahraman lüks hayatının içinde kaybolup gitmiş biri. Duyguların getirdiği heyecanını yaşamayı unutmuş.. Bunun farkına varması zaman alsa da hayatını değiştirecek o günüyaşayabiliyor en sonunda. Kitabı sevmemin nedenlerinden biri de karakterle, tümüyle olmasa da çoğunlukla, aynı istekleri paylaşmam: Hayatı “tam anlamıyla” yaşamak ve tekdüzelikten kurtulmak... Duygusuz geçen yaşam, hayatın bize sunduklarını kaçırmamıza neden oluyor. Gözümüzün önünde, apaçık bir şekilde duran şeyleri görmezden gelmeye başlıyoruz. Geçip gidiyor günlerimiz. Sıradanlaşıyor ve biz bunun farkına bile varamıyoruz. Arkamıza dönüp baktığımızda başkalarına anlatabilecek bir anı bile bulamamışsak yaşamımız elimizden kayıp gidiyor olabilir. Bu yüzden korkusuzca yaşamak gerekir Bir hareketin üzerinde çok fazla düşünmek bize pek bir şey katmaz. Hatta vakit kaybıdır. Hayatımızı her zaman güvenceye alamayız. Her hareketimizle planlamaya çalışırsak tesadüflerin ve sürprizlerin getirdiği mutluluğu tadamayız hiçbir zaman. Hem neden güvenceye almaya çalışalım ki? Neden bunu yapıyoruz? Pişman olmamak için mi? Pişman olmamak mümkün müdür gerçekten? Bana göre bir insan “ben hiç pişman olmadım bu hayatta” diyorsa, hayatı yaşamamıştır. Korkaktır hatta. Binlerce kez pişman olandan daha korkaktır. Risk almamıştır çünkü. Kendi seçtiği hayatı yaşamaz, önüne sunulan hayatı yaşar ve bunu sanki kendi seçimiymiş gibi anlatır. Kayıp hayatını sanki kendi seçmiş gibi benimser. Kendini bile inandırmıştır hatta belki buna. İşte bu durum bence en tehlikelisi. Farkına varmadan gelip geçen günlerine son verme şansı yoktur artık ancak eğer farkına varırsak işte o zaman şanslıyızdır. Her şey farkındalıkla da bitmiyor maalesef. Farkındalık sadece ilk adım. Zor olan harekete geçebilmek. Harekete geçmek için gereken o zor ama en gerekli adımı attıktan sonra gerisinin kendiliğinden gelişeceğini düşünüyorum. Kitaptaki ana kahraman bunu başarabilen insanlara iyi bir örnek. İlk adımı kötülük yapmak olsa da yine de bir adım. Kötülük yapınca içindeki kıpırtı ona yaşamaya devam ettiğini hatırlatıyor. Kötücül bir duygu yaşamasına karşın, bu duygunun getirdiği heyecanın peşinden gidiyor. Öğle vakti başlayan buheyecan akşama kadar devam ediyor. Sürüklüyor onu. Peş peşe yaşanacak olan olayların başlamasına öncülük ediyor. Yaşama olan bakış açısı değişiyor en sonunda. Kitabı okurken kendi yaşadığım bir olayı hatırlattı kahramanın başından geçenler. Bakış açımı çoğunlukla değiştiren ilk olay yalnızlık, ikincisi de heyecandı. Yalnızlık olaylara dışarıdan bir seyirci gibi bakabilmemi sağladı. Bir an için yaşamımdan sıyrılıp ona yukarıdan bakabilme ve onu eleştirebilme fırsatı verdi bana, kahraman da bunu yapabilmiş biri; Heyecan da kendimi geliştirmemi sağladı. Korkmamak için zorladım o an kendimi. Pişmanlıktan korkmamak için, fakat ben sadece farkına varıp adım atmaya karar verme aşamasında kaldım. Her ne kadar pişman olmaktan korkmamak gerekir; hayatı tam anlamıyla, korkusuzca yaşamalıyız desem de bunu uygulayabilmeye en çok özenen insanlardan biriyim. İçimdeki sürekli susmak bilmeyen eleştirel yanı ortadan kaldırabilmeyi çok istesem de yapamadım bunu hiçbir zaman. Bu yanı içimde tutmaya devam etmem de hayatın hepsini değil ama birazını elimden kaçırmama neden oldu. Şuan ki hayatımı kum taneleri gibi düşünüyorum. Parmaklarım açık elimde tutuyorum. Birazı parmaklarımın arasından kayıp gitmiş olsa da avcumun içindekileri hala kaybetmedim. Kalanları kaybetmemek için de gereken cesaretin içimde olduğunu biliyorum, tıpkı “Olağanüstü bir Gece”deki kahramanda olduğu gibi. Aslınur İnalcı
Ş. Nesrin Yılmaz 21602763 Gökkuşağının Üzerinde Bir Yer Her sabah yeni bir güne uyanıyoruz. Bazen daha mutlu olduğumuz bir gün oluyor bu, bazen de daha çekilmez hislerle karşılıyoruz güneşi. Haftalık yapılacak işler, sorumluluklarımız derken günler birbiri ardınca sıralanıyor farkında bile olmuyoruz. Her sabah sanki bir simülasyonun içine uyanmış gibiyiz. Günlerin birbirinden hiçbir farkı olmuyor. Fakat bir noktada kendimizi rahatsız hissediyoruz. Başka bir şey istiyor ruhumuz, onu doyuramıyoruz. Bu yüzden benim gibiler hayatın çekilmez yönlerinden anlık kaçışlar için güzel bir melodinin, iyi çekilmiş bir film sahnesinin ya da keyifli bir şiir dizesinin müptelası oluyor. Belki bir anlığına da olsa hayatımızın gerçeklerinden, sıkıcı rutinimizin içinden çıkıp her şeyin daha romantik gözüktüğü o hayallere dalmak bizi motive ediyor. Aslında bir noktada kendimizi kandırıyoruz. Her şeyin masalsı olduğu, hayatın pürüzlerinin olmadığı, sonunda mutlu sona erişildiği o dünyada hayal ediyoruz kendimizi. Bu farkındalığa aslında bir gün arkadaşımla evimizin mutfağında oturduğumuz ve o gün bizi üzen bir konudan bahsettiğimiz bir anda yan dairemizden gelen matkap sesiyle birlikte ulaştım. O matkap sesi işte hayatın o çirkin yanını bana hatırlattı. Aynı şekilde bir işini halletmeye gittiğinde saatlerce beklediğin sıra, bir iş görüşmesinde takınmak zorunda olduğun o tavır bunların hepsi hayatın pürüzlü yönleri aslında. Hayatımızın bir film olmadığı, her şeyin yolunda gitmediği ve çoğu zaman mutlu sona bağlanmadığı, mucizevi şeylerin olmadığı bir dünyada yaşadığımızı hatırlatıyor bize bu küçük pürüzlü detaylar. O zaman hayal kırıklığına uğruyoruz belki. Bazıları hayatın bu yönünü reddediyor, onlara çekilmez geliyor bu. İsyan ediyorlar. Bazıları da çok çabuk kabulleniyor ve ona göre yaşıyor ama içlerindeki sevinci kaybediyorlar. İşte ben tam bu noktada her ikisini de tercih etmediğim bir yerden yaklaşmanın doğru olduğuna inanıyorum. Başımıza bizi çok yıkacak bir şey de gelse dünyayı durduramıyoruz. Kalkıp en basit şekliyle mutfaktaki bulaşıkları yıkamamız gerekiyor mesela. Benim fikrime göre hayatın bu gidişatını reddetmeden kendimize küçük mutluluklar bulabiliriz. Ruhumuzu besleyen, bizi büyülü bir dünyanın varlığına inandıran ve anlık mutlu eden küçük şeylerden asla vazgeçmemeliyiz. Tamamen o büyülü şeylerin içinde kaybolmadan yani gerçek hayatın bu olmadığı gerçeğine isyan etmeden ve bunun için acı çekmeden vakur bir şekilde bu durumu kabullenip anlık olarak mutlu olabiliriz. Mutlu olmak dediğimiz şey aslında o küçük anlarda gizli hep. Sürekli hissedilebilen bir şey değil, anlık bir duygu. Bazen bir kahkaha bazen bir beste bazen de bir söz. Geçenlerde yine kendimi biraz olsun gerçek dünyadan uzaklaştırmak için Judy Garland’ın hayatının anlatıldığı “Judy” filmini izledim. Bana tekrar bu hislerimi hatırlattı. Filmin final sahnesinde Judy Garland’ın söylediği “Somewhere over the rainbow” şarkısı beni çok etkiledi. Şarkı sözlerinde gökkuşağının üzerinde kurmaya bile cesaret edemediğimiz düşlerimizin gerçek olduğu bir yere olan özlem dile getiriliyordu. Bu şarkı bana aslında günlük olarak yaptığımız her şeyi düşündürttü. Aynen hepimizin hissettiği gibi şarkı sözlerinde de yine hiçbir zaman elde edemeyeceğinin hüznüyle masalsı bir dünya hayal ediliyordu. Daha önce de söylediğim gibi bir müziği dinlediğimizde bizi gerçek hayattan beş dakikalığına dışarı çıkaran, pürüzlü detaylardan uzaklaştıran, her dileğin gerçek olduğu bir dünya hayal ediliyordu. Yani aslında bütün bu düşüncelerimi Judy Garland’ın muhteşem sesiyle ve bestesiyle bir şarkıda buldum. Kanımca, hepimizin hayata devam edebilmesi için ihtiyacımız olan umut bu küçük ruhumuzu besleyen detaylarda saklı. Hayata acımasızca ve fazla realist bir şekilde bakmadan, ondan beklentilerimizi düşürerek ve fakat küçük hayallerimizden ve romantik düşlerimizden de onların gerçekleşip gerçekleşmemesini önemsemeden vazgeçmeyerek daha mutlu anlar yakalayabileceğimiz bir hayat yaşayabileceğimize bütün kalbimle inanıyorum. Belki hiçbir zaman gökkuşağının üzerindeki o yerde yaşayamayacağız ama istersek kısa süreli de olsa oraya kaçıp kendimizi dinlendirebiliriz.Ş. Nesrin Yılmaz 21602763 Kaynakça GOOLD, Rupert (Yön.).” Judy” . BBC Films, Birleşik Krallık 2019. GARLAND, Judy . “Somewhere over the rainbow”. The Wizard of Oz Soundtrack. 1939.
KALPAK-1 SERKAN BURAK KALPAK 21302547 TURK 101-22 ALİ TURAN GÖRGÜ 11.11.2014 EY SEBEB-İ AŞK! Tufandan Çıkan Bir tufandan bahsediyor Rasim Özdenören. Tufandan çıkan insana ne olur? Her şeyini kaybetmiş midir? Tufanı her adımında hissederek, vücudunda onun vermiş olduğu yaraları taşıyan bu insan, elbette bir korunağa ve barınağa ihtiyaç duyar. Peki, mana aleminde de böyle midir yaşanan? Tufanı her kalp atışında hissederek, ruhunda ve fikrinde onun sebep olduğu acıları taşıyan bu insan, elbette bedeni gibi ruhunu da korumak zorundadır. Ona da bir barınak bulmak zorundadır. Bu insan önce kendini arayacaktır. Murâdı elbette ruhuna derman olmaktır. Kitap o zaman anlam kazanacak ve “Aşkın Diyalektiği” o zaman okunmaya ve yaşanmaya değer olacaktır. Lakin yaşamak için önce yola çıkmak lazımdır. Kendini Arayan Sorduklarında tek cevabı vardı her zaman. Yine sordular ve “Hiç...” dedi. Kim olduğunu soruyorlardı ona, bile bile yaparcasına. Aynı cevabı alıyorlardı her defasında ama soruyorlardı işte. Diğerlerinden çok farklıydı çünkü o. Hiç kimse bir hiç olduğunu kabul etmezdi ama inkar da etmezdi bir hiç uğruna yaşadığını. Yanlış anlamayın, elbette kimse “Hiç uğruna yaşıyorum.” demez, ağzından çıkıverir sadece. O ise, hiç olduğunu daha başından kabul etmiş ve hayatını hiçler uğruna tüketmemişti. Ne demekti bu? Arkadaşları manasız bakarken ve bazen sadece gülerken, o hangi alemdeydi? Neden bu kadar takılmıştı bu kelimeye? Hiç olan insan, hayatını hiçler uğruna tüketmezken; kendisine hiç demeyenler veya diyemeyenler, hiç uğruna mı yaşıyordu? Sordular yine: “Arkadaş, anlat hele, hiç ne demek?”KALPAK-2 “Peki.” dedi ve başladı anlatmaya. Konuşmazdı pek, zira bilirdi ki lisan-ı hâldir en güzel yemek, nasihate aç olana. Bahçede gezinmeye başladı. Arkadaşları onu izliyordu o sırada. Birkaç kişiye birşeyler sordu yakından, yüksek sesle: “Nasılsınız, ne yapıyorsunuz?” Cevap beklenmedikti kenardakiler için. Farklı kişilerden aynı cevap gelmişti. Hepsi de “Hiç...” demişti. Cevap verenler sordu bu sefer bizimkine. Arkadaşlarıma bir şey anlatıyorum dedi ve kenara geldi. “Yetmez mi?” diye sordu. Şaşkın bakışlar gördü en son, cevapsız kalmıştı sorusu. Belki de manasız bakışlar, en manidar cevaptı bu soruya. Bilmiyordu ya da bilmezlikten gelmişti. Sonra “İçeri geçiyorum, görüşürüz.” dedi ve sınıfa doğru gitti. Evet, okulda olmuştu bütün bu olanlar. Gençlik... Hiç uğruna yaşayan insanlar... Peki ama neydi okulda bize öğretilenler? Ne için yaşadığımızı bilmiyorsak, nedir elde eldilenler? Yaşıyorsa bir insan ne kaybetmiş ya da yaşamıyorsa ne kazanmıştır? Yaşamak diyorum. Hayata gelmek yeterli bir sebep mi bunun için? Ben yaşamaktan bahsediyorum. Tıpkı bu çocuk gibi. “Hiç...” deyip geçmediğim ve sadece kendimi bulmak için bana verilmiş olan nimetten bahsediyorum. Ne için kendimi arıyorum ve niye verilmiş bu nimet bana? Öğrenmek istiyorum. Herkes aradığına sevgili demez mi veya demese bile sevgili o değil midir aslında? Peki, sevgiliyi sevgili yapan şey ne? Sevgiliye giden yol kendinde mi gizli insanın? Şimdi daha iyi anlıyorum ve her zerremi düşünüp onun yerine koyuyorum. Ben kendimde gizlenen o’nu ve o’nda gizlenmiş olan kendimi arıyorum. Ben o olduğunda oluyorum ve olmadığında yanıyorum. Sevgili olmadan ben olamadığım için, yani tek başıma varlığıma mana veremediğim için, bana kim olduğumu sorduklarında, sadece “Hiç...” diyorum. Ne yaşadığımı merak edenlere tufandan bahsetmiyorum ve “Aşk...” deyip geçiyorum. Leylalaşan Dünya Bir gün kantinde sohbet ediyorlardı yine. “Bize iki tost, iki de çay Ziya abi.” diye bağırdı bizimki. Ziya adı gibiydi onlar için, bir kantinciden öteydi. Işıktı adeta, şiir gibiydi sözleri. “Gençler, sofranızda bize de yer var mı?” diye sordu. Bizimki “Ziya abi, karnımızıKALPAK-3 doyurduğun gibi ruhumuzu da doyurursan neden olmasın?” diye cevapladı hemen. Ziya konuşmaya başladı: “Alemsin genç adam. Sanki biz doyurduk karnını. Elbette vereni var herkesin rızkını. Hem ruhunuzu, nasıl doyurayım ben? Kendime faydam yok, görmez misin sen? Doymak deyince, aklıma ne geldi bakın. Hâli harap olur imiş, tufandan çıkan insanın. Hatta Âdem aleyhisselam hissettiğinde bu sıkıntıyı, yardım dilemiş Allah’tan dinsin diye bu acı. Doymak nedir? Nedir bu tufan? Dünya istenecek şey mi, ister mi her yaşayan? Dünya niye bu kadar kötü? Hem dünya ne demek? Biz de Mecnun gibi her şeyi Leyla ve Leyla’da görsek. Gelin siz de inanın, dünyanın Leyla olduğuna. Bakmayın tufanların böyle bolluğuna. Eşya da Leyla imiş, insan da Leyla imiş. Bilir misin Mecnun niye böyle eder imiş? Mecnun herkes gibi değil, “Ben senim.” demiş. Kendini bırakıp Leyla’sına güvenmiş.” Âşık benliğinin kendisinde olmadığını öğrendiği vakit, “ben” kelimesine çok uzak kalmış. Hallac-ı Mansur bu nedenle idam edilmiş. “Ben senim.” dediği için. Halbuki sevgili demek sebeb-i ben demektir. Herkes ve her şey o’dur, fakat o, herkes ve her şey değildir. (s.28) Dünyanın sevgiliden gayrı her şey olduğunu anladığımız vakit, sevgili bütün görünenlerden daha görünür ve dünya bütün görünmeyenlerden daha görünmeyen olacaktır. Her yer ve her şey sevgiliyle mana kazanacaktır. Hatta sevgiliye kavuşmak, bizi bu arayıştan ve kazanılan bu manadan uzak kılacağı için, hasret bile sevgiliyle mana kazanacaktır. Vuslata erişmek niyeti olmadığı zaman, yani vuslat reddedildiği zaman, hasret aşka vesile olacaktır. Bizimki dalmıştı, tostu da çayı da soğumuştu. Birden irkildi. Konuşulanların farkına varmaya ve bunları idrak etmeye çalışıyordu. “Aşk...” diye haykırdı birden ve ayağa kalktı. Aşk hiç bitmesin dedi, toprağa hasretim bitse de. KAYNAKÇA Özdenören, Rasim. Aşkın Diyalektiği. İstanbul: İz Yayıncılık, 2012
Gülizar Betül Özdemir 22103127 TURK-102 İçimdeki Koca Boşluğun Gölgesinde Yağmurlu, karanlık bir günde penceremden süzülen birkaç yağmur damlasını seyre dalmışken dışarıdaki havanın soğukluğu yüzüme tek bir gerçekliği vuruyordu: Yalnızlığım! Başka bir yerde, kendimden en uzak hâlde yine bu karanlık soyut duyguya rastlamam beni onun ölümsüzlüğüne ikna ediyordu. Her baktığımda aynada gördüğüm eskisinden çok farklı olan çökmüş soluk bir yüz, yalnızlığımın bir simgesi gibiydi. Sanırım yalnızlık bendim. Kendimi iyi ifade eden biri olarak hiç bu satırları bu kadar kapalı yazmamıştım. Duygularımı tanımakta zorluk çekiyordum. Anlamlandıramadığım bir kayıp yaşıyordum belki de. Fakat duygusuzluktan kendimi bu kadar kapatmamıştım yazılarıma. Sadece uzun zamandan sonra artık bir şeyleri hissetmek yorucu geliyordu. Çünkü ben hislerimde yazıyordum. Yazılarımı okuyan biri kolaylıkla içimdeki şeffaflığı görebilirdi. Artık sadece içimde kaybolan derin hislerimi gösteremiyordum. Hissettiğim yalnızlığı anlatamazdım. Kalabalığın içindeki bir yalnızlıktı bu. İçimde koca bir boşluk oluşturan bu duyguyu ruhumda derinden hissediyordum. Nerden geldiğini çok iyi bildiğim acı verici hislerin hayal kırıklığı hâlâ etkisini sürdürüyordu. Bu durumu aslında insanın yalan bir yalnızlıkla dünyaya geldiğini düşündüğümü söylemekle açıklayabilirdim.Ruhum tek kişilik değildi sanki. Bir başkasının tamamlaması gereken yanlarım vardı fakat ben parçalara ayrılmıştım. Bütünleştiğim o ruh beni yalnızlığıma terk etmişti. Kaybettiğim her bir tamamlanmış parçamdan geriye kalan bütünlüğü bozulmuş bir ruhtu. İnsan bu dünyada en çok anlaşılmaya ihtiyaç duyuyordu. Bu yüzden en çok bizi kim anlarsa onu seviyorduk. Fakat bunu tehlikeli bir sevgi olarak adlandırabilirdim. Karşınızdaki insan artık sizi anlamadığında o kişi hayatınızda olsa bile onu kaybetmiş gibi hissediyordunuz. Çünkü siz o insanı aslında kendinizden bir parçaymış gibi düşünmeye başlıyorsunuz. Kişiliğiniz bir parçası haline getirmeye çalıştığınız farklı bir ruh sizin kendi eşsizliğinizde kayboluyor. Bu durum beni daha acımasız bir yalnızlığa itiyordu. Kendimi bulduğum ruhun gerçeğini, inandığım o ruhun sanrılarında kaybetmiştim. Bu karşımdaki insandan çok fazla şey beklememe neden olmuştu. Hatta çok değer vermenin sonunda karşımdaki insanın yapması gerekenleri kendimin üstlendiğini düşünüyordum. Her beklentimin ardında insanlar benden uzaklaştığında bana kattığı her güzel şeyle beraber gidiyorlardı. Sonunda yine kaybeden ben oluyordum. Gerçekten böyle olmak zorunda mıydı? Kaybolan hislerimle birlikte kendime yabancılaşmıştım aslında. Kafamı dinlemek istediğim o ağacın altındaki bank beni varlığıyla rahatsız ediyordu. Eskiden huzur bulduğum yerlerde artık terk edilmiş gibi hissediyordum. Sanki daha önce o yerlerde yalnız değilmişim gibi bir histi bu. Uzun süreli bir yalnızlıkta kendimi terk etmiştim. Yalnızlık öyle bir şeymiş ki en sonunda insan kendinin varlığını bile unutuyormuş. Eskiden gittiğim yerlerde kendimle arkadaşmışım meğer. Şimdi ise bir başkasında kalan tamamlanmış parçalarım benliğimden götürdükleri ile birlikte beni derin ve yalın bir yalnızlığa bırakmıştı. İnsanlar yalnızlığın hep en iyisi olduğunu söylüyorlar. Onların yalnızlığın ne demek olduğunu bilmediklerini söylemeyi çok isterdim. Bütünüyle hiçbir şeyin varlığını göremediğiniz zaman başlıyordu işte yalnızlık. Kendini bile görememek. Hiçbir şeye tutunamamayı sonuna kadar hissettiğiniz yalnızlığınızda uçurumun kenarına sürükleniyordunuz. İnsan kendiyle baş başa kaldığında huzurlu hissediyorsa eğer tamamen yalnız kalmamıştır hatta hiçbir zaman yalnız kalmamıştır. Kendimde görüyordum ki huzur bulabileceğim hiçbir şey hissedemiyordum. Fakat içimde hâlâ şüpheler vardı. Yalnızlığa çok farklı bir açıdan bakıyordum. Henüz kendimi bulamamıştım ve bu ruhumu eksik kılıyordu. Yalnızlığım buradan geliyordu. Benliğimi her bulma çabamda düşmüştüm. İnsanın tek arkadaşı kendisiydi ve kişiliğimi bulamamam kendime yabancılaşmama neden olmuştu. Gerçek beni tanıdığım bu yolda gençliğim benim için engel gibiydi. Koca bir tecrübesizlikti, bir bilinmezlikti. Kendini tamamlayamamış bir ruhun düştüğü ve içinden çıkamadığı bir çukur gibiydi. Yirmili yaşların öğrenme yaşı olduğunu söylediklerinde hiç bu kadar acı verici olacağını tahmin etmemiştim. İnsan kendini bulamadığı yerde içinde başka birinin doldurmasını beklediği bir boşluk oluşturuyordu. Fakat artık anlıyordum ki o boşluğu ben doldurmalıydım. Engel olarak gördüğüm gençliğim benim için uzun bir yoldu. İnsan dünyaya yalnız gelmişti. Tek sahip olduğu kendisiydi. Geldiği yalnız dünyada kendini bulmalıydı. Varlığına inanmadığım yalnızlığın kendimle dost olmak olduğunu anlayamamıştım. Bir gün içimdeki kişi kayıplara karışmıştı ve sanki o zaman her şey yerine oturmuştu, bütün parçalar birleşmişti. Ben ve yalnızlığımın resmi artık çok daha netti.Kaynakça Dali, S. (1970, January 01). Loneliness. Retrieved December 1, 2022, from https://www.wikiart.org/en/salvador-dali/loneliness
Arda Becanım 22302401 Kararlarımla Olgunlaşmak Bana göre hayatımızın en temel anları, kendimize sorular sorduğumuz zamanlardır: nereye gitmeliyim, şimdi ne yapacağım, ben ne istiyorum? Bu sorular kararlarımızın bir yansımasıdır ve bu soruların cevapları, aslında bizi biz yapan benliğimizin temel unsurlarıdır. Hayatım boyunca kendi sorularıma verdiğim cevapları yetersiz ve yanlış bulmuşumdur. Örnek vermek gerekirse üniversite tercihimi yaparken ne istediğim konusunda asla net olamadım. Ailemin beklentileri bir yana, gelecekte ne yapmak istediğimi bilmiyordum. O dönem verdiğim kararlar hiçbir zaman tamamen içime sinmedi. Nietzsche’nin Beşinci “İncil”i adlı kitap, bana bu soruları tekrar sormama ve yeniden yanıtlama imkânı verdi. Çevirdiğim sayfalar birbiri ardını kovalamaya devam ettikçe hayatımda verdiğim kararların ağırlığı ve bu kararların bende nasıl bir etkisi olduğuna dair daha derin düşüncelere kapıldım. Özellikle kararların sonucunda edindiğim tecrübeler, karar verme sürecinde hissettiğim belirsizliklerin yerini bir tür öz güvene dönüştürdü. En çok hissettiğim şey, insanın kendi iradesiyle aldığı kararların, kişisel büyümenin en önemli parçalarından biri olduğuydu. Bence, alınan her bir karar, insanı değiştirebilir ve insanı büyütebilir. Verdiğim kararların sonuçlarını düşünmek ve bu kararların getirdiği sorumluluk bilincinin verdiği yükü omuzlarımda hissetmek, benim içimdeki cesareti ortaya çıkardı. Kararlar hakkında düşünürken bir belirsizlik hissettim, sanki dünya üzerindeki yerim kaybolmuş gibiydi. Bu belirsizlikten doğan özgürlüğün, kendi yolumu çizmem konusunda ne denli önemli olduğunu anladım. Seçimler yaparken kazandığım özgürlük hissi, bir yandan belirsizlik hislerinin artmasına neden olsa da bir yandan da beni daha güçlü biri hâline getirdi. Benim için karar verme süreci, yalnızca bir seçim yapmakla kalmıyor; aynı zamanda kendi içindeki korkularla yüzleşmek anlamına geliyor. "Acaba ben yanlış mı yapıyorum?" sorusu aklımda dolanıp durdu. Üniversite tercih zamanlarında geleceğim için radikal bir karar alma durumundaydım. Sevdiğim bir uğraş ve ilgi alanını, başarılı bir kariyere dönüştürmek istiyordum. Etrafımdan aldığım tepkiler kararlarımın ne kadar doğru olduğunu sorgulamama sebep oldu. Ancak bu sorunun, beni nasıl değiştirdiğini zaman geçtikçe anladım. Kendi irademle aldığım her karar, bana bir güç kazandırdı. Bu güç ile beraber, kendimde korkularımla yüzleşebilecekcesareti buldum. Belki de bu kararı hiç vermeseydim hayatım hep keşkelerle geçecekti. İçimdeki korkularla yüzleştiğimde, hem mental olarak hem de düşünce olarak olgunlaştım ve daha sağlam bir karakter geliştirdim. Zamanla, her seçimimin bir öğrenme fırsatı sunduğunu fark ettim. Bu deneyimler, beni sadece olgunlaştırmakla kalmadı; aynı zamanda benim kim olduğumu daha iyi anlamam konusunda da bana yardımcı oldu. Her seferinde “yanlış yaparım” korkusuyla geri adım atmak yerine, cesaretle ileriye doğru adım atmayı öğrendim. Nihayetinde, aldığım kararlar bana büyüme ve kendimi daha derinden tanıma fırsatı sundu. Bu süreç boyunca öğrendiğim en önemli şeylerden biri, belirsizliğin korkulacak bir şey olmadığı, aksine gelişim ve özgürlüğe açılan bir kapı olduğuydu. Verdiğim her karar, beni bir adım daha ileri götürdü. Her bir kararın arkasında yatan belirsizlik, beni daha da güçlendirdi ve beni daha olgun bir birey haline getirdi. Bunun farkına varmak, aldığım kararlarda daha cesur ve daha bilinçli olmamı sağladı. Şunu farkına vardım ki: Hayatımızda karşılaştığımız çoğu karar, belirsizliklerle dolu olsa da bu belirsizlikler bize büyüme ve olgunlaşma fırsatları sunuyor. İleride nasıl bir hayatım olucak bilemiyorum ama gelecekte alacağım kararların beni nasıl şekillendireceğini görmeyi dört gözle izliyor olacağım. Adımlarımın yönü nereye olursa olsun, önümdeki engelleri aşabilecek iradeye sahip olduğumu biliyorum; çünkü ben kendi kararlarımla kendimi daha çok geliştirebiliyorum. KAYNAKÇA Sloterdijk, Peter. Nietzsche’nin Beşinci “İncil”i. Çev. Mustafa Tüzel. Ayrıntı Yayınları, 2022.
Hepimiz Birer Ludo’yuz Her kitabı okurken karakterlerin kişilik analizini yapmayı, onlarla kendimi kıyas edip empati kurmayı çok severim. Kitap okumanın amacı da benim için farklı perspektifler kazanarak insanları daha yakından anlayıp, tek bir benliğimiz varken başka insanların da his dünyasını yaşayabilmeye kapı açmasıdır. Bu yüzden her zaman kitap okurken o kitap sayfalarını aklımdan film şeridine çevirip baş rolüne de kendimi koyardım lakin bundan 3 ay kadar önce Jose Eduardo Agualusa’nin Unutmanın Genel Teorisi adlı kitabın karakteriyle kendim arasında hiçbir bağlantı kuramamıştım. Ben her ne kadar dışa dönük, enerjik bir insansam; kitabın baş karakteri Ludo benim aksine içine kapanık ve somurtkandı. Kitabın sayfalarını döndürdükçe Ludo’nun yaşadıkları beni ilginç bir ruh haline sokmuştu. Evde mahsur kalarak yaşadığı hayat beni her ne kadar etkilese de diğer kitaplar gibi bu kitapla gönülden bir bağ kuramamıştım. Diğer kitapların ana karakterlerinin yaşadığı olay örgülerine alışıktım çünkü ya sevdiği insanları bir daha görememek üzere kaybediyor ya kalbini o aşk dolu rüzgâra bırakıyor ya da sonu bilinmeyen bir maceraya atıyor kendini. Bu olayların hissettirdiği duygulara az çok aşinaydım. Ama Ludo, diğer kitap karakterinin aksine çok zorlu süreçler içinden geçerek savaşın ortasında evde mahsur kalıyor. İşte Ludo’nun yaşadığı hikâyenin başta kendimle bağdaştıramamın nedeni burada başlıyor. En azından bu önceden böyleydi; onunla empati kuramamamın nedeni buydu. Tabi bu zamanla haberim olmadan değişecekti.Annemin kitaplar hakkında dediği bir söz vardır. “Okuduğun kitabı belli bir zaman geçtikten sonra tekrardan okursan farklı bir tat alırsın.”. Annemin bu sözü başta her ne kadar anlamsız gelse de tecrübelendikçe, hayattan bir şeyler öğrendikçe bu gerçekten doğru bir söz oluyor. Unutmanın Genel Teorisi’ni okuduğum zaman da böyle oldu. Son günlerde dünya genelinde yayılan salgın hastalığın sonucunda okulların tatil edilmesi, evimizin önüne dahi güven içinde çıkamamak, sevdiklerimizi gönülden kucaklayamamak bana Ludo’nun yaşadığı yerde çıkan ayaklanma ve savaş yüzünden kardeşinin evinde tutsak kalmasıyla hissettiği duyguları az da olsa yaşattı ve yaşadıklarını, hislerini artık daha iyi hissedebiliyor oldum. Ludo’nun yaşadıkları her ne kadar bana göre daha korkunç bir halde olsa da Ludo’yla aramdaki, başlarda oluşturamadığım o bağı ilmek ilmek örmeye başlamıştım. Ludo’nun yaşadığı kötü zamanlar ve zorluklar benim sadece hayata, insanlara ve olaylara bakış açımı değiştirmedi ya da sadece onunla aramda oluşan o empati köprüsüne bir tuğla koymadı. Ludo aslında bana yaşadığımız her anın önemini ve insanoğlunun ne kadar memnuniyetsiz olduğunu anlattı bir bakıma. En küçük şeylerden bile memnun olabilecekken olmadığım zamanları, mutlu olduğumda ise kendimi boşu boşuna küçük ayrıntılara takılarak kendimi üzerek yaşadığım günleri gözlerimin önüne getirdi; bana bir şeyleri kanıtlamaya çalışırcasına karşıma delil kağıtları serer gibi serdi. Anladım ki her anını dolu dolu yaşamalı insanlar; pişmanlık duymadan, tereddüt etmeden, potansiyelinden korkmadan ve en önemlisi de her anını son dakikalarını yaşıyormuş gibi yaşamalı. Eğer şu anki aklım olsaydı, üşenip de gidemediğim yerlere doğru yola çıkardım, ölmeden önce yapılacak listemdeki bir maddenin daha üstünü çizerdim ve belki de her zaman çalmak istediğim enstrüman olan piyano kursunun listesine adını yazdırırdım. Bu yüzden hayata geç kalmadan, su gibi akan akrep ve yelkovanı yakalamak için kendimi yormadan önce hayatımın her saniyesinin kıymetini bilmeliyim çünkü hayat her an bize sürprizlerini sunmak için zaman kolluyor. Tıpkı Ludo’nun önüne getirdiği pek de hoş olamayan o sürprizler gibi. Hayatımda bazen öyle anlar geliyor ki kendime olan inancım yok oluyor, hayatta yeni şeyler deneyimlemekten korkar oluyorum, Ludo gibi. O her ne kadar benim için çok güçlü bir karakter olarak gözükse de aslında çoğu şeyden kaçıp kendi hayatını zindana çevirdiğini biliyorum, bunu düşündükçe de aslında o güçlü karakterin altında küçük bir dal kadar kırılgan bir kadın olduğunu gösteriyor bana kitabın sayfalarını bir bir çevirdikçe. Ludo’nun yaptığı hataları görünce daha da akıllandırıyor bu güzel sayfalar beni, daha güçlü yapıyor, hayatın belirsizliğine karşı korkularımı en aza indiriyor ve en önemlisi hayatımda tek başıma kalsamda her zaman her şeye karşı gerekli gücün bende olduğunu bana öğretiyor. Hepimiz aslında birer Ludo’yuz bir o kadar güçlü bir o kadar da kırılgan. Ayşe Ayça Öğrük KAYNAKÇA Agualusa, Jose Eduardo. Unutmanın Genel Teorisi. İstanbul: Timaş Yayınları, 2018. Metinde kullanılan fotoğraf: TKitap. (t.y.). http://www.tkitap.com/duvarin-ardinda-dunya-tarihi-unutmanin-genel-teorisi/ adresinden elde edildi.
Sade’ı Yakmalı Mı?1 Ankaralı tiyatro izleyicisine yeni bir soluk getiren Tatbikat Sahnesi, geçen yıl seveni az sevmeyeni bol Marquis de Sade’ın akıl hastanesindeki son günlerini anlatan Marquis de Sade – Tüy Kalemler isimli bir oyun sahnelemeye başladığını duyunca bir hayli heyecanlandığımı çok net bir şekilde hatırlıyorum; çünkü oyun, hem Ankara Devlet Tiyatrosu’nun en iyileri olarak nitelendirilebilecek isimler barındırıyor hem de önyargılı olduğum bir yazarı anlatıyordu. Bu sebeplerle, en yakın tarihe biletimi aldım. Oyun sonrasında her ne kadar “bir oyun izledim, hayatım değişti” demesem de bir hukuk öğrencisi olarak suç olgusuna ve suçluya dair bakış açımın etkilendiğini, doğruluğundan emin olduğum bazı hususların ise sarsıldığını söylemem mümkün. Oyun, esas olarak, sadizmin isim babası Marquis de Sade’ın, yazıları nedeniyle halkı kışkırttığı, Tanrı’ya ve Hristiyanlığa hakaret ettiği iddiaları üzerine Charenton Akıl Hastanesi’ne kapatılmasından sonrasını anlatıyor. Oyun boyunca ve oyundan çıktıktan sonra da aklımı ilk kurcalayan soru bir kimseyi sırf yazdıkları ya da düşündükleri nedeniyle suçlamanın doğru olup olmadığına dairdi. Evet, Marquis de Sade, ilişkiye girdiği kişilere acı vererek bundan cinsel haz duyan karakterler yaratan, hatta bu tür ilişkileri öven bir yazar ve her ne gerekçeyle olursa olsun bir kimseye fiziksel ya da psikolojik şiddet uygulayan birinin cezalandırılması gerektiğine de inancım sonsuz. Peki, bir yazarın eserlerindeki karakterlerin suç işlemesi yazarın suç işlediği anlamına mı gelir? Yasama organınca suç kabul edilmiş 1 Simone de Beauvoir, Sade’ı Yakmalı Mı?, çev. Cemal Süreya, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1997.fiilleri işleyen Sade değil, onun yarattığı karakterlerdi. Tıpkı Sade’ın dediği gibi o bir libertendi, adi suçlu ya da katil değil2. Her ne kadar Ceza Hukukunda bir kişi suça azmettiren kişi de cezalandırılsa da bir yazar azmettirici olamazdı; çünkü bir kişinin hayal gücüne ket vurmanın imkânsız olduğunu oyun pek çok kez göstermekteydi. Bununla beraber okuduğu şeyin kişiyi nasıl etkileyeceğinin tamamen kişinin kendisine bağlıydı. Sade’ı yazdıklarından dolayı suçlamak Murat Kekilli’yi “Bu Akşam Ölürüm” isimli şarkıyı dinleyip intihar edenlerin ölümü ile suçlamakla eş değerdi. Kısa bir süre önce Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kışkırtıcı (!) şarkılar dinlemenin kişiyi kötülüğe sürükleyeceğine ilişkin açıklaması yeniden Sade’ın şu sözlerini aklıma getirdi: “Büyük fikirlerin ahlâkını bozacağı kişiye yazıklar olsun! Felsefik düşünceler içinden yalnızca kötü olanları çekip almayı bilen, her şeyin ahlâkını bozabildiği bu kişilere yazıklar olsun!”3. Bir kimseyi okuduğu bir kitabın ya da dinlediği bir şarkının katil ya da tecavüzcü yaptığını söylemenin o kişiyi iradesiz mahlûklar haline getirmekten, pek çok dince vurgulanan nefis terbiyesini ise anlamsızlaştırmaktan ve de katili, tecavüzcüyü berbat bir şekilde aklamaya çalışmaktan başka bir işe yaramayacağını bir kez daha fark ettim. İradeye sahip bireyin okuduğu şeyin ne kadarını, ne şekilde kullanacağının tamamen bireyin elindeydi. Aksi bir durumun kabulünün zaten otoritesini geliştirmeye fırsat kollayan iktidarlara bu fırsatı altın tepside sunmak anlamına geleceğini de bir kere daha anladım. Tüm bunların yanı sıra, oyun benim bir hukukçu olarak olaylara siyah ve beyaz olarak bakamayacağımı bir kez daha gösterdi. Benim için ne kadar iğrenç gelen fiiller işlemiş olsa da bu fiili işleyen kişi de bir insandı ve onu buna iten bir sebep mutlaka vardı. Marquis de Sade da yiyor, içiyor, âşık olabiliyor, hayal kurabiliyordu. Annesinin çocukluğunda kendisine uyguladığı baskı, rahip olan amcasının erkek çocuklara olan düşkünlüğü (!), zorla evlendirildikten sonra kayınvalidesinin kendi üzerinde kurmak istediği egemenlik onu öfkesini dindirebileceği şeyler yazmaya itmişti. Benim görevim ondan nefret etmek, ona kin duymak değildi. Benim görevim, suç işlediği iddia edilen kişinin yasama organındaki 2 Marquis de Sade, Yatak Odasında Felsefe, çev. Kerim Sadî, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2013. 3 A.g.e., 134.kişilerce suç olarak addedilen fiili işleyip işlemediğini belirlemek ve bu suça ilişkin müeyyideyi bulmaktı. Bunu yaparken de tüm önyargılarımdan sıyırılmalıydım; çünkü iyi de kötü de tamamen yasama organındakilerin ve bizlerin değer yargılarına göre belirlenen bir şeydi, Sade’ın da belirttiği gibi mutlak bir iyi ya da kötü bulmak mümkün değildi, “dünyada evrensel olarak suç kabul edilebilecek bir etkinlik yoktu, burada kötü ya da suç olup da birkaç mil ötede övgüye değer ya da erdemli olan da yoktu, her şey bakış açısı, coğrafya işiydi”4. Tüm bu sebeplerden ötürü, daha önce belirttiğim gibi oyun, hayatımı değiştirmese de bazı hususlara olan bakış açımı, birtakım çıkarımlarımı etkiledi. Buna ek olarak okumaktan kaçındığım bir yazara ilişkin önyargılarımı yıkmamı sağlamakla kalmayıp önyargılarımdan kurtulmam gerektiğini bana bir kez daha anımsattı. 4 Marquis de Sade, Justine: Erdemin Felaketleri, çev. Birsel Uzma, İstanbul, Chiviyazıları Yayınevi, 2012, 284.Kaynakça De Beauvoir, Simone (1997). Sade’ı Yakmalı Mı? (Cemal Süreya, Çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. De Sade, Donatien Alphonse François (2012). Justine: Erdemin Felaketleri (Birsel Uzma, Çev). İstanbul: Chiviyazıları Yayınevi. De Sade, Donatien Alphonse François (2013). Yatak Odasında Felsefe (Kerim Sadî, Çev). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Marquis de Sade “Quills” [Fotoğraf]. Erişim Tarihi: 20.03.2016, http://tiyatrolar.com.tr/etkinlik/marquis-de-sade-quills.
Olympos’un Dalgaları Olympos’un denizini kucaklamak istercesine Çıralı’nın sahillerine kadar uzanmış, irili ufaklı beyaz çakıl taşlarıyla süslenmiş kıyı şeridi boyunca yürürken sıcacık bir güneş doğmuştu içime. Sobanın yanına kıvrılmış, ateşin sıcaklığıyla huzur bulan bir kedinin huzuru vardı sanki üzerimde. Sessiz, sakin ve huzurluydum... Sabahın ilk ışıkları akşamdan kalma bulutları delip doluvermişti sanki yüreğime. O an anlamıştım Olympos’un derinlerimde bir yerlerde gizli kalmış bir parçam olduğunu. Güneş ışınlarının bulutları delip sanki hep oraya aitmişçesine yüreğime dolmasından anlamıştım bunu. Olympos sakinlerinin yüzünden tebessümün eksik olmadığını duymuştum, gerçek dünyanın telaşını, karmaşasını ve kötülüğünü biraz olsun unutuyorsunuz çünkü orada. Sanki tarihle iç içe geçmiş yemyeşil ormanlarıyla, sıcak deniziyle ve birbirinden renkli pansiyonlarıyla kendine has küçük bir dünya gibi. Orayı ziyaret etmeye gelen insanların yüzlerinde de kaldıkları süre boyunca içlerine dolan huzurun yansımasını görebilirsiniz. Üzerlerinde aralıklı olarak esen rüzgarın, öğle saatlerinde tepede asılı durup yeryüzünü tüm gücüyle yakan güneşin bıraktığı tatlı bir yorgunlukla yürüyenlerin kiminin üstü başı güneşten yanmış kiminin deniz tuzuyla solmuş giysilerini gördüğünüzde ayırt edip parmakla gösterebilirsiniz gelen ziyaretçileri. Olympos’un sahillerinde hasırdan şemsiyeler vardır, gündüz vakti insanların üstlerine bıraktığı rengarenk havlularla çoğalır bu şemsiyeler gece ise toplanır. Birkaç şemsiye ve şezlong bırakılır geriye, gece kıyı şeridinde gezintiye çıkanlar şezlonglara uzanıp yıldızlarla süslenmiş gökyüzüne bakarken hayal kurabilsin diye. Ben de orada kaldığım bir gece vaktinde şezlonglara uzanıp sokak lambalarının ve evlerin ışıklarıyla kirlenmemiş silme yıldızlı gökyüzüne baktığımda uzunca bir süre zaman yolculuğuna çıktığımı, geçmişimle geleceğimin arasında bir yerde şimdiki zamandan soyutlanarak hayal denizinde yüzdüğümü hatırlıyorum. Sabahın erken saatleri öyle güzeldir ki Olympos’un kıyılarında! Tan zamanı çarşaf gibi denizin üstünde nazlı nazlı salınan gemilerden başka hiçbir şey olmaz. Orada kaldığım günlerden birinde şemsiyelerin toparlandığı ağır ağır, acelesiz, hafif adımlarla geçerken kıyı şeridinden, bir çift görmüştüm o hasır şemsiyelerden birinin altında. Birbirlerine bakarlarken ikisinin de yüzü ışıl ışıldı. Bakışları aydınlıktı. Gözlerim nemlenirken işte sevginin aydınlatıcı gücü demiştim içimden! Tam o sırada ah yüreğim dedim, en küçük olaylarda hızla atan, umudunu yitirdiğinde ağrıyan zavallı yüreğim ve gözyaşlarım; yanaklarımdan düşmek için hep hazırda bekleyen gözyaşlarım! Belki de onları görmek günlerdir ötelediğim hüznümü çıkarıvermişti ortaya, kendi kendime şaşırmıştım içimde taşıdığım bu yoğun duygulara. Bir serinlik dolmuştu sonra içime belki de bir umut filizlenmişti yüreğimde. Sonra ellerimi çakıl taşlarında gezdirmiştim, serinlerdi. Güneş yeni yeni gözlerini açıp gülümsediği için seher vaktinin serinliğini atamamışlardı üzerlerinden bu küçük çakıl taşları. Hüzün eğer karanlık, tek tük ışıkları olan bir odaysa Olympos’un dalgaları işte o küçük ışıklardı. Yaz mevsimi gereği kalabalıklaşan Olympos harabelerinin yürüyüş yollarında yürürken insan selinin arasına daldığımda yakıcı güneşin bunaltıcı sıcağında, yüzümü hayli hayli kapatan geniş şapkamı düzeltirken aralarında kimseyi tanımadığıma dair bir düşünce almıştı beni, yapayalnızdım o koskoca selin ortasında! Sonra düşünmüştüm, aslında bir başınayken daha da çoğalmıyor muydu insanın yalnızlığı? Dili, dini, ırkı ne olursa olsun, yüreğinde hüznü, heyecanı, sevinci ve sevgiyi taşıyan her türlü insanın toplandığı sahiller, uysal ama zaman zaman hırçınlaşan deniz, ayak basıla basıla yıpranmış yollar, eski zamanlardan kalma harabeler, pansiyonların bahçelerine ekilmiş göz dolduran güzellikteki çiçekler,her mevsim farklı renkteki elbiselerini giyen ağaçlar, güler yüzlü yerliler... İşte Olympos’u Olympos yapan bunlardı ve beni de kendine dönüştürmüştü kaldığım süre boyunca. Dalgaların seslerinin beni içime çekmesine izin vermiştim. O zaman ne kalbimin kırıklığı kalmıştı içimde ne de yalnızlığım. Böylece yalnızlığımın gürültülü kalabalığı Olmypos’un dalgalarının sesinde eriyip gitmişti... Geriye yalnızca geçmiş ve geleceğin arasında bir zaman diliminde yıldızlarda asılı kalan acı tatlı anılarım ve kumdaki ayak izlerim kalmıştı. Deniz Filiz Olympos Çıralı Görünümü, Antalya. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 3 Aralık 2020.
Her zaman daha fazlası, daha iyisi Yapmaktan hoşlanmadığınız şeyleri yapmak zorunda olmanız sizi nasıl hissettiriyor? Bu durum aslında birçok insan için yabancı gelmeyecektir. Günlük hayatta çoğu kez insanlar sevmedikleri işleri yapmak zorunda kalıyorlar ve hatta bu sevmedikleri işleri yaparak para kazanan insanlar var. Bu kişileri örnek olarak belirtmek gerekirse bir faturayı öderken, bir yerden belge almamız gerekirken, yemek siparişi verirken veya bozuk olan bir ürün için müşteri hizmetleriyle görüşürken karşılaştığımız insanları gösterebiliriz. İnsanların çoğu yaptıkları işten zevk almadan, o işe karşı bir şevk duymadan sadece bir ay sonunda alacakları parayı düşünerek işlerini sürdürmekteler. Bir ay boyunca çektikleri çile sonucunda ki sevmeden yaptığınız bir iş artık bir noktadan sonra sizin için bir çileye dönüşmüştür, kendilerini rahatlatmak ya da çalışanların deyimiyle kafa dağıtmak bir ay sonunda kazandıkları parayı istedikleri bir tatil, istediği bir araba veya hep hayalini kurduğu o ev için harcayarak kendi kendilerine yapay bir mutluluk oluşturmaya çalışmaktalar. Günümüz dünyasında birçok insanı etkisi altına alan bu memnuniyetsizlik ve bu memnuniyetsizliğin getirdiği daha fazlasını isteme durumu insanları etkilemekle kalmayıp insanların yapay mutluluk, sevinç ve huzur oluşturması için yeni teknolojilerin gelişmesine bile sebep olmuştur. Yakın zamanda popülerliği gitgide artan teknolojilerden biri olan sanal gerçeklik, insanların doyumsuzluğunu gidermek için sanal ortamlar oluşturarak onları hayatlarının monotonluğundan ve sıkıcılığından bir an bile olsa uzaklaşmasını sağlayan teknolojilerden biri. Westworld’dan Dr.Robert Ford “Buradaki tek sınır hayal gücündür.” (Westworld) sözü de sanal gerçekliğin ucu bucağı olmadığının göstergelerinden biri. İnsanlar artık kolay kolay bir şeylerden memnun olmamaktalar ve bu durum gitgide daha da kötüleşmekte. Artık içinde bulundukları koşulları yeterli görmeyen insanlar teknolojiyi kullanarak kendi sorunlarına çözümler aramaktalar. Her zaman ellerinde olandan daha fazlasını isteme durumu, elindekiyle yetinmeme durumu insanları gün geçtikçe etkisi altına alan davranışlardan biri ve bu insanları olumsuz anlamda etkilemeye başladı bile. Toplumda medya aracılığıyla veya insanların kendi oluşturdukları algılar ile birlikte insanlar artık ellerinde olan imkânları yeterli görmeyip her zaman daha fazlasını isteme hastalığına kapılmışlar gibi. Her sene yeni modeli çıkan telefonun sırf gösteriş amaçlı alan insanlar aramızdalar. “Aman o marka giyersem arkadaşlarım bana ne der?” diye düşünen insanlar belki şu an yanınızda oturuyorlar. Belki de siz bile bu düşünceler ile hayatınıza devam etmektesiniz. Tabi ki daha fazlasını, daha iyisini istemek kontrollü olarak yapıldığı sürece mantıklı fakat bazı durumlar için daha fazlasını, daha iyisini, en iyisini istemek insanlar için günümüzün belki de en büyük problemlerinden biri diyebilirim. Bu durumun problem olarak görülmesinin sebebi ise daha iyi olanı istemenin insan için zamanı ve bir sınırlaması yok çünkü her şeyin daha iyisini bulmak mümkün dolayısıyla elimizde olan ne olursa olsun ondan daha iyisini bulmak ve istemek insan için çok normal bir davranış. Bu normalliğin sebebi ise doğuştan gelen açlık, doyumsuzluk hissi. İnsanoğlu hiçbir zaman elindekiyle yetinmeyi bilen bir canlı olamayacak. Ayrıca şahsi fikrim insanın mutlu olup olmama durumu da açlık ve doyumsuzluk hissiyle ilişkilidir. Bu doğrultuda insanoğlu istediğini elde edemediği zaman mutsuzluğa uğradığı gibi elindekinin daha iyisini istediği zaman da doyumsuzluk yapmış olur ve bu durumun da insan için mutsuzlukla sonuçlanabileceğini düşünüyorum. Bana sorarsanız, özetle mutluluk ve doyumsuzluk insanın hayatında iki uç noktadır. Bu iki üç noktanın orta noktası yani sıfır noktası ise insanın hiçbir şeye ihtiyacım yok ya da ihtiyacım olan her şeye sahibim diyebildiği noktadır. Cuma Ali Kesici Kaynakça: Nolan, Jonathan. Westworld. 2016. Televizyon Dizisi.
ŞEHİRLERİN GİZEMİ Şehirlerin de insanlar gibi bir ruhunun olduğunu düşünüyorum. Bizi, o şehre götüren şeyler de bu ruhun bir parçasına tanıklık etmek istememiz. Antalya Kalesi’nde içilen sıcak bir çay, Ayşe Teyze’nin yaptığı o patatesli gözleme ve kışın bile içimizi ısıtan güneş... Artvin’de durmak bilmeyen yağmurlar, Dursun Dayı’nın köydeki ahşap evinin bodrumunda, arılardan kestane balı çıkarma çabası... Doğuya gittiğimizde ise, insanların misafirperverlikleri, damak zevklerinin farklılığı... Aslında bunların hepsi bize o şehirlerin birer ruhu olduğunu gösterir. Üç sene önce Tayland Bangkok’a gittiğimde de aynı duyguları yaşamıştım. Bangkok’ta evde yemek yapma kültürü yok. Onlar için yemek, sokak aralarında yeniyor. Çünkü bir mutfak aleti örneğin tava almak her gün sokakta yemekten daha masraflı. Hal böyle olunca da insanlar sokaklara dökülüyor, caddeler insan akımına uğruyor ve her zaman canlı, hareketli bir ortam bulmak mümkün. Bana sorarsanız, bir şehri diğer şehirlerden özel yapan, oradaki insanların yaşayış biçimi ve şehrin iklimsel ,tarihsel özellikleriyle bağdaşınca ortaya çıkan eşi olmaz doyum. Bugünkü yazımda, iki hafta önce okul gezisi ile gittiğim ‘’ Bir masal ülkesi olarak adlandırılan Kapadokya’’ dan bahsedeceğim. Geziye çıkmadan önce araştırma yapmayı seviyorum, böylelikle gideceğim yerler hakkında daha çok bilgi sahibi olup, tarihsel ve daha bir çok alanda daha geniş açıdan yaklaşabiliyorum. Bu geziye çıkmadan önce Faruk Pekin’in Kapadokya - Kayalardaki Şiirsellik adlı gezi kitabını valizimin bir köşesine koydum ve öğrenmeye koyuldum. ‘’Kapadokya yalnızca Hıristiyan kültürünün, Bizans Uygarlığı’nın, Bizans sanatının özel bir merkezi ya da yalnızca Rum Ortodoks, Apostolik Ermeni kültürünün toplamı değil, çeşitli uygarlıkların –Anadolu Müslüman halk kültürü de dahil– değişik kültürlerin örtüştüğü, çok katmanlı, Bizans öncesi ve sonrasıyla, Selçuklu ve Osmanlı yüzüyle özel bir mekândır.’’ (syf 13). Kapadokya’ya ayak bastığımda yakın arkadaşlarımla gitmiş olmamın verdiği heyecan mı bimiyorum ama, kendimi faklı bir kültürde buldum. Bu küçük şehir bana enerji vermişti. Yaşadığım çevreden daha yöresel ve tarihi açıdan yelpazesi daha genişti. Otele yerleştiğimizde en çok ilgimi çeken şey, otel odalarının taştan yapılmış olmasıydı. Otantik bir hava vermesinin dışında, bana tutsaklık hissini çağrıştırdı. Taşların sıkı dizilimi, küçük bir kapının oluşu acaba hangi tehdite karşı korunma eğilimiydi. Eski çağlarda yaşayan insanlar kimbilir kimleri ağırlamış ya da tutsak etmişti. Belki de saklanmak, tutsakolmak hayatlarının geri kalanını ve nesillerini devam ettirmek için bir zorunluluktu. Her şehirde olduğu gibi, Kapadokya’nın da gizemini anlamaya çalışıyordum. Sabah, güzel bir kahvaltıdan sonra gezimize,Göreme Açık Hava Müzesi ile başladık. Müze bilindiği üzere kayaların -peri bacalarının- içine oyulmuş alanlardan oluşuyor. Mağaraların içine girdiğimizde ise o zamanda yaşayan, yetenekli sanatçıların çizdiği resimler duruyor. Her birinin anlamları ve işlevleri farklı. Keşke o zamanlarda yaşasaymışım, tüm bu resimlerin nasıl neye göre çizildiklerini öğrenseymişim diyorsunuz. Bu gizemi, tüm detaylarıyla öğrenmek maalesef girişteki yazılı metinlerden mümkün değil. Genel olarak, Göreme Açık Hava Müzesi’ni Türkiye’de hatta Dünya’nın her yerinden insanları görmeye teşvik ediyorum. Sadece gitmeden önce, yeterli miktarda bilgi sahibi olmanızı ve bilinçli bir şekilde gezmenizi öneririm. İkinci durağımız ise merkezde kalan Çömlekçi Chez Ali’nin atölyesiydi. Yaklaşık on beş metrekare bir yere otuz kişi sığmaya çalıştık ve usta işe koyuldu. Bir eli seramikteyken diğer elini ıslatıyordu, ayağıyla ise alttaki tekerleği çeviriyordu. Sonuç ise çok başarılıydı. Bize çömleğin tarihinden bahsetti. En sonunda çömlek yapmak için kim gönüllü olmak ister diye sorduğunda elimi kaldırdım. Başıma geleceklerinden hiç haberim yoktu.Arkadaşlarım, genelde yaratıcı bir hayal gücüne sahip olduğumu söyler. Fakat, seramik işinde yaratıcılığın dışında ince bir ustalık işinin gerekli olduğunu anladım. Görüldüğü kadar kolay bir işlem değilmiş. Hayatımda tecrübe edebileceğim nadir şeylerden birisi oldu. İnsanların bu işlemi yaparken ne kadar tutkulu olabileceğini hayal ettim bir an için. Bir kaç malzemeyle bir şey üretiyorsun ve ürettiğin bu şeyle, fonksiyonu tamamen farklı olan yeni bir şey elde ediyorsun. Belki bol tereyağlı bir testi kebabı belki de küçük bir tohumdan çıkan yeni bir menekşe... Kapadokya, coğrafi olarak İç Anadolu’nun kırsal ikliminde bulunduğu için gittiğimiz mevsimde fazla insan veya aktivite yoktu. Grup olarak gittiğimiz için de çok fazla yeri görme fırsatımız olmadı. Bu yüzden yazın tekrar gidip, orada yaşayan insanlarla sohbet etmek ve bu küçük şehrin gizemini daha yakından çözmek istiyorum. Çünkü biliyorum ki; Kapadokya turistik amaçlı gidilen bir yerden daha fazlası. SİMAY EZER 21502577 KAYNAKÇA: PEKİN, Faruk, Kapadokya - Kayalardaki Şiirsellik Gezi Rehberi, 1. Baskı, İletişim Yayıncılık, 2014 İSTANBUL
Aram Yunus Geboloğlu 21202341 Türkçe102-1 Başak Berna Cordan SAĞIR SESSİZLİK Georges Perec dünyada çok fazla tanınan bir yazar değil fakat Uyuyan Adam romanını okumak, üzerimde çok derin etkilere sebep oldu. Romanı bir bardak su gibi tek dikişte bitirdim. Ne kadar yüzeysel görünürse görünsün, aslında nihilizm, travmatik sebeplere sahip, çok derinlere inen güçlü bir duygudur. Ben de kendi içimde yaşadığım bazı nihilist deneyimlerimi aktarmaya çalışacağım ve bunu yaparken insanlık tarihinin ne kadar yaralı olduğunu aklımdan çıkarmayacağım. Georges Perec, ailesindeki insanları toplama kamplarında kaybetmiş ve soykırımın birinci el tanıklarından birisi olarak hep aklımda kalacak. İnsanların boşluğa düştüğü anlar, aslında etraflarındaki her şeyi algıladıkları fakat kayıtsız kaldıkları, katatonik zamanlardır. Oblomov’u bilirsiniz. Ama onun aptal ve uyuşuk bir adam olduğu hakkında kolay kolay kimseyle hemfikir olamazsınız. Tanrısal bir boyut gibidir boşluk ama kendinize bir tanrı gibi müdahale edemezsiniz. Bizleri bu pasif duruma düşüren sebepler sinir sistemimizi felç eder. Artık damarlarımızda akan kanı bile duyar hâle geliriz fakat kalkacak mecalimiz bile yoktur. Dünya döner, saatler geçer. İlk anımız ile son anımız arasındaki hiçbir farkı gözetmeyiz. Sıradanlığın ve basitliğin tadına vararak mesut ederiz kendimizi ya da bunun ısdırabıyla yavaş yavaş eririz. Hüzün, yerini sadece nefes almaya bırakır. Var olmayan bir mezarlıkta var olan tek ölüyüzdür. Varoluşsal değerimiz, cürmümüz ve kütlemiz artık yoktur. Peki, neden hâlâ nefes alıyoruz? Yavaş yavaş ölmenin getirdiği o varoluşsal his hâlâ damarlarımızda gezdiği için. Yaşadığım bazı hayat deneyimlerinin altında ezildiğim anlar oldu. Yıkıldığımı biliyordum. Sahip olduğum en güzel duyguların, bir yanılsama olduğunu anladığımda, beni yaşama bağlayan sevgi ve güven duygularının ellerimden kayıp gittiğini hissettim. Bu kimi zaman saatli bir bombayı beklemek gibi ve kimi zamanda infilakın tam ortasında kalmak gibi oldu. Sanırım ikincisi daha tercihe şayan. Bomba patladığında ne olduğu artık biliyordum. Yaralandığımı, yerde kaldığımı ve belki de parçalandığımı hissediyordum. Ama o saatli bomba, o bin bir türlü anksiyete, sanki beni her an bir gökdelenin çatısından aşağıya itiyordu. Her saniyemi yere çakılmayı bekleyerek geçirdim. Çürümüş bir et yemeye benzer bu hissiyat fakat onu tükürme şansınız yoktur. Midemin onu hazmetmesini beklemekten başka çarem yoktu. Hâlâ da geçmişimi sindirebildiğimden emin değilim. Zamanın gücüne güvenemiyordum, çok soyut bir kavram gibi geliyordu bana. Ama beklemekten başka çarem yoktu. Büyümekten, olgunlaşmaktan başka çarem yoktu. Ya yenilip pes edecek ve bana güvenen az sayıda insanı hayal kırıklığına uğratacaktım ya da ayakta kalıp onların arasına katılacaktım. Ne yaşandığının bir önemi yoktu. Kimse bununla ilgilenmez. Yaşananlar görecelidir ve ben de tıpkı herkes gibi kendi göreceliğimle savaştım. Mücadelem dış dünyayla değildi. Kendi yaralarıma dikiş atmak, bunu erken fark etmem ile başladı. Yapabileceğim tek şey, insan iradesinin kudretini öğrenmekti. Benim yaşadıklarımın şimdi abartılacak bir yanı yok. Ama kalbimin göğüs kafesinden söküldüğü anları hâlâ hatırlıyorum. O zamanlar çocuktum. Benim yaşadığım endişenin çok daha fazlasını yaşayan insanların var olduğunu bilmek bana her zaman güç ve motivasyon vermiştir. Ama en büyük kazanımım, hayata karşı mütevaziliğim oldu. Yanlış anlaşılmasın, bunun anlamı korkaklık veya kadercilik değil, hayata ve hayatın getirilerine saygı duymaktır.GEBOLOĞLU 2 Sebebi her ne olursa olsun, acılara dayanamayarak ölmek bir kurtuluş yoludur. Ama zorlukları yenmenin getirdiği o özgüven ile karşılaştırılamayacak kadar basittir ölüm. Yaşlılara saygım bundandır. O kırışık yüzlerin ardında kim bilir neler saklı. Sorunların büyük ya da küçük olması hiçbir şey ifade etmez. Her sorun, öznenin kişiliği ve yorumlaması ile orantılıdır. Reklamın iyisi kötüsü olmaz derler ya, işte bu kadar saçma ama bir o kadar da gerçektir sorunlar. Enine boyuna düşündüğümüz zaman, sorunların aslında oldukça ironik olduğunu görürüz. Derler ya şimdi düşündüğümde gülüp geçiyorum diye, bu durum hayatın ironik olmasından dolayı değil de nedir? Bir iplik yumağının içinde yaşıyoruz. En sıkı düğümlerin bile boşlukları vardır ve biz o boşluklarda sıkıştığımız zaman, gerisi hep sağır sessizliktir. İçimizdeki ses çevremizdeki bütün fiziksel uyaranları bastırır. Nasıl o boşluklardan çıkıp da düğüme dâhil olduğumuzu hatırlamayız bile. Geriye dönüp baktığımızda o boşluklar sayılamayacak kadar çoktur. Buna neden gülümsediğimizi anlamış değilim. Belki de bu tavrımız, bir sonraki boşluğun nasıl olacağını bilmediğimizdendir. Boşlukta kalan da oradan çıkan da bizsek, buna gülüyor olmamız da ironik değil midir? Perec, Georges. Uyuyan Adam. 1967. İstanbul: Metis Yayınları. 2013
Mehmet Emin Altun 21501469 Modern Çağın Reçetesi Elimizdeki yegane hazinemizin sahip olduğumuz hayat ve zaman oluşu insanlığın büyük bir kesimince kabul edilen yegane gerçektir. Dünyaya ayak basışının ilk gününden beri insan, varlığının bir sonucu olarak tüm şartlara uyum sağlamış, aklı, bedeni ve duygularıyla günümüze değin varoluşunu devam ettirebilmiştir. Ateşi bulup yemeklerini pişirmesi ve ısınması, hayatında bir kere geçirdiği birçok hastalığa karşı senelerce bağışıklık sahibi olması ve sosyal ilişkilerinde onu her şeyden farklı bir konuma koyan duygularını istemsizce kullanması ve bu duygularıyla gelecek nesillerini etkilemesi, insanoğlunun yeni şartlara adaptasyonunun örnekleridir. Medeni gelişmenin giderek hızlandığı taş devri, modern çağ yolunda insanoğlu, tekamülünü son aşamaya kadar tamamlamış ancak modern çağda, geçmişinden gelen dua etme fiilini unutarak bir kırılma noktasıyla karşılaşmış, özünden gelen duaya sığınmayı yeniden öğrenmeye mecbur kalmıştır. Geçmişten günümüze kadar, doğada meydana gelen her olaya ilahi bir senaryo biçen insanoğlu, zamanla dini kimliklere bürünmüş, farklı inanç sistemlerine sahip olarak giyimden mutfağa, eğitimden sanata olmak üzere hayata dair tüm noktalarda ayrışmış, farklılıklar içerisinde ancak özünde aynı şekilde, üstün olan Yaratıcı’dan talep ederek, dua etmeyi barındıran tek bir inançla yaşamıştır. İnsan duygularından biri olan inanç, insanların yaşantılarında diğer duyguların da açıkça ortaya çıkmasını sağlamış, inançtan kaynaklanan sevgi, öfke, kurnazlık ve merhamet duyguları siyasi ve sosyal birçok kararda kendisini göstererek tarih sayfalarına savaşlar, devlet birleşmeleri, ya da eşlerin birbirinden boşanamaması gibi anekdotlara dönüşmüştür. Kırılma noktası olarak görülen modern çağın başlangıç noktalarından olan Fransız İhtilali, Evrim Teorisi ve Sanayi Devrimi, diğerlerince modern görülen ya da modern olmak için emek sarfeden birçok toplumu baştan aşağı değiştirmiştir. İlk olarak, ekonomik sıkıntılardan beslenerek, dalga dalga büyüyen Fransız İhtilali, geçmişten gelen tüm inanç kaynaklı karar verme yetkisine haiz olan kraliyete karşı meydana gelmiş, dönemin sanatçı ve düşünürlerinin fikirleri ile birlikte birçok farklı sebep dolayısıyla milliyetçi bir harekete dönüşmüş ve yeryüzündeki birçok milletin geleceğini etkilemiştir. Yeni bir ulus devlet anlayışıyla ayaklanan ve bağımsızlık peşinde koşan nice milletler, Fransız Devrimi’nin monarşisiz bir Fransa hedefini de unutmamış ve inanç kaynaklı duyguların sebep olduğu kararların olmadığı bir dünyanın inşasında bilinçli ya da bilinçsiz olarak rol almışlardır. İkinci olarak, gelişen Avrupa’nın, onu geliştiren değeri bilim ve bilimsel çalışmaların köşe taşlarından olan Evrim Teorisi, Darwin tarafından ortaya atılmış, birçok kesimcedesteklenmiş ve eskisi kadar inanç kaynaklı duyguların sebep olduğu kararlar altında yaşamayan insanların zihnine, tesadüfi bir biçimde oluşmuş, yaratıcıya düşünüldüğü kadar sorumluluk payı bırakmayan bir fikir olarak yerleşmiştir. Sadece bilimsel bir teori olduğundan, sokaktaki yaşamı etkilemeyeceğini düşünen milletler, aldıkları modern, bilimsel eğitim ve popüler kültür vasıtasıyla, önemsemedikleri bir teori sebebiyle ilk çağdan beri süregelen yaşam ve inanç döngüsünden iyice çıkmaya, ilk defa bir yaratıcının ve duyguların o kadar da önemli ve geçerli olmadığı farklı bir seçenek ihtimali üzerinde düşünmeye başlamışlardır. Üçüncü ve son olarak, yine gelişen Avrupa’nın, onu geliştiren değeri bilimin sonucu olan Sanayi Devrimi, Fransız Devrimiyle ayrışan, Evrim Teorisiyle materyalistleşen modern toplumları, hızlı üretim, hızlı tüketim, bol kazanç dünyasına alıştırarak bir de kapitalistleştirmiş, insanoğlunu inanç kaynaklı duygularından iyice soyutlamış ve maalesef, onu, inanç ve duyguların hüküm sürmediği yeni bir dünya düzenine hazırlama sürecinin sonuna yaklaşmıştır. Bazı kimselerce sonu merak edilen, hatta günümüz insanlarının psikolojik sorunlarının temel sebebi olarak görülen, yaşamın tüm sorumluluğunu üstlenmek yerine daha üst bir otorite olan Yaratıcı’ya dua ederek sığınmanın ve rahatlamanın modern çağ boyunca unutulmasıyla inşaası tamamlanan inançsız ve duygusuz bir yaşam modelinin, modern çağa kadar bu şekilde varolmuş insanoğlunun ihtiyaçlarına ne kadar cevap verebileceği kimsenin cevaplayamayacağı bir muamma. Ancak tavsiye edilebilir ki, yaratıcının ve duyguların görülmemeye başlandığı bu çağda, tüm sorumlulukları üstlenen insanlar olarak, eğer bir noktada takılır ve hayatımıza devam edemezsek, taş devrinden modern çağa kadar yaşamış atalarımız gibi tüm sorumluluklarımızdan sıyrılarak, varoluşumuz gereği içimizden gelen duyguları hatırlayıp işleri yoluna koyacak ve idare edecek daha üstün olan Yaratıcı’ya sadece dua edebiliriz. Belki de bir sonraki çağ, geçmiş ve geleceği harmanlayarak içinde bulunduğumuz teknik çağında kendi özünde bulunan dua etmeyi yeniden keşfedip kendi kendine öğrenebilenler sayesinde daha güzel, daha modern temeller üzerinde yükselecektir.Kaynakça: Tavares, Gonçalo. “Teknik Çağında Dua Etmeyi Öğrenmek”. Kırmızı Kedi Yayınları, 2017. 1. Baskı.
ZEYNEP ECE İSPİR ADALETİN ALGORİTMASI Suç, ceza, adalet... Her bir olgunun anlamı oldukça net bir şekilde canlanır beynimizde. Peki ya neye göre? Ve kime göre? Neredeyse her toplumda suç sayılabilecek eylemlerin karşılığı olan cezalar vardır. Adaletin ve hukuk sistemlerinin önemini tekrar tekrar bize hatırlatan bu eylemlerden herhangi biriyle karşı karşıya geldiğimizde sığınabileceğimiz bir liman gibi görürüz adalet olgusunu. Peki ya suç diye adlandırdığımız bu olgular, içimizde bir yerlerde var olan insani normlarımıza göre mi yoksa hukuk sisteminin bize dayattığı doğrulara göre mi şekillenir? Mesela bir insanı isteyerek ve bilerek öldürmek insani normlarımıza aykırı olduğu için mi bu eylemi gerçekleştirmekten kaçınırız veya bu eylemin hukuk sistemimizde bir suç olarak görüldüğü ve oldukça büyük yaptırımları olduğundan dolayı mı? Son dönemde izlediğim filmler içerisinde beni oldukça etkileyen ve izleyicinin hem sosyolojik, hem de politik perspektiften bakabileceği bir üçleme gerilim filmi olan “Arınma Gecesi” beynimde bu ve bunun gibi bir çok soruyu canlandırmayı başardı. Sebep sonuç ilişkisini kolaylıkla kurabileceğiniz, izlerken tam anlamıyla mesaj niteliğinde bir çok ana fikir elde edebileceğiniz ve adeta bütün toplumların sosyolojik ve politik altyapısını fazlasıyla orijinal bir konu ile ele alan bu film, izleyicinin dikkatini çekme konusunda oldukça başarılı. Ülkenizde hukuk sisteminin yılda bir günlüğüne yalnızca on iki saat devre dışı kaldığını ve suç niteliğinde olan her eylemin bu on iki saat içerisinde serbest olduğunu hayal edin. Kulağa hiç hoş gelmiyor değil mi? Akla ilk gelecek sorunlardan biri olan ekonomik eşitsizliğe filmde oldukça güzel bir şekilde yer verilmiş. Ekonomik gelir düzeyi yüksek olan kesimin kendini oldukça yeterli bir biçimde koruyabildiği fakat ekonomik açıdan yeterliliği olmayanların yaşamla ölüm arasında kaldığı bu gece, kapitalist sistemin bir sonucu olan ekonomik ve sosyal eşitsizliğin altını çiziyor. Arınma adı altında yapılan katliamların çoğunun, hükümet tarafından bir amaç doğrultusunda gerçekleştirildiği filmin ilerleyen dakikalarında anlaşılıyor. İşsizliğin önüne geçebilmek için ekonomik açıdan alt seviye sayılan kesimi ortadan kaldırmak temel amaç olarak hedefleniyor. Bu durum neredeyse her toplum için genelleme yapılabilecek kadar evrenselleşmiş bir problem. Ne yazık ki, toplumların altyapısı olarak varsayılan ekonominin, her bir üst yapıyı belirlediği ve şekillendirdiği kapitalist sistem, böyle bir gece yaşansaydı ne olurdu sorularına bu perspektiften bakmamıza sebep oluyor. Bunun yanı sıra “Arınma gecesi”, adalet olgusunun ve hukuk sisteminin öneminin altını çizerken aynı zamanda da insanın içinde barındırdığı kötülüğü ve adaletsizliği gözler önüne seriyor. İzleyiciyi, her insanın içinde olabilecek fakat birtakım sebeplerden ötürü dizginlemeye çalıştığı şeytani bir dürtünün varlığını sorgulamaya itiyor. Filmi izlerken, bastırılmış duygular açığa çıkınca meydana gelen kaostan kendimizi uzaklaştırmaya çalışırken, gerçeklik payını göz önünde bulundurarak insanoğlunun suç işlemeye ne kadar yakın veya uzak olduğunu bir kez daha sorguluyoruz. Adalet olgusunun, insanın içinde dış etkenlerden bağımsız var olabilen ve varlığını idame ettirebilen bir olgu olduğuna inanmak isterken, sorgulandığında bambaşka sonuçlara ulaşabildiğimiz, içinden çıkılmaz bir muamma ile karşı karşıyayız aslında. Bir bakıma insanoğlunun kendisiyle yüzleşmesi olarak da adlandırılabilecek olan bu film, her açıdan insanı ele alıyor. Toplumsal, ekonomik, sosyolojik veya politik her problemin başlıca kaynağı olan insan, güzel olan her şeyi her zaman tüketmeyi başarabiliyorken, içinde bir yerlerde gizli tuttuğu kötülüğü er veya geç çeşitli yollarla dışa vurmayı başarıyor. Suçun, cezanın ve adaletin teoride neler olduklarıyla, insan yaşamında, yani pratikte ne ifade ettikleri ne yazık ki çoğu zaman çelişiyor.
Elvan Galatalı 21902752 Tek Bir Dilek Çoğu insan gibi ben de hayatım boyunca birbirinden farklı bir sürü dileğe sahip oldum. Kimileri akıl almayacak kadar renkliydi. Kimileri ise karne hediyesi olabilecek kadar ayakları yere basan isteklerdi. Dileklerim arasındaki bu uçurumlar yaratan fark bir bakıma işimi kolaylaştırıyordu çünkü uçuk hayallerim maaşımı harcarken veya doğum günümde ne istediğime ilişkin soruları cevaplarken bir seçenek olmuyordu. Peki ya onlar da işin bir parçası olsalardı? Ya istediğim herhangi bir şey ne olduğu fark etmeksizin gerçek olabilseydi? Büyürken izlemiş olduğum filmlerin de etkisiyle, lambadan çıkan sihirli bir cinin veya bir perinin dileklerimi gerçekleştirmesini hep çok istedim. Doğum Günü Kızı’nı okurken bu çocuksu düşüncenin daha gerçekçi bir versiyonu ile karşı karşıya kaldım. Baş karaktere hediye olarak verilen dilek hakkının ardından gelen “ Ne var ki, tek bir dilek hakkın var, iyice düşünesin” (Murakami 38) koşul cümlesi ile istekleri sayısal olarak sınırlandırmanın zorluğunu fark ettim. Tek bir dilek hakkım olsa ne seçerdim? Eğer geleceğe yönelik bir dilek dilersem bundan otuz sene sonra pişman olur muydum? Ya dilediğim şey zaten gerçek olacak bir şey olursa? Emin olduğum bir şey varsa bu da para ile elde edilebilecek bir şey dilemeyeceğimdi. Annemlerden doğum günümde isteyebileceğim bir şey olmamalıydı dileğim. Her genç kız gibi aşk dilemek istedim önce. Fakat şu an birlikte olduğum kişiyle devam edecek bir şey dilesem, belki de sonradan karşıma çıkacak olan doğru kişiyle tanışma şansımı kaybederdim. Ardından aklıma en büyük korkum olan ölüm geldi. Ölümsüzlük, her insanın en büyük 1Elvan Galatalı 21902752 arzusu değil miydi? Bu arzu da doğanın dengesine aykırıydı. Sevdiğim herkesin öldüğünü izlemek de dayanılmaz olurdu. Zengin olmak isteyebilirdim ama para her zaman mutluluk getirir miydi? Asıl koşul mutluluk ise mutluluk dilemek mantıklı olurdu ama herkes için aynı mıydı mutluluğun tanımı? Tek bir soruyu cevaplamaya çalışırken beynimde binlerce soru oluştu. Üstelik çoğu boyumu aşıyor ve cevapsız kalıyordu. Hem böyle zaman gerektiren dileklerin gerçekleşip gerçekleşmediğini de büyük ihtimal anlayamayacaktım. Zengin olup iflas edebilir, aşık olup boşanabilir ve ölümsüz olduğuma inanarak yaşadığım bir hayatta beklemediğim bir son ile karşılaşabilirdim. O zaman da bir dilek dilemiş olmamın hiçbir anlamı olmazdı. Belki de çok klişeydi fakat içimden dilek dilememin kaderimi değiştireceği düşüncesini atamıyordum. Yapacağım her seçimin önceden belli olduğunu düşünmesem de seçeneklerimin belli olduğuna inanıyordum. Dilek dilemem ise bu seçenekler arasındaki özgür irademi kısıtlayacaktı. Hata yapmama izin vermeyecek, canımın acımasına olanak tanımayacaktı. O zaman da güzelliklerin, iyiliklerin ve mutlulukların hiçbir anlamı kalmayacaktı. Kendi kendimi bir dileğe ihtiyacım olmadığına ikna ederken böyle bir şansın da insanın karşısına bir defa çıkacağını düşünerek kendime uygun bir dilek bulmaya çalışmaya devam ettim ve buldum. Kocaman bir yapbozun küçücük bir parçası olduğumu unutmuştum. Dünya benden ibaret değildi. Ayrıca herkes dilekler hakkında benim gibi hissetmek zorunda da değildi. Ben sıcacık evimde otururken, sokakta çırılçıplak yatan bir çocuk, silahın namlusuyla burun buruna gelmiş bir kadın ve hasta yatağında son nefesini verecek bir adam da vardı bu dünyada. Dilek dilemek en çok onların hakkıydı. Hayatlarına müdahale etmek istemeleri gayet doğaldı. Ben 2Elvan Galatalı 21902752 de tek dilek hakkımla binlerce isteği karşılamanın yolunu buldum. Şu an aklından bir dilek geçiren herkesin dileğinin kabul olmasını dilemenin en güzeli olduğuna karar verdim. Pastasının üstündeki mumları üflerken yavru köpek isteyen kızdan tutun da savaşın bitmesini dileyen anneye kadar herkes içindi bu dileğim. Bir kereliğine herkesin güldüğü bir dünya hayal etmek istedim. Hayal dünyası uçsuz bucaksızdır fakat çoğu zaman insanın hayallerinin ve isteklerinin baş rolü kendisidir. Fark ettim ki bu sınırsız alanın sadece bir köşesinde gezinmek aslında insanı sığlaştırır. Dolayısıyla bir dileği tek bir adet olmakla sınırlandırırken de sınırları geniş tutmak mümkündür. Bazen en güzel dilek, başkası adına dilenendir. KAYNAKÇA Murakami Haruki, Doğum Günü Kızı, Ali Volkan Demir, İstanbul, Doğan Kitap, 2019 3
Çocuk, Toplum ve Eğitim Tanrı Kent, 2002 yılında Brezilya-Fransa ortaklığıyla yapılan dramatik bir suç filmidir. 1960’lı yıllarda “getto” olarak adlandırılan yoksul bir mahallede yaşanan olayları ele alan film, gerçekleri insanlara açıkça gösteren kült bir yapımdır. Filmde 10-15 yaş grubundaki çocukların yaşadıkları ortamdan dolayı nasıl birer suçluya dönüştükleri işlenmektedir. Filmin ana karakteri olan Küçük Ze erken yaşlardan beri her zaman suça eğilimi olan bir çocuktur. Bir genel ev baskınıyla tamamen suç dünyasına dahil olan Ze, orada işlediği cinayetlerle birlikte kendi yolunu çizmiş ve o kirli dünyadan çıkmama kararı almıştır. Aslında pek de fazla bir şansı yoktur bu konuda çünkü doğduğu mahallede yaşayan insanlar da kendinden farklı değildir. Film her kadar izleyenleri içine çeken heyecan dolu bir aksiyon filmi olarak gözükse de, derinlemesine düşünüldüğü zaman insanlara ders veren, onları eğiten ve izleyicilerin çıkarımlar yapmasına olanak sağlayan kaliteli bir yapım. Çünkü filmde sürekli suç işleyen çetenin yaş ortalaması yaklaşık on beş ve bu yaştaki bir çocuğun ne yaşayarak cinayet işleyip soygun yapacak azılı bir suçlu haline geldiği izleyenlerde büyük bir merak uyandırıyor. Okula gidip ders çalışması ya da dışarıda arkadaşlarıyla oynaması gerektiği yaşta gasp yapıp adam öldüren çocuklar insanı dehşete düşürüyor. Eğitim ve yaşınılan çevrenin çocuk gelişiminde ne denli önemli olduğu bir kez daha gözler önüne seriliyor. Onları bu suçları işlemeye iten güç ne ? Yoksa bu suç işleme isteği onların bedeninde mevcut mu ? Aslında o dünyanın içinden bir göz olarak bakmaya çalışıldığında onları anlamamak elde değil. Çünkü çocuğun kendini bildiği andan itibaren örnek olarak aldığı ağabeyi ya da babası da bu kirli dünyanın içinde ve çocuğa yol gösterecek, hayatında önemli kararlar almasında yardımcı olacak herhangi bir insan çevresinde mevcut değil. Zaten aklına yeteri kadar hakim olamayan çocuklar da, büyüklerini veya çevresindeki insanları örnek olarak doğru olanı büyüklerinin işlediği suçlar olarak görüyor ve kendi de o yoldan gidiyor. İşte burada küçük yaşta eğitimin önemi devreye giriyor. Eğer o çocukların çevresinde onları o dünyadan kurtarıp eğitecek bir insan olsaydı belki de her birinin bambaşka yaşantıları olacaktı. Fakat ne yazık ki onlar da bu rezil düzene ayak uydurup kendi hayatlarını yavaş yavaş yok ediyorlar. Küçük yaşta verilen yetersiz eğitim yüzünden uzun vadede toplum yapısı da bozuluyor. Çünkü iyi eğitilmemiş çocuklar büyüdüklerinde sağlam karaktere sahip bireyler de olamıyorlar, bu da toplumda çatlaklara neden oluyor ve düzeltilemez büyük bir sorun baş gösteriyor. “Toplumun gücü, bireylerinden kaynaklanır.” demiş Thomas Jefferson. Aslında tam olarak da durum böyledir. Toplumun gücü ve yapısı onu oluşturan bireyler tarafından şekillendirilir ve bireyin eğitimi de ne kadar küçük yaşta başlarsa gelecek için o kadar verimli sonuçlar alınır. Bu eğitim sürecinde de okulların çok büyük önemi vardır. Eğer çocuklara verilen eğitim onların hayatı boyunca onları destekleyecek ve yol gösterecek türden olursa insanların yaşamları daha da kolaylaşacaktır. Çocuk eğitiminde en az okul kadar önemli olanbir başka unsur da aile eğitimidir. Aynı okullarda aynı eğitimi almış iki farklı aileden gelen çocuklar arasında son derece büyük bir farklılık görülür. Ailesinden iyi eğitim alan çocuğun oturup kalkması bile diğer çocuktan onu ayırmaya yetecek önemli bir farktır. Eğer çocuğa aile tarafından verilen eğitim yeterli olursa, çocuk okuldaki eğitime hazır bir şekilde gelecek ve aile eğitiminin üstüne okulda aldığı eğitimi de koyarak son derece düzgün bir birey olarak toplum yaşantısına dahil olacaktır ve bu durum da uzun vadede toplumdaki bozukları giderecek ve ülke çok daha yaşanılası bir yer haline gelecektir.
Zirveden Dibe Bir Yolculuk Ünye Sahili'ne benzer bir sahil düşünün. Önünüzde ise katı ile sıvının nazlı buluşmasıyla harmanlanmış eşsiz bir manzara... On adım ilerinizde ise kırmızılara bürünmüş bir hâlde bekleyen meftunu olduğunuz yâriniz var. Ama olmuyor, o kutsal âna, tarihte emsallerine nispet edercesine mânâ dolu o lahzaya erişim mümkün olmuyor. Sebebi ise çok basit: Bağımlılık. "Heyecanlı olun!" lafzı tekrar ediliyordu televizyonda, şen şakrak yüzler kendilerini izleyerek pinekleyenlere güzel anlar yaşıtıyordu. Hayatın sillesini tatmış kavruk tayfa ise her zamanki gibi vakitlerini o kare kutu karşısında oturarak geçiriyordu. "Emeklilikten sonra ölümü bekleyecek hâlimiz yok ya efendim, elbette televizyon izleyip günümüzü gün edeceğiz." mantığıyla sevimlileştirilmeye çalışılan bu hareketin esasen ne kadar asosyallik koktuğunu, aslında yaşlıları tabuta götüren yegâne elementlerden biri olduğunu görmemek için kör olmak lazım herhalde. Madalyonun öteki yüzü de var, tabii. Bağımlılık olgusunun hezeyanıyla anneden ayrılan bir evladın tsunamiden kulaç atarak kurtulma çabasını beraber izledik. Finans kaynağı olarak annenin 'biricik'ini seçme ve bataklığa arkadaşlar ile batma dramına yine hep birlikte şahit olduk. Tedarik yüzü görmeyince moraran ve en sonunda kesilmek zorunda olan kolun; bir gün, evet, sadece bir gün madde almayınca kendinden geçen yirmilerindeki bir genç kızın o maddeyi alma pahasına kendini pazarlamasının; yaptığı yasadışı madde ticareti ayyuka çıkınca deliğe tıkılan bir başka gencin öyküsüydü bu. Ulaşılmak istenen bir kap toz yokluğunda 'ihtiyacı olma' güdüsünün harekete geçirdiği eylemler sonucunda okyanusa karışan üç mürekkep damlasıydı bu üç gencin hayatı; 'bir melek'in doğurmasıyla başlayan, 'bir direk'in ev sağlamasıyla devam eden, 'bir kırbaçlı şeytan'la sona eren. "Bir kazananımız var, Sara!" nidası inliyordu teyzemize gösteriye çıkacağına dair sahte bir telefon gelmesinden ve bu gösteride giymek istediği kırmızılı elbiseye sığmak için aldığı zayıflama haplarından sonra. Şizofreni hastasının psikolojisini aratmayan bir psikolojiyle kendisine yeni bir dünya kurmuş ve eski dünyayla irtibatını tamamen kesmişti. Zayıf olacağı günlere ithafen bu haplar için "Uyanmak için güzel bir sebep, yarını çok güzel gösteriyor." cümlelerini zikretmişti, ama bilmiyordu ki böyle olacağını. Zayıflamıştı, artk kocasının çok beğendiği kırmızı elbiseye sığabilir ve gösteriye çıkabilirdi. Tek bir şey eksikti, zihni. Televizyonda, arzuladığı kendisini görüyor, provasını yaptığı cümleleri şimdi televizyonda dile getiriyordu. Ama o da ne?Seyirciler "Bizi besle, Sara!" diyorlardı. Sara'nın sağlıklı düşünme yetisini elinden alan, onun sosyal hayatını çalan, onun iyi bir anne olmasına izin vermeyerek çocuğunu da kendisinden kopartan, onu bir deri bir kemik bırakan bu gösterinin seyircileri, şimdi de kendilerini beslemesini istiyorlardı. En sonunda, 'rüyaları' ona ihanet etti ve uzun bir 'ağıt'tan sonra attı kendisini sokaklara. Gözünü açtığı ilk yer bir hapishane, hapishanenin aynasında hem madden hem mânen sömürülmüş bir dişi beden... Gölgeler arasından bir keman sesi yükseliyor, her bir notası benliğimi parçalıyor. 'Bir rüya için ağıt' olduğunu bilmeme rağmen gerçekliğim meşruiyetini kaybediyor, soğuk soğuk terliyorum. "Bir film" diyorum, "Bir film nasıl olur da kalkan gibi irademi delip geçip hücrelerimin renksiz pınarlarında volta atabiliyor?Beni nirvanada hissettirirken nasıl en dibe inip umarsız bir çocukken çizdirdiğim kaşımı bana anımsatabiliyor?" Son olarak, bu filme dayanarak şunu söyleyebilirim ki filmlerin tüzel kişiler ekseninde herhangi bir algı operasyonunda kullanılabileceği gerçeği şahsım nezdinde ayyuka çıkmıştır. Zira yukarıda muhtevasından birkaç dem sunduğum ve hassasiyetle yorumunu yapmaya çalıştığım film bünyeme fazla geldi ve günlerce filmin etkisinden çıkamadım. Sevgi kelebekliğinden sonsuz depresifliğe yoğrulan bu yüz dakikalık yolculukta oyuncu ve yönetim kadrosunu tebrik az kalır şüphesiz. İzleyelim, izletelim, dünyada mutsuz insan kalmayasıya kadar. Saim ERÇOLAK
Zeynep Sanlı İçimizdeki Yabancı Yaşamak çoğu zaman kolay değildir. İnsanoğlu birçok etkenin altında ezilerek kendi benliğini ve sağduyusunu yitirebilir. İşin ilginç tarafı ise bunu insana yapan aslında kendisidir. Tam da bu konuyu çok güzel bir biçimde gözler önüne seren bir kitap aslında Aristo’nun Rüyası. Okurken kendimi bulmuştum sanki bu kitapta; onca kederin, kafamdaki susmayan seslerin ve çaresizliğin yansımasıydı bu kitap, Aristo bendim! Kitap Aristo’nun üzerinden insanın iç dünyasında yaşadığı çelişkilere, kendisine galip gelen düşüncelere ve duygu durumlarına değinmekle birlikte kafalarda çeşitli soru işaretlerinin oluşmasına mahal veriyor. Ben kitabı okuduğumda ise benim kafamda oluşan soru şuydu: Hayattaki onca dert ve problemin arasında insana en büyük zorluğu yaşatan neden yine kendisiydi? Neden kendi kafasında kurguladığı ve varoluşsal sancılardan beslenen problemler insana ket vuruyordu? Kendi kendime bu konuyu tartışırken aslında cevabın çok basit olduğunu fark ettim. Belki de artık zora odaklanmayı bırakıp önümde olanı görebilmeliydim.İnsan kendi hikâyesinin ana karakteriydi ve bir hikâyeyi ana karakterden başka kim daha fazla birbirine katabilirdi? Tabii ki de kendini baltalayan yine insan olacaktı. Zamanında ben de kendime az çektirmemiştim zaten. Sanki dünyamdaki karanlık bulutlar yokmuş gibi bir de ben olmadık yere başıma iş açardım, cefasını da yine ben çekerdim. Zira günlük hayatımızda da bu böyledir, zaman zaman paranoyalarımız bizi ele geçirir, grçek dünya ve kafamızda kurduğumuz dünyanın çatışması hayatımıza yansır. Çok olmuştur kafamdaki seslerden ötürü kendi sesimi duyamadığım, ruhumun attığı çığlıkları umursayamayışım. Bu ele geçirme durumunun asıl nedeninin insanoğlunun inanmaya olan yatkınlığı olduğunu söylesem yanlış olmayacaktır. Şüphesiz ki bu nedenlerin ve korkuların içinde gücünü kötü deneyimlerden, aktarılmış travmalardan ve büyütüldüğümüz aile tutumundan alanlar olabilir fakat her korku karanlıktan doğmaz, birtakım korkuların etkisi sevgiyle doğru orantılıdır. Bazen birini öyle çok seversiniz ki bırakın onu incitmek, onun hakkında zamanla kötü düşünebilmek ihtimali bile sizi içten içe yiyip bitirir. Bazen de kendinizi öyle güzel anların içinde bulursunuz ki elinizde olmadan bunu mahvedersiniz çünkü onca griliğin, kasvetin arasında iyilikler ve güzellikler gözünüze batar. Hâliyle sonrasında da kendinizi suçlayıp durursunuz. Mahvedersiniz, çünkü insanın inanmaya olan yatkınlığının yanı sıra negatif düşüncelere kapılma, kompulsif davranışlarda bulunma gibi bir yatkınlığı daha vardır ve kendini sürekli tekrar eder.Hayat belki de biz günahsız çocukları öyle alıştırmıştır ki çevremizden, ailemizden, ülkemizden, kendimizden kötülükler görmeye, duymaya...Bu kısır döngünün farkına varmak insanın kendi bünyesinde barındırdığı zıtlığı kabul etmek kadar önemlidir çünkü hatırlanmalıdır ki karanlık tarafımız olmadan aydınlık tarafımız ve olumlu düşüncelerimizin önemi ortaya tam anlamıyla çıkamaz; aydınlık tarafımız olmadan da karanlıktan ders alamayız. Hayat ya, elbet bir ironisi olacak. Bu sorunun çözümü bile ironik sayılabilir çünkü çözüm sorundadır. Hayatta size en çok sorunu yaratan kişiler en etkili çözümü sunabilecek olanlardır. Bunu kendi kendime fark ettiğimde kendimi üst benliğime ulaşmış hissetmiştim. Sanki artık kenarında durduğum düşünce uçurumu ve beni uçurumdan aşağı atacak inanç rüzgârı beni bütün işlevselliği ve optimistiğiyle kucaklayan, rengârenk çiçeklerle donanmış bir tepeydi. Bu çiçekler benim duygu dünyamdaki farklı dertlerdi bir zamanlar fakat bu değişmişti. O her telden ayrı çalan dertler birer ışık hüzmesine, tünelin sonundaki çıkışa benziyordu artık. Kendime inanamamakla birlikte anlamıştım ki okuduğum kitap yüzeysel bir deneyim olmakla kalmayıp iç dünyamla beni yüzleştirmişti, bakış açımı değiştirmişti. Kim bilir belki bu kitap da artık o çiçeklerden biriydi. Kaynakça: Altunay, Aysu. Aristo’nun Rüyası. İnkılap Kitabevi, 2023. Baskı.
İbrahim Ethem Gürcan 21503184 TRK 101-­‐95 Fanatizmin Doğurduğu Merhametsizlik Tarih devrimlerle doludur, uzun dönem bir görüş hüküm sürmüştür, sonra bu görüş kendisine karşı düşmanlar yaratmıştır. Daha sonra ise bu düzen yıkılır, yenisi gelir, sonra o düzen de kendisine düşmanlar yaratır ve yine bir devrim olur, yine yeni bir dönem başlar. Hep böyle devam eder bu. Kitaplarda sadece yapılan devrime odaklanılmıştır; insanların hayatının nasıl değiştiğini, ne gibi acımasızlıkların yaşandığını anlatan yazıların sayısı ise çok azdır. Her birimiz siyasi bir görüş ya da hayata dair düşünceye sahibizdir ve bunun doğru olduğuna kendimizi inandırırız. Bir süre sonra o fikrin savunucuları oluruz. Hiçbir zaman bizim düşüncemizden dolayı acı çekecek insanlar aklımıza gelmez. Bir süre sonra, savunduğumuz ideoloji, tuttuğu takımı ölümüne destekleyen bir fanatiğe benzetir bizi ve bunun farkında olmayız. Sonunda da bizim inanışımıza ters düşen hemen her insana bakışımız, düşmanca bir bakışa evrilir. Bu hep böyle olmuştu ve böyle olmaya da devam edecek gibi gözüküyor. Bizler ilk önce, ne olursa olsun fanatizme ve acımasızlığa sürüklenmemeliyiz. Ben de bir zamanlar fanatik bir insandım açıkçası ama içime sinmezdi öyle olmak, öyle olmam gerektiği bana öğretildiği için öyle davranmak zorunda hissederdim kendimi. Sonra vazgeçtim ve bunda Aleksandr Soljenitsin'in Ivan Denisoviç'in Yaşamında Bir Gün adlı kitabı da yardımcı oldu bana. Dikkatimi çeken şey, normalde aklımızın ucundan bile geçmeyen bir gerçekliği ele almasıydı. Yapılan bir devrim sonrası ceza alan hükümlülerin hayatını anlatan bu kitap, insanoğlunun ürkütücü derecede gaddar bir varlık olduğunu gösterdi bana. Güç, kimin elindeyse bir süre sonra onun zulmüne dönüşüyor. Çok soğuk bir kış ayında, zerre önemsenmeyen insanların nasıl şartlar altında çalıştırıldıklarını, mahkumiyet süresi boyunca gücü elinde tutan insanlar tarafından nasıl kendilerine yabancılaştırıldıklarını görmek derinden sarsıyor insanı. Savunulan düşünce ne olursa olsun acımasızlık bu denli normalleştirilmemeli diye düşünüyorum. İnsan hayatı bu kadar önemsiz görülmemeli. Her ideoloji şöyle bir yalan söyler: "Biz insanlara değer veriyoruz," fakat iş başa düşünce yani gücü eline alınca, bu sözü unutuverir bütün iktidarlar. İlk iş olarak karşıt insanları sindirmeye başlarlar ve burada elbette adaletten söz edilemez. Eğer edilebilseydi dünya bu kadar kanlı bir gezegen olmazdı. Burada şunu anlamamız gerekiyor: fanatiklik ile bir ideolojiyi savunmak farklı şeyler. Ancak fanatizmden kurtulan bir ideoloji insanların canını yakmaz. Bu yüzden ilk iş olarak kendimize dönmeli ve düşüncelerimizi sorgulamalıyız. Kitapta anlatılan bir günü okuduktan sonra, binlerce gün daha aynı şeylerin olacağını bilmek, ürpertiyor insanı. Binlerce gün çekilen abartılı çile ve bu çilelerin saçma nedenleri... Sadece bir düşünceye karşı olarak bir ömrü büyük bir acıyla geçiren, geçirmek zorunda kalan insanlar üzüyor beni. Ama fanatikleri üzmüyor anlaşılan, kendi ülkemize baktığımızda da rahatlıkla görebiliriz bunu.Yine yeniden belirtmekte fayda var, her ne şekilde olursa olsun insan hayatı bu kadar ucuz görülmemeli. Böyle bir yanlışı kabullenmek, içimizdeki hayvani istekleri tetikler sadece. Bir öç alma eylemi düşünün ki içerisinde haksızlık barındırmasın, tamamen adil olsun. İçimizdeki nefreti beslemek, hemen herkesin başvurduğu bir yoldur fakat sonunda en büyük zararı o nefreti besleyene verir. Asıl erdem, bana sorarsanız, düşüncemiz ne olursa olsun bu düşünceye sahip olmayan insanlara da aynı şekilde saygı duymaktır. Belki o zaman dünyanın bu kadar karanlık bir yer olmaktan çıkar, daha iyi şeylerin de var olduğu bir yer olabilir. Sistem eleştirisi önce insanın kendine çeki düzen vermesiyle başlamalı bu yüzden. Diğer türlü davranırsak elimizde nefretle tatmin olan sığ bir ruh ve yaşattığımız onca acıdan başka bir şey kalmaz. Kaynak: Soljenitsin, A. (3.Baskı 2016). İvan Denisoviç'in Bir Günü. İstanbul: İletişim
Yeşim Kaya 21400235 Sec. :17 Size Yön Verecek Bir Roman: Otomatik Portakal Antohny Burgess’in kendisi öldükten sonra, eşinin parasız kalmaması için yazdığı bir eser olduğunu ve bu eserin yazarın dünya çapında bir üne sahip olmasını sağladığını öğrendikten sonra, okumak istediğim fakat sınavlardan, ödevlerden vakit bulup okuyamadığım bir romandı Otomatik Portakal. O sıkışık zamanlarımda, her gün kendime kızıyordum bu esere vaktimi ayırıp okumadığım, onun hakkında yorumlamalar yapmaya çalışmadığım için. Sanmayın ki, her okuduğum ya da okuyacağım eser için kendime böyle kızıyorum, aksine çoğu zaman hiç düşünmem bile diğer romanlar hakkında. Babamın ya da annemin kütüphanesinden bir roman alır, okur geçerim. Fakat söylediğim gibi, anlam veremediğim bir biçimde bu romanı okumak istiyordum, hatta neredeyse hocam bugün sınavı iptal edelim de ben şu romanı bir okuyayım diyecek seviyeye gelmiştim. Neyse ki, geçen gün okul çıkışı gittiğim kitapçıdan aldıktan sonra bu eseri okudum ya da okumadım sorunsalını, onu okuyarak sonlandırdım. Ve diyebilirim ki, bu roman gerçekten kendime onu okumadığım için kızdığım kadar varmış, çünkü ciddi mesajları olan bu eseri kendime psikolojik baskı yapmasam, okumadan geçip gidecekmişim. Peki, “Nedir bu kitabı bu kadar cazibeli yapan?” diyecek olursanız eserdeki olaylardan kısaca bahsetmek isterim; Otomatik Portakal aslında Alex ve yakın arkadaşları diyebileceğimiz dört farklı karakterin çalkantılı gelişme hikâyelerini anlatıyor. Onların yanlış, kötü, iletişime kapalı hâlde gelişmelerine bizi tanık etmek istiyor. Fakat yazar aktardığı hikâye ile aslında bizlere romanda olup bitenlerin yalnızca karakterlerin gelişimini anlatmayı değil; toplum bozulan düzeni, kötü bir biçimde gelişen gelecek nesil hakkında mesajlar vermeyi amaçladığını gösteriyor. Ve bu fikirlerinin hepsini kendisinin bir yansıması olarak yarattığı karakter olan Alex ile anlatmasıyla yazar bence, bahsettiğim mesajlarını bizlere yansıtmayı başarıyor ve bizleri bu konu hakkında düşünmeye zorluyor. “Neden sadece Alex’e odaklanıp, onun verdiği mesajlara önem verip diğer karakterleri yadsıdın?” diyecek olursanız hemen söyleyeyim: Alex beni yazarın toplum hakkındaki fikirlerini doğrudan yansıtmasıyla etkiledi. Çünkü diğer karakterler gibi kurgusal bir karakter olmasına rağmen, o toplumun bir gerçeği üzerine yazarın fikirleriniyansıtıyordu. Aslında, bu durum benim genel tutumum olan yazarın fikirlerini bir eserde bu kadar doğrudan görmek istemememle çelişiyor fakat böyle bir kitabı okurken, evet, benim için güzel bir noktaydı karakterin doğrudan yazarı yansıtması. Çünkü bu yolla, yazarın beni gelecek neslin yanlış gelişmesi hakkında uyarması ve benim çevremdekiler, sitem hakkında bir sorgulamaya girmem daha kolay oldu. Şöyle ki, karakterin bıraktığı izlenimle, eseri okuduktan sonra kendimi “otomatik” olarak daha fazla sorgulama yaparken, daha çok etrafınızda olup biteni eleştirirken buldum. Çevremdeki eksikleri, bizlere dayatılan eğitim sistemi de içinde olmak üzere aslında bireyler üzerinde ne kadar etkisiz ve aslında hatalı olduğunu fark ettim. Bu eleştirilerimin sonucunda, belki değişiklik yapamıyordum ama, en azından sorgulayabilen, çevresini gözleyip hataları tespit edebilen bir insan hâline geldim. Bu durum günümüz dünyası, gelecek nesil için çok önemli bir nokta ve bence bunu sizlerde yapmalısınız. Çünkü bu sorgulamalara, eleştirilere dayanarak geleceğe bizler yön vereceğiz. Ve belki de böylelikle, Alex ve arkadaşları gibi olan şimdiki gençliği daha düzgün, iletişime açık ve insanı sevebilen bir hâle getirirken, yeni neslinde daha iyi karakterlerle şekillenmesini sağlayabiliriz. Bahsetmeye çalıştığım gibi Otomatik Portakal isimli eser, sizin kişisel sorgulamanıza başlamanız ve başta kendiniz olmak üzere etrafınızdaki eksikleri tanımanızı sağlaması açısından güzel bir başlangıç. Okumanızın sonucunda, sizleri kendi fikirlerini yansıtan karakter olan Alex’in verdiği mesajlarla etkileyip, sizlerin etrafınızı, gelecek nesili bu karakterin verdiği mesajlara dayanarak daha iyi şekillendirmenizi sağlayacağına ben gerçekten inanıyorum ve okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Haydi, şimdi zaman kaybetmeden alın onu, okuyun!
Selenay Yücesoy BİR ŞİŞE SAHTE AŞK İKSİRİ Karşılıksız aşk nedir? Biz bir insanı kalbimizin derinliklerinden sevdiğimiz, onu canımız, cananımız yaptığımız hâlde o kişinin aşkımızı hatta bizi bile görmüyor oluşu belki gördüğü hâlde umursamıyor oluşudur. Peki ya bu tek taraflı aşkımızın, sevda derdimizin bir devası var mıdır ki? Evet evet bir çözüm yolu olmalı, sevdiğimiz insanın bizi sevmesinin, parlayan gözlerinin bize aşk ve kalbinden yansıyan tutkunun ışığıyla bakmasının ve vazgeçilimez olmamızın bir yolu kesinlikle olmalı. Neye ihtiyacımız olduğu kesin, keşfedilmiş ama sonradan tarifi kaybedilmiş dünyanın en güçlü ilacına yani bir Aşk İksiri’ne ihtiyacı var biz karşılıksız sevenlerin. Haber salmak gerek moden çağın doktorlarına, kimyagerlerine; geçmişin simyacılarına, büyücülerine; denilsin ki ödül konuldu bu işin ucuna, kim tekrar bulursa aşk iksirini, bulacak gerçek aşkını, geçirecek bütün hayatını sevdiğiyle. Bu Aşk İksir’i öyle bir iksi olmalı ki biz istemesek dahi çevremizde olan herkesi bizim etrafımızda dört döndürür tâbi bundan biz sevenlere ne bize ancak sevdiğimiz insanın aşkı yarar. Ancak onun bize gülümseyişi, sevgiyle bakan gözleri, karnımızdaki kelebeklerin pırpır etmesini sağlar her ne kadar bu sevgi gösterileri iksir sayesinde olsa dahi artık sevdiğimiz de bize âşık olacaktır gerisinden bize ne. Keşke her şey bir iksire bağlı olsa da herkes sevdiğine kavuşsa ancak ne yazık ki hiçbir şey bu kadar kolay elde edilemez öncelikle insanın var olmayan bir Aşk İksiri’ne inanması gerek. Belki bir şişe ucuz şarap belki de bir bardak su, insan içtiği şeyin bir Aşk İksiri olduğuna inandı mı işte tamam oldu, herkes Aşk İksiri’ne ulaşabilir. İksir insan kişiliğine hızlı tesir eder: biraz özgüven ve umursamaz tavırlar anında kendini gösterir. E hâliyle bu değişen duruş karşımızdaki inanların dikkatini çeker özellikle de sevdiğimiz insanın çünkü tarihin başlangıcından beri değişmeyen tek bir gerçek vardır o da kaçanın kovalandığıdır.Duruşumuzun değiştiğini gören karşı taraf bize ilgi duyar, biraz büyü işin içine girer ve işte artık birbirini seven iki insan birliktedir. Tâbi bunlar tamamen iksirin etkisidir, yani Aşk İksiri niyetine içtiğimiz bir şişe şarap, bizi sevdiğimize kavuşturmuştur. Peki, bu işi ayrıntılı düşününce sizce de garip değil mi bir şişe şarabın Aşk İksiri olduğuna inandığımız için işe yaraması? Bence oldukça garip, inancımızın davranışlarımızı, davranışlarımızın sevdiğimiz insanı etkilemesi. Bu duruma psikologlar plasebo etkisi diyorlarmış, insan neye inanıyorsa o şeyin gerçek olması. Örneğin söylediklerine göre büyük hastalıkları sadece vitamin hapları içerek atlatabilirmişiz, sırf vitaminlerin çok tesirli bir tedavi ilacı olduğuna ve hemen iyileşeceğimize inandığımız için. İnanç, gücünü işte tam bu noktada bizlere gösteriyor, sırf ilaç içerek iyileşeceğimize inanmamız, sırf Aşk İksiri içtik diye sevdiğimizin bize âşık olacağına inanmamız, isteklerimizin gerçekleşmesini sağlıyor. Plasebonun gücü bu olsa gerek, bizi sevdiğimize kavuşturması, karşılıksız aşkta karşılık bulmamızı sağlaması ve sadece bir şişe sahte Aşk İksiri ile yani sadece kırmızı ucuz bir şişe şarap ile. Aslında hiç var olmayan bir Aşk İksirine inanmamız, aslında vitaminlerimizin çok güçlü antibiyotikler olduğuna inanmamız bizi birçok şeye kavuşturur: bu örneklerde aşk ve sağlığa. Ben Aşk İksirini bir sahnede, opera sahnesinde tenorlar, sopranolar, baslar ve baritonlar arasında içtim. Ahenkle sahnelenen bir operada Aşk İksirinin varlığına inandım ve ben inandığım için var oldu. Benim için iksir bu sahnelenmiş ‘opera buffa’ idi. Bana aşkın insanın kalbindeki güzellikte ve sanatta olduğuna inandırdı ne ucuz bir kırmızı şarapta ne parada…
Farklı Açılardan Kendine Bakmak Kendini savunmak için çelik gibi bir kalkan veya bir damlası orduları yere serebilecek kadar güçlü bir zehre sahip olan canlıları bir düşünün. Müthiş bir seçilim kargaşasının içindeki bu canlılardan bir tanesinin başarılı olması kimseyi şaşırtmaz. Ama bu canlının gözle görülür hiçbir özelliği olmaması insanları gerçekten şaşırtabilir. Bu canlının eksikliğini kapatan tuhaf özelliği aslında hepimizin aynaya baktığında gördüğümüz şeyin ta kendisi: Öz bilinç ve onu oluşturan hatalar. Bu noktaya kadar kendini geliştiren bu tuhaf özellik (bilinç) gerçekten benim için çok ilham verici. Kendi kendinin farkına varabilen bu yapı, insanlar için hayatta kalmaktan çok daha önemli bir amacı üstleniyor. Bilincimiz sayesinde artık merak ettiğimiz her şeyi ortaya çıkarabiliyor ve yeniden yapılandırabiliyoruz. Sınırlarımızın çok ötesinde olmamıza rağmen bu durum giderek değişiyor. Çünkü aynı zamanda artık mükemmel olmaya çalışıyoruz. Özellikle kendime yüzeysel olarak baktığımda hüzünleniyorum. Aynaya baktığımda karşımda duran görüntümden sadece fiziksel görünüşümü görmüyorum. Bilincimin birçok hatadan meydana geldiğini görüyorum. Aslında sadece kendiminkileri değil bütün insanlığın yaptığı onca hatayı fark ediyorum. Kafamı kaldırıp baktığımda, mavi gökyüzünün altındaki insanların siyah bir bulut içinde koşuşturduklarını ve mükemmel olmaya çalıştıklarını fark ediyorum. İlk önce mantıklı gelen bu davranış sonrasında tamamen anlamını yitiriyor. Herkes kafasını öne eğmiş telefonları ile sıkı bir bağlantı kurmuşlar. Aynı zamanda da bitmeyen bir yolda bir yerlere varmaya çalışıyorlar. Herkes kendini çıkamayacakları bir döngünün içine hapsetmiş, dönüp duruyorlar. Yakın zamanda izlediğim türünün en iyi örneklerinden biri olan Westworld adlı televizyon dizisinde gördüğüm bazı şeyler bakış açımı kökten değiştirmeme neden oldu. Karanlıkta giden bu insanların yaptıklarının doğru olmadığını hissediyor ama nedenini bulamıyordum. Jonathan Nolan’ın yaptığı bu eserini izleyene kadar böyle düşündüm. Sonra fark ettim ki; aslında insanlar kendilerini, mükemmel olmalarını gerektiren bir döngüye hapsetmişler. Ama en büyük problemin farkına varamamışlar; insanoğlu geliştirdiği her fikir zerresini hata yapmasına borçlu. Mükemmel bir nesil kurmak uğruna hatalarımızın gelişmemizdeki devasa rolünü unutuyormuşuz gibi görünüyor. İlk bakışta sadece robotlarla ilgili gibi gözüken Westworld’ün aslında çok daha büyük bir ideolojinin öncüsü olduğunu düşünüyorum. İnsanların karanlık psikolojisini anlatan bu yapım sadece kendimizi sorgulamamıza neden olmuyor. Aynı zaman da insanın en büyük arayışını da gözler önüne seriyor. Bitmek tükenmek bilmeyen merakımız çok uzun süredir kendi başımıza ayakta durmamızı sağlıyor ama aslında bir süre sonra yeterli olmayacağı da apaçık. İnsanların bu karanlık psikolojisini yine insanoğlunun kendi yaptığı yapay zekâlar üzerinden anlatan Westworld aynı zamanda bu teknolojinin bizi ne kadar ileriye götürebileceğini de gözler önüne seriyor. Bizden bilinçli olma kapasitesine sahip bu teknolojiyi düşününce, bu teknolojinin insanlarda uyandırdığı derin korku hissini gayet net bir şekilde anlayabiliyorum. Eğer onlara ne hatalar yaptığımızı öğretebilirsek, onlar da mükemmele daha çok yaklaşabilirler. Gelecek nesillerimizin hayallerimizin çok ötesinde olabileceği gerçeği tüyler ürpertici aynı zamanda heyecan verici olabiliyor. Yaptığımız tüm hatalar ve tüm tecrübeler aynı zamanda geleceğimize yansıyacak gibi gözüküyor. Bizi diğer hayvanlarda da olmasına rağmen birbirimizden ayıran bilinç, hatalarımızı görmemizi ve kurduğumuz bu döngüden çıkmamıza yardımcı olabilir. Tekrar aynaya dönersek, ben aynaya baktığımda hüzünden farklı olarak bir de heyecan görüyorum. Çünkü düşündüğümüzden çok daha büyük bir oyunun parçası olabiliriz aslında. Bu oyunu kontrol edebilir veya edemeyiz. Aslındaaynanın hangi tarafında olursak olalım (gerçek veya sadece görüntü) değiştirmesi elimizde olan bir şeyler olduğunu unutmamamız gerektiğini hatırlatıyor Westworld. Kaynakça: Nolan,Jonathan (Yapımcı). Westworld (Televizyon Dizisi). Amerika Birleşik Devletleri: Los Angeles, Kaliforniya. OĞUZHAN ÇETİN
Zeynep Naz Ergin 22402741 SUSTUKLARIMIZIN HİKÂYELERİ İstanbul’un kalabalık sokaklarında gezerken, Kadıköy’de yine yanlış sokağa saparım. Yanımda beni kendine çekecek yârim yoktur, o gün girdiğim belki de beşinci yanlış sokaktır bu. Yolun ortasında durur, gökyüzüne bakarım. Grinin binbir tonuyla kaplanmış bulutlar selamlar beni, aralarında kaybolurum. Tam bu sırada hikâyelerdeki ana karakter için zaman dursa da İstanbul hep bir yerlere koşar, bir şeyleri geride bırakır. Zira ben de ana karakter değilimdir, sıradan bir anlatıcıyımdır: kaybolduğum İstanbul sokaklarını dile getiren kısık bir ses. Sadece izler, aklım denen suya mürekkep ile yazarım. Kendi “doğru” sokaklarında yürüyen insanları yazarım mesela, adımları kadar hızlı, sokaklar kadar karmaşık insanları. Gölgeleri sokak lambalarının kirli sarı ışığı altında yer değiştirir, insanlar bir bir omzuma çarpar. Hikâyeleri omzuma çarptıkları süre kadar sürer, ne benimle başlar ne benimle biter. Fakat ben yine de onları yazarım, zihnimdeki bomboş sayfalara. Yoldaki insanları incelemeyi hep sevmişimdir. Kalabalığın içinden bir yüz seçerim; onu iyice süzer, hikâyesini hayal ederim. Telefonla konuşurken sinirle volta atan adamı, yanından geçtiği aynanın karşısında durup kendini süzen genç kızı yazarım zihnime. Bütün bu insanların kendilerine ait aileleri, korkuları, unutamadıkları lise aşkları vardır. Ama salt dışarıdan bakan bir göz olarak ben, bu insanlar hakkında hiçbir şey bilmem. Bu bilinmezlik beni hep düşündürür, kendi hayatımdaki insanlar hakkında bildiklerimi sorgulatır. Aslında kimseyi gerçekten tanımıyoruz. İnsanlar ne derece izin verirse o kadar resmediyoruz onları zihnimizdeki tuvallere. Bildiklerimiz bize gösterdikleriyle sınırlı kalıyor. Belli ki bu sebepten ötürü herkes bir nebze bilinmezlik yumağının içinde yaşıyor; kendilerine sırlarıyla, söylenmemiş hikâyeleriyle dolu bir dünya kuruyor. Söyledikleriyle değil, sustuklarıyla şekilleniyor kim oldukları. Bu noktada Murakami’nin “Uyku” adlı hikâyesi aklıma geliyor. On yedi gündür uyuyamayan kadını düşünüyorum, monoton hayatının âdeta kölesi olmuş o kadını. “On yedi gündür gözüme uyku girmedi.” (85) Kocası, kadının on yedi gündür uyuyamadığını, uykusuz gecelerde ne ile meşgul olduğunu bilmiyor. Onu eskisi kadar yakışıklı bulmadığını, evlendiklerinden beri çikolata yemediğini veyahut kayınvalidesiyle girdiği isim tartışmasından sonra geceleri ay ışığı vuran suratını izlemeyi bıraktığını... Kadın, uyuyamadığı gecelerde benliğine dönüyor, kendi sesini yeniden duymaya başlıyor. Kitap okumaya başlıyor; liseden beri ellemediği, tozlu raflar arasında duranları. Çikolata yemeye, içki içmeye başlıyor; ağzında bıraktıkları tat, kadına bir şeylerin hâlâ gerçek olduğunu fısıldıyor. Uykusuz gecelerde arabasını alıp yollara çıkıyor. Ardından arabası iki siyah gölge arasında kalıyor ve hikâyesi bir anda sona eriyor. Ortadan Kaybolan Fil’de her hikâye benzer bir sonla biter, karakterler aniden kaybolur. Kitabın kapağını henüz aralamışken ilk hikâyeyi okuyup sayfayı çevirdiğimde yeni bir başlıkla karşılaştığımda afallamıştım. Elimdeki baskının hatalı olduğuna kendimi inandırmaya çalıştım. Bu kadar mıydı? Sayfalarca eşlik ettiğim karakterin hikâyesi nasıl bu kadar ani bitebilirdi?Hatta buna “bitiş” denebilir miydi? Murakami’nin bir sondan ziyade okuyucuya bıraktığı tek şey boş bir sayfa ve yeni bir yaşam kesitinin başladığını işaret eden başlıktı. Murakami insanların hikâyelerine dilediği kadar yer veriyor kitabında, insanların zihinlerimizde birkaç kısa bilgiyle kalmalarına müsaade ettikleri gibi. Kitapta bölümler sona erse de o insanların hikâyeleri bir yerlerde devam ediyordur belki de. Fakat hayat da böyle değil midir? Elinde kocaman bilgisayar çantasıyla koşturan kadın bir köşeden sağa döner, gül buketini sımsıkı tutarak gergin bir şekilde oturan adam metrodan iner; hikâyeleri bizim kitabımızda sona erer. Bazı hikâyelerin ise sonu yoktur. Ve bazen filler gerçekten de ortadan kaybolur. KAYNAKÇA Murakami, Haruki. Ortadan Kaybolan Fil. Çev. Ali Volkan Erdemir. Doğan Kitap, 2024. Baskı.
KENDİ KENDİNİ YOK EDEN İNSANLIK Değer yargıları, insanın hayatında çok önemli yer tutan, bölünmesi çok zor olan bir parçadır. Toplumsal normlar, ahlak kuralları, dini inançlar gibi kavramlar bu değer yargılarının temel yapı taşıdır. Kimilerine göre insanı insan yapan temel yapı taşlarından biri olan değer yargılarının yok olması söz konusu bile olamaz. Peki, cidden bu değer yargılarına insanlığın ihtiyacı var mıdır? Bir başka deyişle, bütün değer yargılarından alınmış bir insanlık olabilir mi? Büyük salgınları, doğal afetleri veya savaşları düşünelim. Bu tarz durumlarda insanlık yavaş yavaş değer kavramını yitirmeye başlar. Örnek vermek gerekirse birçok dini görüş için önemli olan gömülme işlemi ölülerin artışı yüzünden yerini fırınlarda toplu yakıma bırakır, büyük kıtlık durumlarında insanlar birbirlerini yemeğe başlar. Çünkü ortada insanların içinde huzursuzluk uyandıran, bütün değer kavramlarının silinmesine neden olacak bir gerçek vardır: Ölüm... İnsanlar ne zaman öleceğini bilmediği için sonsuza dek yaşayacaklarmış gibi hayatlarını sürdürme gafletine düşerler. Sanki ölüm onlara hiç gelmeyecekmiş gibi, sanki yanıbaşımızda değilmiş gibi. Bu öleceğini hatırlama durumu da kolay kolay meydana çıkmaz. Birinin ölümünü görmek yeterli değildir çünkü ölüm, ölen kişi için gelmiştir bizim için gelmeyecektir. Ancak savaş, salgın vb. durumlarda insan ölümün ensesinde olduğunun farkına varır. Oracıktadır ölüm dedikleri şey, kendilerini bu dünyanın bütün güzelliklerinden, acılarından, sevinçlerinden kısaca hayattan alıkoyup sonsuz bir hiçlik yolcuğuna götürecek şey hemen oradadır. Bu kan dondurucu hissi ,hiçliği, iliklerine kadar hisseden insanın gözünde değer yargıları denen bir şey kalmaz. Ahlak önemsenmez, toplumsal normlar yok olur. Yaşama gayesi ağır basar. Bütün gelecek planları yok olur, uğruna gözyaşı dökülen şeyler önemsizleşir. Geriye sadece her an kaçıp gidecek olan yaşam kalır. Değer yargılarının hayatımzdaki yerini ve gerekliliğini tartışmalı yapan durum da bundan çıkmaktadır. İnsanlığın hayatımızı şekillendiren ve bizi tek amacımız olan yaşama gayesinden uzak tutan bu değer yargılarından kurtulmak için illaki ölümün ayaklarının uçlarına mı gelmesi gerekir zaten her an ölümle burun burunayken? Bir veba salgınında ölmemiz ile trafik kazasında can vermemiz arasındaki olasılık farkı çok mu büyüktür? Ya da bir muharabe esnasında vurulmamız ile bir maganda kurşununa isabet olmamızın ihtimali yakın değil midir? Durum böyleyken insanların değer yargılarını terk edip hayatını sadece yaşama gayesi içinde devam ettirmemesi için hiçbir neden yoktur. Bu düşünceyle ilgili genel anti tezler ağırlıklı olarak toplum kavramının yok olup insanın yalnızlaşacağı ve kaos ortamının hüküm süreceği etrafında gelişmektedir. Peki zaten insan toplum içinde olsun olmasın yalnız değil midir? İnsanın kendi elinde varoluşu dışında başka bir dayanağı var mıdır? İnsanlığın ideal bir düzene sahip olması için belli metafizik kitaplara, kim tarafından bulunduğunu bilmediği toplumsal normlara veya asla sorgulamadığı ahlaki kurallara ihtiyacı yoktur çünkü bu dünyaya fırlatılan insan için kendi varlığından ve ölümden yani o varlığını yok edecek durumdan başka sahici bir şey yoktur. Tıpkı J.P. Sartre’ın dediği gibi ‘’Başkaları cehennemdir.’’. İnsanlığın kendi potansiyeline ulaşması için ölümkavramını hayatının merkezine alıp bütün değer yargılarını kökünden yakması gerekir. Belki de Nietzche’nin öldürdüğü tanrıyı bizim de öldürmemiz, insanın salt varoluşuyla kalana kadar her şeyi yıkıp yok etmemiz gerekiyordur. Aksi durumda son nefes verilirken geriye dönüp bakıldığında görülmesi gereken tek şey yaşamış olma hissiyatıyken insanlığın gördüğü şeyler birtakım etkilenmeler sonucu yitip gitmiş bir hayat, erdem vicdan gibi kavramlarla köreltilmiş insanlık ve en acısı da başka cennetler için cehenneme dönmüş bir dünya. Bir neslin daha bu düşüncelerle yok olmaması için yaşam dolu olmayan insana, birey olan insana ait olmayan her şeyden kurtulunması gerek. AHMET ANIL TOK KAYNAKÇA Jean Paul Sartre - Huis Clos
Hasna Gül Dülgeroğlu BENLİKTEN UZAKLAŞMAK Bir insanın kendi duygularına yabancılaşmasını bir kitap ancak bu kadar güzel anlatabilir. Ve bir kitap ismiyle ancak bu kadar bütünleşebilir. Yabancı’ yı okumayı bitirdikten sonra, bir insan gerçekten bu kadar hissizleşebilir mi diye sormadan edemiyor insan kendi kendine. Bu kadar arınabilir mi duygularından? Ya da hangisi doğru olan, insanın duygularından tamamen arınmış olması mı yoksa yaptığı her şeyde duygularından izler olması mı? Bir insanın canını aldıktan sonra hiç bir şey hissetmemesi mi normal olan yoksa bırakın bir insanın canını almayı bunun konusu açıldığında bile tüylerinin diken dike olması mı? Bazı insanlar aldıkları kararlara duygularını karıştırmamanın daha doğru olduğunu düşünürler. Çünkü, duyguları insanı mantıklı düşünmekten alıkoyar onlara göre. Ben her zaman kararlarımı duygularıma göre alan bir insan olmuşumdur. Ne zaman hissettiklerimi hiçe sayıp bir karar vermeye çalışsam arkasından gelen tek şey pişmanlık olmuştur. Belki de insanların doğru olanın mantıklarını kullanarak karar vermeleri olduğunu düşünmelerinin sebebi yalnızlıklarıdır. Çünkü insanlar yalnızlaştıkça, birbirlerini dinlemeyi unutuyor, birbirlerini dinlemeyi unutunca kendilerini de dinlemeyi unutuyorlar. Kendilerini dinleyemedikleri zamanda ne hissettiklerini anlayamıyor ve yanlış kararlar alıyorlar. Bence ana karakterimizin başına gelende tam olarak bu. Yıllarca o kadar yalnız kalmış ki annesine bile yabancılaşmış. Aslında etrafında hep birileri olmuş bu yüzden belki kelimenin tam manasıyla yalnız diyemeyiz, ama onları sadece etrafında dolaşan bedenlerden ibaret olarak görmeye başladığı zaman yalnızlaşmaya da başlamış. Belki annesinin mezarının başında ağlayan o kadar insanın arasında saatlerce hiç bir şey hissetmeden dikilmesinin sebebi de budur. Aslında bazı zamanlarda yalnız kalmak insanların kararlarını doğru yönde de etkiliyor. Her şeyde olduğu gibi bu konudada önemli olan o ince çizgiyi aşmamak tabii. Yani her şeyi dozunda yapmak, çünkü eğer bir yerde o yalnız kalma ihtiyacının dozunu kaçırırsa insanlar daha sonra yalnızlığa o kadar alışıyorlar ki artık kendilerinin haricinde ki her şey önemini yitirmeye başlıyor. Diğer insanların düşüncelerini önemsemiyorlar ve görmezden gelmeye başlıyorlar. Çünkü kendi kendine yetebilme durumu başlıyor ve insanlar kendi kendine yetebilmeyi öğrendikten sonra başka hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorlar. Zaten en sonunda da silahı ellerine alıp bir insanı ortada hiçbirsebep olmadan öldürebilecek bir hale geliyorlar. Ve en acısıda yaptıkları şeyin farkına bile varmıyor, acısını yaşamıyorlar. Çünkü insan hayatı onlar için artık bir şey ifade etmiyor. Bir yandan hak veriyorum bu duygusuzluğa, çünkü kendi hayatının değerini unutan insanlar nasıl başkalarının hayatlarına değer verebilirler? Kendi benliklerinden belki de insan olmanın bütün gerekliliklerinden uzaklaşan bu insanlar yaşamanın ne demek olduğunu nasıl anlayabilirler? İşte tam bu noktada benim aklıma, kendilerini bu kadar toplumdan soyutlayan ve bir insanın canını alırken hiçbir şey hissetmeyecek hale gelen bu insanların kendi hayatlarına da kolaylıkla son verebilmeli düşüncesi geliyor. Ama kitap bu konuda beni ters köşe ediyor ve ana karakterimizin kendi ölümünden nasıl korktuğuna sayfalarca yer veriyor. Ve en sonunda kendi canına kıyamıyor, başkalarının elinde can veriyor karakterimiz. Sonra düşünüyorum, belki de bu insanlar için hala umut vardır. Onları bu hale getiren bizlerizdir. Kendimizi normal kabul edip onları başkalaştırdığımız için hissizleşmişlerdir. Toplumun onları kabul etmediğini düşünerek topluma sırtlarını dönmüşlerdir. Aslında belki de karakterimiz, annesinin mezarının başında dikilirken ya da silahı eline alıp bir insanı sebepsiz yere vururken bir şeyler hissetmişti. Ama bu hissettiklerine o kadar yabancılaşmıştı ki ne olduğunu bile anlayamadan kendini toplumun baskısıyla atıldığı hücrede bulmuştu. Onlara yaşadıklarını hatırlatması gereken ve tekrar hissetmelerini sağlayacak olan da bizlerizdir belki.
MUTLULUĞU UZAKTA ARAMA Gözde Kayretli Ne zaman bir kitabı bitirsem içimde bir boşluk oluşur. Beni başka dünyalara taşıyan, sanki onlarla beraber gülüyormuş, onlarla beraber ağlıyormuşum, yani kısaca onlarla beraber yaşıyormuşum hissi uyandıran sayfalardaki karakterler beni terk ediyormuş gibi gelir bana. Hatta yeni bir kitaba başlarken ihanet ediyorum zannederim ama yenisine de bir o kadar bağlanır, yeni kitapla beraber yeni şeyler keşfetmeye devam ederim. Haldun Taner de benim o dünyalara zevkle girmemi sağlayan bir yazar olmuştur her zaman. Yine bir kitabın bitişi ve benim hüzünlü birkaç gün geçirmemin ardından annemle yaptığım bir alışverişte raflarda gördüğüm Haldun Taner’in Küçük Harfli Mutluluklar adlı kitabı beni kendine çekip suratımda ufak bir tebessüme yol açtı. “İşte!” dedim, ‘’İşte ihtiyacım olan yeni dünya, ihtiyacım olan yeni kitap.” Şimdi size ‘’Mutluluk nedir?’’ diye sorsam ne dersiniz? Aşk mı? Para mı? Dostluk mu? Aile mi? Bunun cevabı olarak kesin ‘’Şu.’’ veya ‘’Bu.’’ dememiz imkânsız bence. Çünkü eminim hepinizin önceliği farklıdır ve başkalarını mutluluktan havalara uçuracak şeyler bizim için olağan, bizi mutlu ve huzurlu yapacak şeyler ise başkaları için sıradan olabilir. O yüzden en güzel soru ‘’Mutluluk nedir?’’ değil de ‘’Sizin için mutluluk nedir?’’ olmalıdır. Bunun yanı sıra mutluluğu arama yolundayken ‘’Monotonlaşmış, bizim neşemizi sömüren, yüzümüzdeki gülümsemeyi alan bu sıkıcı hayatlarımızda mutluluğu bulmak çok zor.’’ deyip, kestirip atabilir miyiz? Yoksa‘’Mutluluğu aramaya devam etmeyi bırakmamalıyız.’’ mı demeliyiz? Benim için ikisi de yanlış. Bence mutluluğu aramak yerine en küçük şeylerden bile mutlu olmayı öğrenmekte bizim sıkıntımız. Para, pul, mevki kazanma hırsının hayatlarımızı, hislerimizi ikinci plana atmasına izin verdiğimiz için mutsuz oluyoruz. Aslında, açık konuşmak gerekirse, bu savunduğum şeyler konusunda ben de sıkıntı çeken bir insandım önceden fakat bu kitabın ardından farklı bakmayı, olgunca davranıp mutluluğu ve anlık yaşanan güzellikleri yakalamayı denedim ve sonunda öğrendim. Demiştim ya kitaplar bizi yeni dünyalara taşır, kitaplar bizi yeni şeyler keşfetmeye iter ve çoğu zaman bir şeyler öğretir. Peki, neden mutlu olmayı da öğretmesin? Bırakın kitaptan öğrenmeyi küçücük bir çocuktan bile ders çıkarabiliriz bu konuda. Bir çocuğa şeker verdiğinizde sevinir, sanki ondan daha mutlusu yoktur dünyada çünkü çocuk şekeri ya da sizi yargılamaz, ‘’Bu şekerden daha pahalısını, daha güzelini istiyorum.’’ demez. Farkındadır ki o an o şeker ona verilmiş bir şanstır düşünsenize birkaç dakika önce o şeker de yoktu onda. Sormanız mümkün mutlu olmak bu kadar kolaysa, insanlar neden elde etmekte bu kadar zorlanır? Bunun tek bir cevabı var işte. Hep yüksektekini istemek, hep daha fazlasını arzulamak ve anlık elimize geçen şeyleri bize verilen şans olarak düşünmemek. Yani kısacası şükretmemek de diyebiliriz. Bana soracak olursanız eğer, ben mutluluğumu tek bir kaynaktan elde etmiyorum artık. Örneğin, en basitinden doksan almış bir öğrenci olarak yüze ulaşamamayı dert edersem nereye varırdım değil mi? Ulaşamadıklarım, yapamadıklarım değil de yanımda, benimle olan şeylerle yaşamayı, onlarla kafamı meşgul etmeyi öğrendim ve sanırım yapabileceğim en mantıklı hareket buydu. Kendim için, mutlu olmak için. Kıymet bilmenin yanı sıra hayal kurmaya başladım bir de. Ne zaman mutsuz olsam daha doğrusu mutluluğumu kaybetmeye başlasam hemen güzel günler düşlerim. Güzel bir bahçe, yan tarafta akan bir dere, orada sevdiklerimleyim ve işte içime dolan huzurla birlikte mutluyum. Siz siz olun mutluluğu hak edip etmediğinizi düşünmeyin veya mutluluğu elde etmeye çalışmayın. Mutluluk zaten çok yakınınızda, mutluluk sevdiklerinizde ve belki de mutluluk içinizde.
SİLİK İNSANLARIN TİTREK ÇEMBERLERİ September 26, 2014 Yağmurlu bir günde yürürken bir anda etrafındaki her şey silikleşir ve sebepsiz bir sessizlik ortasında çırılçıplak bulur kendini kişi. Bu garip ve kısa farkındalık anlarında göğsünün ortasında ağır ve yapış yapış, sümüksü bir his duyar. O ana kadar ona çok büyük ve önemli gözüken her şey bir anda nedense değerini yitirmiştir, bunca yıl neden uğraştığına, çalıştığına ve dayandığına şaşar. O güne kadar yaptığı onca iş, gezi, tanıştığı ve görüştüğü insanlar ona ne katmıştır ki? Bulabilmiş midir acaba hayatının amacını, aradığı kişiyi? Yine bir akşam vakti bir şehir manzarasını izlerken veya otoyoldan geçen arabaların farlarına dalmışken arkada çalan o melankolik psikodelik (çoğunlukla ve tercihen Pink Floyd) şarkının da etkisiyle kendini çok küçük görür. Etrafında adeta bir ağ gibi örülmüş milyonlarca farklı hayat vardır ve onun o hayatlarda camdaki silik bir yansımadan veya yan arabadaki yolcudan daha fazla bir yeri yoktur. Yanındaki insanlar gerçekten aradıkları mıdır? İşte bu gibi ender ve nefes kadar kısa anlarda anlar insan aslında doğuştan yalnız olduğunu ve haybeye kürek çektiğini. Zebercet, otel bakıcısı, bir beslemenin beklenmeyen bir çocuğunun neslinden gelme, hayatı hakkındaki her şey, duyguları, düşünceleri, hepsi ucuz ve değersiz. Yusuf Atılgan Anayurt Oteli’nde bize yalnızlığı, silikliği hissettiriyor Zebercet’le. Kitabı okumaya başladığınız anda hissediyorsunuz kahramının ne kadar monoton ve yalnız bir hayat yaşadığını. Bir kasabada; günübirlik gelen delegelerin, öğretmenlerin, köylülerin ve orospuların kaldığı hayatta hiçbir kalıcı iz bırakmayan bir otel. Bu otelde; neredeyse dışarı hiç çıkmayan, hayatında aşkı veya herhangi bir duyguyu tatmamış, zayıf çelimsiz, bıyığının bile varlığıyla yokluğunun belli olmadığı bir adam çalışıyor: Zebercet. Ancak bir gün bir kadının otelde kalmasıyla hayatı değişiyor Zebercet’in, o güne kadar katlandıklarına eklenip onu taşıran ve saptıranson damla oluyor bu kadın. Gittikten sonra bile sürekli Zebercet’in aklında yer ediyor kadın; oturuşu, çay isteyişi, sigarası, paranın üstünü almayışı, her şey. Her ihtimali düşünüyor tekrar ve tekrar Zebercet. Bunu çok sık görüyoruz Zebercet’te, karar veremiyor, olaylar olup bittikten sonra bile olasıkların içinde boğuluyor. Aslında gerçekten de hayatta bir karar vermenin, kaçırılan fırsatların insanı ne kadar zorladığını hatırlatıyor bize. Yalnızlık ve üstüne eklenen bu silik ve kararsız karakter yapısı çok zorluyor Zebercet’i. Onun gözlerinden aslında hepimizin akıl sağlığı için ne kadar bir diğerine ihtiyaç duyduğumuzu fark ediyoruz. Sadece psikolojik bir ihtiyaç da değil bu, insan başkasının tenini, sıcaklığını istiyor, tükenip eriyor yoksa. Zebercet bu ihtiyacını; ölen dayısından sonra kimsesi kalmamış, uykusu ağır ortalıkçık kadınla gideriyor. Ancak otelde kalan insanların hayatlarına dokundukça, şahit oldukça ve aslında insanların birbirini ne kadar çok sevebildiğini, sevişebildiğini gördükçe yıkılmaya başlıyor. Bu yalnızlık, otelde havlusunu unutan siyah kazaklı kadının hayalleri, etrafındaki çiftler gitgide çığrından çıkarıyor Zebercet’i. Farkında olmadan, elinde olmadan ya da isteyerek öldürüyor ortalıkçı kadını, kendisi de bilmiyor nedenini. Vicdan azabı ve korkuda yüklendikçe üstüne, bir ağırlık oturuyor göğsüne. Ömründe hiç yapmadığı şeylerde arıyor çözümü. Ama bırakıp kaçamıyor, kendisi de diyor: “ben kaçamam bağlıyım burada konağa ölülere” (93). En sonunda kendine kıyıyor, son anda bile kesin bir karar alamazken, çırıpınırken bir anda duruyor soluğu. Anayurt Oteli’nde gerçekten yalnız, düşüncelerinde bile kararsız ve silik, sesi çıkmayan bir karakterin iç dünyasını görebiliyoruz. Ancak asıl hissettiğim onca çabanın ve yıllarca süregelen düzenlerin yanında sıcaklığını ve ruhunu payalaşabilceğin birisi olmadan hiçbir değeri olmadığı. Hepimiz hayatta aslında yalnızız en başta, düşüncelerimiz dağınık, sesimiz kısık, kararlarımız değersiz ve silik. Ancak ruhumuza dokunabilcek, tenimizi ısıtabilecek birisini bulduktan sonra iyileşiyor, biraz da olsa bir şeylere anlam yüklemeye başlıyoruz. KAYNAKÇA Yusuf Atılgan,(2010), Anayurt Oteli, İstanbul, YKY.
Ahmet Öznacar 21102998 Final Melek Yine okulda saatlerce çalıştığım sıradan bir gündü. Bazen çalışmaktan o kadar yıpranmış hissederdim ki, bir an önce okuldan çıkmak isterdim. Enstrüman çalmak fizikken yorucu olduğu gibi ruhsal olarak da yorucu olabiliyordu. İstanbul konservatuvarı iki katı, iki tane daracık koridoru ve yaklaşık yüz yıllık olan bir okuldur. Eskiden itfaiye binası olarak kullanılırmış ve bu yüzden okulun içinde kırmızı sirenler hala durmaktadır. İşte o daracık koridor, bana bazen fazla gelirdi ve daracık koridorda kocaman bir dünya vardı aslında. Bu dünya, birbiri ile anlaşamayan, eski sevgililerin, ailen gibi olan öğretmenlerin ve yeni âşıkların yaşadığı bir yerdi. Doğal olarak insanlar birbirlerinden kaçamıyorlardı, sonuçta küçücük bir koridordaydı hepsi.İşte bu duyguların ağırlaştığı zamanlarda fotoğraf makinamı alıp okuldan kaçıyordum. O dönemde yaşadığım zorluklardan uzaklaşabildiğim tek olanağımdı. Bu fotoğrafı çektiğim günü dün gibi net hatırlıyorum. Okuldan çıktım ve vapura bindikten sonra metrobüs ile uzun bir yol olan Zeytinburnu’na doğru yola koyuldum. Neden Zeytinburnu diye sorarsanız eğer, nedeni aslında çok basitti. İstanbul’da gitmediğim yerlerin listesini çıkarırdım, çünkü her yeni yer yeni bir enerji ve yeni maceraydı benim için. Diğer nedeni ise, küçüklüğümden beri, surlar hep ilgimi geçmiştir ve orada kilometrelerce uzanan tarihi bir sur bulunduğunu öğrenmiştim. Genel olarak bir yere gitmeden önce araştırma yapmayı hiç sevmem, çünkü kendim keşfedersem daha anlamlı olacağına inanırım. O gün metrobus’ten indikten sonra surları görünce çok etkilenmiştim ve tek dileğim bir an önce oraya gidip bu hislerimi ölümsüzleştirmekti. İşte bu anlarda ne geçmişi düşünüyordum, ne de sorunlarımı. Sadece fotoğrafa odaklanıyordum ve aslında bundan da öte olarak hayatın o değerli anını yaşamayı düşünüyordum. Surlara yaklaştığımda ilk olarak oranın biraz tehlikeli olabileceğini anladım, çünkü evsiz insanların sayısı biraz fazla gibiydi ve İstanbul, çoğu insanın bildiği gibi tehlikeli bir şehirdi. Surların kenarında yavaşça yürürken oralara pek bakılmadığını gördüm ve eşsiz bir tarihin yavaşça öldüğüne şahit oldum. Zeytinburnu’na dair en ilginç olaylardan biri de, surların altında çiftliklerin olmasıydı ve çiftliklerin önünde de çiftçilerin hasatlarını satmasıydı. Sanki çok farklı bir dünyadaydım, yani insanlar sanki oraya kendi dünyalarını kurmuş gibiydiler, şehirden uzak ve sanki geçmişte yaşıyorlarmışcasına. Biraz daha ilerledikten sonra, surların arka tarafında binaların olduğunu gördüm ve sanki eski çağlardaki kaleler gibiydi. Açıkçası, o taraflara gitmeye pek cesaret edemedim, çünkü sonuçta pahalı bir makinaylaydım ve yanımda hiçbir güvenlik aracı yoktu ama istediğim bir şey vardı, o da surların üstüne çıkmaktı. Şanslıydım ki, surların arasında bir kapı vardı ve okapıdan girince surların üstüne çıkan bir merdiven gördüm. Hiç düşünmeden yavaşça yukarı çıkmaya başladım ve bir ajan gibi surun içine girdiğimde içeride evsiz bir adamın yattığını gördüm. Baya korkmuştum ama makinamı sessiz moda alıp, orayı çekmeden duramazdım. Surun üstü çok değişikti, sanki korku filmi gibiydi ve tam ortaya sarı bir yastık dikkatlice konulmuştu. Çok fazla durmadan oradan çıktım ve merdivenden inerken fark ettim ki, yükseklik korkum varmış ve oradan nasıl indiğimi size anlatamam. Konudan daha fazla uzaklaşmadan size bu fotoğrafı anlatmak isterim. Surların yanından yürürken, karşı tarafta büyük bir mezarlık olduğunu fark ettim ve hiç düşünmeden oraya doğru yola koyuldum, acaba oradan nasıl fotoğraflar çıkacaktı? İçeri girdiğimde çok farklı bir duygu hissettim. Burada ki insanlar daha önce yaşıyorlardı ve o an orada sadece sessizlik vardı. İnsan ancak bu anlarda yaşamın değerini anlayabiliyor, çünkü orada ki binlerce insan artık nefes almıyordu ama siz alıyordunuz. Yaşamak nasıl büyük bir şans diye düşünüyorsunuz. Mezarların arasında gezerken nedense hiç korkmuyordum, insanların isimlerine bakıyor ve yaşadığı tarihleri inceliyordum. Bu şekilde ilerlerken yaşlı bir amcanın uzaktan geldiğini gördüm ve o kadar esrarengiz duruyordu ki, sanki bir filmde gibiydim. Hiç düşünmeden biraz eğilerek anı ölümsüzleştirdim ve mezarlıktan çıktıktan sonra düşündüm ki acaba o bir melek olabilir miydi? Çünkü derler ki, melekler bazen insan formunda dünya da gezerlermiş. Acaba ben bir meleğe mi rastlamıştım? Acaba tekrar gidersem kendisini görebilecek miydim? Bu sorular eşliğinde oradan çıktım, çünkü bazen soruları cevaplamak, bazı anların değerini yitirmesine neden olabilir. Sorgulamadan saf bir şekilde o anı geçmişte bırakarak, evime doğru yola koyuldum.
Artık Bilimden Korkmuyoruz, Teşekkürler Sanat! Önemli Uyarı: Kitabın akışı hakkında bilgiler (spoiler) içerir! Kitaplarının büyüsüyle küçükken tanıştım. Dan Brown’ın her kitabını defalarca okurdum çünkü o, çoğu yazardan farklı olarak, âdeta kupon arazilerden haberi olan bir müteahhit gibi popülerleşme ihtimali yüksek konuları bulur ve onlar üstünden harika eserler üretir. Mesela ilk kitabı Melekler ve Şeytanlar’da CERN’deki deneylerden, karşı maddeden bahsetmeden önce bu konunun toplumdaki bilinirliği çok yüksek değildi. Ancak şu anda insanlar CERN’deki deneyleri televizyondan, gazetelerden takip ediyorlar. Teoriler ve bilimsel gelişmeler arkadaş sohbetlerinin bir parçası oldu. New York Times bestseller listesi, film gişe hasılatları (Best Sellers, 2015) gibi istatistik verileri de içerisinde bilime dair kırıntılar içeren eserlerin popülerleştiğini göstermekte [1]. Ancak bu akım insanın aklına bazı soruları getirmiyor değil. Bilimin sanat eserlerine dahil oluşu hayatımızda neleri değiştirecek? Müteahhitimizin binasını inşa ettiği arazi ne kadar sağlam? Gecekondulaşma gibi bir sıkıntı bu bağlamda da ortaya çıkabilir mi? Bir yandan, bilimle iç içe olmak insanların hayatlarına farklı bir bakış açısı getirmelerini sağlıyor. En önemli faydasının insanların bilimi öcü olarak görmesinin önüne geçmesi olduğunu düşünüyorum. Hatırlayacaksınız, CERN’de yapılacak olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı deneyi ile ilgili bir yığın spekülasyon ortaya çıkmıştı.Spekülasyonları haksız görmüyorum çünkü insan bilmediğinden, alışık olmadığından korkar. Deneylerle ilgili ortaya atılan iddiaların da arkasında bence korku var. Ancak yukarıda bahsettiğim gibi, insanlar çevrelerinde bilime dair tartışmaları gördükçe, eserlerde bilim ele alındıkça ve bu eserler okundukça bu korku azalıyor. Yerine medeniyetlerin ilerlemesini sağlayan o duygu doluyor: merak. Dan Brown bu kitabı yazmamış olsaydı, bana kalırsa CERN deneyleri bir grup aşırı ‘korkak’ tarafından engellenebilirdi bile. Korkumuza yenik düşmediğimizden, madde üzerine, evren üzerine pek çok yeni bilgiyle bu deneyler vasıtasıyla tanıştık.Yeni kitabında da, günümüzde üzerinde tartışmaların döndüğü bir alanı işlemiş: genetik ve transhümanizm. Bu alandaki bilimsel çalışmalarda doğru kararlar verilmesi gerektiğine inanıyorum. Bir konu üstünde doğru karar verebilmek de o konuyu örtbas ederek gerçekleşemez, üzerinde sakince düşünerek, eni konu incelemelerle gerçekleştirilebilir. Bağnazca sergilenen korkunun ne yazık ki ilerlememize bir faydası olmayacaktır. Özetle, bize yabancı gelen kavramlara, düşüncelere zaman içerisinde alışmak, bakış açımızı genişletmek çok önemlidir ve bilimin sanata dahil olmasının bunu sağlamamızda en önemli araç olduğunu düşünüyorum. Ancak bu işin bir de olumsuz yanı var. Gerçek hayatta nasıl gecekondulaşma gerçekleşiyorsa, yazın ve diğer sanat dallarında da benzer motifleri yakalayabiliyoruz. Mesela bilim insanları uzun yıllar süren uğraşlar neticesinde bir konuda yetkin hâle geliyorlar. Dikkatle tanımladıkları bilimsel gerçekler, bu konuda bilgisi olmayan bir sanatçı tarafından yanlış kullanılabilir. Dan Brown’un Cehennem eserinin eleştiri aldığı konulardan birisi zaten bu (Lewis). Belki Brown’un yaptığı hatalar hikâyenin akışını etkileyecek cinsten değil ama yine de eserin saygınlığını etkileyebiliyor. Her öğrendiğimizi sorgulama şansımız olmadığından bir yazarın hatası büyük yanlış anlaşılmalara da neden olabilir. Fark ettiniz mi bilmiyorum, ancak son yıllarda özellikle tıp doktorları hastalarının fikir beyan etmesinden çok şikâyetçi. Doktorlar haklı olarak şöyle düşünüyorlar: “Eğer sen benim yaklaşık 8 senedir aldığım eğitimi almadan bu işi yapabiliyorsan ben neden dirsek çürüttüm?”. İnsanların sağlık konusunda bilgisi artmış olduğundan, biraz da bilgimiz olmadan fikir sahibi olma huyumuzdan, bu tür olaylar yaşanabiliyor. Yarın öbür gün bu sıkıntılar başka bilim alanlarına da sıçrayabilir. Bunu engellemek için en mantıklı yol toplumun bilimle ilgilenmesi, ancak işin ustalarına ve eğitimlerine saygı göstermesidir. Sonuç olarak, insanların bisikleti şeytan icadı olarak gördükleri günler geride kaldı, ancak modern icatlara hâlâ yüzde yüz olumlu bakmıyoruz. Genetik mühendisliği, parçacık fiziği gibi alanlardaki gelişmeleri toplumun bir kısmı hayretle, bir kısmı şüpheyle, bir kısmı da korkuyla izliyor. Toplum endüstri ve bilim toplumu hâline gelirken birbiriyle alakasız duran bilimi ve sanatı sentezleyerek yeni eserler ortaya koyan sanatçılar bugün kazanıyorlar. Yani binaların temeli sağlam. Ancak bir sanatçı bunu yapıp başarılı oldu diye herkesin bunu yapması doğru değil. Bilimsel doğrularçok keskin bıçaklar gibidir, eğer yanlış kullanırsanız zarar görürsünüz. Bir yazarın bilimsel gerçekleri yazılarında kullanırken bir cerrah hassasiyetinde çalışması gerektiğini düşünüyorum, bir müteahhit hassasiyetinde değil. Ancak neden olabileceği tüm olumsuz etkilere rağmen Dan Brown ve benzer üslupta yazan yazarların çabalarını takdirle karşılıyorum çünkü hepimizin bilime alışmaya ihtiyacı var. Açıklamalar: 1. New York Times bestseller verileri içerisindeki ilk 3 kitaptan ikincisi uzay ve zamanla ilgili bilgiler içermekte, kurgusunda aktif olarak kullanmakta. Benzer biçimde geçen sene vizyona giren Interstellar filmi de uzay, görecelilik gibi konuları ele almaktaydı ve gişede başarılı oldu. Bu örnekler sadece küçük bir kısım. Referanslar Best Sellers. (2015, 10 25). New York Times: http://www.nytimes.com/best-sellers-books/2015-10- 25/combined-print-and-e-book-fiction/list.html adresinden alınmıştır Lewis, R. (tarih yok). Ekim 19, 2015 tarihinde Plos.org: http://blogs.plos.org/dnascience/2014/01/09/dan-browns-inferno-good-plot-bad-science/ adresinden alındı
UTKU ESER DÜŞMEZ ÜSTÜMÜZDEN GEREKSİZ ANILAR İnsanlar geçmişiyle yüzleşmekten korkmamalıdırlar. Kişiyi şu an olduğu kişi yapan, geçmişinin kendisi değildir de nedir? Hatalarımızla ve başarılarımızla kendimiz oluruz. Hatalarımızdan öğreniriz, belki de öğrenmeyiz ama önemli olan o hatayı yapmış kişinin kendimiz olduğunun farkında olmaktır. John Verdon, altıncı kitabın Kurt Gölü içinde tıpkı diğer kitaplarında olduğu gibi çok şaşırtıcı ve insanı dehşete düşürücü harika bir roman kaleme almış. Suçlunun beynini kendi içinde oluşturmuş ve onu canlandırmış diyebilirim. Ama kitabın içinde benim daha çok ilgimi çeken konu baş kahramanın eşinin kendi içinde yaşadığı geçmişle ilgili pişmanlığı ve geçmişten korkusu oldu. Verdon bu durumu kitaba katarak olay örgüsüne çok küçük bir yardım etmiş olsa da büyük bir etki bırakmayı başardı bende. Baş karakter, David’in eşi Madeleine, daha önceden yaşadığı ve ölümle sonuçlanan bir ilişkiyi David’e anlatmamanın suçluluğunu yaşıyor. Ama bilmiyor ki David’e olanlardan bahsettiği zaman bütün sıkıntıları bitecek ve içi sevgiyle dolacak. Bir ihanet, işlenen suç, edinilen alışkanlıklar olabilir pişmanlıkların varlık sebebi. Önemli olan bu pişmanlıklarla yüzleşip onları kabullenmek değildir bence düşünülenlerin aksine, doğru olan hatalarımıza sarılıp onları kabul etmektir. Hatalarımızı kabul etmek yanlış anlaşılmamalı tabi ki, hataları kucaklamamız onları yapmaya devam etmemiz anlamına gelmez her zaman. Örnek vermemiz gerekirse birçoğumuz ailemizden okuldan onlardan izinsiz çıktığımızı saklamış olabiliriz zamanında. Ben bunu fazla yapmamama rağmen, hatırladığım kadarıyla bir veya iki sefer yaptım, suçluluk duygusundan kavrulduğumu hatırlıyorum. Ama insan zamangeçtikçe anlıyor ki kendi sorumluluğunuz altında düzgün ve gerekli kararlar verdiğinizde saklanacak bir şeyin olmadığını bu olayın. Artık babam derslerime gidip gitmediğimi sorduğunda, sabah erken olanlara bazen gitmeyip uyuduğumu ama devamsızlık sınırını geçmeyecek şekilde kendimi ayarladığımı söylüyorum. Babamın bana bakıp sadece “Tamam oğlum, bize yalan söylememen güzel.” demesi beni mutlu ediyor. Hatalarımı kabulleniyorum ama “Babam zaten kızmıyor.” diyerek de devamsızlıkları abartmıyorum, bahsetmeye çalıştım hatalara sarılma olayı budur. İnsanlar kendilerine geçmişte yaptığı şeyler için, muhattabı olmayan kişilere karşı suçlu hissetmemelidir. Zamanında uyuşturucu kullanmış birisi annesine karşı suçlu hissedebilir daha önceden ona söz verdiği için, ama yeni evlendiği eşine karşı üzgün hissetmemelidir eğer geride bıraktığı bir alışkanlıksa. Geçmiş kıskançlığı ve geçmiş bekçiliği insan ilişkilerine en çok zarar veren unsurlardan biridir. Birçok ilişki geçmiş kıskançlığından bitmiş veya bitme noktasına gelmiştir. Ne kadar insan hisleri kontrol edilmesi çok zor olan bir unsur olsa da, hisler terbiye edilmeli ve en azından dizginleyebilmek önemlidir. Zamanında alkolik olduğu için çocuklarına zarar vermiş ama artık bu alışkanlığına lanet etmiş bir babanın yüzüne eğer bu geçmişini vurursanız, o insanla ilişkinizi çıkmaza sokar ve o adamı derinden yaralarsınız. Her ne kadar o vazgeçmişse ve artık yapmayacağını bilse de kendinden nefret eder ve kendine zihinsel zararlar verir. Yapılmış hatalardır ki bizi içten yer ve bitirir, ama biraz da olsa onları unutmak gerekir. Unutmak için bize en yakın olanlara, en sevdiklerimize bu yaşanmışlıklardan bahsetmek lazımdır. Nasıl ki Almanya Adolf Hitler’in yaptıklarını unutmak yerine çocuklarına anlatıyorsa ve onların bu olanları tekrar yapmamasını öğretiyorsa, birey de yaşanmışlıkları içini yiyip bitiren bir kunduz gibi tutmamalı ve onu dışarı bırakmalıdır. “Hayatta unutamayacağımız en büyük pişmanlık, pişman olurum diyeyapmadıklarımızdır” (Lev Tolstoy). Pişmanlıklarımızı anlattığımızda pişman olacağımızı düşünerek onları anlatmayız, fakat asıl pişmanlık anlatmamanın pişmanlığı olacaktır. Kaynakça: Verdon, John. Kurt Gölü. Çev. Ender Nail. İstanbul: Koridor Yayıncılık, 2016. Baskı.
Ekin TANIR 1 21400471 TURK101-18 Başak Ber(cid:374)a CO‘DAN 02.11.2014 (cid:858)BÜYÜK Bİ‘ADE‘ SENİ İZLİYO‘!(cid:859) Bin Dokuz Yüz Seksen Dört , George Or(cid:449)ell(cid:859)i(cid:374) (cid:1005)(cid:1013)(cid:1008)(cid:1011)-(cid:1005)(cid:1013)(cid:1008)(cid:1012) yılları arası(cid:374)da yazdığı, (cid:858)ö(cid:374)(cid:272)ede(cid:374) yazıl(cid:373)ış tarih(cid:859) olarak (cid:374)itelendirilen distopyasıdır. Kitap ilk olarak piyasaya Avrupa'daki Son Adam (The Last Man in Europe) olarak su(cid:374)ulsa da pazarla(cid:373)a (cid:373)eseleleri yüzü(cid:374)de(cid:374) adı 1984 olarak değiştiril(cid:373)iştir. Or(cid:449)ell i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) (cid:374)asıl korkuyla yö(cid:374)etilip tek (cid:271)ir akla (cid:448)e düşü(cid:374)(cid:272)eye tapar duru(cid:373)a getirildikleri(cid:374)i ke(cid:374)di hayali ütopyası(cid:374)da a(cid:374)latsa da (cid:271)u olgular gü(cid:374)ü(cid:373)üzde teker teker gerçekleş(cid:373)ektedir.Bazı kitapları(cid:374) sade(cid:272)e adı(cid:374)a (cid:271)aktığı(cid:374)ızda he(cid:373)e(cid:374) he(cid:373)e(cid:374) ne ile ilgili olduğu(cid:374)u a(cid:374)larsı(cid:374)ız fakat (cid:271)u öyle (cid:271)ir kitap değildir. Adı sade(cid:272)e (cid:271)ir tarih olarak gözükse de Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, gele(cid:272)ekte yaşa(cid:374)(cid:373)ası (cid:373)uhte(cid:373)el olayları e(cid:374) i(cid:374)(cid:272)e ayrı(cid:374)tılarıyla a(cid:374)latıyor. Her (cid:374)e kadar bu olaylara i(cid:374)a(cid:374)(cid:373)ak iste(cid:373)esek de (cid:271)izi de (cid:271)öyle (cid:271)ir gele(cid:272)eğin (cid:271)eklediği aşikardır. 1984 hayatı(cid:374) (cid:373)o(cid:374)oto(cid:374)luğu(cid:374)u (cid:271)ir a(cid:374)da alıp götüre(cid:374) (cid:271)ir kitap. Daha doğrusu herkesi(cid:374) (cid:271)ildiği fakat dille(cid:374)dir(cid:373)ek iste(cid:373)ediği (cid:271)ir so(cid:374). Belki de (cid:271)u (cid:374)ede(cid:374)le kitap so(cid:374) yılları(cid:374) e(cid:374) çok oku(cid:374)a(cid:374)lar listesi(cid:374)e gir(cid:373)eyi (cid:271)aşardı. Fakat (cid:271)u kadar sürükleyi(cid:272)i (cid:271)ir yapıtı(cid:374) so(cid:374)u(cid:374)u(cid:374) e(cid:374) azı(cid:374)da(cid:374) 'olu(cid:373)lu' (cid:271)it(cid:373)esi(cid:374)i isterdi(cid:373). 'Olu(cid:373)lu' ile kast ettiği(cid:373) düşü(cid:374)(cid:272)e, kita(cid:271)ı okuya(cid:374)ları(cid:374) da tah(cid:373)i(cid:374) ede(cid:271)ile(cid:272)eği gi(cid:271)i 'özgürlük'. Başkaldırı (cid:448)e çekile(cid:374) o(cid:374)(cid:272)a a(cid:272)ıda(cid:374) so(cid:374)ra ki(cid:373) (cid:271)u(cid:374)ları(cid:374) (cid:271)oyu(cid:374) eğ(cid:373)e ve kabullenmeyle bitmesini ister ki? Bekle(cid:374)tisi gerçekleş(cid:373)eye(cid:374) her i(cid:374)sa(cid:374) gi(cid:271)i kita(cid:271)ı(cid:374) so(cid:374)u(cid:374)da hayal kırıklığı(cid:374)a uğradı(cid:373) fakat yi(cid:374)e de (cid:271)u kita(cid:271)ı (cid:271)eğe(cid:374)(cid:373)ediği(cid:373) a(cid:374)la(cid:373)ı(cid:374)a gelmiyor. Benim için kitapta en çok dikkat çeken unsurlar 'Büyük Birader', 'Tele-ekran' ve 'Düşü(cid:374)(cid:272)e Polisi' ol(cid:373)uştur. Büyük Birader betimlemesi, i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) her dediği(cid:374)i duya(cid:374), her yaptığı(cid:374)ı göre(cid:374), dü(cid:374)yadaki tek ege(cid:373)e(cid:374) güç ko(cid:374)u(cid:373)u(cid:374)dadır. Bu güç, i(cid:374)sa(cid:374)i duyguları ta(cid:373)a(cid:373)e(cid:374) ortadanTANIR 2 kaldır(cid:373)ış (cid:448)e i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) arası(cid:374)daki gü(cid:448)e(cid:374)i yık(cid:373)ıştır. Kita(cid:271)ı(cid:374) geçtiği za(cid:373)a(cid:374)ki Lo(cid:374)dra'ya sadece korku haki(cid:373)dir, (cid:271)u da i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) özgür(cid:272)e sorgula(cid:373)ası(cid:374)ı, düşü(cid:374)(cid:373)esi(cid:374)i (cid:448)e (cid:271)ili(cid:373)i kulla(cid:374)(cid:373)ası(cid:374)ı engellemektedir. Şehri(cid:374) her yeri(cid:374)e 'Büyük Birader se(cid:374)i izliyor!' sloga(cid:374)ları asıl(cid:373)ıştır (cid:448)e (cid:271)u i(cid:374)sa(cid:374)ları psikolojik açıda(cid:374) (cid:373)a(cid:374)ipüle et(cid:373)ektedir. Tele-ekra(cid:374) ise her i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) evinde bulunan, o(cid:374)ları(cid:374) her hareketi(cid:374)i izleye(cid:374) (cid:448)e Düşü(cid:374)(cid:272)e Polisi tarafı(cid:374)da(cid:374) ko(cid:374)trol edile(cid:374), ay(cid:374)ı za(cid:373)a(cid:374)da tele(cid:448)izyo(cid:374) işle(cid:448)i de göre(cid:374) bir (cid:373)eka(cid:374)iz(cid:373)adır. Bu üç ka(cid:448)ra(cid:373)ı(cid:374) ortak a(cid:373)a(cid:272)ı ise yurttaşları her za(cid:373)a(cid:374) ko(cid:374)trol altı(cid:374)da tut(cid:373)ak (cid:448)e yurttaşları(cid:374) (cid:271)u güçleri(cid:374) fikirleri(cid:374)de(cid:374) şaş(cid:373)a(cid:373)ası(cid:374)ı sağla(cid:373)aktır. Bu kitaptaki (cid:271)ütü(cid:374) olguları gü(cid:374)ü(cid:373)üzle yüzde yüz ilişkile(cid:374)dire(cid:373)esek de (cid:271)azıları(cid:374)ı(cid:374) ya(cid:448)aş ya(cid:448)aş hayata geçtiği(cid:374)i göre(cid:271)iliriz. Ör(cid:374)eği(cid:374) her gü(cid:374) daha da çok rağ(cid:271)et göre(cid:374) sosyal (cid:373)edya sayesi(cid:374)de i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) (cid:374)erde olduğu(cid:374)u, (cid:374)eler yaptığı(cid:374)ı çok kolay (cid:271)ir şekilde öğre(cid:374)e(cid:271)il(cid:373)ekteyiz. Bu şu a(cid:374)lık (cid:272)iddi (cid:271)oyutlarda (cid:271)ir tehlike teşkil et(cid:373)ese de yakı(cid:374) za(cid:373)a(cid:374)da paylaşıla(cid:374) (cid:271)u (cid:271)ilgiler kolaylıkla i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) aleyhi(cid:374)e kulla(cid:374)ıla(cid:271)ilir. Hatta gü(cid:374)ü(cid:373)üzde (cid:271)azı (cid:271)ireysel da(cid:448)alar, sosyal (cid:373)edyada paylaşıla(cid:374) (cid:271)ilgiler yüzü(cid:374)de(cid:374) ortaya çık(cid:373)aktadır. Bunlar kimi za(cid:373)a(cid:374) (cid:271)ireyi(cid:374) iste(cid:373)ediği yerlere çekil(cid:373)ekte (cid:448)e (cid:271)u da özel hayata (cid:373)üdahale kapsa(cid:373)ı(cid:374)a girmektedir. Kita(cid:271)ı okudukta(cid:374) so(cid:374)ra 'Ya (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374)se?' diye ke(cid:374)di(cid:373)izi sorgula(cid:373)ak çok (cid:374)or(cid:373)al çü(cid:374)kü a(cid:374)latıla(cid:374) olaylar (cid:448)e e(cid:373)poze edile(cid:374) düşü(cid:374)(cid:272)eler hiç de ya(cid:271)a(cid:374)(cid:272)ı değil. Kitapta buna örnek olarak '(cid:1006)+(cid:1006)=(cid:1009)' (cid:448)eril(cid:373)iştir. Gü(cid:374)ü(cid:373)üzde de i(cid:374)sa(cid:374)lar ke(cid:374)di düşü(cid:374)(cid:272)eleri(cid:374)i paylaş(cid:373)ak, geliştir(cid:373)ek (cid:448)e daha farklı açılarda(cid:374) yoru(cid:373) yap(cid:373)ak istese de (cid:271)azı düşü(cid:374)(cid:272)eler toplu(cid:373)u(cid:374) ge(cid:374)iş kesi(cid:373)leri(cid:374)e ulaşa(cid:373)ada(cid:374) susturuluyor, e(cid:374)gelle(cid:374)iyor; yapıl(cid:373)ası, düşü(cid:374)ül(cid:373)esi, söylenmesi gereke(cid:374) her şey tek (cid:271)ir güç tarafı(cid:374)da(cid:374) (cid:271)elirle(cid:374)iyor. Böylece özgür düşü(cid:374)(cid:272)e orta(cid:373)ı dediği(cid:373)iz ka(cid:448)ra(cid:373) da hızla yıkılıyor. Kurallara körü körü(cid:374)e (cid:271)ağlılık (cid:271)azı iktidarları(cid:374) diret(cid:373)eye çalıştığı tek şey olsa da (cid:271)u (cid:271)aze(cid:374) şiddetli (cid:271)aşkaldırılara, isya(cid:374)lara yol açıyor; tah(cid:373)i(cid:374) (cid:271)ile ede(cid:373)eye(cid:272)eği(cid:373)iz olu(cid:373)suz so(cid:374)uçlar doğuruyor.
İrem Naz Aloğlu Murat İplikçi TURK 101-26 17, Mart, 2022 2005, This Is Life, Pedro Luis Raotaİrem Naz Aloğlu Murat İplikçi TURK 101-26 17, Mart, 2022 İşte Hayat Bu Yaşamın anlamını bulmak için kendimizden uzaklaşıyoruz çoğu zaman. Uzaklarda bir yerde, dağın en tepesinde bir ayak izi ya da denizin en dibinde değerli bir taş olduğunu düşünüp ona ulaşmayı hedefliyoruz. Küçük anların içine gizlenen gülümsemeleri es geçiyoruz. Fotoğrafçı Pedro Luis Raota Nın !This Is Life” olarak isimlendirdiği fotoğrafa baktığımda ise kaçırdığımız o gülümsemelerin tüm yansımalarını görebiliyorum. Fotoğrafın, ona verilen isimle olan bağını da görmezden gelemiyorum. Basit ve mutlu bir aile fotoğrafına bakıp “İşte Hayat Bu” diyebilmek bir nevi özgür hissetiriyor insana çünkü bazen bir anlam arayışı içerisinde, bazen hayatın akışında sürüklenirken unutuyoruz içten bir tebessümün kıymetini. Oysa ki çevremizde ve aynaya her baktığımızda gördüğümüz yüzde bunu görmeyi hak ettiğimizin farkında olabilseydik, bizden gülüşlerimizi esirgeyen, bizi küçük mutlulukların içinden çekip alan ne varsa onu alt etmenin bir yolunu bulabilirdik. Bunca zaman, çocukluğumuzdan yaşlılığımıza, hatta ömrümüzün sonuna dek gülüşlerimizi saklamamızı tembihleyen o canavar neydi? Bize basit olanın güzel ya da yeterli olmadığı öğretildi hep. Bir şeye ulaşmak için hep çok çabalamalı ve peşinden koşmalıydık. Emek ve çalışmadan mutluluğa erişilmiyordu sözde. Mükemmelik şart değildi ama gereksiz de değildi hiçbir zaman. Bu nedenle hep acele ettim ben, yetişmeye çalıştım hayata. Fark ettim ki uzun bir masada dostlarla oturup sohbet ederken bir sonraki gideceğim yere geç kalmanın telaşında, söylediğim şarkının dinlenmeyeceği korkusunda, okuduğum kitabın çabuk biteceği düşüncesinde kaybediyorum hayatın özünü.İrem Naz Aloğlu Murat İplikçi TURK 101-26 17, Mart, 2022 Fotoğrafta gülümseyen çocuğun neşesine bakmak öyle çok da mutlu etmiyor beni, buruk bir ifadeyle gözlemliyorum orada olanı biteni. Fotoğrafların da hareket edebildiğini, ağlayıp, gülebildiğini anlıyorum baktıkça. Ufacık, duran bir anda ne çok ses, siyah beyazda ne çok renk görebiliyor insan. Yaşamın sırrını çözmüşler de sanki artık birbirlerinin kalplerindeki bu sır ile konuşup gülüşüyorlar. Bir şeyin peşine düşmemiş olmanın getirdiği özgürlük ve sakinlik. Heyecanın, şaşkınlığın daima süreceği dingin bir hal. Büyümek için acele etmemeyi, içindeki çocukla bağını koparmamayı anımsatıyor bana bu fotoğrafın yolculuğu. O yolculuğu hayal ediyor, yaşıyorum. Belki de yokuşlarda zorlanacak, engebeli yollarda duraksamak zorunda kalacaklar ama o anlar da en az bu gülüşler kadar değerli, bunu hissediyorum. Bir çiçeğinin açması için dimdik duran ağaç ve çiçeğin yapraklarının yalnızca bir süreliğine açılmasına benzeyen bu gülüşler, kısacık bir bisiklet yolculuğunda ölümsüzleştirilen bir hazine. !Hayatımız bundan ibaret, işte o kadar” dedirtip derin bir nefes aldırıyor bu fotoğraf bana. O nefesi içime çekerken yemyeşil renklerini gördüğüm o ağaçların kokusu geliyor önce burnuma sonra çocuğun kalbinin heyecanla ve neşeyle atışını duyuyorum yüreğimde, kadının saçlarına değen rüzgar değiyor avuçlarıma ve adamın kahkahasındaki endişesizliği duyuyorum. Yaşıyoruz beraber, öyle ya da böyle…Bazen sürüklenerek bazen direksiyona gereğinden fazla sarılarak, bazen de yolda bulduklarımızı kalbimizin en derinine ekleyip, ağırlıklarımızı yolda bırakarak, çoğalarak ya da eksilerek ama her şeye rağmen hazineler içinde olduğumu unutmamayı dileyerek fotoğraftan başka bir yöne çeviriyorum gözlerimi. Gözlerim, o fotoğraftaki her an, her duyguya şahit oluyor etrafımda. Yeni yeni anlıyorum burada bahsettiğim hissiyatlarımın, düşüncelerimin yalnızca bu fotoğrafa ait olmadığını. Gülümsüyorum her bir insana, eşyaya, anıya ve onlar da bana…Son bir kez daha fotoğrafa uzun uzun bakıp yazdıklarımı okuduğumda ise büyük bir fark seziyorum kendimde,İrem Naz Aloğlu Murat İplikçi TURK 101-26 17, Mart, 2022 hislerimde. Uzundur gördüğün bir şeye dair yazmanın insanın bakış açısını ve hislerini yeniden şekillendirdiğini derinden hissetmenin huzuruyla nokta koyuyorum.
Halil Kerem AYDIN Her Şeyden Önce Tüm zamanların en önemli problemi ve en yetkili anahtarı öncelik belirleme süreçleri olmuştur. Geçmişten günümüze tanınan insanların başarı öykülerine ve başarısız insanların hayal kırıklıklarına baktığımız zaman açık bir şekilde görebiliriz ki öncelik kavramı hayatımızdaki dönüm noktalarında karşımıza çıkan altın bir şans aynı zamanda zehirli bir talihsizlik olmuştur. Yan etkilerini ilk andan itibaren belli eden sıradan talihsizliklerin aksine hayatımızın sonuna kadar meçhul zamanlarda nükseden zehirli talihsizliğin kaynağı önceliklerimizi belirleyememek yahut yanlış belirlemektir. Mario Puzo’nun yazdığı “Godfather” romanı 1972 senesinde uyarlayan ve beyaz perdeyle buluşturan yönetmen Francis Ford Coppola , önceliklerini belirlemekte son derece başarılı ve hiçbir zaman bu önceliklerin yerini karıştırmayan, İtalyan asıllı, New York’ta yaşayan bir mafya babasının hayatını en ince ayrıntılarıyla seyirciye sunuyor. Eserde, ünlü oyuncu Marlon Brando’nun canlandırdığı Don Vito Carleone karakteri her ne kadar mafya babası olarak lanse edilse de aslında ailesinin refahı için üstüne düşen vazifeleri eksiksiz yerine getiren ve bu vazifelerin sonucunda yakasına yapışan sorumlulukları son derece soğukkanlı bir şekilde üstlenen ideal bir aile babasıdır. Hepimizin geleceğe dair büyük hayalleri ve bu hayalleri gerçekleştirmek için güzel planları vardır. Fakat bu planları elerken elimizde tehlikelerden arınmış, korkularımıza yenik düşme ihtimalimizin en az olduğu planlarımızın kalmasını hedefleriz. Don Vito Carleone bu düşüncenin aksine ailesine son derece kaliteli ve refah seviyesi yüksek bir gelecek inşa edebilmek uğruna kendi refahından, korkularından vazgeçmiş ve tehlikeli bir yola baş koymuş bir aile babasıdır. Gerçekçi olacak olursak soygun, rüşvet ve hatta katliam hiçbirimizin hoş karşılamayacağı başarıya ulaşma yöntemleridir. Peki ya bu ayıplanan icraatlar öncelik listemizin başında gelen ailemiz için gerçekleştirilecekse? Hali hazırda yaşadığımız mülteci sorununa da bakacak olursak, mülteci olmak Türkiye gibi merhametli ve misafirperver vatandaşlarıyla ün salmış bir ülkede bile düşmanımızın dahi başına gelmesini arzulamayacağımız bir vaziyettir. Acaba asıl suç kanunların belirlediği ilkelerin dışına çıkmak mıdır bu durumda yoksa kanunların görmediği biri olarak yüksek kaliteli bir yaşamı, uğradığımız haksızlık kadar hak talep ederek elde etmeye çalışmak mıdır? Ben de önceliklerimiz doğrultusunda başarıya giden her yolun mubah olduğunu düşünen o bencil insan kitlesinin bir üyesiyim aslında. Çok güzel bir aileniz ve birbirinden neşeli çocuklarınız olduğunu fakat o çocuklarınızın gülüşünüzü gece de görmenize olanak tanımayan, elektrik dağıtımından faydalanamayacağınız bir eviniz olduğunun düşünün. Hayatınızdaki en önemli önceliğinizin aileniz olması ihtimalini varsayarak konuşacak olursak, hayattaki en önemli önceliği sabah erken uyanıp ilkbaharda açan çiçeklere şarkılar söylemek olan bir insanın başka insanların kararları yüzünden gözlerini kaybetmesiyle aynı hayal kırıklığı diyebiliriz sanırım. Veya o çiçeklerin bir daha hiç açmayacak olması da denebilir bu duruma. Kabullenmek yerine çocuklarınızın neşeli suratlarını gece de görmek isterdiniz bittabi. Tam da bu noktada öncelikler işin içine giriyor. Yüzünüzde oluşan, kabullenişiniz ve mevcut olana şükredişinizin oluşturduğu tebessüm gece yerini şeytani bir hüzne bırakıyor. Hüzün ve öfke birleştikleri zaman ateş ve barutun dahi kaçacak delik arayacağı felaketler doğurabiliyor. Yer altı dünyasında erkeklik gururu ve onuruyla tanınan Don Vito Carleone herkesi bir kez daha ters köşeye yatırarak “ailesiyle vakit geçirmeyen bir erkek, asla gerçek bir erkek sayılmaz.”(Godfather,1972) repliğiyle asıl önceliğinin erkeklikten ziyade ailesi olduğunu ve üstüne üstlük erkekliğinin temelinin ailesiyle vakit geçirmesi olduğunu izleyicilere söylüyor. Önceliklerimizi doğru belirlersek hangi hayali hangi yöntemle elde edeceksek edelim saf mutluluğa ulaşmamız kesinleşmiş oluyor. Kimin ne düşüneceğinden ziyade önceliğimizde olan kişilerin önceliğimizde olan mutlulukları yaşaması bizim yegâne mutluluk kaynağımız olduğundan ötürü yazımın başında da belirttiğim gibi önceliklerimizi gerçekleştirmek uğruna başarıya giden herHalil Kerem AYDIN yol içinde yer aldığımız toplumun, geçmişten günümüze süre gelen etik unsurları ve kişisel vicdani duygularımız göz önünde bulundurularak seçildiği sürece mubahtır.
EFSUN KAVAKLIOĞLU ID: 21502421 TURK101 - section 013 Fatum Geceleri yataklarımızda yatıp odalarımızın tavanını incelerken aklımızda bir sürü soru döner durur. Mantıklı ya da mantıksız, günlük olaylar, söylediklerimiz, dinlediklerimiz ve anladıklarımız üzerine ister istemez kafa yorar, kendimizce bir değerlendirme yaparız. Neden? Nasıl? Doğru mu söyledim yoksa başka bir şey mi demeliydim? Ya peki o bunu yapsa ne olurdu? Olmuş, olabilecek, olamayacak bir sürü senaryo geçer insanın aklından o saatlerde. Acaba bu durumu değiştirebilir miydim? Sonuç ne yaparsam yapayım bu mu olacaktı? Kelebek etkisi mi? Kader miydi tesadüf mü? Fatum uel fortuna?* (Kelebek etkisi grafik halinde) Şansın tanımı dilimizde "mantıkla açıklanamayan rastlantısal olaylar" olarak, kader ise "genellikle kaçınılmaz kötü talih" olarak yapılmış. Kader kelimesini bu kadar olumsuz tanımlamak ne kadar doğrudur bilemiyorum, fakat sanırım çoğu insan yazılan 'kader'lerinin acı, kötü, çileli bir yolculuktan ibaret olduğunu düşünüp bu şekilde yazmış sözlüğümüze. Kaderin önceden yazılmadığını, insanların hayatı boyunca şekillendiğini düşünürüm ben. Ne de olsa verdiğimiz kararların sonuçlarını istesek de istemesek de yaşamaz mıyız? *Latince "Kader ya da şans?"Peki bir insanın yaptığı bir şey, birçok insanın 'kader'ini ya da 'şans'ını etkileyebilir mi? Ben her insanın kendi kaderini kendi yazdığını düşünenlerdenim ve tabii başkalarını da etkilediklerini, bu yüzden küçük bir olayın ya da kararın bile çok büyük bir etki yaratabileceğine inanırım. Sanırım Daniel Kehlmann da böyle düşünüyor ki F adlı kısa romanı kaleme almış. Fazla detaya girerek kitabı okumak isteyenler için bu zevki mahvetmeden minik bir tanıtım yapayım ki konu ile bağlantısı açıklanmış olsun: Aslında büyük ve ünlü bir yazar olmak isteyen Arthur, bu isteğini gerçekleştirememiş ve aslında bunun sebebi tamamen kendi özgüvensizliği ve korkuları yüzünden olmasına rağmen bunun hep başka şeylerin suçu olduğunu düşünmüş. Evli ve üç çocuk sahibiyken bir gün bir falcının ona 'hayallerinin peşinden git' demesi üzerine ailesini terk ederek ve izini kaybettirerek yazarlık hayatına başlamış ve çok da başarılı olmuş. Fakat geride kalan çocuklarının hayatı, kendi yaptığı seçim yüzünden normalde gidebileceğinden çok farklı bir rotaya kaymış. Bir kişinin verdiği bir tek karar beş kişinin hayatını o kadar çok değiştirebiliyorsa, her insanın verdiği her küçük ya da büyük karar bir aileyi, mahalleyi, şehri hatta ülkeyi bile etkileyebilir demek olmaz mı? Belki de bunun biraz daha mübalağalı hali 2004 yapımı Kelebek Etkisi filmi de buna benzer bir düşünce tarzıyla fakat farklı bir biçimde anlatıyor bu olayı. "Bir kelebeğin kanat çırpması, dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir" (Kelebek etkisi 2004). İşte bu cümle sanırım küçük kararların ve olayların birçok insanın hayatını nasıl etkileyebileceğini çok güzel bir biçimde sembolize ediyor ve bu kısa hikayenin de bir nevi özeti oluyor. Madem kararlarımız sadece bizi etkilemiyor, aksine çevremizdekileri dolayısıyla onların çevrelerindekileri hatta onların da çevrelerindekileri etkiliyorsa, her bireyin üzerine çok büyük bir sorumluluk yüklenmiyor mu? Bana bu yük, kaldırmak için biraz ağır hatta çiğneyebileceğimden büyük lokma gibi geliyor. Örneğin aslında Arthur sadece hayallerindeki işi yapmak ve başarılı olmak istememiş miydi? Belki de en iyisi bunlar üzerine fazla kafa yormayıp geceleri tavanımıza bakarken daha güzel ve hafif şeyler düşünmek ya da tatlı hayaller kurmaktır. Sonuçta biz de başkalarının kararlarından fark etsek de etmesek de etkilendiğimize göre belki de bir açıdan ödeşmiş oluyoruzdur. Belki de kader diye bir şey yoktur. Bu sonu gelmek bilmeyen 'belki'leri, 'ya da'ları ve 'peki ya'ları başkabir güne de saklayabiliriz, bu sayede yatağımızda tavanımızı saatlerce düşünce dolu gözlerle incelemeden derin bir uykuya dalabilir, bir sonraki gün de, hayatımızı -ve belki de başkalarının hayatını- değiştirmeye devam edebiliriz. (Kelebek etkisi poster)Kaynakça 1. Kelebek etkisi. Yönetmen Eric Bress J., Mackye Gruber. Oyuncular Ashton Kutcher, Melora Walters, Amy Smart, Elden Henson. New Line Cinema, 2004. Film. 2. Kehlmann, Daniel. F. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015. 3. Kelebek etkisi posteri : <http://img13.deviantart.net/f488/i/2010/337/2/6/the_butterfly_effect_by_jyoung82-d344ehf.jpg> 4. Kelebek etkisi grafiği: <http://www.bilgiustam.com/resimler/2012/07/2017-the-butterfly-effect_89154.jpg>
AİLE Sözlükte toplum içindeki en küçük birim diye geçiyor anlamı ‘aile’ kelimesinin, gayet kısa ve anlaşılır. Ama bana kalırsa manevi anlamı çok daha derin ve herkes için farklılık gösteriyor. Çünkü herkes belki olumsuz belki olumlu bir düşünceye sahip ailesiyle ilgili. Aile kimi insan için ayak bağı, özgürlüğe karşı en büyük duvar belki hiç aşılamayan, kimi için utanç kaynağı insanın hep karşısına çıkan ve tüm hayatını etkileyen. Kimi insanlar ise şanslı bu konuda. Ailesine tapan, huzurlu ve mutlu bir ailede yetişmiş, annesini babasını kendisine örnek almış, sorunları olduğunda ya da hayatının dönüm noktalarında ailesinden destek alıp tüm engelleri aşabilmiş ve gelecekte alacağı kararlarda ailesinin desteğini arkasında hissedeceği ve yorulduğu zaman rahatlıkla sağlam bir duvara yaslanabileceğini bilen şanslı insanlar. Ailemizi seçemediğimiz doğru, ama insanlara eğer seçme hakkın olsaydı yine kendi anne ve babanı seçer miydin diye sorulduğunda cevap hiç şaşmaz: ‘’Evet, seçerdim.’’ Tamamen yalan bence. Ailesinden memnun olmayan, annesinden nefret eden, babasından utanan bir sürü insan tanıyorum. Belki bunu ulu orta ifade etmekte güçlük çekiyorlar ama şiddetli duygularını saklayamaz insan, anlaşılıyor. Ayrıca bana göre kimse ailesini sevmek zorunda değil. Filmde Çiçek on sekiz yaşına kadar annesi ne derse onu yapmış, onun kurallarına göre yaşamış o ne isterse onu yemiş, giymiş dünyalar güzeli bir genç kız. Üstelik tüm bunlara rağmen annesi onu bir kere bile öpmemiş, hep itelemiş, sevgisini esirgemiş. Kimse böyle bir anneyi sırf annesi olduğu için sevmek zorunda değil bana kalırsa ama Çiçek yine de deniyor, çabalıyor en küçük bir ilgi için annesinin ona göstereceği. Ben denemezdim. Bana göre bir anne bir baba çocuğunu ne olursa olsun sevmeli, yanlışları olduğunda onu affedip tekrar şans vermeli. Aksi halde aile olmanın ne önemi var? Anne babaya sahip olmanın ne önemi var eğer sevgisini ve desteğini hayatın boyunca hissedemeyeceksen. Herkesin bir ailesi olabilir sözde en azından ‘ailem’ diyebileceği insanlar. Ama herkes gerçek ve tam anlamıyla aile olmayı başaramaz. Çünkü bana göre gerçek bir aile olabilmek için bireylerin kendilerini rahatça ifade edebildikleri, utanmadan sıkılmadan duygularını gösterebildiği, empati ve saygının kendini her konuda belli ettiği, temellerin güven unsuruna dayandığı ve aradaki bağın sadece kan bağına dayanmadığı bir ortam olması gerekiyor. Tüm bu değerlerin aynı çatı altında sağlanması o kadar zor ki bana göre o yüzden anlam veremiyorum birbirinden farklı karakterde, kimsenin birbirine katlanamadığı, sürekli çatışma içinde olan ve sırf kan bağı var diye bir sürü insanın aynı evde 7/24 dip dibe yaşama zorunluluğu olmasına. Psikolojik açıdan insan kendi kendini huzurundan ve mutluluğundan mahrum ediyor bence sırf ekonomik açıdan ailesine bağlı olduğu için ya da gidecek başka bir yeri olmadığı için. Aile sadece bir kelime sözlükte, ama aile olmak tamamen farklı bir kavram. Bana göre bunu tam anlamıyla başaramayacak, aile olmanın gerektirdiği sorumlulukları üstlenemeyecek, sırf toplumun dayattığı ‘aile kurma’ gereğini gerçekleştirmek için biriyle evlenip dünyaya yeni bir birey getirmek amacında olan insanların hakkından gelebileceği bir değer değil aile olmak ve böyle olacaksa hiç olmasın. Kimsenin insanları kendiyle birlikte yaşamaya zorunlu kılıp hayatı hem kendine hem de aynı evi paylaştığı insanlara zindan etmeye hakkı yok sonunda yalnız yaşamak ya da yalnız yaşlanmak olsa bile. Aynı çatıda uzak kalmak yerine uzak yerlerde huzurlu olmak sizce de kulağa daha mantıklı gelmiyor mu?
Geçmişin Gölgesinde Geleceği Aramak Hayatımda bazen her şey o kadar tanıdık gelir ki sanki daha önce defalarca yaşanmış bir döngünün içinde sürükleniyorum gibi hissederim. Her şey üzerime eski bir palto gibi oturuyor, sanki bin defa giyilmiş gibi. Her ne kadar zaman ilerliyormuş gibi görünse de aslında hep aynı yerde duruyormuşum gibi… Gelecek dediğimiz o sahipsiz yol, eski ayak izleriyle dolmuş sanki. Yaşadığım her şeyin bir noktada daha önce tecrübe edilmiş olduğunu fark ettiğim anlar oluyor. Sanki yeni bir yol açmaya çalışırken eski izlerin üzerini örtmeye çalışmak nafile bir çaba gibi geliyor. Bu his, çoğu zaman beni derin bir hüzne sürüklüyor çünkü geleceğimin sınırsız ihtimallerle dolu olması gerekirken, bir türlü geçmişin gölgesinden kurtulamıyorum. Bir gün elimde bir şiir kitabıyla otururken bu hislerim daha da netleşti. Kitabın sayfalarını çevirirken karşıma şu satırlar çıktı: "Gelecek geçmişte kalmış sanki... Bugün ise çok önceden okunmuş bir kitabın sonu gibi." (Kayıran 2022, 23). Bu cümle beni öylesine derinden etkiledi ki okuduğum an sanki zihnimdeki karmaşık duygular bu dizelerle anlam kazanmıştı. O anda fark ettim ki içimde yaşadığım bu belirsizlik, aslında bir süredir hissettiğim bir döngünün tezahürüydü. Gelecek, benim için yeni bir başlangıç olma ihtimalini kaybetmiş ve geçmişin tekrarlarından ibaret hâle gelmişti. Bu şiiri okuduğumda hayatımdaki belirli olaylar zihnimde belirmeye başladı: Geçmişteki dostluklarım, ilişkilerim, hayallerim… Hepsinde aynı döngüyü yaşadığımı fark ettim. Hep yeni bir sona yelken açtım ama rüzgar hep aynı kıyıya vurdu beni. En çok aklımı kurcalayanlardan biri ise bir dostumla olan ilişkimdi. O dostlukta defalarca sorunlarla karşılaşmış ve her defasında çözüm bulduğumu sanarak yeni bir sayfa açmaya çalışmıştım. Ancak her yeni başlangıç aslında eski problemleri tekrar yüzeye çıkarmaktan öteye gitmemişti. O dostlukta her defasında aynı noktaya dönüyordum ve bu döngüden kurtulmak imkânsız gibi görünüyordu. "Gelecek geçmişte kalmış sanki…" Bu dizeyi düşündüğümde, dostumla olan ilişkimi yeniden gözden geçirdim. O kadar çok şey yaşadık ki artık her yeni adım sanki bir tekrardan ibaret. Her şey çoktan yaşanmış ve bitmiş… Artık yeni bir şey beklemek yanlızca bir yanılgıdan ibaret. Bugün ise sanki defalarca karalanmış bir sayfanın tekrarına benziyor. Ne kadar farklı bir son umsam da aslında her şey daha en başından belliydi. Bu his, beni derin bir sorgulamaya itti. Hayatımda gerçekten ilerleme kaydediyor muyum, yoksa sadece geçmişin izlerinde dolanıyor muyum? Zihnim sanki bir eski plak gibi takılmış, aynı soruların etrafında dönüp duruyor: Gelecek ne kadar kontrol edilebilir? Yaşadıklarımın beni sürekli geçmişe döndürmesinin nedeni nedir? Geçmişin gölgesinde yaşamaya devam etmek istemiyorum. Ama her yeni başlangıcın da eski yaraları açabileceğini bilmek beni endişelendiriyor. Bu labirentten çıkış yolunu bulmak hayali bir kapıyı aralamak gibi. Ama şunu fark ettim ki geleceğe doğru bir adım atmak imkânsız, adım atmak istesem de geçmişin ipleri ayak bileklerime dolanıyor. Gelecek geçmişte kalmış gibi hissediyorum ama belki de bu hissi kabullenmek ve onunla barışmak gerekiyor. Gelecek, her ne kadar geçmişin izlerini taşısa da belki de geleceği eski bir şarkının yeni bir yorumunda bulabiliriz. Bu döngüden çıkmamın ilk adımı belki de bu tekrarların varlığını kabul etmemden geçiyor. Her şey aynı şekilde yeniden yaşanıyor gibi görünse de bu tekrarların içinde yeni anlamlar bulabileceğimi düşünüyorum. Beni bu kısır döngüden çıkaracak olan şey belki de onlara farklı bir gözle bakmamdır.Kaynakça: Kayıran, Yüce. Statis. Everest Yayınları, 2022. Ahmet Selim IŞIK
Şimal Özden Bir Patinin Arkadaşlığı Köpekler, geçmişten beri insanların hayatında özel bir yere sahip olmuşlardır. Köpek dendiğinde, genellikle insanın aklında farklı kavramlar belirir. Bu kavramların en başında sadakat, sevgi ve ölümsüzlük gelir. Hachiko: Bir Köpeğin Hikayesi adlı film beni yüzümde gülümsemeyle başlayan bir yola çıkardı. Hachi adlı köpeğin, sahibine duyduğu karşılıksız sevgiyi kalbimin derinliklerinde hissettirdi. Bir köpekle büyümüş olan ben, bu filmde kendimden çok parça buldum ve can dostum Susam ile olan bütün güzel anılarımı buruk bir gülümseme eşliğinde hatırlamaya başladım. Küçüklükten beri köpeklere karşı ayrı bir bağlılığım ve sevgim vardır. Hatta annem önceki hayatımda köpek olduğumu savunur. Bunu söylemesini anlayabiliyorum çünkü beş yaşındayken babamın kemerini boynuma bağlayarak tasma yapıp, annemin beni koridorda gezdirmesini istermişim. Bazen de bir tasa su koyup yerden dilimle içermişim. Tabii ki, bu hareketleri yaparken bir köpek almamızı çok istiyor ve aileme âdeta yalvarıyordum. Kabul etmiyor, haftada bir köpek çiftliğine götürerek beni teselli ediyorlardı. Birkaç sene sonra ise, ben yedi yaşındayken, uykumda nefes darlığı çekmeye başlamışım. Gittiğimiz tüm doktorlar, nefes darlığımın psikolojik olduğunu söylemişler. Mecburen ailem çareyi bir köpek almakta bulmuş. Daha dün gibi hatırlıyorum, okul çıkışında köpek çiftliğine gidişimizi ve Golden Retriever cinsi olan o yavru köpeği seçişimi. Sarı renkliydi o yüzden Susam ismini vermiştim o tatlı dişiye. Susam’ı aldığımız günün akşamı, bir gün önce nefes alamayarak uykusundan uyanan ben, prensesler gibi uyumuşum. Hâlâ aklında soru işaretleri olan annem doğru kararı verdiğini o gece anlamış. Bu şekilde Susam ailemizin bir parçası ve benim hayattaki en yakın dostum oldu. Köpek sahibi olmak, büyük bir emek ve fedakârlık gerektirir. Filmde Parker, uzun bir süre köpeği Hachi’nin bakımını sağlamakta zorlanıyor. Sabah ve akşam gezdirmesi ayrı birŞimal Özden çaba, yemeğini ve suyunu verdikten sonra bir de oyun ihtiyacını gidermek ayrı bir çaba gerektiriyor. Ailem, köpeği alırken bana şartlar koymuştu. Bütün sorumluluk bendeydi. Köpek bakımı hakkında zaten bir sürü yazı okumuş olan ben, seve seve kabul ettim. İkinci sınıftayken hatırlıyorum da servis beni sabah sekizde almaya gelirdi. Her sabah yaklaşık bir saat önce kalkıp Susam’ı gezdirmeye çıkardım. Akşam da okuldan geldiğim gibi, formalarımı daha çıkarmadan bir saat daha gezdirirdim. Çoğu insanın bir yük olarak nitelendireceği bu sorumluluğu, seve seve ve gururla yaptım. Yıllar bu şekilde geçti, Susam ile birlikte ben de büyüdüm. Köpek sahibi olmak, sevgi dolu olmaktır. Sevilmek ve sevildiğini bilmektir. Hachi, Parker işten gelince sanki onu yıllardır görmüyormuşçasına üzerine atlıyordu. İnsanın tüm hücrelerini sevgiyle dolduran bu hareketi Susam da ben okuldan gelince yapardı. Hatta evden çıktıktan hemen sonra, evde bir şey unuttuğumu fark edip iki dakikalığına geri döndüğümde bile yapardı. Babam, bazı zamanlar Susam’ın tepkisini ölçmek için bana yastıkla vururdu. Susam ise, babamdan genellikle korkmasına rağmen, kendini benim önüme siper eder ve havlayarak babamı ısırmaya çalışırdı. Öyle zamanlarda beni ne kadar çok sevdiğini ve ne kadar sadık olduğunu anlardım. Küçücük boyuna aldırmadan, ailedeki en korktuğu kişiye beni korumak adına cesurca meydan okurdu. Köpek sahibi olmak, onu hiçbir zaman unutmamaktır. Parker, filmin sonunda vefat eder. Yıllar boyunca her gün saat beşte işten çıkan sahibini karşılamaya giden Hachi, sahibi öldükten sonra da saat beşte sahibini tren istasyonunda beklemeyi sürdürür. Sahibinin bir gün döneceğine olan inancını son nefesine kadar sürdüren Hachi, dokuz yıl sonra tren istasyonunda vefat eder. Tam olarak dokuz yıl boyunca aynı saatte tren istasyonuna gelmiş ve Parker’ı beklemiştir. Çok sevdiği sahibini hiçbir zaman unutmamıştır, aynı benim çok sevdiğim köpeğimi hiçbir zaman unutmadığım gibi. Susam, ben lise birinci sınıftayken vefat etti. Birini kaybetmenin nasıl bir his olduğunu o zaman anladım. Hiç bitmeyecekmiş gibiŞimal Özden kalbimde yer edinen acı, bir daha hayatta hiçbir şeyden mutlu olamayacakmış hissini aşılayan umutsuzluk ve özlem. Bir daha tatlı başını okşayamayacak, sarı topunu geri getirsin diye atamayacak, tüylerini umursamadan yanağından öpemeyecektim. Geçen zamanla, acı daha katlanılabilir bir hâl aldı ve azaldı. Ne var ki üstünden çok zaman geçmesine rağmen ona olan sevgim bir gram bile azalmadı. Bir köpek sahibi olmak çok özel ve ayrıcalıklıdır. Tamamen size bağlı, sizi kendinizden bile çok seven ve sizin için her şeyi yapmaya hazır olan bir kalptir onun kalbi. Onunla birlikte siz de sevmeyi, affetmeyi ve fedakârlığı öğrenirsiniz. Yolun sonunda ise, acıyla baş edersiniz. Boş mama kabına, aynı yerde duran oyuncaklarına odanın en uzak köşesinden boğazınız düğümlenerek bakarsınız. Bir süre ağlar, sonra kabullenir, en sonunda ise güçlenirsiniz; ama onu hiçbir zaman unutmazsınız. Kaynakça Lasse Hallström, Hachi: A Dog’s Tale(Hachi: Bir Köpeğin Hikayesi), Stage 6 Films. 2010. Fotoğraf yazara aittir.
KAÇIŞ VE ARAYIŞ Neler yaşadın kim bilir? Ne zorluklar atlattın? Belki aşık oldun, belki terk edildin, daha da kötüsü belki sevdiğin birini kaybettin. Ama hepsinin sonucunda kırıldın, yıprandın ve yoruldun. “Kıyıcı bir erkeğe tutulup onun ardı sıra nerelere, nerelere sürüklenmiş bir kadının ikiye bölünmüş gülümsemesi: Hüzünlü, esrik, al, solgun, hasta, dirençli, incinik, atak, ama hep yarım.” (24). İyileşmen, kendini bulman ve bütün olanları unutman gerekiyor. İşte tam bu sırada tüm sıcaklığı ve tüm içtenliğiyle yaz mevsimi geliyor. Güneş, bir baba edasıyla okşuyor başını, sıcaklık bir anne gibi sarıp sarmalıyor seni. Hepsi adeta “Geçti artık, biz buradayız.” diyor. Başka bir şehre, başka bir ülkeye hatta bir adaya gidiyorsun belki. Kaçıyorsun, uzaklaşıyorsun. “Yaşamak gitmek demek onun için. Yeryüzü, iki deniz arasında bir nokta demek, iki kent arasında bir istasyon.”(27). Yaz mevsiminin hafifliğini yaşamaya ve kendini yenilemeye gidiyorsun. Yaz ayları kaçamaktır. Bütün bir yıl yaşanan onca yorucu, üzücü şeyden kaçıştır. Yaz ayları, kendini yenileme aylarıdır. Rahatlamadır. Hafiflemedir. Sevmeyen var mıdır yaz mevsimini? Sımsıcak güneşi hissedersin teninde, denizin mis gibi kokusunu doldurursun ciğerlerine, uçsuz bucaksız sahillerde sımsıcak kumlara basarsın, alabildiğine yürürsün tabi denizin serin sularından kendini alabilirsen. Bütün bunlardan daha çok huzur veren bir şey var mıdır insana? Uzaklaştırır gerçek dünyadan seni, alır götürür hayaller âlemine, daha mutluolacağın bir yere. O zaman insan iç dünyasına yolculuk yapar. Kendini arar ve bulmaya çalışır. Sorular sorar. Niye bu durumdayım? Ne yapmam gerekiyor? Hayatım nereye gidiyor? Cevaplar arar. İşte Tomris Uyar, Yaza Yolculuk adlı öykü kitabında tam da bunlardan bahseder. Kitaptaki bütün hikâyeler yaz mevsiminde geçer ve hepsinde bir kaçış aynı zamanda da bir arayış vardır. Hepimiz biliriz Tomris Uyar’ın içinde bulunduğu aşk üçgenini. Eşi Turgut Uyar, eski sevgilisi Cemal Süreya ve dostum dediği Edip Cansever… Bana kalırsa Tomris Uyar da kaçmak istemiş, biraz da olsa uzaklaşmak istemiş kendi hayatından ve o üç adamdan. “Yalnız denize gerçekten âşık olabileceğini ve bu sevginin süreceğini düşündün, mutlu oldun. Bir özveri değildi sandığın gibi, incinmekten korkuyordun aslında, tutkularının gem tanımazlığından.”(28). O yüzden yazmış bu kitabı. Yazarken de yaza bir yolculuk yapmış. Kitabın arka kapağında der ki, “ 1987 Sait Faik Öykü Ödülü’nü kazanan kitap yazarın iç yolculuğunun, iç hesaplaşmalarının en güzel örneklerinden biri olma özelliğini de taşıyor.” Kendini aramış bu kitabı yazarken, sorgulamış hayatını ve bunu en uygun şekilde yaz mevsimiyle yapmış. Hepimizin kaçışını ve arayışını kendi kaçışı ve arayışıyla anlatmış. Peki, diyelim ki en sonunda kaçtın ve buldun kendini. Şimdi ne olacak? Bir daha eskisi gibi olmayacak. Sen, eski sen olmayacaksın bir kere. Yenilenmiş, iyileşmiş ve değişmiş olarak döneceksin eski yaşamına. “Karşınızdaki bir yabancı olmalıdır ki şimdiki benliğinizle onu daha iyi tanıyın, o da sizi tanıdıkça bilinmeyen olası benliğinizin üstündeki perdeyi şöyle bir aralasın. Yabancı olmalı evet.”(54). Önceden seni üzen ve kıran şeyler belki de aynı etkiyi yaratamayacak. Güçleneceksin çünkü. “Yine de galiba yatağa uzanmak, bu delişmenliklere bir son verip gecenin getirdiklerini dinlemek daha doğru. Hiç değilse hücrende yalnız bırakmak seni; son bir sorumluluk, son bir incelik. İhtiyarlamak bu mu dersin?” (83). Umutsuzluğu geride bırakacaksın. Dik durup kendin olacaksın. Ki en başında da olması gereken hep buydu. Simay BAYATLI 21400824
İlknur Şafak Demirel Delilik Mi, Ne Deliliği? Deli dediğimiz insanların bizden daha akıllı olma ihtimalini düşündünüz mü hiç? Biliyorum, toplum olarak sorgulamaya çok alışkın değiliz ve önyargılarımızla hareket etmeyi severiz. Eğer toplum tarafından deli diye adlandırılan biri varsa, o kişinin deli olmama ihtimalini düşünen ve işin aslını merak eden insan sayısı oldukça azdır, belki yoktur bile. O insan neler yaşamış, neden deli diyorlar diye merak etmeden sırf yaşam tarzları ya da davranışları sıradanlıktan uzak diye deli damgası vurmak… Üstelik çoğunun, yaptığı ucube ya da son derece farklı bir şey yok bile. Yalnızca bazı konularda daha farklı düşündükleri için ve bakış açıları sıradan insanlar tarafından biraz daha farklı bulunduğu için toplum tarafından dışlanıyorlar bir nevi. Peki ya bu deli etiketini yapıştırdığımız insanların akıllı denilenlere nazaran daha akıllı olma ihtimalleri? Bu göz ardı edilebilir mi? Yoksa zaten göz ardı edilmiyor da ilgili kişilerce bastırılıyor mu bu ihtimal? Her neyse… Peki, beni tüm bunları düşünmeye sevk eden şey ne oldu? “40 Şizofrenden 1 Öykü”*. İlk başta, adından yola çıkarak şizofrenlerin yazdığı hikâyelerden oluşan bir kitap sandım fakat sonrasında yazarın da aslında bir şizofren olduğunu ve bütün hikâyeleri kendisinin yazdığını öğrendim. Kitaptaki hikâyelerden biri olan ve yazarın gazete haberlerinden de yararlanarak yazdığı biraz bilim kurgu içeren o yazı beni tüm bunları yazmaya itti. Yazıda günümüzde de rastlayabileceğimiz üzere kendisini peygamber sandığı için akıl hastanesine yatırılan bir adamdan bahsediliyor. Yazar öyküsünde Hazreti Muhammed’in sergilenen Sakal-ı Şerif’inin çalınması ve ardından sakaldaki genetik materyal sayesinde klonlanması ve klon olan adamın geleceğe yani günümüze yollanmış olmasından bahsediyor. Sözde klon olan bu adam klon olduğunun farkında değil ve kendini peygamber gibi hissediyor. Bu yüzden de vahiy ve kutsal işaretler gibi şeyler bekliyor fakat sonuç alamayınca bunu kendine dert ediniyor, depresyona giriyor ve peygamber olamıyorum diyerek psikoloğa başvuruyor. Ardından da hastaneye yatırılması uzun sürmüyor tabii. Her gün birçok yerde duyma ihtimalimiz olan “kendini peygamber sanma” vakalarına alışığız artık. Gülüp geçiyoruz. Ancak bu olanları adamın penceresinden düşününce, aslında haklı ve ne kadar da acı bir durumda olduğunu fark ettim. İnsanlara anlatamadığı için, daha doğrusu insanlar tarafından bu durum delilik sayıldığı için akıl hastasımuamelesi görüyor. Tabii ki akıl hastası diye hastaneye yatırılan insanların birçoğunun ciddi hastalıkları mevcut olabilir. Fakat onları ayrı tutarak bu gibi örnekleri düşünüp empati yapınca ‘delilik’ kavramımızı tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Maalesef biz insanlar, işin aslını bilmeden ve hatta merak bile etmeden yorum yapmayı seven tek canlı türüyüz. Kimi durumlara çeşitli etiketler takıp tek bir bakış açısıyla değerlendiriyoruz. Hatta değerlendirmiyoruz bile, doğrudan kabul ediyoruz. Peki, kavramlarımızı neden sorgulamıyoruz, örneğin deliliğin kalıplarını? Çoğu akıllı geçinen insanı göz önünde bulundurunca “Onlar deliyse, bu akıllı dediklerimiz ne?” diye soruyorum bazen. Kime göre, neye göre deli olabiliyor bir insan? Tarih boyunca böyle insanlar hep var oldu, olmaya da devam ediyorlar. Köylerde, şehirlerde, insanın olduğu birçok yerde… Sürüden değiller ve genel geçer insan davranışlarının bir adım daha dışında hareket ediyorlar diye bunu bir hastalık olarak nitelemek ne derece mantıklı? Önyargılarla hareket ederken gerçekleri kaçırma riskinin farkında mıyız? Belki de onların beyinlerinde henüz keşfedemediğimiz bir kısım bizimkilerden farklı faaliyetler göstermektedir ve bu durum sol elini ya da sağ elini kullanmak kadar doğaldır? Kim bilir, neden olmasın? *Kitabın isminde kırk ve bir sayıyla yazıldığı için ben de öyle yazdım.
Yasemin Aksöz GÖRÜNÜŞÜM İÇİN ÖZÜR DİLERİM! ‘Görünüşüm için özür dilerim. Göründüğüm kişi için, ten rengim herkesten daha koyu, dudaklarım herkesten daha doğrusu ideal olarak tanımlanan herkesten yani beyazlardan daha büyük olduğu için özür dilerim. Yıllardır annemden, babamdan, atalarımdan aktarılan genlerim için de özür dilerim.’ Bu yazdıklarımın sadece ilk cümlesi Solomun Northup’a ait olsa da devamında gelen cümleler bana göre sadece kelimelere dökülemeyip sayfalarda yer almayanlardır. 1800’lü yılların ortalarında geçen Solomun Northup’un kendi hikâyesini kaleme aldığı ‘12 Yıllık Esaret’ adlı romanının son cümlesini de okuduğumda aklımdan geçen tek kelime ‘HAKSIZLIK’ oldu. Herkesin eşit olduğunu savunmaya çalıştığımız kimsenin dış görünüşünden dolayı yargılanmaması gerektiğini söylediğimiz bu dünyada ırkçılık hep oldu ve olmaya devam ediyor. Bu eser ise bu acı gerçeği acımasız bir dille yüzümüze vuruyor.‘Ben hayatta kalmak istemiyorum. Ben yaşamak istiyorum’ diyor Solomun Nortup romanında. Çoğumuza göre yaşıyor aslında yani yaşamak nefes almak demekse evet yaşıyor. Evi, eşi, çocukları olan Amerika’da özgür bir adamken evet bence de yaşıyor. Peki ya sonra? Sadece nefes alıyor olmak, uzaklarda bir ailenin olduğunu bilmek ama onları görememek, herhangi bir mal gibi görülmek, hiçbir hak ve özgürlüğünün olmaması, insan sayılmayan binlerce köleden biri olmak yaşamak mı demektir. Böyle yaşamaktansa yaşamamayı tercih etmez mi insanlar. Başkahramanımız da aynı benim gibi düşünüyor öldürülmek için yalvarıyor. Kim onu suçlayabilir ki bu isteğinden ötürü. Karanlıkta tek ışık ölüm görünüyorsa ışığa ulaşmaya çalışmaktan daha kolay ne olabilir ki. Bana göre en kötüsü de otuz yıllık bir özgürlükten sonra gelen on iki yıllık bir esaret. Hayatında özgür olmanın ne demek olduğunu bilirken bundan mahrum kalmak daha büyük bir işkence olmalı. Eğer köle olarak doğsaydı ve dünyanın diğer yüzünü bilmeseydi yani ‘hürriyet’ kavramıyla tanışmamış olsaydı belki Solomun için her şey daha kolay olurdu. Hayata gözlerini yeni açmış bir çocuk hayatın bütün gerçeklerinin henüz farkına varırken ten renginden dolayı en baştan 1–0 geride başlaması büyük haksızlık. Tüm yaşıtlarının siyah-beyaz olarak ayrılması ve bu sınıflandırma sonucu belki mükemmel hayatlara sahip olabilme şansı varken sadece alınıp satılan bir mal olmak kocaman bir hayal kırıklığından başka bir şey değil. Ten rengin siyah olarak doğmak hayatının karanlıklar içerisinde sürmesi gerektiğini göstermez. Hayata tutunmak için umut ışığı beyazlar olması gerekirken beyazlar efendiler, siyahlar köleler olmamalı. Hiçbir şeyin farkında olmadan sadece yaşamsal ihtiyaçların derdiyle ağlayan çocuklara din, dil, ırk ayrımı yapılmadan hepsine aynı eşit şartlar verilmeli hayata tutunmak için. Ben sadece kalıtımımdan ötürü beyaz olduğum için belki de hiç yüzleşmeyeceğim ırkçılık problemindenuzun yıllar haberdar olmadan yaşamımı sürdürdüm. Ne insanlığın bu kadar azalmış olduğunun farkındaydım ne de bu dünyadaki adaletsizliğin. Şu an her ne kadar anlamaya çalışıyor olsam da ne kadar aynı duyguları hissedebilirim ki. Irkçılığa maruz kalmak için tek bir sebebi bile olmayan, tek suçlanabileceği durum nefes alması olan bir çocuk annesini bile seçemezken nasıl ırkçı düşüncelere maruz bırakılabilir ve hayatını buna göre yönlendirmek zorunda kalabilir ki. Tam on iki yıl. On iki yıl boyunca esaret altında kalmak, özgür bir adamken evinden sokağa çıkıp rahatça yürüyebiliyor, bir şeyler satın alıp eşin ve çocuklarınla vakit geçirebiliyorken bir anda kendini kocaman siyah karanlık bir çukurda bulmak... Hayatının büyük bir kısmını ıskalamak... Çocuklarının evlendiklerini, çocuk sahibi olduklarını göremeden, torununu kucağına alamadan hatta ölümünde eşinin yanında olamadan yani hak ettiklerini yaşayamadan geçen kocaman on iki yıldan bahsediyoruz. Neden peki bunları yaşamak zorundasın mantıklı tek bir cevabı yok. Hesabını sorabileceğin kimse yok. Sana bunun neden olduğunu söyleyebilecek tek bir insan yok. Korkunç! Kendi başıma gelseydi nasıl davranırdım neler yapardım bilemiyorum ama intiharı düşünmek ve bu işkenceye bir an önce son vermek tek umut ışığım olabilirdi. Aynı isimle filme de aktarılan bu roman dünyadaki adaletsizliği, ırkçılık ve köleliğin acı tarafını bir daha yüzüme çarptı ve bana çok daha farklı açılardan dünyaya bakmamı sağladı.
Alp Kavaklı Kedilerden Hayata Çıkarımlar Bir kediyi izlemek, insanın kendi varoluşunu sorgulamasına neden oluyor. John Gray’in “Kedi Felsefesi” kitabını okumak işte bana bunu fark ettirdi. Kediler, hayatın özüne dair sahip olduğum tüm karmaşık soruları reddediyor gibiler. Onlar, dünyaya herhangi bir amaç, anlam ya da hedef arayışında gelmiş varlıklar değiller. Sadece varlar. Bu ilk bakışta oldukça normal bir şeymiş gibi gelse bile gündelik hayatın karmaşası arasında kaybolduğum bu toplum düzeninde benden mutlu olduklarını fark etmek bana kendi hayatımdaki boşlukları ve yapmam gerekenleri sorgulatıyor. Ben kendi kendime bunları sorgularken, aklımdan bir sürü yapmam gereken şey geçiyor: Bir şeyleri başarmalı, geleceğimi inşa etmeliyim. Planlar, beklentiler ve toplumun üzerime yüklediği sorumluluklar, kafamı meşgul eden düşünceler. Oysa kedime baktığımda, bu kaygıların yokluğunu görüyorum. Kedimin kendiliğindenliğinde bir şey olma çabasının yerini, sadece var olmanın hafifliğine bıraktığını fark ediyorum. Ve belki de bu yüzden, ona bakarken kendi hayatımın ağırlığı daha da belirginleşiyor. Bu ağırlık Gray’in kedilerin hayatlarını fazla toz pembe anlattığını fark etmemle üzerimden kalkmaya başlıyor. Evet, o anda kedimde kaygıların yokluğu gözüküyor olabilir; ama ya karlı bir kış gününde çocukları için yemek ve güvenli bir barınak arayan bir anne kedi de o kadar kaygısız mıdır? Barınak bulamadığında çocuklarının öleceği düşüncesi ona kaygı yaratmaz mı? Meğer kediler sadece var değillermiş, ben sadece var olması insanlar tarafından bakılmasına ve yaşamasına yetecek kedilerle iletişimde bulunuyormuşum. Ölüm insanın varoluşunu anlamlandırma çabasında sürekli peşinden koştuğu, fakat bir türlü çözümleyemediği o karanlık bilmece. Ne olduğu, ölümden sonrası ve ölümden sonrasının olup olmaması tarzı konuların tamamen fâni konular olduğunu kabul etmekle birlikte ölümün bir son olduğu tartışılamaz bir gerçek. Bu kesinliği kedilerin de bildiğine şüphe yok. Ama Gray kedilerin ölümden korkmadığını söylüyor. Ben bir anne kedinin kendi yavrusunu kaybetmekten ne kadar korktuğunu tahmin bile edemezken Gray’in bu sözlerine şaşırmaktan başka bir şey yapamıyorum. Ben en azından kedimin benim ölümümde çok üzüleceğini biliyorum. Gray’in dediği kedilerin ölümü sadece hayatın doğal bir parçası gibi gördüğü fikri kabul edilebilir ama kediler için üzerinde kafa yorulması gereken bir mesele değil fikri kesinlikle yanlış. Nasıl ölüm hayatın doğal bir parçası ise sevdiğiniz birinin ölmesine üzülmek de o derece doğal. Evet kediler yaşamı akışına bırakmayı seçiyorlar ama bu yaşamın kendilerine getirdiği duygulardan kaçmayı seçtikleri anlamına gelmiyor. Ben kedimle oynarken, kedimi severken onun gözlerindeki mutluluğu da görebiliyorum. Uzun süre tatile gidip geldiğimde kedimin onu yalnız bıraktığım için attığı tripleri, yanıma gelmeyişini de hatırlıyorum. Ben buradan Gray’inönerdiği her şeyi akışına bırakma düşüncesini onun yorumladığı tarzda umursamazlıktan ve kale almamazlıktan ziyade olanları bir kabulleniş olarak yorumluyorum. Kedimin benimle olmayı ne kadar sevdiğini biliyorum ama benimleyken özgürlüğünden hiç ödün vermediğinin de farkındayım. John Gray’in belirttiği gibi, benim kedimin de doğasında bağımsızlık ve özgürlük var. Bu durum, bizim hayatımızda da olması gereken bir gerçeklik. İnsanlar olarak özgürlüğümüzü unuttuğumuz anlar yaşıyoruz, çoğu zaman sosyal normların ve sorumlulukların esiri oluyoruz. Oysa kediler, kendi yaşam alanlarını yaratma konusunda son derece başarılılar. Kedim evin her köşesini keşfederken özgürlüğüyle ne kadar mutlu olduğunu sergiliyor. Dışarıda geçirdiği zamanlarda, tamamen kendisine ait bir dünya oluşturuyor. Kedimin bu özgürlük arayışını görmek, bana da kendi hayatımda benzer bir bağımsızlık arayışında olmam gerektiğini hatırlatıyor. Kedilerden hayata çıkarımlarımı derlerken, özgürlüğün ve var olmanın değerinin daha da belirginleştiğini görüyorum. Kedimle olan ilişkimde, kendimi daha çok sorgularken buluyorum. Düşüncelerim, kedimin yaşamını sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda benim yaşamımı da yeniden değerlendiriyor. Kedimin yanımda olmayı sevdiğini bilsem de onun özgürlüğüne olan düşkünlüğünü de gözlemliyorum. Gray’in kedilerin özgürlüğü konusunda söylediklerini gözden geçirdiğimde Gray’in bahsettiği özgürlüğün sadece bir kayıtsızlık değil aynı zamanda da bir kabulleniş olduğunu düşünüyorum. Kedim, yaşamın getirdiği kaygılara karşı bir tepki olarak varlığını sürdürürken ben de onun bağımsızlığından ilham alıyorum. Sonuçta, kedim bana sadece sevgi sunmakla kalmıyor; aynı zamanda kendi özgürlüğümün değerini de hatırlatıyor. Kaynakça: John Gray. Kedi Felsefesi: Kediler ve Hayatın Anlamı. Çeviri: Ayşegül Yurdaçalış, İstanbul : Domingo, 2023.
Mustafa Özkan İr 22103267 TURK 102-25 Selin Ayaz Diğerleri ve Ben Çocukken hep insanların kitaplarda neler bulduklarını merak ederdim. Bu yaşlı başlı insanlar ne diye oturup sabahtan akşama kadar hassaslaşmış gözleriyle bir şeyler okumaya çalışırlar diye düşünmeden edemezdim. Neydi kendilerini yormasına, kafalarını ağrıtmasına rağmen okumaya bu düşkünlükleri? Hadi ben çocuktum; okulda öğretmenlerim, evde annem ve babam kitap okumamı söylüyorlardı. E bir de şöyle maceralı bir kitap bulunca neden okumayayım ki? Ama benden büyüklerin farklı nedenleri olmalıydı. İşte ben de bu nedenleri üniversiteye geldiğim ilk birkaç haftada öğrendim. Çünkü kitaplar insanların hayatına ayna tutuyormuş. Yaşadıklarımızın sadece bize özgü olmadığını, başkalarının da bize çok benzer yollardan geçtiğini gösteriyormuş. Hayatımızla alakalı her zaman kafamızda olan düşünceleri sözcükler hâlinde bulmak bize gizli bir zevk veriyormuş. İşte ben de Ayşe Özlem İnci’nin Yerin Dibinden Geliyorum’unda tattım bu zevki ve bir şeyler tutup yakaladım kendi hayatımdan. Öncelikle insanlar takıldı oltama bu öykülerden. İnsanlar ve ne kadar kötü oldukları… Ben yapım gereği biraz duygusal biriyimdir. Karşımdaki kim olursa olsun ona karşı bir şeyler hissedebilir ve ne düşündüklerini az çok sezebilirim. Onlarla bir nevi bir bağ kurarım ama çoğu insan bu bağın farkına varmaz ve ona zarar verip vermediğini hiç düşünmez. Aynı şekilde insanlar ne düşündüklerini ya da amaçlarının ne olduğunu tahmin edemediğimi sandıklarından çeşit çeşit şekillere girerek istediklerini elde etmeye çalışırlar. Bu ise beni çok rahatsız eder. Birinin benim ile arkadaş olmasını sadece ben olduğum için isterim çünkü ben. Sadece sabahları okul servisine bineceği zaman tek başına kalmamak ya da matematik sınavının bitimine on dakika kala soruların cevaplarını almak için benimle konuşulmasını sevmem. Bu yüzdendir çoğu insana karşı soğukluğum. Bu yüzdendir derslerden çıkarken koşa koşa yurda gelirken içimden Sezer Hilkan gibi insanların ne kadar kötü ve hasta olduklarını mırıldanmam (İnci 25). İşte bu yüzden kaçar korkarım çoğu insandan ve bu yüzden de aynı Besime Hanım gibi yalnızlık kuyularındayım (İnci 46). İkinci olarak da işte bunu yani Besime Hanım’a ne kadar çok benzediğimi yakaladım. Ben de birini bekliyorum onun gibi (İnci 46). Biri gelsin, o kurduğum gizli bağı keşfetsin ve kendinden bir şeyler katarak güçlendirsin diye bekliyorum. O bağı kullanarak çeksin ve çıkarsın beni yalnızlık kuyumdan istiyorum. Bunu bana ihtiyacı var diye değil de sadece ben olduğum için yapsın istiyorum. Biliyorum bu isteğim çok zor belki de imkânsız ama diğer türlüsünü de kendime bir türlü yakıştıramıyorum. Evet farkındayım, kendi kurtuluşumu böyle hayalî bir insana bağlamak oldukça saçma ama kendim de denemedim değil. Bu kuyu çok derin. İnsanı çektikçe çekiyor içine ve durmadan daha da derinleşiyor.Dediğim gibi denememiş de değilim böyle birini aramayı. Çok gittim bazı insanların peşinden. Çünkü biliyordum onların beni ben olduğum için sevebileceklerini. Dedim ya hissedebiliyorum ben. Ne yazık ki bir türlü olmuyordu. O kadar çok şansım oluyordu ki denemek için. Hiç olmadık anlarda ve yerlerde denk geliyordum o insanlarla. Birileri bana gizli gizli yardım ediyor gibiydi. Ama ne zaman bir şey diyecek olsam nefes nefese kalıyor, dilim kilitleniyordu. İyi akşamlar bile çıkmıyordu ağzımdan. İşte yine İnci’nin öykülerinde buldum kendimi. Sezer Hilkan gibiydim aynı. “Hissettiklerim diyebileceklerimden çok. Hisler dilimi uyuşturuyordu.” (İnci 28). En sonunda da konuşamamaktansa susmayı seçmiştim zaten. Susmayı seçmiştim çünkü ben de Sezer Hilkan gibi bulamama hâlinin bulmaktan daha iyi geldiğini düşünmeye başlamıştım (İnci 30). Hayattaki her şey gibi değerini ona ulaşınca kaybetmesini böyle birine yakıştıramamıştım. Çünkü istemiyordum yüzlerce yıldır beklediğim birinin beni kıyıdan çekip çıkardıktan sonra gözümden düşmesini. Zaten eğer böyle olursa ben o insanı beni kuyumdan çıkardığı için sevmiş olmaz mıydım? Hani ben sadece biri beni ben olduğum için sevsin istiyordum? Bu haksızlık olmaz mıydı? İşte tam da bu nedenlerden sanırım ben yalnızlık kuyumda mahsur kaldım. Bu yüzden nereden geldiğimi soran olursa artık “Ben yerin dibinden geliyorum.” diye cevap veriyorum. Kaynakça İnci, Ayşe Özlem. Yerin Dibinden Geliyorum. İletişim Yayınları, 2021. Baskı. Not: Hocam alıntılama stilim için sizinle görüşmüştüm. Siz şu an bir sorun olmadığını, doğru kullandığımı ve bunu buraya bir not olarak eklememi istemiştiniz.
KAYITSIZ İNSANLAR Hiç kendinizi bomboş hissettiniz mi? Aynı bir kukla gibi; duygusuz, yalnız. Hayattaki herhangi bir şeye karşı bir şey hissetmemenize rağmen bunu dış dünyaya fark ettirmemeye çalıştınız mı hiç? İnsanların arasında göze batmamak için yüzünüze bir maske taktınız, olmadığınız biri gibi davrandınız mı? Stefan Zweig’ın “Olağanüstü Bir Gece” adlı eserindeki deyişiyle ‘kayıtsızlaştınız’ mı? Bu kayıtsızlaşma kavramını çevremizdeki olaylara, kişilere karşı her geçen gün ilgimizi kaybetme olarak açıklayabiliriz. Çoklu basamaklar halinde gerçekleşen bu olay fark edilmez ve bu durumun önüne geçilmezse dur durak bilmez, sonucunda kişi kendi benliğini kaybedebilir. O yüzden bu durumun belirtilerine karşı insanlar gözlerini dört açmalı, bu durumun çok ilerlemesine izin vermemelidirler. İnsanlar genellikle duygusuzlaştıklarını fark etmezler. Bu süreç öyle hızlı gerçekleşir ki kendilerinde bir şeylerin değiştiğinin farkına varmazlar; o zamana kadar hep öyle, yani hissiz ve şevksiz olduklarını düşünürler. Aynı zamanda insanların onlardaki bu değişikliği farketmediklerini, onları hala eskiden oldukları gibi gördüklerini bilirler. Bu yüzden kimi zaman dışlanmamak, kimi zaman ‘sevdiklerini düşündükleri’ insanları kaybetmemek, kimi zamansa sadece değişiklikten korktukları için; mutlu olmasalar bile gülümserler, komik bulmadıkları şeylere kahkaha atarlar, üzülmeleri gereken şeylere üzülmüş gibi yaparlar. Yani yüzlerine birer ‘maske’ takarlar. ‘Kayıtsızların’ bazıları nadir de olsa bu durumun farkına varırlar. Günden güne soğuduklarını, sevdikleri şeyleri yapma isteğini kaybettiklerini fark ederler. Bu insanların bazıları her gün bu durumu nasıl değiştirebileceklerine kafa yorarken diğerleri içinde bulundukları durumu değiştirme isteğini bile kendilerinde bulamazlar. Evlerinde tek başlarına, hiçbir şey yapmayarak geçirdikleri gün sayısı artar. Bu durum onları içten içe bitirir; her gün daha da hissizleşir, çevrelerindeki olaylara daha da kayıtsızlaşırlar. Genellikle “kayıtsızların” birden çok maskesi vardır. Bu maskeler nerede, kiminle olduklarına göre kendiliğinden ortaya çıkarlar. Ne kadar çok ortamda, ne kadar çok kişiyle bulunurlarsa o kadar yeni kişilik oluştururlar. Mesela akrabalarının yanında soğuk ve somurtkan, çocukluk arkadaşlarının yanındadelidolu ve mutlu, iş arkadaşlarının yanında havalı ve olgun olurlar; ya da öyle davranırlar diyelim. Hatta bazen o kadar çok yeni maske birikir ki bu duruma düşmeden önceki yüzlerini hatırlayamazlar. Her yeni bir maske yüzlerine oturduğunda “Bu gerçek ben miyim acaba?” sorusunu sorarlar kendilerine. Ama o aşamaya kadar ilerledikten sonra kendi yüzlerini bulmaları gerçekten çok zordur. Yüzlerindeki ve ceplerindeki maskelerden kurtulmak isteyenler eski zamanların heyecanını ararlar gittikleri her yerde, yaptıkları her işte. Eski zamanlara dönüp o zamanlarda hissettiklerini hatırlayabilmek için eskiden sık sık gittikleri yerleri ziyaret eder, eski arkadaşlarla görüşürler. Onlarla eskiden yaşadıkları şeylerin heyecanını arar; onların, kendilerini, düştükleri bu dipsiz kuyudan kurtarabileceklerine inanmak isterler. Bazıları ise yeni kişilerle tanışır, bu insanların hayatlarının güneşi olabileceğini düşünürler. Her iki durumdan da yola çıkarak maskeleri fırlatıp atmanın kendi başına üstesinden gelinebilecek kadar kolay olmadığını varsayabiliriz. Meselenin şimdiye kadar ele aldığım kısmında sizin de dikkatinizi çektiği üzere büyük bir çelişki var. “Nasıl oluyor da bu insanlar hem hiçbir şey hissetmiyor; hem de duygularını geri kazanmak, eski hallerine dönmek ‘istiyorlar’?” Zweig da eserinde bu çelişki üzerine durmuş, kitap boyunca bu paradoksun çıkar yolunu bulamamıştır. Kitabın ana karakteri; üç senedir birlikte olduğu kadının başkasıyla bir yuva kurmaya karar verdiğini öğrenmesine rağmen herhangi bir şey hissetmemesi üzerine kendindeki tuhaflığı fark etmeye başlayan bir ‘kayıtsızdır’. Günlerini kendini bu durumdan kurtarabilecek yöntemler aramakla geçirir. Ve, kitabın adından da anlaşılacağı üzere, her şey bir gecede değişir; ‘olağanüstü bir gecede.’ Bahsettiğimiz çelişkiden sonra akla gelen düşünce bu insanların belki de hislerini tamamen kaybetmemiş olmalarıdır. Kim bilir, belki de öyledir. Belki, aynı kitaptaki gibi, hala geri dönebilme şansları vardır. Fazilet Simge ER
ÇİSEL DİLA ZEYBEK FELSEFE HAYATIMIZIN NERESİNDE ? Her yeni güne başladığımız an, aslında felsefe yapmaya ve felsefi düşünmeye yeltendiğimiz andır. Gün içerisinde yapacağımız faaliyetler, onların nedenleri ve sonuçları... Sadece bu kadar basit de değil tabi ki. Bazen sorgularız ya hani neden geldim dünyaya ya da bir başkası olarak gelseydim ne olurdu diye. İşte bütün bunlar yine felsefe. Lisede sosyoloji, psikoloji ve felsefe üçlüsü olarak gösterilen bu üç branş aslında birbirinden oldukça bağımsızdır. Demek istediğim şu ki, diğer branşlar hayatımız için önemli olsalar da felsefe kadar hayatımızın içinde yer alıyor değiller ve bu yönüyle felsefenin öneminin anlaşılması ve insanlar tarfından farkedilmesi ülkemiz ve dünyamız için ne denli faydalı bir gelişme olurdu. İlk çağlardan bu yana her türlü şartta sorgulama içerisinde olan filozoflar, hayatlarının geri kalanınında da yaşadıkları, gözlemlerdikleri ve sahip oldukları pek çok özellik hakkında düşünmüş ve sayısız fikir üretmişler. Bu fikirlerin çoğu günümüzde geçersiz sayılıp insanlar tarafından önemsenmese de, şu anda sahip olduğumuz her şeyin kilometre taşı niteliğindedir aslında. Bütün bu teorileri, günümüzde olmazsa olmazımız olarak gördüğümüz şeyleri orijini olarak gördüğümüzde felsefenin hayatımızdaki yerinin aklımızın aldığından daha büyük yere sahip olduğunu fark edebiliriz.Ne yazık ki ülkemizde ve dünyanın pek çok yerinde, felsefeci olmak önemsenmeye değmez olarak görülüyor hatta bazen insanların saçma bulunan davranışlarının simgesi olarak görülüyor. Felsefenin hayatımızın pek çok yerinde olduğunun bir diğer kanıtı ise Aristo’dur bana göre. Antik Çağ filozoflarından ve felsefe tarihinin belki de en etkilisi olan Aristo, sadece tek bir konuda değil aynı zamanda bilimsel faaliyetler ve günlük yaşamla ilgili onlarca konuda sorgulama yapmış, fikir üretmiş ve ürettiği bu fikirleri yüzlerce yılı aşkın süre boyunca önemle saklamayı başarmıştır. Bence bu başarısının sırrı yalnızca işlevsel ve mantıklı argumanlar üretiyor olması değil, birçok konuda fikir sahibi olup sonrasında bütün bu birikimle oluşmuş bilgileri işe yarar hale getirmesidir. Hiç felsefeye bu açıyla bakmış mıydınız? Üniversitede bölüm olarak felsefeyi seçmiş insanları, ya da hobi olarakl felsefeyi seçerek bu alanla ilgili bol bol kitap okuyup sorgulayan insanlara tuhaf bakmak hala normal geliyor mu? David Edmonds ve Nigel Warburton tarafından yazılmış olan Felsefe Muhabbetleri adlı deneme kitabı da benim felsefeye bakış açımı destekler nitelikte. Bu kitapta da estetik ve etik gibi günlük hayatımızda büyük rol oynayan birçok alanda yorum yapılıyor. Bence bu yönüyle, felsefenin önemini insanlara keyifli bir biçimde anlatma konusunda oldukça başarılı bir kaynak. Hayatımız hakkında en önemli kararları verdiğimiz anlarda felsefi düşünmenin etkisi olup olmadığı hakkında hiç düşündünüz mü? Bu branşı sadece matemetik,fizik veya sosyoloji gibi görmek hem felsefeye hem de hayata bakış açımızı daralttığımızı gösterir bence. Felsefe yaşadığımız her şeyin çekirdeğidir, düşüncelerimizin annesi-babasıdır.Bakış açımızın zenginliği ya da fakiriğidir. Hayata bakış açımız da – tabi ki şans faktörü de var – sahip olduğumuz hayatı oluşturduğundan, felsefe ve hayatımız arasındaki ilişkinin küçümsenemeyecek kadar önemli olduğunu fark edebiliriz. Felsefeye verilen hatta çoğu zaman verilmeyen önemin toplumları ve bireyleri nasıl etkilediği hiç gündemde olan bir konu değil maalesef. Şu anda dünya üzerinde bireyler ve devletler arasındaki anlaşmazlıkların da çok büyük bir kısmı düşünmeye ve sorgulamaya gereken özenin gösterilmemesinden kaynaklanmakmatadır. İşte şimdi tekrar düşünme zamanı. Felsefe hayatımızın neresinde? Felsefe hayatımızın neresinde olmalı ve bunu nasıl sağlayabiliriz? Ve varsayalım ki, olmasıgereken oldu ve insanalar düşünme ve sorgulma eyleminin öenmini kavradılar.Bu durum hayatımızı nasıl değişitirirdi?
Haluk Emir Özkurt Gerçeğe Dönüşen Bir Hayal İlkokul ve lise yıllarımda ders çalışırken bunaldığımda ya da dikkatim dağıldığında odamın duvarında asılı olan dünya haritasına bakar, gitmek ve görmek istediğim yerlerle ilgili hayaller kurardım. Gitmek istediğim ülke ve şehirleri işaretler, o şehir ve ülkelerle ilgili araştırmalar yapardım. Bir gün görmeyi hayal ettiğim bu şehirleri gerçekten görebileceğim düşüncesi ise hep çok uzak bir ihtimaldi benim için. Üniversitenin ilk senesinde aynı hayali paylaştığım arkadaşlar edinince bu uzak ihtimal git gide olası bir hâl almaya başladı. Hepimizin ilk başlarda “Yapsak çok güzel olur da, olmaz herhalde.” diye düşündüğümüz Avrupa turu yapma düşüncesi ufak bir kâğıda yaptığımız karalamalarla yavaş yavaş gerçeğe dönüşüyordu. İlk taslak bittiğinde on iki ülke ve on altı şehri otuz günde gezmeyi planlıyorduk. Daha sonra yaptığımız araştırmalar ve düzenlemeler sonucu gezimizi on bir ülke ve on dört şehri otuz iki günde gezilecek şekilde planladık. Sıra kalınacak yer ve ulaşımı ayarlamaya geldiğinde bizi bekleyen yolculuğun ne kadar zor ve yorucu olacağını anlamıştık. Kalınacak yerlerin ve ulaşım biletlerinin mümkün olan en ucuzunu ayarlamaya çalışmak başlı başına büyük bir uğraştı. Konaklamaların ve biletlerin hepsini ayarladığımızda en zor kısmı atlattığımızı düşünmüştük, ne yazık ki yanılmışız. Otuz günlük bir gezi için vize almanın ne kadar zor olacağını henüz bilmiyorduk tabii ki. Tüm gerekli belgeleri hazırlayıp vize randevusunu aldığımızda da en zor kısmı atlattığımızı düşündük ve bir kez daha yanıldık. Randevu günü geldiğinde belgeler arasında boğulurken “O kadar da hazırlanmıştık, yazık oldu emeklerimize.” diye içimizden geçirirken o sıcak İstanbul gününde uyanıkken bir kâbus yaşamıştık. Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmedi ve pasaportlarımızı içinde bizi planladığımız tur boyunca Avrupa’da bulunmamızı sağlayacak vizelerle birlikte teslim aldık. Bu sefer gerçekten de en zor kısmı atlatmıştık. Artık tek yapmamız gereken bizi Budapeşte’ye götürecek olan uçağı beklemekti. Beklediğimiz gün gelmişti uçak Budapeşte’ye indi ve otuz gün sürecek yolculuğumuz başlamış oldu. Üç gün kaldığımız Budapeşte ucuz bir şehir olması nedeniyle para birimi avroolan, daha pahalı şehirleri gezmeye başladığımızda bize ne kadar kıymetli bir şehir olduğunu fark ettirecekti. Budapeşte’deki dördüncü günümüzün sabahında Bratislava’ya doğru hareket ettik. Tur boyunca gezdiğimiz en ufak şehir olmasına rağmen Bratislava asla benim aklımdan çıkmayacak. Günübirlik gitmemiz nedeniyle bütün şehri on beş kiloluk çantalarımızla güneşin kavurucu sıcağında gezmek zorunda kaldık çünkü. Gerçekten unutamayacağım bir şehir oldu bu nedenle. Ama bu tatsız tecrübeden de bir ders çıkarıp ilerleyen günlerde günübirlik gezdiğimiz başka bir şehir olan Brüksel’de çantalarımızı tren garındaki kilitli dolaplara bırakıp aynı işkenceyi ikinci kez yaşamadık. Şimdi dönüp baktığımda bu tatilin bana kazandırdığı en önemli şeyler “Ben burayı görmüştüm.” ya da “Ben o yemeği asıl yerinde yedim.” diyebilmek değil de yaşadığımız zorluklardan ve olaylardan çıkardığım dersler olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Otuz iki gün boyunca daha önce hiç bulunmadığım yerlerde başımın çaresine bakmayı, daha uyumlu bir insan olmayı öğrendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Şimdi geceleri yatağa yattığımda neredeyse her gece gezdiğimiz şehirlere bir kez daha gidiyorum kafamda. O güzel anıları ve şehirleri tekrar tekrar geziyorum. Hem gün içinde yaşadığım sorunlardan uzaklaşmak için, hem de oralara belki bir daha gidemezsem diye unutmamak için. Böyle bir macerada insan kendiyle ilgili farkına vardığı şeylerin yanında gezdiği şehirlerle kendi yaşadığı yerleri de karşılaştırmaya başlıyor ister istemez. “ Avrupa’da şehirler çok düzenli.” gibi klişe cümleler kullanmayacağım tabii ama yine de gezdiğim şehirlerle kendi ülkemdeki şehirlerin arasında bariz farklar var. İstanbul ya da Ankara sokaklarında yürürken hissedeceklerinizle, herhangi mütevazı bir Avrupa şehrinin sokaklarında yürürken hissedecekleriniz gerçekten çok farklı. Umarım bir gün kendi ülkemde de ön yargı, korku ve endişeden uzak; pozitif ve huzurlu insanların bulunduğu sokaklarda yürüyebilirim.
Mustafa Emin Tos Öznenin Bakış Açısı Üzerine Jean Paul Sartre 1961 yılında Roma’da bir konferansa çağrılır. Marksistlerin çoğunluğu oluşturduğu bu kitleye “öznellik” üzerine uzun bir konuşma yapar Sartre. Marx’ın, Hegel’in diyalektiğinin tam tersi olarak kurduğu diyalektik materyalizmin tartıştığı meselelerden biri olan öznelliğe Sartre tarafından bir bakıştır bu konuşma. Öznellikten ne anladığımızı kendimize sormalıyız öncelikle. Neler öznel olabilir? Hangi meseleler özneden bağımsız olmalıdır? Bana kalırsa öznenin fikirlerinden bağımsız bir konu düşünülemez. Toplumun daha düşük IQ puanlarına sahip bireyleri için “fikir” yerine genellikle “çıkar” kelimesi tercih edilir, ama bilinmez ki o insanların tek suçu kendi çıkarlarına düşünsel birer kılıf hazırlayacak meziyetlere sahip olmamalarıdır. Karar alma mekanizması için konuşacak olursak; Sartre, öznellik konusunda bize toplumun doğrularından bahseder. Eğer yeterince özgüvenli değilseniz ve kararlarınızda önceliğiniz bariz şekilde sizin iyiliğiniz olamıyorsa, çoğunluğun seçeceği davranışı uygularsınız. Çocukluktan beri insan beynine kodlanan ahlâk bunu gerektirir. Cinayet işlemek, çalmak, tecavüz etmek gibi eylemlerin yapılmaması gerektiğinin apaçıklığını bir kenara koyacak olursak; ahlâk aslında bir kısıtlamadır. Nasıl yaşanması gerektiğini değil de nasıl yaşanmaması gerektiğini söyler daima. Bize sadece yanlış yolları sunar ve bunları doğrularla berabermiş gibi göstererek bizi bir labirentin içine bırakır. Ona her içten sarılış, çıkışları kapatan yeni bir tuğla olur. Birey olmaktan çıkıp toplumdaki silik herhangi bir karartı olduğunuzdaysa sarı rengini sevmeyi, subjektif davranabilme özgürlüğü sayarsınız. Öznel düşünceyi en çok harekete geçiren konunun güzellik olduğunu çoğu insan kabul eder. Peki güzellik kavramında kişisel zevklerimize ne kadar yer var? Dikkat ederseniz güzellik anlayışı toplumla beraber evrilir. Her 10-15 yılda bir değişmekle beraber daima dünya çapında bir seks ikonu olmuştur. Televizyonla beraber hayatımıza giren bi ikonlar bizim güzellik algımızda büyük rol oynar. Marilyn Monroe bunun en iyi örneklerindendir. Onun vücuduna duyduğu özgüven sayesinde kadınlar uzunca bir süre kilolarına daha az özen gösterebildiler. Televizyondan çok öncesinde bile toplumsal düzeyde kabul gören güzellik kıstasları vardı. Mesela kilolu kadınlar kışın yatağı daha sıcak tutacakları için revaçtaymış bir zamanlar. Bazense toplum kusursuz güzellikten sıkılıp farklıya yöneliyor, Audrey Hepburn ve kalın kaşları gibi. Tüm bunlara rağmen erkeğin genetik kodunda olan tek sabit baştan çıkartıcı vardır, o da soyunu devam ettirebilecek doğurgan kalçalar. Belli başlı bölgesel istisnalar haricinde, dünyanın hemen hemen her yerinde benzer beğeniler oluşturan bir kuvvet var sanki. C. Gustav Jung’un toplu bilinçaltı teorisi burada devreye giriyor. Bizler kendi elimizle döngüler kurup kendi kendimizi mahkum etmek konusunda o kadar başarılıyız ki süper egolarımızı birleştirip kontrol edilemez bir hâle getirmişiz. Ben, öznel olduğunu varsaydığımız düşüncelerimizin birçoğunun bu kolektif bilinçaltından çıkıp gelmiş fikirler olduğunu düşünüyorum. Bu dünyadan o kadar fazla insan gelip geçti ki söylenmemiş bir söz, yürünmemiş bir yol ya da düşünülmemiş bir fikir kalmadı nerdeyse. Özgün olma şansımız her geçen gün daha da azalıyor. Özgürlük ve kendin olma kavramları birer uyuşturucudan ibaret artık. Özgür olamayacak kadar bağımlı, özgün olamayacak kadar sıradan ve birey olamayacak kadar toplumuz. Sadecekendimize ait düşünce ve beğenilerimizin olduğu sanrısı, ego mastürbasyonundan ibaret. Pek de bir önem arz etmeyen konularda düşündüklerimiz bizi tanımlamaz. Aynı zevklere sahip bir diğer insanın varlığından duyulan istemsiz rahatsızlığın sebebi de sıradanlığın yüzümüze tokat gibi çarpışıdır. Bu söylenenlerin ışığında önemli olan toplumsal zevkleri olabildiğince yukarı taşımaktır, gökyüzünü sevmek gibi hep birlikte.
İLİZYON Kontrol bir ilizyondur. Kontrol algısı kibirli insan zihninin bir yanılgısından ibaret, gerçek ise hiçbir şeyin üzerinde kontrolümüzün olmadığı. Bir bahçıvan olduğunuzu hayal edin, size bir bahçe tahsis edliyor ve bu bahçeyi rönesans tablolarından fırlama pastoral bir cennete dönüştürmeniz isteniyor. Çeşit çeşit çiçekler ve ağaçlarla donatıyorsunuz bahçeyi, her bir bitkinin her bir yaprağına kadar düzenliyorsunuz. İsterseniz dünyanın en iyi bahçıvanı olun, isterseniz dünyanın en iyi genetik bilimcisi olun, çimlerinizin üzerinde yabanotları çıkmaya devam edecektir. Tohumları taşıyan rüzgarı engellemek için uzun duvarlar inşa edebilirsiniz, fakat şeftali ağacınızı didikleyen serçe için ne yapabilirsiniz? Tüm bahçenin üzerini bir kubbeyle kapatabilirsiniz, fakat bitkilerin köklerini talan eden böcekler için ne yapabilirsiniz? Olay şu ki, tüm kontrolün sizde olduğuna ne kadar inanırsanız inanın aslında bu inanç sadece bir yanılgıdan ibaret, bir sirk hokkabazının ucuz bir ilizyonundan farklı değil. Her zaman sistemin dışında hareket eden bir unsur vardır ve bunu engellemek imkansızdır. Bilim buna Kelebek Etkisi der, matematikte ise Kaos Teorisi alanı tamamen bu engellenemez unsurlarla cebelleşir. Çift eklemli sarkaç deneyinde sarkacı birebir aynı noktadan bıraksanız bile her defasında sarkaç belli bir aralıktan sonra farklı bir desenle hareket etmeye başlar. Tüm bu verilere rağmen hala kontrol için anlamsız bir hırsın içine gömülmüş durumdayız. Thomas Mullen, Saptırıcılar romanında bir zaman ajanının hikayesini işler. Gelecekte işler o kadar iyi gitmektedir ki geleceğin dünyası bir paranoyanın içine düşer ve bu mutlu sona ulaşılan tarih sürecinin değişmemesi için geçmişe ajanlar yollarlar. Kitabı okurken paranoyakça gelen bu tavırı hergün günlük hayatlarımızda sergiliyoruz. ABD hükümeti terörist örgütlerin tespiti için yıllık milyarlarca dolar harcıyor. On binlerce hükümet çalışanı her gün bilgisayarlarının başında tüm bir ülke nüfusunun verilerini kontrol etmeye çalışıyor. Her gün daha fazla önlem hayatımızı kısıtlıyor, güvenlik kameralarının donuk bakışları altında eğleniyoruz, çalışıyoruz, uyuyoruz. Buna rağmen teröristler hala klasik hedef-takip metotlarıyla yakalanıyorlar. Akıl almayacak kaynaklar harcanan sanal güvenlik algımız bizleri esir etmenin dışında hiçbir amaca hizmet etmiyorlar. Devletlerin başarısız olmasının sebebi ise bu kontrol ilizyonu. Hiçbir insan, kurum, örgüt ya da kaynak kontrole sahip değil. Bu tıpkı çocukken yapılan mahalle maçları gibi, arkadaşlarınızla ne kadar iyi oynarsanız oynayın tüm çabanız topun sahibi olan çocuğun annesinin onu eve yemeğe çağırmasına bakar. Fakat kontrolün imkansız olması başımıza gelen tüm facialara kucak açmamızı gerektirmiyor. Şu an yaptığımız şey, kolu kopan adamın kanamasını durdurmak yerine kopmuş kola yara bandı takmak. Adamın kolu her şekilde kopmuş olabilir, bir meteor bile adamın koluna çarpıp koparmış olabilir fakat önemli olan adamın kolunun nasıl koptuğu değil çünkü kontrol edemeyiz o faktörleri. Önemli olan adam kan kaybından ölmeden kanamasını durdurmak. Devletler hiçbir getirisi olmayan, insanların hayatlarını kısıtlayan amaçsız uygulamalara para akıtmak yerine dünyadaki açlığı, çatışmaları bitirmeye uğraşırlar ise bu paranoya ve korku imparatorluğu yerine barış ve refah dolu bir yarın mümkün olabilir. Kendini patlatacak bir ruh hastası her zaman olacaktır. Dünya da hiç bir problemin olmadığı bir ütopya varken bile bir ruh hastası ben gökyüzünün mavi olmasını değil mor olmasını istiyorum diye kendini patlatabilir. Fakat bir ruh hastasının ortaya çıkması bir ütopyada binde bir ihtimalken, üzeri kan ve sefaletle kaplanmış bir dünyada onda bir ihtimaldir. Sonuç olarak kontrolün imkansız olması her şeye fıtrat dememiz gerektiği anlamına gelmiyor. Bir kömür madeni durduk yere çökerse ve içindeki insanlar ölürse bunu fıtrat ya da kader olarak açıklamak aptallıktan öte bir durum değildir. Eğer madenin üzerine bir gök taşı düşerse işte o zaman bu kaderdir çünkü hiçbir tedbir böyle bir şeyi durduramaz. Buradan çıkarılacak sonuç, kontrol takıntısıhayatımıza paranoya ve huzursuzluktan başka bir şey getiremez. Bahçıvanı olduğunuz bahçeyi uzaya çıkarsanız bile bir felaket olacaksa bundan kaçamazsınız. Önemli olan tahmin edebileceğiniz sınırlardaki tedbirleri alabilmek.
BÜŞRA TUĞÇE GÜRBÜZ DÖRT DUVAR ARASINDA, DAHA ÖZGÜRCE Osman Çakmakçı’nın diyaloğundan oluşan Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog bazı şeyleri görmemi mümkün kıldı ve beni bizim için tamamen normal ve bir o kadar da bilinçsiz gerçekleşen bir eylem olan konuşma üzerine düşümeye itti. Bu kitap ile şekillenen ve ilk başta kulağa garip gelebileceğini düşündüğüm bir düşünceyle başlamak istiyorum yazıma: Aslında hepimiz dört duvar arasında yaşıyoruz. Peki, nedir bu dört duvar, nasıl gözükür, kim tarafından yapılmıştır? Öncelikle soyuttur bu duvarlar, görüp dokunamayız biz onlara fakat algılayabiliriz çok azımızın yaptığı gibi. Kesin bir limiti vardır elbette ama iyi haber, uğraşarak genişletebiliriz sınırlarını. Sahibi biziz sonuçta. Evet, aynen bunu demek istedim. Bu duvarların sahibi yani onları inşa eden biziz; insanlar. Hem de farkında olmadığımız bir yolla inşa etmişizdir biz bu duvarları; dil ile. Dil, bizim bu içinde yaşadığımız soyut ve limitli dört duvarın ta kendisidir. Biraz kapalı konuşmuş olabilirim, açmama izin verin. Tahmin edebileceğimiz gibi her şey varlığımızla başladı. Yaratılış hikâyesine girmeyeceğim tabii ki çünkü odaklanmak istediğim farklı bir nokta var: Dünya bizden önce yani bizden bağımsız olarak vardı ve biz onun üzerine geldik. Böyle söyleyince konuyla alakalı gelmemiş olmasına karşın biraz sabırlı olmanızı isteyeceğim. Biz, Osman Çakmakçı’nın deyimiyle “bizden apayrı bir şekilde kendi şarkısını söyleyen” ve bizi umursamayan dünyaya geldik. Doğa bizden her zaman üstündü fakat biz bunu göremedik, onun şarkısını dinleme girişiminde bulunmadık bile. Kontrolümüz altına almaya çalıştık onu isimlendirerek. Bulduğumuz isimler, yakıştırdığımız adlar hep kendi algımız ve deneyimimizle sınırlıydı doğal olarak ve duvarların sınırlarını çizenler de tam olarak bunlar oldu. Fark etmedik ama varlıkları kendi algılarımızla sınırlandırdığımız bu isimlendirme ile özlerinden uzaklaştırdık ve günümüze kadar bu halini bozmadan da getirmeyi başardık. “Nasıl yani, aslında kullandığımız hiçbir kelime tam olarak gerçek anlamını karşılamıyor mu demek istiyorsun? “ diye sorduğunuzu hissedebiliyorum ve evet tastamam bunu diyorum. Konuşmamızı oluştururken kullandığımız araç olan varlıklara verdiğimiz adların yani kelimelerin aslında hiçbiri gerçek anlamı karşılamaz. Uzaktırlar ait oldukları kavramlara, dilin kaçınılmaz duvarları içindedirler ve dünyayı insancıllaştırmaya çalışmamızın bir sonucudurlar. Çok azımız aslında dilin bir dört duvar gibi sınırlı olduğunun farkındadır ve bu farkıdalıkla ilk adımı atmış olurlar özgürlüğe çünkü bu farkındalık bizi eyleme iter ve özgürlüğe yakınlaştırır. Caudwell “Özgürlük insan ilişkilerinde saklıdır.” demiştir. Yani, ancak ve ancak duvarların farkında olarak yapılan bir karşılıklı konuşmayla birbirimizi özgür kılabiliriz. Kelimeleri aktardıkça dört duvarın sınırlarını genişletebilir ve daha da özgürleşebiliriz. Ama özgürleşmek için bunlar yeterli değil tabii ki de. Öğrenmemiz gereken iki önemli kavram daha vardır: anlamak ve yenilmek. Konuşabilmemiz için anlamamız gerekir ve anlamanın temelleri kendimizi bilmek üzerine atılmıştır. Varlığımızı ve hacmimizi bilmeliyiz öncelikle ve sonrasında duyarlılığımızın farkına varmalıyız çünkü ancak duyarlılıkla anlayabiliriz. Ve bir nevi yenilmektir de anlamak, kendi egolarımız karşısında. Parçaların oturacağı çok açıktır çünkü ama egolarımız bu gerçeği kapatır. Aslında hepimiz birbirine tam olarak oturan keskin hatlara sahip parçalara benzeriz, bunları yontup yuvarlaklaştıranlar da egolarımızdır. Hoşlanmadığınız ve nefret ettiğiniz bir insanı düşünün. Şimdi biraz daha gerçekçi bakarak cevaplamanızı isteyeceğim, gerçekten neden nefret ediyor olabilirsiniz bu insandan? Egolarımız aslında biz birbirimizle tam olarak oturabilcekken bizleri yontmuştur, boşluklaryaratmıştır aramızda. Dört duvarı sınırlayan algılarımız var ya, egolarımız onları daha da köreltmiştir ve bir zincirleme etki misali önce dilimize sonra anlamamıza ve ardından iletişimimize engel olmuştur. Demek istediğim bir insanla aramızın iyi olmaması iletişimsizlikten ibarettir aslında, yani dört duvar arasında sıkışmaktan, sınırı genişletememekten. Bu yüzden anlamak için kendi egolarımıza yenilmeliyiz ve onlardan kurtulmalıyız, iletişimi yeniden keşfedip birbirimizi anlayıp farkındalıkla oluşturmalıyız ilişkilerimizi. Gerçekleştirmeliyiz kendimizi. Bu dört duvarın sınırlılığını asla tamamen yıkamayız ama genişletebiliriz, özgürleşmek de budur zaten; farkında olmak.
İyi Biri Olmak Kolay Değil Bu çağın insanın lanetlendiği bir çağ olduğuna dair kanım gün geçtikçe güçleniyor. Azımsanmayacak bir grup gizlice bir doğal felaketi, bir vahşeti, bir insanlık suçunu bekliyor sanki ve bunlardan birisi ya da birkaçı gerçekleştiğinde yuvalarından fırlıyorlar: “İnsan doğanın kanseri, insan kötü, insan iğrenç!” Bazıları işi daha da ileri götürüyorlar insanı toptan tefe koyuyorlar. Kendimize ev yaptık diye acı çeken bir grup var örneğin. Sosyal medyada rastlıyorum onlara. Bir tarlaya ev yapan insan börtü böceğin yaşam alanını işgal eden bir kötülük timsali gibi işaret ediliyor. Kim tarafından? Kendisi de bir evde yaşayan başka bir insan tarafından. Bu tip insan sevmez insanların neden öncü kuvvet olarak yaşamlarına son vermedikleri gizemini korusa da ben bu konuya hiç girmeyip onlara azıcık hak vermek istiyorum bugün. Evet, insan masum değil, sadece savaşlara bakarak insanın nelere sebebiyet verdiği anlaşılabilir. Birkaç yıl önce Ortadoğu coğrafyasında diri diri insan yakıldığı bilinen bir gerçek. Böyle uç örnekleri görmezden geldiğimde de insanın bütünüyle masum olmadığını görüyorum. Gündelik yaşamdaki ilişkilerde de bir çarpıklık olduğu kesin. Bu durumun sebebini uzun zamandır düşünüyorum, insan neden tamamıyla iyi olamıyor diye kendime soruyorum ve bu konuda tatmin edici bir gerekçeyi ben üretemedim, benim için olayı aydınlatan kişi Rollo May oldu. Rollo May Güç ve Masumiyet adlı kitabında tamamen psikolojik bir yaklaşım sergiliyordu ve gücün masumiyetten, iyinin kötüden ayrı düşünülemeyeceğini iddia ediyordu. Etkileyici olan şey bunu “Kötü diye bir şey olmasa iyi diye de bir şey olmaz” gibi bir basitlikle yapmamasıydı. Örneğin bu anlamdaki şu savı beni derinden etkilemişti: “Hayat; kötülükten uzak bir biçimde iyi olmayı başarmaktan değil, kötülüğe rağmen iyi olmayı başarmaktan ibarettir.” (287). Bu aynı zamanda insanın neden bütünüyle masum olamadığına bir yanıt değil midir? Kendi kendime uzun uzun düşündüğüm şeyin cevabı çok basit şekilde ortada: İyi bir insan olmak kolay bir şey değil. Eğer iyi bir insan olmak kolay olsaydı herkes iyi olurdu, bu kadar basit. Az sonra söyleyeceğim şeyleri gerçekten kendimi övmek için değil, konunun en güzel örneğini kendi hayatımda deneyimlediğim için ifade edeceğim. Ben de muhtemelen az çok düşünmeye başlayan her çocuk gibi iyi bir insan olmak için gereken şeyleri sorgulamıştım zamanında. Benim iyi kavramım mutlak bir dürüstlükten geçiyordu. Bu dürüstlük insanlara değil, kendime doğru söylemeyi içeriyordu. İnsanlara yalan da söylesem olurdu ama kendimi asla kandırmamalıydım. Böyle bir kural koymamın sebebi samimiyetle iyi insan olmayı aynı şey olarak kodlamamdan kaynaklanıyordu. Bir insana bir iyilik yapacaksam örneğin, samimi bir şekilde, hiçbir karşılık beklemeden, gerçekten de o insana yardım etmek istediğim içinyapmalıydım. İyi insan olmak da böyle bir şeydi zaten bana göre. Kendime bu kuralı koyduğum günden bugüne değin her eylemimi kendime açıklamaktan yorulmuş durumdayım. Başka insanların iyi ya da kötü olduklarıyla ilgilenemiyorum bu kural yüzünden. Çünkü kendime hesap vermem, kendimi ikna etmem gerekiyor. Her neyse, bugün kız arkadaşıma bir çiçek almadan önce bile kırk kere düşünmek zorundayım. Benim ona aldığım çiçeği bir ödül beklentisiyle aldığımı düşünebilir mi? Onda böyle bir intiba uyandırır mıyım? Eğer cevabım evet ise çiçek almaktan vazgeçiyorum. Yani insanın sevdiği kişiye çiçek alması bile kolay bir şey olmayabiliyor. Bir jest yapmanın altından hiç umulmadık şeyler çıkabiliyor. Bazen hiç önünü arkasını düşünmeden, ahlaki bir sorgulamaya girişmeden rüzgâr nereden eserse o yönde bir tutum takınmak istiyorum ama yıllar önce kendime koyduğum kural buna engel oluyor. Bütünüyle iyi biri olduğumu da düşünmüyorum ayrıca. İyiliğin bir ucunu yakalayabildiğine inanan birisiyim sadece ve o tek ucu tutmak bile kolay değil. Her yönüyle iyi bir insan olmanın imkânsız derecede zor olduğunu görmek lazım özetle. Her fırsatta “Kahrol insan!” demek yerine iyi bir insan olmayı zorlaştıran nedenleri masaya yatırmak daha faydalı olacaktır benim düşünceme göre. Görkem Sarıbaş Kaynakça: May, Rollo. Güç ve Masumiyet (Şiddetin Kökenlerine Dair Bir Arayış). Çev. F. Cihan Dansuk. İstanbul: Okuyan Us Yayınları, 2018.
GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDEKİ ÇARESİZLİK Dünya, birbirinden çoğunlukla habersiz dolaşan sayısız canlının yaşadığı, kimi zaman cennet kimi zaman cehennem olan, uzayın kargaşası içinde güneşle birlikte sürüklenen bir kaya parçası. O kadar küçük ve uzak ki uzaylıların var olsalar bile muhtemelen bizlerle ilgilenmeyeceği hakkında teorilere sahip bu ufak gezegende, her canlının özellikle insanların yaşadıkları sorunlar bütün evreni ilgilendirircesine büyük ve önemli, fakat otizm bunlardan bir tanesi değil. Bilenin ya da yıllar önce kabul edilenin aksine otizm çok yaygın ve tehlikeli bir hastalık olma yolunda emin adımlarla ilerliyor zira durum böyle olmasa seksenli yıllarda beş bin de bir olan bu nadir hastalık günümüzden 68 çocuktan birinde görülmezdi. Otuz yıldan biraz fazla sürede neredeyse 4 kuşak da bu hastalık Amerika’da beş yüz bin bin çocuğun, ailelerinin ve çevresinin hayatını olumsuz yönde etkiliyor bu durumda olan ailelerden öne çıkan bir örnek ise Leeann Whiffen çünkü, Whiffen bu bilinmeyen hastalıkla 2 yaşında ki oğlu ile tanışıyor ve ona söylenenlerin aksine otizmin aslında tedavi edilebilir olduğunu keşfediyor ve oğlunu sağlığına kavuşturuyor. Kitabı Otizme Elveda ile kendisi gibi birçok çaresiz aile ve çocuğa umut ışığı oluyor. Bu tür mutlu hikâyeler bir umut kapısını aralasa da otizmin ileriki yıllarda çok büyük bir sorun oluşturacağı gerçeğini de değiştirmiyor. Peki, nedir otizm, nasıl savaşılır, nasıl anlaşılır? Otizm çevre faktörlerinin büyük rol oynadığı metobolik bir hastalıktır. Metabolizma da meydana gelen düzensizlikler beyni olumsuz yönde etkiler ve beyinde hem sosyal olarak hem de düşünce mantığı anlamında bozar. Bu hastalık bireyi toplumdan uzaklaştırır daha ağır senaryolarda kopartır. Otizm de erken teşhis ve bilinçli yapılan tedavi anahtar 2 faktördür. Erken teşhis çok önemlidir zira geç fark edilen otizm hastalarının iyileşmeleri erken teşhise göre kat kat zordur. Bu şanssız hastaların bazılarının tedavisi ise imkânsız hale gelmiştir. İkinci faktör olan bilinçli tedavi teşhis den daha önemlidir çünkü bilinçsiz tedavi ile hastalar iyileşmektense, tedaviye başladıkları güne nazaran daha da kötü olabiliyorlar. Bilinçli tedavi sadece doğru ilaçların kullanıldığı normal bir hastalık gibi geçmez. Tedavi sırasında hastanın yakınları ve çevresi büyük bir önem taşır ve büyük bir ölçüde etkilenir. Hastanın ailesi en fazla psikolojik baskıyı üstlenir. Bu süreçte aileler parçalanabilir, intiharlar gerçekleşebilir ve bunun gibi birçok felaket olabilir. Çocuğunun otizm hastalığına yakalandığını öğrenen aileler sürece kendilerini vermezlerse evlatlarını kaybedebilirler. Çin’de geçen bir senelik yolcuğumda denk geldiğim o yemyeşil dağların arasında konumlandırılmış, Çin imparatorluk mimarisine sahip, özverili eğitmenle donatılmış bir, otizmli çocuklara yardım merkezine denk geldim. Bu merkezde insanlar otizmli çocuklarla bir araya geliyor ve onları daha yakından tanıma şansı buluyor. Bu egzersiz aynı zamanda çocukların tedavisinin bir parçası. Oradaki ziyaretimin başlarında fark etmediğim fakat geçen saatler sonrasında gözüme çarpan detaylar bana ileriki zamanlarda otizmli bir bireyi ayırt etmemde yardımcı oldular. Bu çaresiz görünen hastalığa tutulmuş genç bireyler sizinle hiçbir zaman direk olarak göz teması kurmuyorlar. Bizlerin algıladığı dünyaya bambaşka bakıyorlar bu sebepten ötürü bize ilginç gelen göz hareketlenmeleri ile delici bakışlarasahip oluyorlar. Aynı zamanda güvenmediği ya da daha önce hiç duymadıkları kişilerin seslerine tepki vermiyorlar. Özellikle kaslarını kullanma bakımından kendilerine özel farklılıkları var. Otizm gelecek yıllarda bütün dünyayı tehdit eden önemli bir hastalık olacak fakat umarım ki Leeann gibi anneler/yazarlar sayesinde umudun yolu açılacak ve insan oğlu bu bilinmeyen sinsi hastalıktan kurtulacak.
Cihangir Mercan ÇOK SATAN AŞKLAR Şiir okumak gibi bir alışkanlığım yoktur. Hatta şiir en az ilgi duyduğum edebi türdür. Lise yıllarımda okuduğum her şiir, müfredatın ön gördükleriydi; çünkü şiir incelediğimiz edebiyat derslerinde bazen alt anlamı o kadar çok deşerdik ki eser benim için anlamsız olurdu. Okuduğum edebi türlerde çok az bile olsa realizmi hissetmek isterim çünkü aksi halde kelimelerin anlamları bana anlamsız gelmeye başlıyor. Hikmet Anıl Öztekin’in Elif Gibi Sevmek kitabı şiir hakkındaki düşüncelerimi az da olsa esnetti. Tasavvufa her zaman hayranlık duymuşumdur ama ona nasıl hakim olunacağına dair hiçbir fikrim olmadığından özellikle tasavvufi yazılar okuma arayışına girmezdim. Bu kitap tasavvufu okumaya nereden başlayacağıma dair de bana ipucu verdi: nereden ve kimden istiyorsan onla başla. Aşk, dünyamızı en çok meşgul eden duygudur. İnsanlar, teknoloji ve iletişim sistemlerinin gelişmesiyle aşkı arayışlarını daha umumi alanlara taşıma fırsatı buldu. Bu fırsat bazen kişilerin aşkı, bağımlılık ve takıntıyla bağdaştırmasına neden oldu diyebilirim. Artık aşk hakkında konuşan insanları dinleyenler, o kişinin samimiyetini kendilerine özgün fikirlerle sorgulamaya başladılar ve bu durum insan ilişkilerine oldukça yansıdı. Aşkı acı ve hüzünle bağdaştıranlar da oldu, tek geceye sığdıranlar da. Her iki şekilde de artık kitleler aşkı bir peri masalı gibi algılamaya başladı. İnanması güç, mistik ve sihirli bir şey oldu aşk. Hikmet Anıl Öztekin’in kitabı bu denli sattıran şeyin ise aşka farklı bir tanım kazandırması olduğunu düşünüyorum. Din gibi, şu an ülkemizde üzerine hararetli tartışmaların yaşandığı bir olguyla aşkı bir tuttu. Allah aşkını, bir kulun bir kula duyabileceği aşkın benzeri olarak gösterdi. Yazdığı şiirlerinCihangir Mercan dizeleri bu fikri destekleyecek nitelikte ama yeterli mi diye sorarsanız, sanmıyorum yanıtını veririm. Öncelikle aşkın aynı inanç sistemleri gibi kişilere özgü olduğunu düşünüyorum. Bir kişinin bir insanı severken aşkına karşılık bulamamasının aşkını anlamsızlaştırdığını düşünmüyorum ancak bu durum kişiye acı verecek noktaya geldiğinde onu imtihan olarak adlandırmasını da gerçekçi bulmuyorum. Çok uzun süredir insanoğlu “çünkü hayat bu” cümlesi kurmak yerine, başarısızlıklarını spritüel yetersizliklerine bağlıyor. Bu durumun bireyin psikolojisine olumsuz etki ettiğini ve bireyi giderek gerçeklikten kopararak bir hayal dünyasına sürüklediğine inanıyorum. Hayal dünyasında yaşamanın bir insanın kişisel gelişimine ne denli katkı sağlayacağının tartışılması gerektiğini söylemeliyim. Aşkın benim için ne anlama geldiğini bu kitabı okuduktan sonra epey düşündüm. Kişisel olarak yaşadığımız çağda aşık olmanın zor bir durum olduğunu düşünüyorum. Çoğu kişinin birbirlerini oldukları gibi kabul etme problemleri var. Bizim neslimiz bir insanın suretine sahip bir hayale tutulmaya meyilli. Gerçekten sevmek adına hiçbir şey bilmiyoruz. Belki de şu zamana kadar popüler olan ve büyük çoğunluğumuzun büyürken izlediği filmler, diziler, tiyatro oyunları bize aşkı çok ulaşılamaz bir nokta gibi gösterdi. Birine olan ilgimizin yeterince uzun boylu, yeterince paralı, yeterince entelektüel olmadığı gerekçesiyle giderek azalabileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Öztekin’in kitabındaki aşk teması, benim kafamdaki aşk tanımını daha karmaşık bir hale geldi. Eskiden aşkı bulmak zor diye düşünürken şimdi imkansız olduğunu düşünüyorum. Aşkın sürekli tanımlanmasını isteyen kitleler giderek daha kalabalıklaşıyor. Bu durumun insanların giderek daha yalnızlaşmasından ötürü olduğunu düşünüyorum.Cihangir Mercan İletişim arttı ancak birbirlerini dinleme, anlama ve kendini anlatma durumları azaldı. İnsanlar neyin çabuk ve kolay tüketilir olduğuna kanaat getirirse ona yönelmeye başladı. Belki bu kitap şiirlerle değil de, uzun paragraflarla yazılsaydı bu kadar ilgi bile görmezdi. Düşününce sizce de öyle değil mi?
Paul Walker’ın Ardından Aslında hepimiz onu Brian O’connor olarak biliyoruz. Çoğumuzun gençliği onun filmlerini izlemekle geçti. Belki de erkek çocukları için rol modeldi. Küçüklüğümüzde hepimizin oyuncak arabaları olmuştur. Özellikle de erkek çocuklar için oyuncaktan daha fazlasıydı bu araçlar. Onlarla küçük bedenlerimizle ne de büyük hayaller kurardık. Hepimiz Paul Walker olmak isterdik . Onun gibi araba sürmek, onun gibi yarışmak, onun gibi güzel kızların yakışıklı prensi olmak ve bunun gibi bir sürü güzel hayaller. Ancak Paul Walker ölümüyle biz sevenlerini yalnız bıraktı. Hepimiz Paul Walker’ı ‘Hızlı ve Öfkeli’ film serisiyle tanıdık. Serinin 5 filminde başrol olarak yer aldı. Kimi zaman polis , kimi zaman yarış pilotu olmasına rağmen hep iyi bir aile bireyi oldu. Sevdiklerini asla yarı yolda bırakmadı. Belki de bu onu herkesin sevgilisi yaptı. 7’den 70’e herkesin saygı duyduğu, herkes için rol model olan Paul Walker , benim de hayatımda büyük bir yere sahiptir . Onun filmleriyle tanıştığım zaman 8 yaşında bir çocuktum. ‘Hızlı ve Öfkeli’ filmine gittiğim ilk gün dün gibi aklımda. 2.sınıfta okuyordum o zamanlar . Okuldaki arkadaşlarımla cumartesi öğleden sonra 14:00 seansına bilet almıştım. Her şey hazırdı. O gün evden çıkarkenhiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Ve nitekim de öyle oldu. Filme giderken oyuncak arabalara ve uzaktan kumandalı arabalara ilgim vardı ancak filmden sonra oyuncaklara olan ilgim bitti. Artık gerçek, trafikte olan motorlu, 4 tekerlekli arabalara ilgim vardı. Onları kullanmak için can atıyordum . Bacaklarımın boyu aracın pedallarına yetişse , arabamızın anahtarını alıp kullanacaktım. Düşünsenize 8 yaşında bir çocuk trafikte. Ne çılgın bir şey !! Sadece bu bir istekti ama beni benden alan bir istekti. 10 yıl beklemem gerekiyordu bu isteğimi suç olmadan yapabilmek için. Bunlar hep o film sayesinde olmuştu. Aslında tek sorumlusu Paul Walker yani Brian O’connor’dı. Onun gibi olmak istiyordum. Her şeyi uçlarda yaşamak her an ölecekmiş gibi yaşamak. O yaşta bir çocuk için inanılmaz hayallerdi bunlar. Yaşım ilerledikçe bu hayallerin ne kadar saçma olduğunu anladım. Aslında her şeyin bir senaryo olduğunu anlamamdı. Senarist Brian O’connor karakterini o kadar kusursuz yaratmıştı ki o rolü de Paul Walker’ a vererek ruha en uygun bedeni bulmuştu. Seride çok acımasız bir karakter olmasına rağmen çok iyi bir sevgili, çok iyi bir eş, çok iyi bir baba ve her şeyden önce çok iyi bir insan olmuştur Paul Walker. Beni en çok ailesiyle olan ilişkisi etkilemişti. ‘Aile, her şeyden önce gelir.’ prensibiyle yaşardı. Türk geleneklerine uygun bir yapıda olması beni etkilemiş olabilir. Ailesi için yarışırdı, ailesi için yaşardı hatta ailesi için hiç düşünmeden canını bile feda ederdi. İleri de bir gün baba olursam Paul Walker’ın canlandırdığı Brain o’Connor gibi bir baba olmak isterim ve de öyle olmak için elimden geleni yapacağım. Paul Walker’ın ölümü çok talihsiz bir şekilde oldu. Belki de kaderin bir oyunuydu. Trafikte geçirdiği talihsiz bir kaza sonucu hayata gözlerini genç yaşta yumdu.Hep sevdiği tutkusu olan hız belki de onun sonunu hazırladı. Ama eminim ki son nefesini verirken bile yüzünde bir tebessüm vardı. Acı çekerek değil mutlu bir şekilde son nefesini Azrail’e vermiştir. Elbette ölümü beni de diğer tüm sevenleri gibi derinden etkiledi. Artık Brian O’Connor karakteri öksüz kalmıştı. Serinin 7. Filminin çekimlerinde bu talihsiz olayın yaşanması filmin devam etmeyip etmeyeceği sorularını da beraberinde getirdi. Birçoklarına göre Paul Walker’ın ölümü sahteydi. Reyting uğruna yapılan bir oyundu. Umarım da öyledir. Bunun doğru olup olmadığını 26 Mart 2015 tarihinde hep birlikte göreceğiz.Ömer Çağrı Angın