text
stringlengths
0
17.6k
Egemen Demirbaş Yeri Doldurulamayan Arzularımız her şeydir. Arzularımız oradan oraya savrulduğumuz konusuz hayatlarımızda yargılama yapabilecek referans noktasını sağlar. Ruhlarımıza yaşam nefesini üflerler. Hayatlarımızın bir anlam ifade etmesinin tek ihtimalidir arzularımız. Sizlere hayatımın korkunç trajedisini takdim ediyorum: Ben istediğim şeylere asla ulaşamayacağım. İnsanlar olarak değerimizin genetiğimizle ve seçimlerimizle belirlendiği bu düzende benim toplam skorum istediklerime ulaşabilmem için yeterli değil. İsteklerim mutluluk hayali için vazgeçilemez iken ben onları elde edebilecek potansiyele sahip değilim. Ağzımdan birçok söz çıkabilir. Adalet üzerine, çarpıklık üzerine. Işık dalgalarının hayatın anlamı üzerindeki korkunç hakimiyeti üzerine. Fakat şu bilinsin ki, asıl derdim şimdi ve her zaman, istediklerimi elde edememiş olmamdır. Ben uzun zamandır verdiğim yalnızlık mücadelemde, benden arzularımın yeşermesi için hiçbir şeyi esirgemeyip gerçekleşmemesi için de bütün şartları sağlayan varoluşuma karşı, son çare olarak bütün bu yapıyı reddetmeyi seçtim. Kırılan kalbim bir savunma mekanizması olarak beni bu inkârcılığa mecbur bıraktı. Fakat anlık bir görüntü, geçmişten gelen bir imge, içinde kaybolabileceğim bir çift göz, merhametsiz bir gülümseme bana kaybettiklerimi hatırlatmaya yeter de artar. Saniyeden daha kısa bir süre içerisinde dünya başıma yıkılabilir. Gerçek savaş, gerçek "kötülük" burada. Bütün savaşların, parçalanmanın çıktığı yer burası. Deliliğin kaynağı. Ruhumun en derinlerindeki bu ikililik.Yine isimlerden dolayı yaptığım bir tercih olarak Adam Philips'in Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü adlı kitabını okudum. Kaçan fırsatların ve kaybedilen geleceklerin korkunç zulmü ve bunlarla baş etme yöntemleri üzerine bir çalışma. Bütün yazılanlardan ve çizilenlerden sonra varabildiğim sonuç, yazarla fikirlerimizin buluştuğu bağlantı noktası, arzularımızın bizim üzerimizdeki belirleyiciliğidir. Hepimiz isteyerek ya da istemeyerek planlar yaparız. Ve aslında bir şey arzularken, bir sonuç beklerken her defasında korkunç bir kumar oynarız. Arzulamak yalnızca tatmin olmak değildir. Sahip olmadıklarınız sizin hakkınızda, sahip olduklarınızın söyleyebileceğinden hep daha fazlasını söyler. Arzuladığınız erişilebilirse eğer, dünya güzel bir yerdir. Bunun ötesine geçip, kaderinize, şartlarınıza baş kaldırma cüretini gösterdiğinizde ise dünyada ahenge yer olmadığını görürsünüz. Sizi koruyup kollayacak bir düzen yoktur. Kader oyunlarını oynarken arzularınıza kayıtsızdır. Biyolojik olasılıklar hayallerinize gözünü kan bürümüş bir vahşetle saldırır. Doğuştan gelen yetenekleriniz, çevrenizden gelen kişiliğiniz ve sizi değiştiren travmalarınız. Bunların kombinasyonu size istediğiniz kapıları açabilir ya da açamaz. Elinizden geleni yaparsanız, doğru taktikleri uygularsanız yine de istediğinize ulaşamayabilirsiniz. Hayat size doğru kartları verir ya da vermez. Zafer ya da hüsran. Cennet ya da cehennem. İnsanların en ilkel duygusu, tatmin olmak. Medeniyetimiz, insanlık mirasımız bunun üzerine kurulu. Bütün savaşlarıyla, kültürleriyle ve diğer saçmalıklarıyla hâlâ sapasağlam ayakta duruyor. Sonsuz bir yarış. İnsanları cinayete götüren ya da şiir yazdıran türden. Ben bu kaosun içerisinde şansız olanlardanım. Hayır şans göreceli değildir. Yeterince sağlıklı olmam şu an beni mutlu etmeye yetmiyor çünkü bu benim için henüz bir arzu nesnesi değil. İstediğimiz şeylerin onlara anlam ifade etmeyen başkalarına dağıtılması gibi hastalıklı bir espri anlayışı var kaderin. Bir şey istememeye karar verecekseniz eğer, hayal kırıklığına uğramamak için, çok dikkatli düşünün. Çünkübir anlık bir zayıflık, bir berraklık sizi yok etmeye yeterlidir. Bu yolun dönüşü yoktur. Fedakârlık çevrenizdekilerde minnet uyandırabilir ama sizi kendinize karşı koruyamaz. Kendimize karşı oynadığımız bir saklambaçtır bu. İsteklerimizi gerçekleştirme yolculuğunda modern bankacılık gibi arzularımı biriktirmemiz isteniyor. Ve zamanı geldiğinde ortaya çıkarmak ve harcamak. Belli bir yaşa gelince hepimizin yaptığı, yapmamız beklenen imkânsız seçim gibi. Hayatlarımızın seçimi. Beni tatmin edecek şeyleri önceden görmem ve asla değişmemem. Bu nasıl bir çelişkidir ki esnekliği ödüllendiren bu düzen, beni arzularım konusunda sabit olmaya zorluyor. Fiziksel olarak işlevsel, ruhsal olarak çoktandır normalliğini kaybetmiş varlıklarız hepimiz. Şu aşamada hasar raporu düzenlemek çok komik ve bir o kadar da anlamsız. Bu hayatı kaçırdığımdan neredeyse eminim. Artık peşinde olduğum şey tatmin değil. Özgürleşme, tahliye. Bir tepki olarak ömrümün geri kalanını, zorla imkânsız hale getirilen arzularıma kayıtsız bir şekilde, direnerek geçireceğim. Tatmin olmak ve hüsrana uğramak arasındaki sessizlikte günlerimi bir şeyler yaparak harcamam gerekiyor. Herhangi bir şeyler. Hayatıma, geldiğim noktaya bir an bile olsun bakacak tahammülüm yok. Hareket halinde olmalıyım. Zihnimi serbest bırakıyorum. Bedenim gittikçe azalıyor, ta ki zaman ikisine de yetişinceye kadar. Seçimlerim tükendiği zaman yenilgiyi kabul edebilirim.
DÖRT HARF TEK SOLUK Dört harfle biter her şey ya da her şey yeni başlar. İnsan ayırmaksızın herkese kapı açan Mevlana için düğün gecesiyken öte yandan Cahit Sıtkı’nın ömrü boyunca büyük tedirginlikle beklediği misafir olmuştur. Dört harfli tek nefes, tek soluk : ölüm. Ölüm çoğu insana karanlığın, bitiş noktasının, gözyaşının, vedanın çağrışımını yapar. Kimi de ölümü gerçek hayatın başlama düdüğü, yolun başı olarak görür. Ölüm aslında evrensel bir dildir, herkesin hakkında mutlaka bir şeyler söyleyebileceği bir meseledir. İnsanlıktan haberdar olduğumuz ilk yüzyıllardan beri nice şarkılar, şiirler, sözler dizilmiştir ölüm hakkında. Hepimiz Alper Tunga için yazılmış ağıdı biliriz değil mi hani yüreğin yırtıldığı. Fakat karanlığı çağrıştırsa da sevgiyi de içinde barındırır ölüm. Mesela sevdiğimiz birini kaybettiğimizde yüreğimizden gelen en içten duyguları feryat ederiz ağıt aracılığıyla veya sevgi ölçütü olur bazen “ Kızım ben senin için ölürüm be!” şeklinde. Oysaki kimse ölmek istemez, ölümü düşünmek bile istemez kaçış olmadığını bilse dahi. Evet, ölümün yaşı yoktur, her an gelebilir bu yüzden esas olan yaşamaktır, dolu dolu yaşamak. Öte yandan ölüm ne kadar hayata göz yummak diye tanımlansa da ölümden önceki ölüm hayata gözünü açmaktır. Yakınını kaybedince yaşamını sorgular insan, nasıl yaşadığını gözden geçirtir. Kısacası kaçınılmaz bir gerçektir ölüm bu sebeple ölüme emin adımlarla ilerlemeli insan, birilerinin hayatına dokunup iz bırakarak. Yarın ölebilir gibi... “Yine geçti kış Baharsız bir yaza hazırlıksız yakalandık olsun Zaten neye ne kadar hazır olabilir ki insan Size de komik gelmiyor mu ölümün olduğu yerde zaman” demiş şairimiz ( Lidar 9). Ölüm istenmeyen bir misafirdir çoğu zaman, çatkapı gelir haber vermeden. Şüphesiz ki makama, yaşa, güzelliğe bakmadan her yaşayan canlının başına gelecektir. O yüzden ne zaman , nerde , nasıl öldüğünü sorgulamak faydasızdır, manasızdır. Asıl soru nasıl yaşadığındır, ne yaptığındır. Hepimiz 100 metre yarış parkurundayız aslında, 100 metre boyunca yaşam içerisinde koşarsın sonra elindekileri yine kendine devredip dünyadan sonraki hayatında yol alırsın. İşte asıl mesele ömrün sona erdiğinde elinde kalanlardır. Hayat herbirimize yalnızca bir kereye mahsus veriliyor, ya uyuyacağın güne kadar dolu dolu yaşarsın ya da yaşadığını zannedip uyursun ömrün boyunca. Kum saatinin üstünde tek tek bir kum zerresi kalmayınca pişmanlık çanları çalmaya başlar, zaman akıyor. Yolun sonunu görene kadar her vakit yolun başıdır aslında, harekete geçmek için daima bir fırsat vardır. Elin dolu bir halde dünyadan ayrılırken geride kalanlar için de “miras” bırakmalı insan. Belki bir çocuğun gülümsemesi belki de yıllar sonra aynı hisleri bir başkasında uyandıracak bir mısra. Ölenle ölünmez derler oysa ki ölen bilmez ölümü geride kalan tadar tüm acıyı. Düşünün, en yakınınızda ölen kişiyi ve o günü. Her yer hayatları boyunca iç ağlamamış gibi tüm biriktirdiği gözyaşını boşaltan, ölen kişiyle geçirdikleri güzel günlerden ve ölen kişinin iyiliğinden bahseden hüzünlü insanlarla sarılı. Geride kalan anne, baba, eş, evlat onsuz bir daha nefes alamayacak, hayatlarına devam edemeyecek diye düşünür. Fakat eder çünkü ölenle ölünmez sadece ölüyormuş gibi yapılır. Ölüme en yakın hissettiğin zamandır yokluğuyla bir yanını eksiltenkişinin gidişi. İşte en çok o zaman sorgularız hayatı, anlamını, amacını. O zaman çekidüzen veririz kendimize. Ölüm iyidir, birileri uyumaya başlayınca diğerleri uykudan uyanır. Ölüm iyidir, ölüm olmasaydı yaşamanın kıymetini bilmezdik. Ölüm iyidir, tüm güzelliklerine rağmen yaşarken çektiğimiz acıları, sıkıntıları, yükleri alır götürür. Ölüm hep vardı, var ve var olacak. Kaçış yok, kaçacak başka dünya da yok. Kimi için sonsuz bir hayatın başlangıcı kimi için her şey için noktanın konduğu zaman. Ölüm bizde ne çağrıştırırsa çağrıştırsın bu dünyaya gelmiş ve gidiyorsak iz bırakanlardan olmalı. Mecburiyetten başı eğik, ne kendinin ne başkasının mutuluğunda bir tuzu olmadan gitmek yerine öldükten sonra dahi insanlar için anlam belirtmektir mesele. Ölüm iyidir ama iyi yaşamak daha iyidir. KAYNAKÇA LİDAR Ali, Yolun Başı, İthaki Yayınları, İstanbul 2017. Büşra ŞEBİN
Doğa ACAR ŞANS MESELESİ Mİ? Ben annemin rahmine erkek olarak düştüm, erkek olarak geldim bu dünyaya. İki ihtimalim vardı zaten, ya kız olacaktım ya da erkek. Şanslı olan oldum ben. Amacım cinsiyetçilik yapmak değil fakat ülkemin hâline baktığımda erkek olarak doğmayı bir şans olarak görüyorum maalesef. Ülkemi sevmediğimden de değil bu sitemim, sonuçta on dokuz yıldır bu ülkenin ekmeğini yiyorum, bu ülkenin havasını soluyorum ama son zamanlarda insanlarımızın kalplerinin gittikçe taşlaştığını, gözlerinin körleştiğini düşünüyorum. Bu yaşıma kadar sokaklarda hep rahat rahat yürüdüm, gece geç saatlerde tek başıma otobüse binip evime sağ salim döndüm. Birkaç serseri dışında laf atan, sözlü tacizde bulunan bile olmadı. Çünkü ben erkeğim, kolay lokma değilim onlar için. Cebimde çakı taşıma, onların tacizlerine karşı koyma, arkadaşlarımı arayıp kavga çıkarma ihtimalim var. Okulda öğretmenlerim kıyafetim yüzünden laf edemez bana, kızlarla yakınım diye disipline veremez. Ailem sevgilim var diye kızamaz bana, geç saatlere kadar eve dönmediğim için laf edemez. İstediğim kızla birlikte olabilirim, çevrem bunu sorun edemez. Çünkü ben erkeğim, bu ülkenin insanlarının zihniyetine bakacak olursak, istediğimi yapma hakkına sahibim. Korumam gereken bi namusum, saçma sapan mahalle baskısı dayatmalara katlanma zorunluluğum yok. Kendim bile zorlandım bu cümleleri yazarken. O kadar haksız o kadar ayrımcı geldi ki bana, kendimden nefret ettim. Ailem beni her zaman için kızlarla eşit olduğumu bana aşılayarak büyüttü. Hepimizin aynı olduğunu, hiçbir farklı hakka sahip olmadığımızı öğrettiler. Bir de kız kardeşim var benim, bu hayatta onun için her fedakârlığı gözüm kapalı yapabileceğim, canımdan sakındığım güzel gözlü bir kız kardeşim. O da erkeklerle kızların eşit olduğunun fakat bu ülkede eşitlikten bahsedilemeyeceğinin farkında olarak büyüdü. Kendisini ne olursa olsun koruması gerektiğini acı şekillerde öğrendi. Sokaktaki yaşlı başlı adamlar ona sözlü tacizde bulunduğunda anladı bu ülkede kadınla erkeğin eşit olmadığını. Erkek arkadaşı olduğunu konu komşudan gizlemek zorunda kaldığında anladı bu ülkenin ne kadar adaletsiz olduğunu. Birkaç gün önce ailecek oturmuş haberleri izlerken, izlediğimiz haber hepimizde şok etkisi yarattı. Kız kardeşimin gözünden birkaç damla yaş süzülüyor, annem hayretler içinde ağzı açık televizyona bakıyor, babamın ağzından küfürler dökülüyordu. Ülkemde tecavüz meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. Tecavüze uğrayan okul çağındaki, 13-14 yaşlarındaki gencecik kızlar, onlara bunu yapan aşağılıklarla evlendirilebileceklerdi. Bir an için duyduklarımın gerçek olmadığını düşündüm fakat ertesi gün okula geldiğimde tüm arkadaşlarım bu haberle ilgili konuşuyordu. Bazı kız arkadaşlarım sinirleri bozulduğu için ağlıyor, ben ise içimden küfürler yağdırmakla yetiniyordum. Nasıl oldu da biz ülke olarak bu hâle geldik? Tecavüzcülerin ömür boyu hapislerde çürümesi gerekirken, nasıl onları el kadar yavrularla evlendirip, bu işi meşrulaştıracak hallere düştük? Düşündükçe boğazım düğümleniyor, sinirlerime hâkim olamıyorum. O küçük kızlar hayatları boyunca daha ne kadar tecavüze uğrayacak kim bilir. Hayatları zindan olup, kendi canlarına kıymaya çalışacaklar. Bunlara izin verenin de hükümetimiz olduğunu düşündükçe öfkemi kontrol edemiyor, elimden bir şey gelmediği için deliriyorum. Tesadüfen bir kitap okumuştum: Antabus. Tecavüzcüsüyle aile zoruyla evlendirilen bir kadının başına gelenleri anlatılıyordu. O kadın da kendi canına kıymaya kalkışmış, başaramamıştı. Kim bilir kaç tane daha böyle kadın olacak ülkemizde. Hayat boyuişkenceye, sonsuz mutsuzluğa teslim edilmiş kaç bin genç kız ve kadın canına kıymaya çalışacak, düşünmek bile istemiyorum. En başta da söylediğim gibi, ben erkek olarak geldim dünyaya, şanslıyım fakat hayatımda ilk defa şanslı olmaktan bu kadar utanıyorum. Kendime bir söz veriyorum, ömrümün sonuna kadar annem için, güzel gözlü kız kardeşim için ve bu ülkedeki milyonlarca kız kardeşim için savaşacağım. Sesleri çıkmadığında sesleri olup, onların çaresizliğini duyuracağım. Bu ülkede başka Antabus’lar yazılmasın, yeter! KAYNAKÇA Şahiner, Seray. Antabus. 3. Baskı. İstanbul: Can Yayınları, 2014.
Görkem TÜZEL 21602845 YETİNEBİLMEK Hep en yüksekte ben olmalıydım, en iyi ben olmalıydım. Olmadığımda ne mi olurdu? Çıldırır, delirirdim. Hayatla ilgili bütün motivasyonumu kaybederdim. Yorucu değil miydi? Çok yorucuydu. Hatta bazen yatağıma uzanıp hiçbir şey düşünemiyordum. Bir insan için düşünememekten daha kötü ne olabilirdi? Bu konudan ne zaman birilerine bahsetsem ailemi suçlar, bu hırsın sebebini onlar olarak görürlerdi. Oysa ailem beni ne okulda ne de katıldığım yarışma ve etkinliklerde hiçbir zaman hırslı biri olmaya itmemişti. Beni kimseyle karşılaştırmaz, çalışmaya zorlamaz, en iyi olmam konusunda hiçbir eğilim göstermezlerdi. Nasıl her insanın bir ham maddesi olursa benimki de buydu. Kimisi ağırbaşlı kimisi yaramazken ben doğam gereği hırslıydım. Başlarda beni başarıya götürenin hırsım olduğuna inanmıştım. Ortaokulda sınav başarısına göre sınıflar ayarlanırken beni ilk sınıfta olmayı hak etmeme rağmen ikinci sınıfa koymuşlardı. Köpürdüm ve koşarak bunlardan sorumlu öğretmenin yanına gidip sebebini sordum. Yedi yıl geçse de aradan söylediği cümleyi asla unutamadım: “ Seni ikinci sınıfa koyduk çünkü o zaman daha çok hırslanıp çalışacağını düşündük. ” . Sinirim geçmemişti hatta artmıştı çünkü öyle olduğunu ben de pekala biliyordum. Düşmek, geride olmak beni daha da çok çalışmaya itiyordu, öyle de oldu. Günde en az üç saat ders çalıştım ve bir sonraki sınavda okul birincisi oldum. Benzeri bir durum da lisedeyken hazırlık sınıfımda yaşandı. Bir arkadaşım İngilizcede beni geçince bütün hafta dışarı çıkmadan çalışıp tamamen onu geçmeye uğraştım. Cümlenin son kısmı çok önemli çünkü kendim için çalışmadım, onu geçmek için çalıştım. Hırsımın beni ileri taşıdığını fark ettiğim o yıllarda onu daha da benimsedim. Yeni bir ortamda, yeni insanlarla tanıştığımda kendimle ilgili anlatacağım ilk şey hırsım ve onun sayesinde elde ettiğim başarılarım olmuştu. Farkında değildim, bu hırs beni çok yanlış yerlere götürüyordu. Son duraktı: mükemmeliyeçilik. Dedim ya farkında değildim. Farkınaysa çok acı vardım. Yine hazırlık yılımda o zamanlar çok yakınım olan bir arkadaşımla bir grup çalışması sebebiyle tartıştım. Onu öyle sinirlendirdim ki sınıfı terk etti ve tam kapıdayken bana tek bir cümle söyledi: “Yeter bu mükemmeliyetçiliğin, herkes hata yapabilir. “ . Çok utandım. İnsan kendisiyle ilgili farkında olmadığı bir gerçeği başkasından duyunca o insandan uzaklaşır. Ben de hızla soğudum o arkadaşımdan ; ama günlerce aylarca düşündüm. Şimdi bile arada aklıma gelince içimi sıkar bu sözler. İçimdeki canavarla tanıştığım gün, o gün oldu. İnsanın hamurunu tamamen bozup baştan yapması ve o hamurun tekrar şekil alması, şeklin tutması mümkün müdür? Bunu bilmiyordum ama denedim, hala deniyorum. Bu yolda bana en önemli adımları arkadaşlarım ya da ailem attırmadı. Hiç beklemeyeceğim, kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek bir insandı. Aklıma gelmezdi çünkü tanımıyordum bile. Lise ikiydim, bir proje sebebiyle tanıştım Hasan Ali Toptaş’la. Bir ay boyunca onun Gölgesizler romanını okuduk ve daha sonra kendisini ODTÜ’de ağırlayıp onunla kitap hakkında konuştuk. Hasan Ali Toptaş’la okul projesi dışında iki kez daha konuşma fırsatı yakaladım. Biri TED Ankara Koleji’ nin edebiyat sempozyumuydu. Birçok yazarla tanışmıştım ama Hasan Ali Toptaş farklıydı. Taşrada büyümüş, sonra kitaplarıyla taşranın dışına fışkırmış bir çocuktu o. Farklıydı benden. Ben olsam daha da enginlere koşmak için can atar daha iyisi için çabalardım. Küçükken kafasında çıkan bir yara sebebiyle onunla dalga geçilince içine kapanmış, uzaklaşmıştı somutluklardan. Ben olsam benimle dalga geçen çocukları yenebileceğim yollar arardım. Birkaç kitabı basılmamış reddedilmişti. Ben olsam en iyi olamadığımı düşünür ve pes ederdim, o etmemişti. Farklıydı benden, çok farklıydı. Hata yapmak, düşmek onun için olağandı. Birçok yazar gibi kendini kelimelerin efendisi, sayfaların hükümdarı olarakgörmüyor aksine kendini kitabın altında ezmekten çekinmiyordu. Bu yüzden “Bir roman karşısında en perişan okur o romanın yazarıdır.”(Toptaş 222) diyordu. Oysa hükmetmek benlikti, yönlendirmek, istediğim yoldan gitmesini sağlamak. İpler benim elimde olmalıydı. Evet bana örnek olabilecek birçok insan vardı bu konuda. Düşmeyi, en iyi en güzel olmamayı kabullenebilen birçok insan vardı ama çok azı Hasan Ali Toptaş gibi bunu diliyle söylemeden belli edebiliyordu. “Kendimi herhangi bir yere ait hissetmiyorum.Ne bir şehre, ne bir ülkeye, ne de dünyaya.”(260) diyordu kitapta.Benim de asıl sorunum buydu. Tüm bu hırsın, çabanın, mükemmeliyetçiliğin sebebi ait olabilmek, ait hissedebilmekti. Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız isimli söyleşiler kitabını okurken bunun bir kez daha farkına vardım. Kitapta yer alan söyleşilerde anlattıklarını kendinden de dinlemiş olduğum için okurken onun sesiyle canlandı kafamda. Kendinden emin ama egoya gidecek kadar yüksek olmayan, zaman zaman titreyen sesini duydum kulaklarımda. Önsözde “ Yeryüzüne susmaya gelenler sınıfındanım diyen bir insanın, hakikaten, bu kadar konuşmaması gerekirdi.” (9) yazmıştı. Oysa onu üç kez kendi ağzından dinlemiş bir insan olarak ben, çok konuştuğunu düşünmüyordum. Ben çok konuşurdum asıl. Eğer o kendi öz ve sade anlatımını çok görüp bundan rahatsız oluyorsa benim başımı taşlara vurmam gerekirdi. Kendini anlatırken de büyüklükten , fazlalıktan kaçıyordu. Oysa ben kendimi enginlere sığdıramaz, taşırırdım. Hep en önlerde, başlarda olma arzum beni büyük yargılara yönlendirirdi. Sonradan anladım ki Toptaş’ın söyleşilerden birinde söylediği gibi “Yargılar iyi bile olsa, her zaman korkunç[tu]. ” (11). Bu bana Yunan septist Timon’un “epokhe” yani yargıyı askıya alma terimini anımsattı. Timon’a göre ataraxia yani en yüksek mutluluğa ulaşmanın yolu yargıyı askıya almaktır. Toptaş’la Timon arasında böyle bir bağ kurup ideolojileriyle benim için değerli olan bu iki insanı aklımın bir köşesine koydum. O günden itibaren her türlü büyük sözden, “En iyi benim.” demekten, “Yapamadım.” demekten ve en önemlisi “Yapamazsam bu benim için son olur.” demekten vazgeçtim. Beni yıkanın yapamamak değil, yapamadığım zaman her şeyin biteceği kararına varmakmış, onu anladım.Toptaş yine söyleşilerinden birinde “Ben, kendim olacağıma gölgem olmak isterdim.Hayatın içinde solgun solgun dolaşmak.Her herkese dokunmak hem de kimseye dokunmamak. Ağırlıksız olmak... Belki başka bir Hasan Ali vardır da ben onun gölgesiyimdir.” (27) diyor. Bu satırlardan sonra ben de kendimden biraz daha uzaklaşıp gölgeme yönelmeye karar verdim. Üstümdeki ağırlığı bunun kaldıracağından şüphem olmadı. Hayatın içinde bir koşuşturma, bir kazanma isteği olmadan “solgun solgun” dolaşmak, size nasıl anlatayım, çok rahatlatıcıydı. Sabah o gün nasıl ön plana çıkacağımı düşünmektense sabah beşte kalkıp güneş doğarken esen hafif rüzgarı hissetmeyi tercih ettim. Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız'daki satırları okudukça daha da farkına vardım, beni bu konuda etkileyen insan Hasan Ali Toptaş'tı. Toptaş bulutların üstünde olmaya meraklı değildi, sadece bulutların üstünü görse ona yeterdi. Ben de yetinmeyi öğrendim onunla. Kaynakça: Toptaş, H. A. (2014). Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız. İstanbul: İletişim
Berrin Özcan 21502230 İnsan Ruhundaki Cehalet ve Bilgelik Çatışması José Saramago'nun dünyamızın yüzleştiği en büyük sorunlardan birine değindiği yapıtı Mağara, her insanın içinde kendinden bir şeyler bulacağı, sıcacık hislerle dolu bir roman. Her ne kadar basitçe, geleneksel karakterleri ele alarak yazılmış olsa da aslında Mağara, arkasında kocaman bir felsefe barındırıyor. Geleneksel kasaba hayatını kent yaşamının soğukluğuyla çok iyi karşılaştıran José Saramago, adeta bizlere bizim bildiğimiz bir hikayeyi baştan ancak çok daha güzel bir şekilde anlatıyor. Üretkenlikten uzaklaşıp nasıl tüketimi temel alan bir yaşama geçtiğimizi alegorik ve kendine has muhteşem üslubuyla anlatan yazarın kusursuz bir başka başyapıtı Mağara. Mağara, bugünlerde de sıkça karşılaştığımız modern ve geleneksel yaşam karşıtlığını, suni, güvenli olduğu iddia edilen, ruhsuz ve tüketime dayalı bir Merkez ile geleneksel, üretken ve doğal hayatın çatışması olarak temel alıyor. Ve bu yüzden romanın beni en çok etkileyen noktalarından biri, baş kahramanımız çömlekçi olan ve kasabada basit bir hayat yaşayan Cipriano Algor'un Merkez ile verdiği mücadeleydi. Kahramanımızın en başından beri içinde bulunduğu basit ancak gerçek duygular, yaşadığı hayatını bırakmak istememesi ve kızı ve damadıyla birlikte Merkez'e taşınma fikrine direnmesi çok etkileyiciydi. Ancak plastik tabakların Cipriano Algor'un ürettiği çömleklere tercih edilmesi ile neredeyse kahramanımızın dünyası başına yıkılıyor ve bu durumun okuyucu için de çok üzücü olduğunu düşünüyorum. Modern hayatın bizlere getirdiği neredeyse bütün kolaylıkların böyle bedelleri olduğunu anlamak ve kahramanın duyguları ve düşünceleri beni derinden sarstı ve duygulandırdı diyebilirim. Ayrıca romandaki en güzel şeylerden biri de samimi ve sıcak ilişkiler ve onların kentin suniliğinden uzak, saf sevgiye dayalı olmasıydı. Geleneksel ancak bir o kadar da sıcak olan karakterler okuyucuya, gerçek duyguların kaynağı olan doğal yaşamın, süslü cümlelerle anlatılan kent yaşamından nasıl kat be kat daha iyi olduğunu çok güzel anlatıyorlar.Romanda üstü kapalı bir şekilde ancak hikayeye çok güzel adapte edilmiş insan ruhundaki mağara alegorisi daha önce üzerinde hiç düşünmediğim derin bir felsefe olmakla beraber beni kitapta en çok etkileyen şey oldu. Birçok insanın kent hayatı için kasabadaki hayatını göz kırpmadan terk etmesi ve aslında gerçekleri ve gelecekteki tehlikeleri görmemesi adeta bir mağarada gün ışığından ve hakikatlerden bihaber duvarların karşısında yaşamaya benzetiliyor. Ancak cesur olup kahramanımız Cipriano Algor gibi gerçeklerle yani gün ışığıyla yüzleşmek bizleri o mağaradan ya da suni hayattan kurtarıyor. Romanın derinlerindeki bu etkileyici felsefenin gerçekten anlaşılması güç ancak son derece doğru olduğunu düşünüyorum. Karanlık yani cahillik ile aydınlık yani bilgelik arasındaki farkındalığı kazanma sürecini en güzel şekilde anlatıyor yazar. Cipriano Algor'un da aslında bu farkındalığı Merkez'e yerleşmeden önce kazanmış olması ve bu nedenle oradan uzak durma isteğini çok iyi anlamış oldum ancak bunun derinliklerinde böyle güzel bir felsefenin yatıyor olması beni hem şaşırtmış hem de heyecanlandırmıştı. Ve bir kez daha yazarın anlatımına hayran kalmama sebep olmuştu diyebilirim.Mağara, hem toplumumuzun içinde olduğu durumu çok güzel anlatan hem de bu durumdan kurtulmak için bize harika bir çıkış yolu öneren José Saramago'nun büyüleyici baş yapıtlarından biri. İnsanın ruhundaki mağarada içine girdiği cehalet ve bilgelik çatışmasını, sıradan insanların hayatına çok güzel dahil ederek büyük bir ders veriyor aslında bu roman. Her okuyanın damağında güzel bir tat bırakan, samimi ve sıcak anlatımıyla çarpıcı gerçekleri bir araya getiren Mağara, kuşkusuz herkesin okuması gereken kitaplardan. Kaynakça Saramago, J. (2014). Mağara. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi.
Hayalet Oğuz Tezer Özlü'nün birçok kitabını okumama rağmen, Eski Bahçe Eski Sevgi adlı eseri kıyıda köşede kalmıştı. Bu ödevin benim için bir fırsat yarattığına karar verip bu kitabı seçtiğimde, ortalarına doğru büyük bir sürprizle karşılaşacağımı asla düşünemezdim. İnsanların sevdiklerini, beklenmedik yerlerde bulmaları ne çok neşe veriyor diye sevinirken; kim bilir başka nerede neler var, çok seveceğim ama ben göremiyorum deyip hayıflanmadım da değil. Kitabı bir cumartesi günü kahvemi içerken okuyorum, hava çok güzel, yan masada iki sevgili gülüşüyor, önce onlara bakıyorum sonra bir sayfa daha çeviriyorum ve yeni bir hikaye başlıyor : Hayalet Oğuz... Ömrü bitenlerden...Cenaze töreni yapılmış Tezer Özlü'nün deyimiyle "Eğlentili Bir Gömme Töreni" ile ve sıra Oğuz'u anlatmaya geliyor. Okudukça o kişiyi tanıdığımı fark ediyorum. Bu kişi Oğuz Haluk Alplaçin, yıllar önce O Pera' daki Hayalet adlı kitapta anlatılan adam yıllar sonra bu kitapta karşıma çıkıyor. Ömer Uluş'un deyimiyle "sadece o an var olan insan" Haluk Oğuz Alplaçin. Peki bu adamı benim için farklı yapan, Tezer Özlü için farklı yapan ve hatta cenazesine katılan 30 dostu için farklı kılan ne? Tek bir iğnesi bile olmamış Haluk Alplaçin'in ömrü boyunca, kitap çevirmenliği yapmasına rağmen bir kitaplığı hatta bir kitabı bile yokmuş. Okuduğu kitapları arkadaşlarına verirmiş. Az kazandığı parayı hemen arkadaşlarıyla harcar, geri kalan zamanını dostlarıyla, onlarında evlerinde geçirirmiş. Hiç şikâyet etmezmiş, akciğer kanseri olduğu zaman bile. Hep mutluymuş ve hep çevirisini mutlu edermiş. Özlü eserinde şunu yazmış: İnsanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekânın bile işi değil. Ancak Hayalet Oğuz adlı öyküde, Haluk Oğuz Alplaçin'den yola çıkarak asıl dikkat çekmek istediğim nokta hayatta bizi neler mutlu ettiği ve hayatı neler için yaşadığımız oldu. İlk önce şu zamanda yaşayacak olsaonun, ne bir televizyonu ne de cep telefonu olurdu diye düşündüm. Ve muhtemelen yine yersiz yurtsuz olacak, arkadaşların yanında göçebe yaşayacaktı. Ancak Alplaçin'i bir kenarda bırakırsak günümüzde insanlar mutluluğu nerde arıyor? Ortalama birini baz alırsak yaşadığı bir evi, iyi kötü evinde eşyaları var. Sabah alarmı en az üç kere erteledikten sonra kalkıyor, kötü bir kahvaltı yapıyor, koştura koştura işe ya da okula gidiyor, akşama doğru onlarca angaryadan sonra ağır bir trafik buhranıyla dönüyor, biraz ekrana bakıyor, arkadaşlarıyla sohbet edebilmek için buluşacağı cuma gecesini düşünerek kendini rahatlatıyor ama en önemlisi hafta sonu alışverişe çıkıp yeni alacağı kazağı/ telefonu/ bilgisayarı düşünerek yatıyor belki de daha iyi bir evde oturmak için yeni bir ev satın almayı ve bunun için kredi çekmeyi düşünüyor ve döngü başlıyor. Kredi al, ev al,öde; kredi al, araba al öde; yeni sezonda yeni kıyafetler çıkmış, bu yıl kırmızı çok moda, ver kredi kartını al kırmızı kazağını... Bir yandan Özlü'nün Hayalet Oğuz'u "ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi" diye anlatırken ilerleyen sayfalarda ne denli ince ruhlu, mutlu, hayatı seven biri olduğunu belirtmesini; diğer yandan ise toplumun büyük çoğunluğunun daha fazla almak için ne kadar çok çalıştığını, yorulduğunu, ruhsuzlaştığını düşünüyor acaba kim daha çılgın diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Kitaba dönecek olursak ben zaman zaman Virginia Woolf tadı aldım. Kitap 18 yılın eseri, her sene bir parçası yazılmış. Muazzam bir sabır ve emek ürünü olduğu ortada. Hem yazarın hem de zamanın değişimine tanık olmuş oldum bu sayede. Edebiyatın lirik prensesi Tezer Özlü beni yine yanıltmadı ve güzel hislerle kitabı rafa geri koydum. Kaynakça: Tezer Özlü, Eski Bahçe Eski Sevgi, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. 2013
Duru Değimli 21704032 Hayaller ve Zehirli Otlar Kraliyet Cemiyeti’nin başkanı “Havadan daha ağır bir nesnenin uçması mümkün değildir.” demiş olsa da mümkündür; uçtular, uçuyorlar ve uçacaklar. Araba üretimi için kredi vermeyen bir banka müdürü “Atlar her zaman kullanılacaktır. Otomobil ise ancak geçici bir moda olabilir.” demiş. Ne kadar güzel demiş olsa da otomobil hala geçmeyen bir moda, değil mi? “IBM”in başkanı “Dünya piyasası beş bilgisayardan fazlasını kaldıramaz.”, “20th Century Fox”un başkanı ise “Televizyon en geç altı ay içinde piyasadan silinecektir. İnsanlar her akşam böyle bir kutuya bakmak istemez.” dediği halde bugün her evde en az bir televizyon, en az bir bilgisayar var. Bazıları düşünüyor, düşlüyor; diğerleri ise olmaz diyor. Peki niye olmaz, yapamazsın diyorlar? Herhalde, insanlar bu konuda da ikiye ayrılıyor; hayalperestler ve korkaklar olarak. Hayalperest dediğime bakmayın siz, ben öyle her anını sadece hayal kurarak, harekete geçmeden yatarak geçirenleri kastetmiyorum. Benim hayalperestlerim yaratıcılığın bilimde, hatta sadece bilimde de değil; hayatın ta kendisinde, elzem olduğunu bilen, yarını şekillendirmek için bugüne takılı kalmamak gerektiğinin ayırdında olan ve en önemlisi de hayallerini gerçekleriyle yoğurabilenler. Çağlar boyu birçok hayalperest gelmiş geçmiş ki bugün olduğumuz yerlere gelebilmişiz biz. Peki ama ya hayallerini gerçekleştiremeden vazgeçirilenler… İşte burada bence bir de onları vazgeçirenlere, yani korkaklara dönüp bakmalıyız. Hayalperestlere bakınca, aldıkları risklere ve başardıklarına bakınca korkanları hiç ama hiç anlayamıyorum. Hayallerin getireceği başarıları görüp bu riski neden alamaz ki insan? Yani en kötü ne olabilir ki başaramazsak? Ucunda ölüm yok ya. Bu durumu bir de korkaklardan duymak gerekirse burada Colonna’ya dönebiliriz. “İnsan olanaksız umutlar besleyerek yaşadığı sürece zaten bir kaybedendir. Sonra bunun farkına vardığında da her şeyi boş verirsin.” diyen Colonna’ya… Neresinden tutsam, nereden başlasam bilemiyorum; o kadar yanlış geliyor ki bu düşünce bana. Ben yine de baştan başlamaya çalışayım. Öncelikle, olanaksız umut da ne? Bu kadar sert çıkmış olsam da şimdi düşünüyorum da… Gerçekten de uçmak, hele de havadan ağır nesnelerin uçması, bana da çok olanaksız gelebilirdi. Veya yürürken; yüzerken Dünya’nın kıyısından düşmemek… Ama birileri, ne kadar olanaksız görünse de bunları düşündü, fark etti ve hayata geçirdi. Kulağa zor geliyor diye vazgeçerek ilerleyemezdik zaten. Ama Colonna’nın karamsarlığı burada da bitmiyor ki. Bu sözde olanaksız umutlara kapılıp Howe, John. The Edge of the World. Alınan Tarih 05.03.2018 yaşayanların birer kaybeden http://www.john-howe.com/portfolio/gallery/details.php?image_id=300 olduğunu da dile getiriyor.Kaybeden… Nedense çok takıntılıyız kazanmaya, kaybetmemeye. Aylar, yıllar geçtikçe düzelmemiz gerekirken git gide artıyor kazanma tutkumuz ve elbette kaybetme korkumuz. Düzelmediğimiz gibi, bir zehirli otun tüm ormanı zehirlemesi gibi, etrafımızı da kendimize benzetiyoruz. Oysa en kötü ne olabilir ki? Ucunda ölüm yok ya... Daha önce de söyledim, biliyorum. Ama o kadar çok seviyorum ki bu sözü, anlatamam. Her şeyi yapabileceğimizi düşündürmese de denememiz gerektiğini bundan daha güzel anlatabilecek bir söz yok bence. Çünkü korkacak bir şey yok, kaybedecek bir şey de yok zaten. Çünkü ömrümüz bir yarış değil, bu yüzden de kazanmak veya kaybetmek yok aslında. Ne yazık ki böyle düşünemiyor; yarışmak, kazanmak ve hep kazanmak istiyoruz. Hatta belki de bu kazanmak hırsıyla kirleniyor, en sonunda da “çocukça” işlere; hayal kurmaya vakit bulamıyoruz ya da bulmak istemiyoruz. Hayal kurmaktan ve kaybetmekten korktukça da ya kalıyoruz olduğumuz yerde ya da geri gidiyoruz, hayalperestleri de korkutarak, zehirleyerek. Ezcümle, ucunda ölüm olmadıkça ne korkmaya ne de korkutmaya gerek var. Zaten kısa olan ömrümüzü de bir yarışa çevirip hemen bitirmeden; durup hayal kurarak ve hatta bu hayalleri gerçeğe dönüştürerek devam etmeliyiz bu yola. Hayallerimizin önüne geçmeye çalışanlar olsa da hayallerimizi gerçeklerle yoğurabilmek dileğiyle… Kaynakça Eco, Umberto. Sıfır Sayı. Çev. Eren Yücesan Cendey. Doğan Kitap, 2015. Howe, John. The Edge of the World. Alınan Tarih 05.03.2018. http://www.john-howe.com/portfolio/gallery/details.php?image_id=300
BİR BÜTÜNÜN PARÇALARI Dilara AKINCI Madımak yangını, Hrant Dink cinayeti ve diğer faili meçhul bir çok cinayet, patlayan bombalar, ölen gençler hepsi bu ülkenin gerçekleri. Hepsinin altında yatan sebep nefret, kin, hırs ve cahillik. Sen alevisin, sen Ermenisin, sen Kürtsün, sen Türksün diye diye birbirimizi tüketeceğiz neredeyse. Oysa sen insansın diyebilseydik bu kadar acı, bu kadar ölüm belki de hiç yaşanmayacaktı. Bütünlüğümüz hiç bozulmayacaktı. Bu ülkenin bir güzelliği var. O kadar farklı kültürlere yüzyıllardır ev sahipliği yapmış ki artık biri olmadan diğeri anlamsızlaşmış. Şarkılarımız, türkülerimiz, yemeklerimiz, deyimlerimiz, espri anlayışımız bile birbirinin içinde erimiş, kaynaşmış. Bu güzelliği yok ediyoruz. Ötekileştiriyoruz. Haydar Ergülen kitabında kendi çocukluğunu örnek vermiş. Alevi olduğu için din öğretmeninin ona her dersin sonunda zorla namaz kıldırmaya çalışması gerçekten bugün ki durumumuzu daha iyi anlamama yardımcı oldu. Bir şeyler zaten eskiden beri yanlışmış ama bu yanlış gitgide büyümüş. Onarılamaz değil ama her gün kanayan bir yaraya dönüşmüş. Ne kadar da yanlış. Ne kadar da gereksiz şeylerle uğraşıyoruz bakıldığında. Oysa hepimiz bu toprakların çocuklarıyız. Hepimizin atalarında kürdü de vardır rumu da vardır ermenisi de vardır lazı da vardır, vardır da vardır. Bunun ayrımına gireceksek işin içinden çıkamayız ki nitekim çıkamıyoruz da çünkü birbirimize olan saygımızı o kadar kaybetmişiz ki önümüzü göremiyoruz. Bazılarımız uğruna masum insanları öldürecek kadar kör olmuş durumda. En kötüsü de bu kadar acıya toplumun sesini çıkaramıyor olması. İşte asıl o insanlar o zaman ölüyorlar. Toplum kaybettiği her can için tepki göstermelidir. Yurt dışında bir kişi öldürülsün yüzbinler sokağa dökülür. Bizde o ses kısık. Belki de yapımızdandır diyeceğim ama Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış bir halktan bahsettiğimi hatırladığımda yapımızla ilgisi olmadığını düşünüyorum. Öyleyse ne bizi bu kadar tepkisizleştiren ? Bence çok kötü bir şey ama alıştık. Biz ölümlere, şehitlere, bombalara alıştık. Bu sene Haziran ayından beri birçok şehit verdik birçok gencimizi kaybettik. Haziran’daki tepkileri şimdi görmüyorum. Ne kadar acı insanların ölümlerine alışmış olmak.Bu yaşananlar Yabancı bir ülkede Avrupa’da yaşansakıyametler kopar. Biz de maalesef insanımıza verilen değer azaldı. Çünkü artık Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan bizler başka bizlere bölündük. Herkes biz diyor ama başkasını kastediyor. O kadar çirkinleşti ki bu durum artık ölenleri de ayırmaya başladık. “Kürtler ölmüş, Türkler ölmüş, ölen gazeteci ermeniymiş” artık cümleler hep böyle kimlik üzerinden kuruluyor. Bir insan öldükten sonra Ermeni olsa ne olur Türk olsa ne olur. Onu da geçtim insanlar artık biri öldüğünde “oh iyi ki ölmüş” diyebiliyor ve o canın ölümünü protesto edenleri vatan haini ilan edebiliyor. Böylece insan bazen insan olduğundan utanıyor. İnsanlar bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyetinden vazgeçmeliler. Bu ülkede bir kişinin dahi düşüncesinden veya inancından dolayı öldürülmesi hepimizin öldürülebileceği anlamına gelir. Hepimiz bir gün sosyal medyada en çok konuşulanlar listesinde bir numara olabiliriz. Bizim de fotoğraflarımız Facebook’ta paylaşılabilir. Bu yüzden sen, ben , o farketmeden bizi biz yapan değerlere saygı duymalıyız. Daha fazla gencimizi kana boğmadan bu duruma bir dur diyebilmeliyiz. Sahip çıkılmalı bu ülkenin tüm kesimlerinden olan gençlere, çocuklara, insanlara. Büyüklerim hep biz neler gördük bu ülkede neler yaşadık der. Haydar Ergülen de aynı şekilde hatta yaşadıkları o kadar zor gelmiş ki umudunu bile yitirmiş. Sanırım bizler de ileride bu gördüklerimizi anlatacağız çocuklara, gençlere. Ancak Haydar Ergülen’den farklı olarak benim hala bir umudum var. Ben bana bırakılan gibi bir ülke bırakmak istemiyorum gelecek kuşaklara. Bunun için de elimden ne geliyorsa yapmaya hazırım ve benim gibi düşünen kürtler, türkler, lazlar, aleviler, sünniler, ermeniler bulabileceğime inanıyorum. Düşünceler inançlar farklı olabilir ama amaçlar bir olursa bu ülkenin başaramayacağı şey yok inancındayım. Tarihte kanıtları mevcut. Yeter ki inancımız olsun. Yeter ki umudumuz olsun. KAYNAKÇA Ergülen, Haydar. Vefa Bazen Unutmaktır. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi,2014. Baskı 1.
MİRA TARHÜK TURK 101-12 YENİDEN Çaresizliğe, mutsuzluğa ve tabii umutsuzluğa… Kendini eksik hissettiğin, yarım kaldığın her ana en güzel ilaç, bir anda çıkarmış insanın karşısına. Bunu kendimi en yalnız hissettiğim, en her şeyden vazgeçtiğim anda, en büyük sığınağım olan müziğin sonsuz dünyasında gezinirken öğrendim. Bazen kalbinizde garip bir ağrı hissedersiniz, taa en derinlerden gelen. Yalnızlık, mutsuzluk tüm vücudunuzu sarar. Artık hiçbir şeye inancınız ve hiç kimseye güveniniz kalmamıştır hatta. Eşyanın sadece eşya, gökyüzünün sadece gökyüzü, sözlerin sadece söz, uzun lafın kısası her şeyin anlamını yitirdiği zamanlardır bunlar. Sadece yaşamsal faaliyetlerle hayat sürdürülür, yaşam demeye bin şahit istercesine… Ben bu bahsedilen ağrının ne demek olduğunu çok iyi bilenlerden oldum uzunca bir süre, yazık ki.. Ve bu ağrıdan kurtuluşum da; en beklemediğim anda, hayatıma yeniden anlam katan, bana ne için nefes aldığımı hatırlatan o konser sayesinde oldu. Bundan yaklaşık bir yıl önce; kendimi en bitik hissettiğim zamanlarda aldığım bir telefonla kendimi bekli de bu ülkenin gelmiş geçmiş en önemli müzik dehalarından olan ve pek tabii benim ben olduğum zamanlar her şarkısını defalarca dinlediğim Mazhar Fuat Özkan üçlüsünün konserinde bulmuştum. Kendi depresif yaşantımdan hiç çıkmak istemeden, ayaklarım geri geri basarcasına gittiğim bu konserde; şans bu ya, normal şartlarda deliler gibi hayranı olduğum Mazhar Alanson’u tüm duygusuz bakışlarımla en önden izleme fırsatı yakalamıştım. Başlarda ruhtan ayrı bir beden olarak gittiğim, söylene söylene mekana girdiğim o konser, her notasını ezbere bildiğim o şarkının girişiyle bu sefer bende bambaşka bir anlama sahip olmuştu. İki şarkı çaldı, üç şarkı çaldı, yavaş yavaş eski beni hatırlar oldum. Etrafıma neşe saçtığım, hayallerle yaşadığım zamanlar, yakın ama bir o kadar uzak mazi olarak gözlerimin önüne gelmeye başladı. İşte tam o sırada üstad Mazhar Alanson, içinde bulunduğu onca sahne ışığı arasından bakışlarımdaki ruhsuzluğu fark etmiş olacak ki, gelecekten sıfır beklenti süren hayatıma bir nokta koydu. Gözlüğünü çıkardı, sorgulayan bakışlarla uzunca gözlerime baktı, ardından ‘’Benim hala umudum var..’’ sözleriyle şarkıya girdi. Daha önce defalarca duyduğum, dinlediğim sözler; uzunzamandır varlığından şüphe duyduğum tüm hislerimi yeniden canlandırmaya başladı. Dakikalar önce bir yabancıyı hatırlarmışçasına hatırladığım, dimdik ayakta durduğum hallerim bir anda içimde ben hala buradayım dercesine kıpırdanmaya başladı. ‘’Güzel günler bizi bekler, eyvallah dersin olur biter’’ geldi sözlerin devamında, göz kırptı ve salondaki kalan binlerce insana hiç fark ettirmeden hayatıma dokundu. Bu sözleri duyduktan sonra yanımda duran kişiye baktığımda yüzümde çok uzun bir zaman sonra buruk bir gülümseme hakimdi. Ben bunca zaman kendime bunu neden yaptım isyanlarıyla dolu buruk bir gülümseme, merak etmeyin ‘’geri dönüyorum’’ diye haykıran. Beni belki de aylar sonra ilk defa yeniden dolu dolu bakarken görmüşlerdi, en güzel yanı gülümsemem onca zaman sonra yeniden gülümsetmişti. Tüm bunlardan aldığım güçle o an anlamıştım, vazgeçmek için her zaman çok erken. Hiçbir zaman hiçbir dert, gözlerinin içi gülen bir insanken bomboş bakışlara sahip birine dönüşmek için yeterli değil. Sadece sahnelerden tanıdığım, beni hiç tanımayan bir insanın, tek bir şarkı ile bende yarattığı farkındalık, kendimle yaşadığım yüzleşme beni yeniden ben yapmıştı. O gün anladım ki bu hayatta ne zaman kimin nasıl hayatınıza dokunacağı hiç belli olmaz. Bazen küçük bir bakış, bazen tek cümle, bazense bir şarkıdan duyulan küçük bir tını. Her zaman ayağa kalkıp sıfırdan başlayacak kadar genciz. En çıkmaz sandığınız sokaklara ışık tutup, size çıkışı gösterecek, elinizden tutup yardım edecek bir şeyler hep vardır, eğer görmek isterseniz…İnsan istedikten sonra en umutsuz olduğu zamanlara her an güneş doğabilir. Kişi mutlu olmak istedikten sonra önünde hiçbir engel engel değildir. Asla unutulmaması gerek: İnsan umut ettiği sürece vardır; umutlarıyla yaşar, umutsuzluğuyla solar. Dipnot: Kullanılan fotoğraf, bahsedilen konserde tarafımdan çekilmiştir.
Konuşmanın İmkansızlığı İnsan neden konuşmak ister sorusunun cevabı çok açık: Aklındakileri aktarabilmek. Peki ya bunu doğru yapamadığını bildiği halde neden hala bunun için çabalar insan? Bir arkadaşıma bu soruyu sorduğumda “Aktardıklarını dinleyen insanlar sana fikirlerinden ötürü saygı duyabilirler ve bu seni tatmin eder.” dedi. İşte yine o büyük konu; tatmin olmak. Hayatta her şeyi tatmin olmak için yaptığımız aşikar, zorunlulukları bile. Duyacağımız bir teşekkür ya da onaylayan herhangi bir bakış zorunlulukları bile tatmin duygusuyla bütünleştirir. Maalesef tatmin olmak mutluluk hissinden çok daha önemlidir bazı insanlar için. Oysa farketmezler ki mutluluk sürekliyken tatmin anlara bağlıdır ve yine farketmezler ki mutluluk istediğinde elde edebileceğin bir şey değildir. Gelgelelim insanlar bunu bilse bile anlık olanı tercih edebilirler ve bunu düşündüklerini aktararak yapmak isteyebilirler. Fakat neden kendilerini kalıplara sokan bir aracı tercih etsinler ki? Wittgenstein der ki: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” Bana göre de dil kişinin dünyasını kısıtlar daha doğrusu kişinin dünyasını kısıtlı olarak yansıtır. O yüzden dili kullanmadan konuşanlara imreniyorum. Mesela resim yapanlar: Akıllarının içindekini öyle bir yansıtırlar ki kusur bulamazsın, zaten bu ifade biçiminde doğruyu aramak yanlıştır. Çünkü çizdiği her çizgi, yaptığı her kusur onun yine aklından geçenlerdir. Bir başka konuşma biçim olarak da dansı görüyorum. Atılan her bir adım, hareket eden her bir vücut parçası aslında birer sözcük gibidir ve bu sözcükler dilin aktarabileceklerinden daha fazlasını aktarır. Kendi adıma diyorum ki keşke bir perde olsaydı ve düşüncelerimi doğrudan bu perdeye aktarabilseydim ve konuşmama gerek kalmadan anlaşabildiğim , beni ben olarak tanımlayabilseydim. İşte o zaman hiçbir araca ihtiyacım kalmazdı. Fakat bu mümkün değil, en azından şu an için. Yine de mümkün olan bir şey olsaydı o zaman sosyal çevremdeki ben şu an çevremin gördüğünden çok farklı olurdu. Düşüncelerin bir perdeye yansıtılması ne kadar düşsel gelse de muhtemelen gerçek benliğimiz burda açığa çıkardı. Aslında hayatımızı ve düşüncelerimizi yansıtabildiğimiz kadar varız ama biz tam kapasiteyle tüm düşüncelerimi aktardığımızda insanlar asıl kişiliğimizi görmüş olacaklardı. Bu durumun çok farklı etkileri olabilirdi hayatımıza, fakat etkisi iyi mi olur, kötü mü olur, kestirmek zor. Bilinçaltımızda istemsizce oluşan kendimizi iyi tanıtma güdüsü gündelik hayata sandığımızdan çok etki yapıyor. Bu karşı konulamaz bir gerçek ne yazık ki. Konuşmadan varoluşsal olarak anlaşabildiğimiz insanların sayısı oldukça az olurdu bu senaryoda. Ama o zaman sadece bizi kendi gerçek benliğimizle tanıyan bireylerle bir arada olurduk. Çünkü kendimizi kendimize anlatma ihtiyacı hissettiğimiz o kısır anlarda bile sözcüklere döktüğümüz zaman - yalnızca kendimize dahi olsa - bir anda kelimeler kifayetsiz ve yetersiz kalmaz mı? O yüzden düşüncelerimizi doğrudan aktarabilme ve hatta resmedebilme imkanımız olsaydı sanırım hayat daha az yalanlarla ve daha fazla gerçeklikle dolu olurdu. O zaman neysek o olurduk ve insanların sandığı kişi değil sadece kendimiz olurduk. Sadece birinin gözlerine bakarak anlaşabildiğimiz anlar bizi ne kadar mutlu eder bunu düşünmek gerek. Bu anların çoğalması hayata daha derin ve yüzeysellikten uzak anlamlar katabilirdi.Ben konuşarak derdimi anlatmayı bırakalı çok zaman oldu ancak bu alışkanlığı tamamen bırakabildiğim söylenemez. Hala içimde bir yerde yanlışları önleyebileceğimi düşünüyorum ve bunun konuşularak ifade edilebileceği fikrine kaptırıyorum kendimi. Ancak bunun tersini yaptığımda, yani konuşmadığımda, yanlışlar da doğrular da yaşanarak öğreniliyor ve farkındayım ki bu harflerden, kelimelerden, vurgulardan ve cümlelerden daha etkili. Kendinizi anlatmak zorunda kalmadığınız güzel günler dileğiyle… Sıla Kenar 3 Mart 2017
Zayıf bir yaşam Güçlü ve güçsüz tanımı her konu için değişebilmektedir; spor, oyun, zekâ ve daha birçok konu. Her konuda en zayıf olmak diye bir şey mümkün olamaz, eğer çok zayıfım diye düşünüyorsanız daha güçlü olduğunuz konuyu bulamamışsınız demektir. Mesela ben sporda zayıf olduğum halde teknolojide ve matematik işlemleri yapmakta oldukça güçlüyümdür. İzlediğim filmin ismi No Game No Life: Zero’ydu ve bu filmi izlerken de güçsüz kimsenin olmadığını bir kez daha anladım. Film büyüler ve farklı ırkların olduğu bir dünyadaki savaşı anlatıyor, ancak bütün bu ırkların savaşında bir toz tanesinden farksız olan tek ırk insanlık. Neden insanlık bu kadar küçük görülüyor? Çünkü güçsüzler! Daha doğrusu büyü kullanamayan tek ırk olduğundan güçsüz olarak kabul ediliyorlar. Bu yüzden insanlar o dünya savaşında dikkate dahi alınmıyorlar. Diğerleri savaşı kazanmaya odaklanmışken, insanlar bir gün daha yaşayabilsem diye düşünüyorlar, çünkü daha asıl güçlerini fark edemediler. Bazıları kas gücü ile çalışırken her zaman zekâ gücü ile onlara karşı koyacak insanlar da olur. Ne kadar kas gücüne sahip olursanız olun iyi bir zekâ oyunu her zaman sizi alt edecektir, çünkü zekâ insanların sahip olduğu en değerli hazinedir. Günümüzde de böyle değil mi? Yeni buluşlar, daha iyi yaşam ve daha fazlası; bunların hepsi insanların zekâsı ve fikirleri sayesinde oldu ve olmaya devam ediyor. Filmimizde de herkes umutsuzluğa kapılıp ölümü beklerken içlerinden bir tanesi insanların gerçek gücünü fark ediyor, zekâ. Diğer bütün ırklar güçleri yüzünden düşünmeye gerek duymazken insanlar düşünmeye, beyinlerini çalıştırmaya başlıyorlar. İşte burası benim için en önemli bölümdü, çünkü düşününce bizim dünyamıza çok benziyor; geçmişte bizde de zekadan çok kas gücü olan insanlar önemli yerlerde olurdu ancak kas gücünün insanları getirebileceği yer sınırlı olduğundan dolayı zeki insanlar öne çıkmaya başladı. Güçlü kavramı bir anda yön değiştirdi. Eskiden kaslı olunca güçlü olan insanlar güçsüz sayıldı, çelimsiz ama zeki olan insanlar şirketler kurup prestij sahibi olunca herkesin gözünde güçlü olanlar oldular. Peki sizce filmdeki zekasını kullanan o insana ne oldu? Savaşta bütün ırklar tarafından küçük görülmenin avantajını kullandı, onların gözünde görünmez oldu. Herkes savaşmaya odaklanmışken o arkalarından komplo kurarak onları tam istediği yere çekip birbirlerine düşürdü. Böylelikle yüzyıllardır süren bu savaşta hiç beklenmedik bir kazanan oldu; insanlık. Çünkü insanlık zekâ oyunlarıyla, kendi kas güçlerine güvenip kafalarını kullanmayan diğer ırkları ezici bir şekilde yenmiş oldu. Her ne kadar sporda, oyunlarda ya da başka işlerde başarılı olursanız olun eğer bir işi yaparken düşünmüyorsanız, kafanızı kullanmıyorsanız ne yazık ki kaybetmeye mahkumsunuzdur. Çünkü her şeyin içinde zekâ oyunları vardır, mesela futbolda da en hızlı koşan oyuncuların olduğu takım değil birbiriyle koordine ve en iyi taktikleri olan takım oyunu kazanır. Bu filmdeki dünya ile kendi dünyamız arasında çok fazla benzerlik olduğunu düşünüyorum çünkü bizim dünyamızda da kaslı kişiler kendilerini en tepede ve güçlü görüyorlar, ancak işler çalışmaya ve hayata atılmaya geldiğinde en iyi meslekler ve hayat standartları o kaslarıyla kendilerini büyük görenlere değil zekalarıyla onları yenenlere veriliyor. Bu dünyada kimse güçsüz değildir, her insanın hayatta üstleneceği bir rolü vardır, bazıları sanatta iyiyken bazıları sporda iyidir. Her konuda iyi olamayabilirsiniz ancak illaki diğerlerinden iyi olduğunuz bir özelliğiniz zamanla ortaya çıkacaktır, sadece moralinizi bozmayıp iyi olduğunuz özelliğinizi bulana kadarilerleyin. O özelliğinizi bulduğunuzda eminim ki geçmişe bakıp o güçsüz hissettiğiniz zamanlara güleceksiniz. Yuu Kamiya, No Game No Life: Zero, 2017, A Madhouse Studio Film Bora Fenari Köstem
Başak Dik 21501940 Ölüm Gibi Bir şey Geçen gün annemle eve giderken fark ettim aslında havamızın ne kadar da pis olduğunu. Hafif nezleydim, burnumun tıkalı olmasından ve arabanın bütün gün güneşin altında bekleyip ısınmasından ötürü arabanın içi pek bir havasız geldi ve ben de camı açtım. Fakat bin bir zorlukla akciğerlerime çekmeye çalıştığım havanın arabanın içerisindeki havadan hiçbir farkı yoktu. Civarda bulunan onlarca parka ve yemyeşil ağaca rağmen hava ne daha temizdi ne de daha ferah... Nefes alamadığımı hissettim bir an. Normalde olsa “Burnum tıkalı o yüzden” der üzerinde fazla durmazdım ancak birkaç gün önce, bir sosyal paylaşım sitesi olan Facebook’ta gördüğüm hava kirliliğinden bahseden haberi okuduktan sonra işin ciddiyetine vardım. Hava kirliliği ve küresel ısınma da pek çok kişi için ölüm gibi aslında. “Ölüm gibi”den kastım: dünyanın sonunun geldiği ve hepimizin öleceği değil, hava kirliliği ve küresel ısınma ile ölümle olduğu gibi her an içe içe, burun buruna yaşıyor ama aslında varlığını ve ciddiyetini hiç fark etmiyor oluşumuz. Bazen fark etsek bile görmezden geliyoruz. Peki neden göz göre göre kendi yaşam alanımızı mahvediyoruz? Doğayı korumak daha pahalı olduğu için mi? Peki bir Kızılderilinin de dediği gibi; son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda ve son balık avlandığında mi anlayacağız paranın yenmediğini? Eminim o zamana dek, bu durumu çoktan öngörmüş yatırımcı ve tasarımcılar, parası olan insanlara temel ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan malzemeleri paketleyip satacaklar! Evet havayı bile! Bu kadar şaşırmayalım çünkü şu an bile yapılıyor bu. Kanada’da Vitality Air markası Çin’e şişelenmiş hava satıyor. Bu haberi ilk duyduğumda ben de çok şaşırmıştımama suyu şişelenmiş halde satın almayı normal karşılayıp havayı şişeyle almaya şaşırmamalıyız. Bunu biz istedik çünkü! Volkswagen gibi dünyanın her yerine çeşitli arabalar satan bir otomobil markasının emisyon ölçümlerinde zehirli gaz salınımının gerçek değerinin çok çok altında değerler gösterecek bir yazılım tasarlaması ile çevreye verdiği değeri gözler önüne sermesine rağmen trafik hala Volkswagen marka arabalarla kaynıyor. Bu arabalar neden iade edilmiyor? Bütün bu olanlara rağmen doğaya hasret insan, ilk bulduğu boşlukta ya ormana pikniğe gidiyor ya da yaylaya, dağ evine kaçıyor. Bakarsınız belki de Yazışmalar 1946-1959 ​ kitabında Albert Camus’nun Rene Char’a da dediği gibi olur: “ İnsanın çevresine dikmeye çalıştığı yüksek mi yüksek, kırılgan dekorları doğa günün birinde yiyip bitirecek. Er geç akkarıncalar kemirecek gökdelenleri, bazılarını da bakir sarmaşıklar saracak”. Yazar “İşte o zaman Brezilya’nın gerçekliği ortaya çıkacak” (Camus ve Char 38) diye sürdürmüş mektubunu ancak Camus’nun söyledikleri gerçekleşirse sadece Brezilya’nın değil bütün ülkelerin doğal güzellikleri ortaya çıkar. Gerçekliği demedim, doğal güzelliği dedim çünkü bir ülkeyi o ülke yapan sadece doğal güzellikleri değil insan yaşamını, kültürünü yansıtan yapılardır da aynı zamanda. Bu nedenle ben teknolojiden ve gelişmiş yapılardan tamamen kurtulmamız ve doğaya dönüş yapmamız gerektiğine inanmıyorum. Doğadan kopmadan ve doğaya zarar vermeden metropol hayatı sürdürmenin bir yolunu bulmalıyız. Küresel ısınmayı ve hava kirliliğini ortadan kaldırmak için geç kalmış gibi görünebiliriz ama bu sorunların daha da büyüyüp dünyamızı yaşanmaz bir hale getirmesini engelleyebiliriz. Yoksa bu işten zararlı olarak yine biz çıkacağız. Ya doğayı tamamen yok ettikten sonra en temel ihtiyaçlarımıza bile para vermek zorunda kalacağız dolayısıyla kapitalist düzen iyice perçinlenecek ve parası olmayanlar hayatta dahi kalamayacak ya da doğa bize öyle bir oyun oynayacak ki başımıza gelen felaketler sonucunda tek bir kişi bile sağ kalamayacak.Kaynakça: Camus, Albert ve Rene Char. Yazışmalar 1946-1959. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. ​ ​ 2015
Mert İNAN | ID: 21402020|TURK101-­‐03 HANGİ DÜNYANIN SONU? Yaşam ve ölüm, süreklilik ve süreksizlik… Hayat neden vardır? Neden yaşarız? Daha da önemlisi neden ölüyoruz? Bunu tek bir nedeni var o da nedeninin olmaması. Şimdi düşününce, gerçekten ölüyor muyuz? Aslında var olmamız bile bir mucize iken ölmemiz mi problem oldu? Sorular biraz fazla oldu galiba. Problem şu ki şu anda anlayamadığımız şeyler var –bunun neden olduğunu ben de bilemiyorum- ve aslında anlayamadığımız şeyler öyle çok uzaklarda değil, hemen burada içimizde; iki gözümüzün üstünde. Vücudumuzu kontrol eden bu makineyi hâlâ anlayabilmiş değiliz. Burada önemli olan bir önceki cümlenin öznesi, yani biz –hiç kimse- anlayabilmiş değiliz. Haruki Murakami’nin sözleriyle “İçimizdeki fil fabrikasına girmek için hiç kimsenin anahtarı yok.” [1]. Aslında beynimiz farklı bir evrene açılan bir kapı ve biz hâlâ bunu çözememekteyiz ve onu doğrudan kontrol edip isteklerimizi yapmaya itememekteyiz. Peki, o zaman neden düşünme yetisine sahibiz, eğer beynimizi “biz” kontrol edemeyeceksek bunun ne anlamı var? Aslında mantıklı düşünürsek – ancak artık mantıklı düşünmenin ne olduğundan, hatta düşünmenin ne olduğundan pek emin değilim ama – beynimiz zamanın bir makinesi, istediğimiz anıyı istediğimiz zaman çıkartıp bize sunuyor. Özünde beyin kendi içerisinde bir oluşum, yani onun sahip olduğu program o kadar karmaşık ve gerçek ki gerçeğin ta kendisi, yani ondan başka gerçek yok, o olmadan dışarıdaki bir evrenin olmasının gereği de yok. Kısacası dışarıdaki evren, biz onu algıladığımız için orada. Şimdi biraz Fizik konuşalım. Einstein’ın görelilik kuramına göre zaman bizim gördüğümüz gibi bir düz çizgi gibi değil, daha çok bir bütün, bu yüzden bütün zamanlar aynı anda akıyor. Mesela, şu anda ben bunu yazıyorum ancak aynı zamanda da ölüyorum. SonuçtaMert İNAN | ID: 21402020|TURK101-­‐03 hem varım hem de yokum. Bu sebepten aslında beynimiz de şu anda ölüyor. Peki, eğer şimdi ölüyorsak beynimiz nasıl hâlâ çalışıyor. Çünkü bizim ölüm dediğimiz algı da dünyadan yok olmaya denk gelmiyor. Beynimiz gerçekliğin ta kendisi olduğu için onu yok edemiyoruz –en azından yok ettikten sonra ne olacağını algılayamıyoruz- yani ölmüyoruz sadece bilinçaltımızda yatan paralel bir evrene gidiyoruz ve burada zamanın belli bir önemi olmayacağı için sonsuza kadar orada “yaşamaya” devam ediyoruz. Çünkü herkes, bir kere olsa bile yaşamaya devam eder. Bu evrene Murakami totoloji diyor; çoğu din Cennet veya Cehennem diyor; bazılarıysa bir elektromanyetik dalga olarak burada yaşadığımızı savunuyor; azınlıkta kalan insanlar da buraya kendi isimlerini veriyorlar ve kendi diyarlarını yaratıyorlar. İşte ilginç bir şekilde edebiyat da tam burada devreye giriyor. Kitapların içinde küçük sırlar gizlidir. Yazarların hayatları boyunca keşfettiklerini ve kendi aydınlanma öykülerini gizlice yayınladığı yerlerdir. Bunu üstü kapalı bir şekilde yaparlar çünkü insanlığa, açık bir şekilde değişmesinin gerektiğinin ya da farklı fikirlerin olduğunu göstermenin düzgün tepkileri ortaya çıkartmadığını görmüşlerdir. Haşlanmış Harikalar Diyarı da bu aydınlanma öyküsünün tam ortasında yer almaktadır. Bazı yerlerde net iletileriyle okurun zihnine, ölümden sonra ne olabileceği ve aslında ölümün tam olarak ne olduğu hakkında fikirler “ekmektedir”. Düşünürsek, Hikmet’e ulaşmak da evrenin bütün ayrıntılarını anlamak, kabul etmek ve onlarla bir olmakla mümkündür, aynı zamanda beynimizin bu gerçekliği algılamamıza olanak sağladığını fark edebilmek de “Nirvana”ya ulaşmaktır. Hikmet Diyarına hoş geldiniz… Muhtemelen şu anda yaşam ile ölüm arasındaki bağ kopmakta ve gerçeklik ile soyutluk arasındaki çizgi silikleşmektedir. Ancak maalesef böyle bir Diyar, bu kadar kısa birMert İNAN | ID: 21402020|TURK101-­‐03 sürede ve yazıyla aktarılamaz. Bunu her insan kendi keşfetmek zorundadır ve kendi Dünya Sonunu yaratması gerekmektedir. Bütün bu vızıltılardan sonra fark edebiliriz ki hayatın anlamı, anlamın ve anlamsızlığın aynı anda mükemmel bir birliktelik içerisinde olmasıdır ve bunu da beynimizin yardımıyla algılayabilmemizdir. Ancak yine de hiçbir zaman bütün sorulara tam cevap vermiş sayılmayız. Yaşam ve ölüm, süreklilik ve süreksizlik… Hayat neden vardır? Neden yaşarız? Daha da önemlisi neden ölüyoruz? Acaba neden böyle… Sözcük Sayısı: 570 Kaynakça: 1. Murakami, Haruki. Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu. İstanbul: Doğan Kitap, Ocak 2011.
Mehmet Mert Şahin SADECE İKİ DAKİKA Evimde, sıcak yuvamda, yorganımı sonuna kadar başıma çekmiş; yatağıma rahatça yayılmış uyurken yatağımdan yaklaşık iki saatlik yol mesafesinde bulunan Çınar ilçesinde cehennemin provası yapılıyordu. Tamamen göçen binadan babası ve komşuları gibi küçük Mevlüde de sağ kurtulamamıştı. Bu olayların tarafı olamayacak kadar küçük, kimseyi incitemeyecek kadar masum bebeğin kanı vatan toprağını sulamıştı. Minicik nefesini taş betonların altında vermiş ve bu karanlık, hainlikle dolu dünyadan kurtulup ebediyete kavuşmuştu. Takvimler 15 Ocak 2016’yı gösteriyordu. Keşke o takvim yaprağı 14 Ocak’tan 15 Ocak’a geçiş yapmasaydı ve tüm ülkenin yüreğini dağlayan bu fotoğraf karesi ortaya çıkmasaydı. Ben ise bu kara günün sabahında, kahvaltımda çay mı yoksa kahve mi içsem ikilemi arasında karar vermeye çalışıyordum. Kahvaltıdan sonra arkadaşlarımla nerede oturacağımın, günümü nasıl boş uğraşlarla geçireceğimin planını yapıyordum. Dışarı çıkmadan önce biraz gülmek, eğlenmek için televizyonun düğmesine bastığımda Mevlüde’nin Türk bayrağına sarılmış tabutuyla karşılaştım. Her insan gibi içimi bir burukluk kapladı ve boğazım düğümlendi. Bu olayın faillerine yakışan küfürleri ve lanetleri havada uçuşturdum. Ancak, bu etki iki dakika sonra, yani sunucunun başka haberi anlatmaya geçmesiyle yavaş yavaş azalmaya başladı. Dışarı çıktığımda ise o etkiden eser yoktu artık. Şimdi ise, durup tekrar tekrar kendi nefsimize sormanın tam zamanı. Neden ölümler karşısında bu kadar duyarsızlaştık? Neden olaylara tepki verme yetimizi kaybettik? Bebeğini ve eşini kaybeden anne için bu acıyı unutmak ne kadar zor ise bizlerin birey olarak bu sorulara cevap vermemiz ve bu sorunlara çözüm sunmamız o kadar zor. Çünkü yaşananları kanıksamaya başladık. Bu tür yürek burkan olayları memleketimizin genel geçer hali gibi görüyoruz artık. Kıyılarımızda boğulan Aylan bebek gibi, yanı başımızda yaşanan zulümden kaçan onlarca bebeğin ölümüne şahit olmamıza rağmen bir iki dakikalık lanet merasiminden sonra her şeyi unutuveriyoruz. Metropollerde yok olmaya terk edilen, açlıkla ve susuzlukla mücadele eden yüzlerce çocuk da cabası. Asıl bizleri kahretmesi gereken taraf ise bu tür haberleri gördüğümüzde yüreğimiz parçalanmasına rağmen, hiçbir tepki ortaya koyamamak olmalıdır. Belki de bu duygu, göstermelik ve süslü olan hayatlarımızın bir parçası.Ateşin düştüğü yeri yaktığı gerçekten de su götürmez bir gerçek. Mesela, ben asla geri kalan hayata kızını toprağa veren annenin baktığı gibi bakamayacağım veya Aylan’ın suda boğulmasına şahit olan babası gibi yaşamın tüm renginin kayboluşuna tanık olamayacağım. Empati yapmanın öneminden defalarca bahsediliyoruz ancak ateş bizi yakmadığı sürece bu durumu anlayamayacağız. Bu yüzden Çınar’da yaşananlar ve Akdeniz’in serin sularının kaptığı tabutsuz bebekler, dünyanın daha huzurlu bir yer haline gelmesi için yetersiz kalıyor. Peki, tüm bu felaketlerin son bulması için insanoğlunun daha hangi olaylara şahit olması gerekiyor? Daha kaç bebek tabutunun toprağın altına girmesi lazım? Sevgi, aşk ve barışın hüküm sürdüğü bir coğrafyada yaşamak için bir mucizenin olması şart. Çünkü söylediklerimizin ve düşündüklerimizin yaşananlar karşısında esamesi okunmuyor. Bu minicik tabutlarla beraber hepimizin vicdanının bir parçası da kara toprağa gömülüyor. Tabutların üstüne attığımız her toprak ile insani duygularımızı karanlığın en dibine gönderiyoruz. Ama toprak bizim bu acizliğimizi, vurdumduymazlığımızı örtemeyecektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığıyla yaklaştığımız olayların altında kalacağız. Bitip tükenmek bilmeyen feryatlar, kapatmaya çalıştığımız kulaklarımızı sağır edecektir. Hesap günü geldiğinde üzerimizde Mevlüde’nin ölürken taşıdığı betonarmeden yüzlerce kat daha ağır bir yükü taşıyacağız. Böyle vurdumduymaz olmaya devam edersek de yük altında ezilmekten kendimizi alıkoyamayacağız. Mehmet Mert Şahin KAYNAKÇA Konuksever, Abdulkadir. “Şehit baba ve kızı uğurlandı.” AljazeeraTurk. Web. 15 Ocak 2016.
Ahmet Eren Üçel Kuytu Köşe İlk âşık olduğum günün akşamına geri dönmek, ertesi sabahı iple çekerek uykusuzluğun en tatlı hülyalarında kaybolmak istiyorum. Bir bayram sabahı heyecanı ile yeni günün ilk ışıklarında yitip gitmek için serin rüzgârın yüzümü okşamasını istiyorum. Bana şiir yazdıracak kadar zarif ancak bir o kadar da acımasız bu hisler buketinin bedenimi ıssızlığa terk etmiş olması ve artık eskisi kadar zihnimin kuytu köşelerinde bir yankı oluşturmak pahasına çırpınmaması üzüyor beni. Nitekim bundan böyle hiçbir yere, hiçbir hisse ve daha da kötüsü kendime ait değilim. Bir geceyi hatırlıyorum. Gecenin karanlığı, boğuculuğunu serin bir dinginliğe terk etmiş; kahkahaların seslendirdiği sokaklar sessiz çığlıkların bir araya geldiği karmaşık bir tabloya dönüşmüştü. Hayat bütün rastgeleliğiyle verdiği acı bir haber vasıtasıyla beni gafil avlamış, kendiliğinden gelişen yoğun bir tepkisizlik o güne kadar gösterebildiğim en büyük tepki olmuştu. Önceden dikkatimi çekmeyen halının desenleri aklımdaki sorularla boğuşmanın verdiği yorgunluk ve çaresizlik ile birlikte gecenin alaca karanlığını süslemişti. Bazen insanın elinden hiçbir şey gelmez, ölen ile ölme isteği karşılık bulmaz. Ancak ölüm kavramı ölene değil de kalana zordur. Ölen ölmüştür, arkasından senede birkaç kez dua edilir, ilk birkaç gün gözyaşı dökülür ve toprağın ıssızlığına uğurlanır. Peki kalan? Neticede helva kendi evinizde kavrulana kadar tatlı gelir. Morgun soğukluğu teneşirin üstündeki iki kaş ve iki gözü tanıdıktan sonra yerini soğuk soğuk terlemeye bırakır. “Farkındayım, asıl intihar bu. Saçlarındaki merhametin bağımlısı oluşum. Kabullenmeye zorluyor günler, uykusuz geceler. Elimi neye atarsam atayım koparacak gücüm kalmadı. Ne olur gel.” (Sabancı,2022, s.14)Ahmet Eren Üçel Zira şairin Kendimi Geride Bıraktım adlı şiirinde geçen, “Elimi neye atarsam atayım koparacak gücüm kalmadı” ifadesi beni o anın ıssızlığına götürdü. Birkaç saniyeliğine de olsa o gece yarısının kendine has tınısı ve uğultusu beni karşıladı, avizenin etrafını çerçevelemiş işlemeler aklımdaki o çaresiz adamın cenazesinin arkasından göz yaşı döktü tekrardan. Evet, bir ölü vardı; bir beden, zaman ve mekân mefhumundan sıyrılarak aklımızın bize ayırdığı çitlerin arka bahçesine geçmişti. Bu acının ve hissizleşmenin nevi şahsına münhasır bir süreci vardı ve her bir adımın arkada bırakılması daha büyük bir acı ile yüzleşmekten geçiyordu. Başlarda kabullenemediğim bu olgu yerini yokluğun varlığını benimsemeye ve günler geçtikçe yalnızca vakti zamanında yaşanmış, yarım kalmış ve yarım kalmışlığı ile ebediyete uğurlanmış bir his olmuştu. Şairden farklı olarak af dilemenin, gidenin arkasından gözyaşı dökmenin acizliğinden kurtulmuştum ancak, “Ne olur gel” diyecek kadar cesur ve olgun değildim artık. Kendimi amansız bir hastalığın son günlerindeymiş gibi özgür ve sorumluluklardan arınmış hissediyordum. Beni hayata, ona bağlayan zincirlerim yalnızca paslı değildi, bundan böyle zincirler yıpranmış, tel tel olmuştu. Uykusuzluk bir sonraki güne kendimi hazırlamak adına sarf ettiğim yoğun bir çabanın tezahürü değildi, artık bizden biri haline gelmişti. Başımı yastığa koymak gözlerimin birbiri ardına sıraladığı tövbelerin bozulmasına sebep oluyordu. Biliyordum, ardından istemsize el salladığım geminin güvertesinde hayallerimin filizlenmesi gereken çiçekler yaprak dökmeye başlamış, âşık olduğum gün yerdeki iki karış kar yığınına rağmen biten güllerin kokusu artık silikleşmişti. Ben, kendimden ıramış; mensup olduğum bütün hislerin kör noktasında onu beklemiştim. Gelmeyecekti, belki de gelmemesi ikimiz için de en iyisiydi. Ancak hiç olmasa da bir güne bir gün rüyalarıma gelebilirdi. Her zaman yaptığı gibi beni bağrına basıp güzel sözler ile ruhumu okşayabilirdi. Öylesine yoğun bir özlem tepelenmişti ki aramıza şairin de dediği gibi “kendimi geride bırakmış”, onun bana gelmeyeceğinin bilinciyle fiziki, dünyevi bütün olgulardan uzaklaşmak istemiştim.Ahmet Eren Üçel Böylelikle ruhumun kaleme aldığı ve onun ayrılığından sonra şairliği bıraktığı bir şiir asıldı zihnimin taş duvarlarına: Önce aramıza fikirler tepelendi. Tepelerin üstünü hasret kumları süsledi. Bir sabah uyandık ve o hayranlık beslediğimiz süsler kaybolmuştu. Bir ceset düşün ki, Ne otopsisine doktor, Ne de davasına savcı bakar, Kaldı ki sevdiğim, Zihnimin taşrasına hangi usûl bilmez kalkar da bir savcı, bir doktor atar? Nereden bilebilirdim ki aramızdaki o süslü tepeler engel olur bize? İşte o esnada anlıyor insan, kazan günlerce boş da dursa yahut içinde sadece helva da kavrulsa bedenin toprağa kavuşması ile sahnedeki ışıkların sönme vakti gelmiştir.Ahmet Eren Üçel Kaynakça: Sabancı, K. (2022). Ben Bu Saçmalığı Bırakamam. Doğan Kitap.
Sena Beril Toprak 21502931 BASTIRILMIŞ DUYGULAR SENFONİSİ Son zamanlarda izlediğim filmlerde aradığım bir özellik olmaya başladı rahatsız edicilik, seyirciyi bıktırma ve film bittikten sonra koltuğa çakılmışlık hissi. Böyle olunca bir şeyleri fark etmeye başladığımı hissediyorum, o zaman değer kazanıyor izlediğim film bende. İzleme sürecim sıkıntılı geçse de buna değdiğini anlıyorum film sonunda. Bahsettiğim tarzdaki filmlerden biri ise aslında Anthony Burgess’in yazdığı ama ardından 1971 yılında Stanley Kubrick tarafından beyaz perdeye uyarlanan Otomatik Portakal adlı film. Aslında bu filmde benim dikkatimi çeken bir kaç öge var; şiddet, cinsellik ve suç. Tamamıyla göze batansa değişen dünya düzeninin insan üzerindeki etkilerinin nasıl şiddete ve suça dönüştüğü. Bu süre zarfında devletin de etkisi göz ardı edilemez tabii.Film, 45 yıl önce çekilmesine rağmen bize bir şeyi çok net bir şekilde gösteriyor; her ne kadar teknoloji ve teknoloji tarzı şeyler ilerlese de insan hep aynı, hatta daha da kötüye gidiyor. Bunun tek sorumlusu biziz. Farkında değiliz hiçbir şeyin aslında, sadece bu acımasız dünyada bencilce yaşamımızı sürdürüyoruz. Bazen cezalandırılıyoruz, sanki çözüme kavuşturuyormuş gibi kötülüğü, vahşeti, şiddeti… Filmde Kubrick bunu bize çok güzel izah ediyor zaten. Filmin ilk kısmında ana karakter olan Alex ve onun çetesinden hiç ama hiç haz etmiyorsunuz. Kim yaşlıları döven ya da kadınlara tecavüz eden insanları sever ki zaten? Filmde hiçbir zaman yaptıkları bu kötülüklerden pişman olmuyor ya da vicdan azabı çekmiyorlar. Sinirleniyorsunuz karakterlere, uzun bir süre devam ediyor bu. Günümüzde o kadar yaygın ki bunlar alışmaya başlıyoruz aslında en kötüsü de bu. Sustukça, düşünmedikçe, kafa yormayınca devam edecek bu. Her gün onlarca insan acımasızca kanlı suçlara kurban gidiyor, genç kızlar ve çocuklarımız insan demeye dilimin varmadığı canlılarca tecavüze uğruyor. Ve insanlık sürdükçe devam edecek olması da çok acı. Filmin ikinci kısmında ise ana karakterimiz çete arkadaşlarının onu sırtından bıçaklamasına kurban gidiyor ve hapse düşüyor. Ardından devletin suçu azaltmak için uygulamayı düşündüğü bir deneye kobay oluyor ve içindeki kötülük daha farklı bir boyut kazanıyor. Aynı zamanda ana karakterimiz olan Alex’e acımaya başlıyorsunuz çünkü daha büyük acımasız kötülüklere maruz kalıyor. Aslında bu bölüm kısmen de olsa güzel geliyor çünkü kötülüğün cezalandırılması hoşumuza gidiyor. Sanki cezanın başka insanların gözünü korkutmasından başka bir amacı varmış gibi… Bence insana en büyük cezayı vicdanı çektirir, çektirmeli. Şiddet uygulayan birinin zihni id katmanındadır ve nefsini terbiye etmedikçe müebbet hapis bile yatsa hiçbir anlam ifade etmez. Değişim lazım, değişim… Cezalandırma kavramlarının yeni bir anlama kavuşması lazım. İşte bu ve benzeri konular sıklıkla aklımı kurcalıyor ve çözüm bulmaya çalıştıkça iyice kendimi kaybediyorum. Kendimi Alex yerine koymaya ve neden böyle şeyler yaptığını anlamaya çalışıyorum. Kısa sürüyor bu deneyişim çünkü iğrenmeye başlıyorum birden. Bir insan kendine nasıl böyle bir şeyi yakıştırır, aklım almıyor doğrusu. Ardından düşünüyorum, dünyaca kötü insan var ve Alex sadece bunlardan biri. Her gün kötülükler yapılıyor ve Alex'in yaptıkları bunlardan sadece birkaçı. Her sene onlarca film çekiliyor bu konu üzerine ama insanlar hala anlamıyor, anlasalar bile hayatlarında uygulamıyorlar. Devletimiz her şeyin bilincinde ama hala üç maymunu oynamaya devam ediyor. Bireyler empati yapma yeteneğini kaybetmiş çünkü, korkuyorlar gerçeklerle yüzleşmekten. Kötülük hepimizin içinde ve gitgide artmaya devam ediyor. Çünkü kötü olmak, iyi olmaktan her zaman çok daha kolay.
YAŞAMIN ANLAMI Gülben Ergen başarılı aynı zamanda değerli bir sanatçımızdır. Hayat ile ilgili önemli bilgilerini ve tecrübelerini Öğrendim ki… kitabında anlatmıştır. İmkansız olaylar karşısında evrenin o sihirli kurallarını uygulayarak hayatı pespembe ve muhteşem hale getirebileceğimizi şimdi daha iyi anladım. Öğrenmek çok önemlidir. Öğrenelim ki hayatımızdaki bazı şeyleri, yani yanlış gördüğümüz ya da göremediğimiz şeyleri düzeltebilelim. Öğrenmek, bilmek ve fark etmek hayatımızı kolaylaştırır. İşte burada sihir başlar ve büyülü bir dünyaya adım atarız. Eğer çevremizdeki her şeyden haberdar olup bunların farkına varırsak, hayatımıza daha rahat devam edip, daha doğru kararlar alabiliriz. Ayrıca hayatta başarılı olmak için evrenin kurallarını bilmemiz ve bunları kullanabilme özelliği kazanmamız gerektiğini düşünüyorum. Bence başarının sırrı evrende gizli ve herkesin bilinç altında saklıdır. Yaşama amacınızı ve hayatınıza giren insanların neden hayatınızda olduklarını ve size ne anlatmaya geldiklerini öğrenmeye çalışmalısınız. Her insan hayatımıza, bize bir şeyler öğretmek için girer. Hem kötülüğü hem de iyiliği onlardan öğreniriz. Kötülüğü bilmeden ve öğrenmeden iyiliğin tadını da anlayamayız. Kime sinir oluyorsak, aslında kendimizde olan o yönümüze sinir olduğumuzu düşünüyorum. Olayların alt metnine girerek bilinç altımızı konuşturmaya başlamalıyız. Bir olay karşısında hislerimizi kontrol etmeyi öğrenmeliyiz; çünkü hislerimiz bize olayın ehemmiyetinin boyutunu gösterir. Yani bir olayı düşündüğümüzde iyi hissediyorsak devam etmeliyiz, kötü hissediyorsak planlarımızı değiştirmeliyiz. Gülben Ergen yaşadığı olayları anlattıktan sonra sonuna “Öğrendim ki” diye bir paragraf koymuş ve aldığı dersleri anlatmış. Biz de yaşadığımız olayların sonunda iç benliğimize ne öğrendiğimizi sorarak hayata daha bilinçli başlayabileceğimizi düşündüm. Yaşadığımız olaylar sonunda “Ne öğrendim ki?” sorusunu kendimize sormamız gerektiğine inanıyorum. Bu durumlardan ne gibi ders çıkardığımızı, olayların neden-sonuç ilişkisini öğrenmemiz gerekir, gerekir ki hayatımızı iyi yönde şekillendirebilelim. Genelde başımıza gelen olayları öylece anlatır geçeriz ve hiçbir şey öğrenmeden öylece kalır. Çevremde gözlemlediklerim kadarıyla hiçbir kişi “Acaba bana bu olay ne öğretti?” sorusunu kendisine sormuyor ve sadece yaşadığı olaya takılı kalıyor ve bir adım ileri gidemiyor. Yaşamın her safhasında bir imtihan var ve bize bir şey anlatmak ile görevli insanlar bulunur. Tesadüf diye bir şey yok. Her şey, herkes olması gerektiği için hayatımızdalar. İyi ya da kötü olayları olması gerektiği ve bunlardan bazı dersler çıkarmamız gerektiği için yaşıyoruz. Evren bunları istiyor ve bu yüzden yaşadıklarımızın sorumlusu evren… İnanç… Hayatımız için inanç çok önemli bir duygudur. İnanmadan hiçbir şeyi başaramayız. Evren, inandığımız sürece istediklerimizi gerçekleştirir. İnanç duygusu bir büyü veya bir sihir gibidir. Her şeyi ama her şeyi bu duygu ile başarabileceğimize inanıyorum. Gülben Ergen’ nin de yaşadığı bir olay vardır. Hiç kimse onun ses sanatçısı olabilmesine inanmıyormuş; fakat Ergen sonuna kadar inanmış ve şimdi Türkiye’ de adı geçen önemli ses sanatçılarındandır. İnancın gücü çok büyük ve bu büyük güce inanmamın bir sebebi daha ise, annemin bir anısından dolayıdır. Annem lise hayatında çok iyi bir öğrenci değilmiş; fakat tıp fakültesine girmek istiyormuş. Bir gün matematik hocası, anneanneme “Bıraksın hayal peşinde koşmayı, çok üzülecek; çünkü asla tıp fakültesine giremez” demiş; fakat anneannem bunu annemden gizlemiş ve anneme çok büyük bir destek vererek ve annemin inancını yüksek tutarak, annemin tıp fakültesine girmesini başarmış. Bu başarı inancın gücü… Ben hepbu güce, bu hikaye sayesinde inandım. Kendine güvenmek ve inanmak başarının yarısı değil hepsidir, inanç olduğu zaman sadece sonuç beklenir ve kazanılır. İyilik…İyi niyet çok önemlidir. Niyetin kötüyse evrenden çok çekeceğin var! Mesela, annem televizyonda kötü ve negatif enerjili bir haber çıktığında, kanalı değiştirir. Evine, hanesine o kötülüğü çekmez. Konuşurken her zaman yüzünde gülücükler vardır ve kahkahalarını bütün komşular duyar. Devamlı şikayet eden insanlardan uzak durur. Şikayetin kötü bir büyü olduğuna inanır. Başına gelen her şeyi memnuniyetle kabul eder ve mutlu olmaya çalışır. Bunları yapmasının sebebi ise bilinç altımızın her şeyi kaydederek, bunları sonradan ortaya çıkarmasıdır, yani gerçekleştirmesidir. Ben de sert, kaba ve kötümser insanları tek tek hayatımdan çıkarmaya çalışıyorum. Çıkardıkça hayatımın daha iyi bir yola girdiğini hissediyorum. Affetmek… Ben herkesi affediyorum. Affetmek çok önemlidir. Eğer affedersen rahat bir yaşam sürebilirsin; ama kin ve nefretle devam edersen iyiliğe ulaşamazsın. Bütün ayıp edenleri, gıcık insanları ve sana kötülüğü dokunan kişileri affetmelisin ve böylelikle vicdanının ve kalbinin rahat olacağına inanıyorum. Kendimizi iyi hissettiren her şeyi yapmamız gerektiğini düşünüyorum. İyi hissedersek evrene yaydığımız titreşimimiz artarak enerjimiz yükselir ve enerjimizin yüksek olması hayatımızı iyi yönde etkiler. Bu evrenin diğer bir kuralıdır. Affet ve enerjini yüksek tut… Aynı benim gibi, affediyorum, iyi hissediyorum, enerjimi yüksek tutuyorum ve mutlu oluyorum. Sonuç olarak, insan, güzel, başarılı ve sağlıklı bir yaşamı kendi inşa eder. Öğrenmek çok önemlidir. İnsan öğrenince bir şeylerin farkına varabilir. İnancını her zaman yüksek tutmalısın ki bu sihri kullanarak, hayatını istediğin şekilde yönlendirebilesin. Ayrıca iyi niyetli ve sevecen olunması gerekir ki pozitif enerji bünyemize çekilsin ve hayatımız bu enerji ile devam etsin. Tabii ki de kin ve nefretten uzak durarak, her şeyi affederek ve kabul ederek iyilik yolunda hayatımıza devam etmemiz gerektiğini düşünüyorum; çünkü evren bizden bunları istiyor ve eğer bunları yapmazsak, hayatımız bizim ellimizden gider ve evren hayatımızı ele geçirir. Evrenin kurallarını doğru uygulayarak, hayatımızı yönlendirmeyi öğrenmeliyiz. Yoksa mutsuz yaşarız. Esin Bayramlı 21402388
MERYEM CANAN DURAK 21202379 TURK-101/038 VEDAT YAZICI BLOG 6 TAKIL ÖZGÜRLÜĞÜN PEŞİNE Atlasa(cid:373) (cid:271)ir ge(cid:373)iye de çekip gitse(cid:373) uzaklara, ıssız (cid:271)ir adaya yerleşse(cid:373) de kafa(cid:373)ı di(cid:374)lese(cid:373), dü(cid:374)yayı dolaşıp ye(cid:374)i yerler keşfetse(cid:373), olağa(cid:374)üstü resi(cid:373)ler çekip sosyal âlemde paylaşsa(cid:373)… Bu ya da (cid:271)u(cid:374)a (cid:271)e(cid:374)zer (cid:272)ü(cid:373)leleri kur(cid:373)aya(cid:374) yoktur herhâlde. Ki(cid:373) iste(cid:373)ez ki farklı de(cid:374)eyi(cid:373)ler kaza(cid:374)(cid:373)ayı, içi(cid:374)de (cid:271)ulu(cid:374)duğu durağa(cid:374) hayatta(cid:374) (cid:271)aşı(cid:374)ı kaldırıp deri(cid:374) (cid:271)ir (cid:374)efes al(cid:373)ayı ve ruhu(cid:374)u di(cid:374)le(cid:374)dir(cid:373)eyi... İşte ta(cid:373) da (cid:271)u hisleri yaşa(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) olduğu (cid:271)ir yer: Alanya... Hem de bir kış (cid:373)evsi(cid:373)i(cid:374)de. (cid:858)(cid:858)Ne, kış (cid:373)ı?(cid:859)(cid:859) dediği(cid:374)izi duyar gi(cid:271)iyi(cid:373) a(cid:373)a ya(cid:374)lış oku(cid:373)adı(cid:374)ız. Malu(cid:373) yazları pek kala(cid:271)alık ve sı(cid:272)ak ola(cid:374) (cid:271)u güzeli(cid:373) şehre kışı(cid:374) gel(cid:373)ek çok farklı (cid:271)ir duygu. İstediği(cid:374)iz vakitte sahile inip gönlünüzce yürüyüş yapa(cid:271)ilirsi(cid:374)iz. Sessizliği(cid:374) ve sükû(cid:374)eti(cid:374) tadı(cid:374)ı çıkarıp gökyüzü(cid:374)ü(cid:374) de(cid:374)izle da(cid:374)sı(cid:374)ı seyrede(cid:271)ilirsi(cid:374)iz. Usul(cid:272)a size yaklaş(cid:373)aya çalışa(cid:374) dalgalara katılıp de(cid:374)izi(cid:374) içi(cid:374)e dala(cid:271)ilirsi(cid:374)iz. Ve de gü(cid:374)eşi(cid:374) doğuşu(cid:374)u da (cid:271)atışı(cid:374)ı da huzurla seyrede(cid:271)ilirsi(cid:374)iz. Özellikle hayatı(cid:374) yoğu(cid:374)luğu(cid:374)da(cid:374) yorulduysa(cid:374)ız ye(cid:374)i (cid:271)ir (cid:374)efes alıp e(cid:374)erji depola(cid:373)ak içi(cid:374) muazzam bir mekân. Doktorlara gidip çeşit çeşit tedavilere para harcamaya hiç gerek yok a(cid:374)laya(cid:272)ağı(cid:374)ız. Zate(cid:374) doğada (cid:271)ir sürü ilaç varke(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)oğlu (cid:374)ede(cid:374) (cid:271)ur(cid:374)u(cid:374)u(cid:374) u(cid:272)u(cid:374)daki şifayı gör(cid:373)ez de gidip ye(cid:374)i yollar ara(cid:373)aya çalışır, gerçekte(cid:374) a(cid:374)la(cid:373)ak (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) değil. Şi(cid:373)di kısa (cid:271)ir yol(cid:272)uluğa çıkalı(cid:373) sizi(cid:374)le… Sa(cid:271)ahları gü(cid:374)eşi(cid:374) doğuşu(cid:374)u seyretmek için erke(cid:374)de(cid:374) kalkıp sahile i(cid:374)di(cid:374)iz ve etrafta hiç kimseler yok. Fırsatta(cid:374) istifade (cid:271)iraz etrafı turladıkta(cid:374) so(cid:374)ra ku(cid:373)ları(cid:374) üzeri(cid:374)e oturup ayakları(cid:374)ızı soğuk suyun içinde dinlendiriyorsunuz. İ(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) gürültüsü ol(cid:373)ada(cid:374), ara(cid:271)aları(cid:374) kor(cid:374)a sesleri(cid:374)e (cid:373)aruz kal(cid:373)ada(cid:374), (cid:271)ağırış çağırış olmada(cid:374) sade(cid:272)e sessizliği di(cid:374)le(cid:373)ek... Sessizliği di(cid:374)le(cid:373)ek kulağa (cid:374)e kadar tuhaf geliyor değil (cid:373)i? A(cid:373)a i(cid:374)sa(cid:374) (cid:271)aze(cid:374) sessizliği(cid:374) sesi(cid:374)i duy(cid:373)ak istiyor ve ke(cid:374)di(cid:374)i o(cid:374)u(cid:374) kolları(cid:374)a (cid:271)ırak(cid:373)ak istiyor. Sade(cid:272)e doğa(cid:374)ı(cid:374) sesi(cid:374)i duy(cid:373)ak içi(cid:374) kulakları(cid:374)ızı açı(cid:374) şi(cid:373)di. De(cid:374)izdeki dalgalar şarkı söylerken, rüzgâr huzuru fısıldarken, kumlar da ortama ayak uydurup dans ederken insan ister istemez o(cid:374)ları(cid:374) (cid:373)uhteşe(cid:373) (cid:271)irlikteliği(cid:374)e (cid:271)akıp kendi hâli(cid:374)e a(cid:272)ıyor. Bu(cid:374)(cid:272)a (cid:272)a(cid:374)sız varlık (cid:271)ir arada, uyu(cid:373) içi(cid:374)de, huzurla yaşarke(cid:374) (cid:271)iz i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) çeke(cid:373)e(cid:373)ezliği, kavgası, (cid:374)efreti (cid:374)ede(cid:374) acaba? Bu hayatta sahip oldukları(cid:373)ıza şükret(cid:373)ek yeri(cid:374)e hep sahip ol(cid:373)adıkları(cid:373)ız için hayıfla(cid:374)(cid:373)adık (cid:373)ı zate(cid:374)! İşte tam (cid:271)u(cid:374)ları düşü(cid:374)ürke(cid:374) ufukta sarı, turu(cid:374)(cid:272)u, kır(cid:373)ızı ve daha birçok renkte(cid:374) oluşa(cid:374) gü(cid:374)eş doğ(cid:373)aya (cid:271)aşlar. O (cid:374)asıl (cid:271)ir güzellik, o (cid:374)asıl (cid:271)ir zarafet ve o (cid:374)asıl bir şaheser ki kıska(cid:374)(cid:373)a(cid:373)ak (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) değil…Bir rüya bu ki(cid:373)se(cid:374)i(cid:374) uya(cid:374)dır(cid:373)ası(cid:374)ı iste(cid:373)eye(cid:272)eği(cid:374)iz, yaşa(cid:373)ada(cid:374) (cid:271)ile(cid:373)eye(cid:272)eği(cid:374)iz ve yaşayı(cid:374)(cid:272)a kopa(cid:373)aya(cid:272)ağı(cid:374)ız… ‘uhunuz (cid:271)u kadar özgür kal(cid:373)aya fırsat (cid:271)ul(cid:373)uşke(cid:374) uçsun uça(cid:271)ildiği kadar diyerek kendinizi ku(cid:373)ları(cid:374) üzeri(cid:374)e (cid:271)oylu (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a atın. Şi(cid:373)di sade(cid:272)e gökyüzü ve siz varsı(cid:374)ız (cid:271)u ıssız şehirde, (cid:271)u kadar yakı(cid:374) ve (cid:373)asu(cid:373)a(cid:374)e; (cid:373)avi(cid:374)i(cid:374) elli to(cid:374)u(cid:374)u uzansa(cid:374)ız tutacaksı(cid:374)ız sa(cid:374)ki. Gü(cid:374)eş içinizi ısıtırke(cid:374) rüzgâr da (cid:271)ir ya(cid:374)da(cid:374) saçları(cid:374)ızı okşar ve kumlar içine çeker sizi hiçbir yere kaça(cid:373)ayı(cid:374) diye… Ka(cid:374)atları(cid:373) var ruhu(cid:373)da de(cid:373)iş ya (cid:271)ir şarkı(cid:272)ı işte öyle (cid:271)ir duygu a(cid:374)laya(cid:272)ağı(cid:374)ız. Yüzü(cid:374)üzde tatlı (cid:271)ir gülü(cid:373)se(cid:373)e, içi(cid:374)izde kıpırdaya(cid:374) kele(cid:271)ekler ve de(cid:374)izi(cid:374) (cid:373)uhteşe(cid:373) dalga sesleri… Koşun şi(cid:373)di sahil (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a gide(cid:271)ildiğiniz yere kadar, kumlara bata çıka, düşe kalka ve sevi(cid:374)ç çığlıkları içi(cid:374)de… So(cid:374)rası ise (cid:373)uhteşe(cid:373); de(cid:374)izi(cid:374) dalgaları(cid:374)ı(cid:374) ku(cid:272)ağı(cid:374)a (cid:271)ırakı(cid:374) kendinizi hiç düşü(cid:374)(cid:373)ede(cid:374)… Haydi, yasla(cid:374)ı(cid:374) arka(cid:374)ıza ve ke(cid:374)di(cid:374)izi Ala(cid:374)ya sahili(cid:374)de düşü(cid:374)ü(cid:374) (cid:271)ir o(cid:272)ak ayı(cid:374)da, ki(cid:373)seler yok etrafta sizde(cid:374) (cid:271)aşka ve siz de(cid:374)izle tarifsiz (cid:271)ir aşk yaşarke(cid:374) ara(cid:374)ıza gir(cid:373)eye çalışa(cid:374) hafif ve tatlı esi(cid:374)tiyi hayal edi(cid:374). İ(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) ayağı(cid:374)a (cid:271)öyle fırsatlar her za(cid:373)a(cid:374) gel(cid:373)iyor (cid:271)u yüzde(cid:374) kıy(cid:373)eti(cid:374)i (cid:271)il(cid:373)ek gerek. Diye(cid:272)eği(cid:373) o ki (cid:271)oş veri(cid:374) (cid:271)u kar(cid:373)aşayı ve yoğu(cid:374) te(cid:373)polu hayatı(cid:374) zorlukları(cid:374)ı düşü(cid:374)üp ke(cid:374)di(cid:374)izi (cid:271)ir çık(cid:373)aza sürükle(cid:373)eyi, (cid:271)u(cid:374)aldığı(cid:374)ızda, sıkıldığı(cid:374)ızda ya da yal(cid:374)ız kal(cid:373)ak istediği(cid:374)izde gide(cid:271)ile(cid:272)ek (cid:271)ir durağı(cid:374)ız olsu(cid:374) Ala(cid:374)ya gi(cid:271)i ve sade(cid:272)e gidi(cid:374) (cid:271)aşka hiç(cid:271)ir şey düşü(cid:374)(cid:373)ede(cid:374)… Sa(cid:271)ah gü(cid:374)eşi(cid:374) doğuşu(cid:374)u seyrettikte(cid:374) so(cid:374)ra güzel (cid:271)ir kahvaltı yapıp (cid:373)i(cid:374)ik pazarları gezi(cid:374) ve portakal al(cid:373)ayı u(cid:374)ut(cid:373)ayı(cid:374) çü(cid:374)kü (cid:271)öylesi(cid:374)e tatlı portakalları her yerde (cid:271)ul(cid:373)ak (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) ol(cid:373)uyor. Öğleye doğru kala(cid:271)alıklaş(cid:373)aya (cid:271)aşlaya(cid:374) sahillerde ye(cid:374)i i(cid:374)sa(cid:374)larla ta(cid:374)ışı(cid:374), kay(cid:374)aşı(cid:374) ve he(cid:373)e(cid:374) he(cid:373)e(cid:374) her köşede (cid:271)ulu(cid:374)a(cid:374) (cid:271)isikletçilerden bir bisiklet kiralayıp doyasıya yarış yapı(cid:374). Siz etrafı(cid:374)ıza (cid:374)eşe saçtıkça daha çok eğle(cid:374)e(cid:272)eksi(cid:374)iz ve (cid:374)e kadar özgür olduğu(cid:374)uzu(cid:374) farkı(cid:374)a (cid:271)ir daha vara(cid:272)aksı(cid:374)ız, (cid:271)e(cid:374)de(cid:374) söylemesi…
Atalay-1 Oğuz Atalay EEE 21301524 Türk 102 Aslı Uçar İnsan Beyninin Potansiyelleri İngiliz yazar Aldous Huxley, Algı Kapıları isimli eserinde kaktüs ağacının köklerinden elde edilen Meskalin maddesini aldıktan sonra dış dünyaya karşı olan izlenimlerini okuyuculara aktarmayı amaçlamıştır. Aslında Aldous Huxley şimdilerde çok popüler olan üzerine bir çok film çekilen ve kitap yazılan “İnsan beyninin sınırları nedir?” sorusuna cevap aramıştır. Gerçekten de insan beyni sınırlarının üzerine çıkma potansiyeline sahipse meskalin veya başka bir madde kullanarak Aldous Huxley potansiyelini sürekli arttırmak neden istemez? İnsan beyni ve potansiyelleri yüzyıllardır bilim adamlarının da sanatçıların da odak noktası olmuş, işleyişi ve yapısı tüm insanları hayrete düşürmüştür. Algı Kapıları’nda anlatılan meskalin deneyiminde yazar kendi beyninin potansiyellerini görmeyi amaçlamış ve bu sayede kendi kişiliğine ve iç dünyasına dair çok önemli bulgular elde etmiştir. Aldous Huxley, normalde odaklandığı zaman, kişiler, olaylar gibi olgulara olan ilgisini kaybetmiş ve dünyaya tamamen farklı ve kendi betimlemesine göre doğru bir noktadan bakmaya başlamıştır. Peki elinde dünyayı Van Gogh gibi görme imkanı olan yazar onu sürekli neden kullanmamıştır? Bunun cevabı aslında insanın alışkanlıklarından vazgeçememesinden kaynaklanır. Aldous Huxley’in bir eşi, çok sevdiği dostları kısacası sosyal bir çevresi vardır. Ancak meskalin etkisinde algıladığı dünya onların çok uzağında kalır. Yazar dünyayı farklı algılamak uğrunaAtalay-2 sevdiklerinden ve bu zamana kadar algıladığı dünyadan vazgeçememiştir. Örneğin sandalye meskalin kullanana kadar onun için oturulacak, rengi olan bir eşyadır ama meskalinin etkisi altında bambaşka bir cisme dönüşmüştür. Dünya bir sandalye için bile bu kadar değişmişken Aldous Huxley’in bu yeni dünyayı sevmesine rağmen sürekli ayak uydurması imkansızdır. Bunu göze alacak yazarın meskalin bağımlısı olması kaçınılmazdır. Bağımlılıklar aslında bir şeylerden vazgeçtiğimiz zaman gerçekleşir. Eğer bir insan sigara bağımlısıysa akciğerinden, nefesinden, sağlığından vazgeçmiştir; bir insan bilgisayar oyunu bağımlısıysa sosyal hayatından, gözlerinden vazgeçmiştir. Yazarın da bağımlı tanımlamasını girebilmesi için alıştığı dünyadan vazgeçmesi gerekir ki bu sigaranın vazgeçmeye dikte ettikleri kadar kolay değildir. Buna rağmen sonradan kullanılmaya başlandığında meskalin sayesinde algılanan dünyaya geçiş yapmak ne kadar zorsa, çocukluğundan itibaren meskalin kullanan bir insanın onun sayesinde algıladığı dünyadan normal dünyaya adapte olması o kadar kolaydır. Yazarın adapte olmaya çalıştığı dünya içinde sadece onu ve yalnızlığı barındıran bir dünyadır. Oysa tam tersi durumu düşündüğümüzde çocukluğundan beri bu maddeyi kullanmaya alışmış kişinin adapte olmaya çalıştığı dünya içinde bir sürü insanı barındıran sosyal bir çevredir. Bu sebeple aslında insanların iyi de olsa kötü de olsa şu an algıladığımız dünyada yaşaması, meskalin etkisinde algıladığı dünyada yaşamasından daha kolay ve daha kutsaldır. Meskalinin dünyası yalnızdır, içinde sadece algılayan kişiyi ve algılanacak objeleri barındırır. Bu nedenle sosyal bir varlık olan insanın doğasına aykırıdır. Aldous Huxley, işte bu gerçekliği görüp hoşuna giden bu dünyanın içinde bulunmak istememiş, meskalin bağımlısı olmamıştır. Sonuç olarak Aldous Huxley, kaktüsten elde edilen meskalin maddesi sayesindeAtalay-3 dünyayı farklı bir şekilde algılamış, Van Gogh ‘un dünyasına adımını atmıştır. Yine de alışkanıklarından vazgeçmediği için bu maddenin ve o dünyanın bağımlısı olmaktan kaçınmıştır. Aslında dünyayı Van Gogh gibi görmek için meskalin maddesini kullanmka yetmez çünkü meskalin insanların algılamasını sağladığı dünyanın yanında bir çok sorunu da barındırır. Maalesef dünyayı Van Gogh gibi görebilmek için onun gibi doğmuş olmak gerekir.
Sorumluluklar ve Sorunlar Bir varlık düşünelim, insanlığın temel yapı taşını oluşturan bir varlık… İnsanları hayata hazırlayıp topluma kazandıran bir varlık… Ve bu kişinin üstüne binen sorumluluk duygusunu da düşünelim. Neler yapması ve neler yapmaması gerektiğine karar vermesi için belki de genellikle zaman bile bulamayan bir varlık: Anne. Size şimdi burada annenizin kıymetini bilin, ne derse yapın demeyeceğim. Ama öncelikle şunu fark etmeli herkes: Bir toplumdaki kadın sadece ev işlerini yapıp çocuk bakmaz. Kadın, insan yetiştirir. Evet, yanlış duymadınız: İnsan. Eğer bir toplumda “kadınlık” öldüyse işte o zaman o toplum yok olmaya yüz tutmuş demektir. Düşünsenize geleceğin annesi ve babası, köylüsü ve siyasetçisi herkes ama herkes istisnasız o kutsal varlığın elinde büyümekte ve hayata hazırlanıp doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü ondan öğrenmekte. Annesi ne yaparsa o şey doğrudur ve ne yapmazsa o şey yanlıştır çocuk için. Burada kilit nokta kadının kendi sorumluluklarını ve ailesine karşı olan sorumluluklarını bilmesidir. Çocuklarına karşı olan sorumluluklarının en önemlileri de şunlardır: Dinini, kültürünü, davranış ahlakını ve toplumda nasıl bir birey olması gerektiğini öğretmektir. Çocuk zaten başkalarına nasıl davranması gerektiğini ve dinini tam olarak bilirse çoğu sorunun ortadan kalkacağı da aşikardır. Çünkü bu ikisinde ihtiyacı olan her şey var. Bu değerlerin bilinçli ve sorumluluk sahibi bir anne tarafından öğretilmesi de toplumun ayakta durup varlığını devam ettirmesi için başlıca ihtiyaç duyulan şeydir. Eğer bireyler düzgün bir ailede yetişmiş ise toplumdaki suç oranın azlığı ve toplumdaki güçlü ilişkiler bile gözle görülür derecede fark edilir. Bu durumda hem başka bireylere ve hakların saygılı hem de sorumluluk sahibi ve olabildiğince az sorunlu bir toplum karşımıza çıkar. Annesi bu değerlerden yoksun olup da öyle bir annenin yanında büyüyenlerin halini de ne yazık ki görmekteyiz haberlerde veya karşılaştığımız insanlarda. Çoğu zaman başka insanların hayatının sonlanmasına veya dünyasının yıkılmasına sebep olan davranışlar sergilediklerini “haberler” sağ olsun hiç kaçırmıyoruz. Çünkü çoğu acımasız ve hissiz bir kişilik sahibi oluyor yetişkin bir birey olduklarında benim gözlemlerime göre. Hiçbir merhamet hissetmeden hayvana tekme de atar, gider adam da öldürür veya herhangi bir kadının namusuna da ilişir. Bunların başlıca sebebi de sorumluluğunu yerine getirmeyen veya getiremeyen kadındır. Belki aklınıza şu soru gelebilir: Sorunlu kişilerin hiç mi suçu yok? Hiç mi dışarıdaki kişilerden, olaylardan veya başka şeylerden etkilenmiyorlar? Cevabım ise “yok denecek kadar az”. Ne yazık ki en fazla etkilenme aileden olur. Çocuk aileden on etkileniyorsa dışarıdan biretkilenir. Eğer anne kendi sorumluluklarını yerine getirirse zaten gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Çünkü çocuğun hayattaki tek dayanağı ebeveynleridir. “Çocuk” dediğin varlık annesinin tokadından korkup yine annesinin şefkatli sinesine sığınır. Yani o kadar aciz ve muhtaçtır düşünsenize... Onlarsız bir hayat çocuk için zindan olur. Annesinden yeterli şefkati göremeyenlerde psikolojik sorunlar olduğunu ve kendi çocuklarına da gerekli ilgiyi ve değeri göstermediklerini de duymaktayız etraftaki insanlardan. Yıkılan yuvalar, işlenen suçlar ve en önemlisi de intiharlar ne yazık ki bu ilgisizliğin ve sevgisizliğin sonuçlarıdır. Kadın, annesinden gerekli ilgiyi ve şefkati görmemiş ve kendi çocuğuna da gösteremiyor gerekli sevgiyi ve değeri. Sadece çocuğuna değil eşlerine de gösteremiyor. Eşini veya çocuğunu kapıda karşılarken asık yüzle kapıyı açan mı dersin, sanki tek başına yaşıyormuş ve evde başka kimse yokmuş gibi davranmak mı dersin daha neler neler… Çünkü bir insana nasıl değerli hissettirileceğini ve sevgisini göstereceğini bilmiyor ki… Ot gibi bir yaşam sürmüş ve sürüyor ve kendini de karşı tarafı da hayatından ve canından bezdiriyor. Yuvaların yıkılmasının da temel sebebidir bu. Ortada kalan çocuklar da bu yıkılan yuvaların tekrar ayağa kaldırılması neredeyse imkansız olan enkazlarından başka nedir ki? Acaba gelecekteki anneler şu an ne yapıyor diye bir soru geldi mi hiç aklınıza? Bana sorarsanız geleceğin anneleri pek de parlak bir tablo çizmiyor benim gözümde. Günlük yaşamımda ve özelliklede okuduğum okulda bu çok net görülüyor. Orada burada fotoğraf çekme peşinde koşup geleceğine dair veya “insan” yetiştirmeye dair bir şey öğrenmeyen bir nesilden yetişecek olan sonraki nesili hayal bile edemiyorum ne yazık ki. En çok görmek istediğim de bunların yetişmiş yani yirmi yıl sonraki halleri ve çocukları olduğunda ona nasıl davranacakları. En acı olan ise bazen ağlanacak halimize gülüyoruz… İsmail Nurullah Mutlu Kaynakça: Justine Levy. Annem Gibi. 1. Baskı. Epsilon Yayınları, 2014
MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ Sinema delisi biri olarak belki de alışamadığım tek film türü müzikal filmlerdir. Lakin her durumun istisnaları vardır. Fransız İhtilali sonrası Fransa halkının durumunu ustalıkla işleyen Les Misarablés ‘ın sinema uyarlamasını izlediğimde müzikal filmlere olan bakışım bir anda değişiverdi. Victor Hugo'nun ölümsüz romanı Sefiller' den uyarlanan müzikali izlediğimde kendimi sokaklara atıp isyan çıkartmak istiyorum. Filmde verilen duygu şarkılarla katlanıyor, adeta elle tutulur hale geliyor. Hepimiz 1789 Fransız İhtilali’ni duyduğumuzda "insanlar krala isyan etti ve kazandılar" diye düşünürüz. Çoğumuz mevcut kralın indirilip ondan pek farkı olmayan başka bir kralın başa geçtiğini, fakir halkın hakları konusunda hiçbir değişiklik olmadığını bilmeyiz. Filmde söylendiği gibi "Öldükleri zaman herkes eşittir". Kral ve soylu grubu bolluk içinde yaşarken sokaklarda binlerce insan bir parça ekmek bulamamaktadır. Mesela filmin başkarakteri "Jan Valjean" ı ele alalım. Ablasının çocuklarını doyurmak için her yola başvurur ama kendine para kazanacak bir iş bulamaz. Çocukları doyurmak için son çare olarak fırından bir ekmek çalar ve yakalanır. Mahkemeye çıkarılır ve sonuç olarak 19 yıl kürek cezasına mahkûm edilir. Soylular “kuş sütü eksik olmayan” masalarında yemek seçerken çocuklar için ekmek çalmanın cezası bu mudur? Çocuklarına bir lokma yemek götürmek isteyen adamın hayatı sona mı ermelidir? Peki ya toplum tarafından hor görülmüş, dışlanmış birisinin iyilikten anlamasını bekleyebilir miyiz? Siz basit bir sebepten 19 yıl hapis yatsanız insanlığa karşı iyi duygular besleyebilir miydiniz? Hapisten çıkıp bırakın çalışacak bir işi yatacak bir yer bile bulamayan Jan Valjean insanlığa saygı mı duymalıydı? Ama şansına bölgenin piskoposuna rastlar ve onun evinde yemeğe ve yatıya kalmaya davet edilir. Piskopostan bu kadar iyi bir davranış beklemeyen Jan Valjean ne yapacağını bilemez ve gümüş şamdanları çalıp evden kaçar. Ama şansı yaver gitmez ve yakalanıp piskoposa geri götürülür. Yine hapse gönderilmeyi bekleyen Jan Valjean, piskopostan duyduklarıyla şaşkına döner. Piskopos şamdanları ona hediye eder ve ondan şikâyetçi olmaz. Bu; Jan Valjean’ ın toplumdan gördüğü belki de ilk iyiliktir. Bu iyilik karşısında şaşkına dönen Jan Valjean, gümüş şamdanları iyilik yönünde kullanmaya karar verip ismini değiştirir ve bir fabrika kurar. Fabrikası yüzlerce işsize iş kaynağı olur ve pek çok kişi onun sayesinde geçimini sağlar. Ayrıca hapisten çıkınca kendi başına gelenleri unutmaz ve geçmişi nasıl olursa olsun herkesi işe alır. Lakin onun haberi olmadan küçük bir kızı olan masum bir kadın fabrikadan atılır. Küçük kızıyla ortada kalan Fantine; insanlığın kötü yanını ilk kez görür. Ama yanında küçük kızı varken kim ilk darbede pes eder ki? Maalesef biz insanlar birbirimizi ezmeyi çok seviyoruz. Eline azıcık güç geçiren diğerlerini ezmeye başlıyor. Belki bu örnekte güçlü taraf olan soylular güçsüz olan köylü sınıfı eziyor. Ama başkalarını küçük görmek için kral ya da soylu olmak gerekmez. Mesela filmdeki hancı Thénardier çifti. Aslında fakir bir han işletiyor ama çaresiz durumda bir kadın onlara gelince kendilerini çok güçlü zannedip güçsüzü eziyorlar. Bu sırada işten atılmış kızına bakacak durumu olmayan Fantine kızına bakacak birini bulmak zorunda. Sonunda hancılarla anlaşıp kızı Cosette’i oraya bırakıyor ama hancı çiftin kızına nasıl davranacağından bihaber. Fantine kızını bırakır bırakmaz hancı çift kıza bir hizmetçi gibi davranıyor, üstüne üstlük uydurma sebeplerle Fantine’den para istiyor. Fantine ise bu parayı toplamak için sağlam dişlerinden tutun da saçlarına kadar satabileceği her şeyi satıyor. Lakin gelen para kendi kızına değil, hancının kızlarına harcanıyor. Hayatta kötü şeyler olduğu kadar iyi şeyler de olur. Madalyonun bir yüzü kötüyse diğer yüzü iyidir. Jan Valjean olanları öğrenir ve Fantine in küçük kızını kurtarır ve kendi kızı gibi büyütür. Küçük kızına gözü gibi bakar. Lakin bir gün kızını düzenli olarak bahçede bir adamla konuşurken görünce beyninden vurulmuşa döner. Ertesi gün kızı da alıp oralardan taşınır. Bahçede gördüğü adam genç Marius’tur. Cosette ile tanışıncaya kadar arkadaşlarıyla devrim hayalleri kuran Marius ne yapacağını bilemez hale gelir. İşçi sınıfı ile soylu sınıf arasındaki uçurum her zaman herkesin gözü önünde saklanan bir durum olmuştur. Soylular başkalarını düşünmez, işçiler ise o kadar ezilmiştir ki hakkının yenildiğini fark etmez. Ama o yıllarda Fransız İhtilali ile açığa çıkan düşünceler hala gündemdedir ve halk kralı tekrar devirip haklarını geri almak ister. Halkın belirli bir kesimi bir özgürlük savaşını zorunlu görmektedir. İşte Marius bukesimdendir. Cosette ile buluşamayınca ne yapacağını şaşırır ve fırsatı değerlendirip başlayan isyana katılır. Lakin isyan biter, ordu isyancıları bastırır ve bütün arkadaşları ölür. Marius ise kimliği bilinmeyen biri tarafından kurtarılır. Üstüne üstlük Cosette geri dönmüştür ve babası onunla evlenmesine izin vermektedir. Jan Valjean ölmek üzeredir ve kızını onu gerçekten seven biri ile evlendirmek istemektedir. Jan Valjean ve Fantine’in trajik hayatları Marius ve Cosette’in mutluluklarına vesile olmuştur. Böyle adaletsiz dönemleri yaşamasına rağmen, Jan Valjean’ın hayata mutlu bir insan olarak veda etmesi bence başına gelen en hakiki olaydı. Çünkü zor zamanlarda bile yaşasa, her insan hayattan kendi mutluluğunu bulabilir. Cosette’in Jan Valjean’ı baba olarak görmesi, Marius’un arkadaşlarının ölümüne rağmen Cosette ile evlenip mutluluğu bulması bunun kanıtıdır. Tarihi araştırırken elim olaylara denk gelsek de, her zaman bu olayları sinemada gördüğümüz gibi içselleştiremiyoruz. Bu bakımdan filmin görevini yerine getirdiği ve zamanının olaylarını yeterli düzeyde yansıttığını düşünüyorum. Bize bu empatiyi yaşatmakta Jan Valjean’ı oynayan Hugh Jackman ve Marius’u oynayan Eddie Redmayne’in payının oldukça büyük olduğunu düşünüyorum.
Ayça Yavuz 21601436 BENLİĞİMİZİ TAMAMLAYAN DÜNÜMÜZ, BUGÜNÜMÜZ VE YARINIMIZ Bizi, benliğimizi tam yapan geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimiz için almayı planladığımız kararlardır. Pişmanlıklar, keşkeler veya gururlu tebessümlerle arkamızda bıraktığımız geçmişimiz ile umutlarımızın kapsadığı, hayallerimizi oluşturan geleceğimiz arasında bir köprüdür bugünümüz. Geçmişten kalan ve aklımızı, zamanımızı ayırdığımız pişmanlıklarımız veya geleceğimiz için durmadan kurduğumuz hayallerimiz arasında kayıp gider bugünümüz. Ne yazık ki yarın olduğunda da bugünümüz yeni bir keşke olarak geçmişimize eklenecek ve belki de bu döngü sürüp gidecektir. Elimizde bulunan zamanımız geleceğimizle ilgili planlarımız için kullanabileceğimiz en büyük fırsatlardan biri olmakla birlikte geçmişteki hatalarımız, acılarımızla ilgili hiçbir şey için geç olmadan ders çıkarabileceğimiz bir hazinemizdir. Asıl önemli olan da işte bu zamanımızı nasıl verimli kullanabileceğimizdir. Şu anki anımızı kayda değer, verimli kullanmanın yollarından birisi de geçmişimizi iyi özümsemek ve ondan gerekli dersleri çıkarmaktır. Belki de her birimizin kimliğimizi, karakterimizi, dış görünüşümüzü ve benliğimizi oluşturan birçok özelliğimizi etkileyen en büyük faktörlerden birisi de geçmişimizdir. Geçmişten aldığımız yaralar veya başarılarla attığımız adımlarımız bizi bugüne getirmiş ve yaşadığımız hayatı en ince ayrıntısına kadar belirlemiştir. Kişiliğimizi, benliğimizi olgunlaştıran, hayat görüşümüzü, düşüncelerimizi, önceliklerimizi belirleyen geçmişten aldığımız yaralarımız ve onların ruhumuzda, kalbimizde bıraktığı yaralardır. Her birimizin nasıl parmak izi farklıysa ruhumuzu besleyen, mantığımızın yapı taşlarını oluşturan, elimizde olmadan kalbimize dokunan ve bunların getirdikleriyle geçmişimizde bıraktığımız aidiyetimiz ve geleceğimize adım atarken yolumuzu çizeceğimiz önceliklerimiz, isteklerimiz farklıdır. Yüzümüzün aldığı ifade, duruşumuz, dış görünüşümüzdeki birçok özellik geçmişimizin bize bıraktığı bir yansıma olarak üstümüze oturur. Temeli sağlam atılmamış geçmişimiz karakterimizde, bugünümüzde olumsuz etkisini hissettirecek en önemli etkenlerdendir. Yarım kalmış bir yanımızla bugünümüze devam edebilmek elbette ki mümkündür ancak bunu başarabilenlerimiz özel bir çaba sonucunda yolunu yeniden düzlüğe çıkarabilmiş olanlarımızdır. Bugünün bize getirdiği fırsatları iyi fark ederek bunları değerlendirebilmek geleceğimiz için farklı bir deyişle anı değerlendirebilmek hem bugünümüze bir anlam katarken hem de çıkmış olduğumuz yolda daha hevesli olmamıza neden olur. Geçmişte üstünden geçmeyi başardığımız rampalardan çıkardığımız dersler sonucunda hata yapma olasılığımızı azaltarak baş koyduğumuz yolda daha kendimize güvenen ve emin adımlar atarız. Geleceğimizle ilgili attığımız bu güvenilir adımlar bir nevi güvence olarak kalbimizden hiç eksik etmeyeceğimiz umudumuza destek olur. Geçmişimiz geleceğimizin veya bugünümüzün tam olarak bir ölçütü değil, sadece bir yansımasıdır. Bu nedenle ondan çıkardığımız derslerle yeni aldığımız kararlarda benzer acıları, üzüntüleri yaşamamak için çaba gösteririz. Hayatımızın her dönemi bizim için farklı bir tecrübe olmakla birlikte farklı zorluklar ve bunları atlatabilmemiz dahilinde yaşayacağımız farklı ödüllendirilmelerin ve farklı sevinçlerin oluşturduğu bir serüvendir. Zaman geçtikçe kazandığımız deneyimlerle hayatla ilgili genel olarak bütün düşüncelerimizdeğişerek, olgunlaşarak en sonunda benliğimize yaklaştığı haliyle ancak sürekli bir değişim içinde belirginleşmeye başlar. Geçmişimizi hiç değiştirmeden tekrar yaşayabilmemiz ise teknolojinin ve yeniliklerinin sürekli bir değişim içinde olduğu çağımızda imkansıza yakın bir durumdur. Bize ait olan geçmişimizi değiştirebilmek mümkün olmadığı için kendimiz için yapabileceğimiz en büyük iyilik tecrübelerimizin bize öğrettikleriyle attığımız her adımda geçmişte benzer hatalara düşüp düşmediğimizi sorgulamak ve bunun sayesinde daha güvenli adımlar atmaktır. Geçmişimizi değiştirebilmek elimizde olmasa da bugünümüz ve yarınımız bizim elimizde ve ilerleyecekleri yol alacağımız kararlarımızdadır. Yanımızdan teğet geçen veya yavaşça yaklaşmakta olan fırsatları, umutlarımıza cevap verebilecek imkanları, kalbimizi ısıtacak küçük bir iyiliği veya ruhumuzu doyurmayı bekleyen temel duyguları fark edebilmek şu anda bizim elimizdedir. Yapmamız gereken tek şey geçmişimizden gelen benliğimiz ve tecrübelerimizle bugüne dair daha sağlam ve bunun sayesinde de geleceğimizle ilgili daha umutlu adımlar atmaktır. Kaynak TAFDRUP, Pia. Bulunduğun Yerde - Seçme Şiirler. Çev. Murat Alpar. İstanbul: Yapı Kredi ​ ​ Yayınları, 2016.
Teknoloji Kurtaracak Mı Bizleri? Teknolojik ilerlemenin beraberinde gelişmiş yaşam standartları getireceği düşünülür çoğu zaman. Medikal gelişmelerin ömrümüzü hiç olmadığı kadar uzatacağı, son derece hızlı ulaşım araçları ile sınırların ortadan kalkacağı, ilerleyen yapay zeka teknolojisi sayesinde çalışmak yerine robotların ürettiklerinin zevkine varacağımız bir dünya. Belki uzay seyahatleri gündelik bir durum haline gelir, uzay madenciliği başlar, başka gezegenler üzerinde koloniler kurmaya başlarız. Bütün bunlar gerçekleşirken de, fakirlik, kıtlık gibi sorunlar da kalıcı olarak ortadan kalkar. Bu beklentiler kulağa son derece doğal gelişmeler gibi gelmekte, öyle de olmaları gerekir. Ama ne yazık ki, gerçek hayat bu son derece doğal beklentileri karşılayamayacak kadar adaletsiz ve acımasız olabilir. Teknolojik gelişmeler tek başlarına, hiçbir kontekst olmaksızın incelendiklerinde elbette insanlar için iyi bir haber gibi görünür çoğu zaman. Öyle de olurlardı, eğer bu gelişmeler toplumun genelinin yararına kullanılsalardı. Ama ne yazık ki, bireylerin işbirliği yapmaktansa birbirleri ile mücadele ettikleri, sosyal ve ekonomik sınıfların olduğu, ve bu sınıfların derin uçurumlar ile birbirlerinden ayrıldıkları toplumlarda teknolojik gelişmeler toplumsal gelişmeleri beraberinde getirmeyebilir. Robotları ele alalım. İlerleyen yıllarda pek çok sektörde robot iş gücünün insanlardan çok daha ucuza ve çok daha üretken bir şekilde çalışacak duruma gelmesi bekleniyor. Bu, normal şartlar altında, son derece iyi bir haber olurdu herkes için. Düşünsenize, insan eli gerektiren işler o kadar azalacak ki, herkes hayatının büyük bir kısmını çalışmakla geçirmektense, hobilerine, arkadaşlarına, kendine vakit ayırabilecek! Bir enstrüman çalmak isteyip de hiçbir zaman kendini adayacak zamanı bulamayan insanlar birer virtüöz olabilecek. Bütün sanatlarda bir patlama yaşanacak, kültürel bir altın çağa girilecek. Seyahat edip farklı toplumları görmek isteyenlerin önünde hiçbir engel olmayacak. İşlerinden nefret eden intihara meyilli bireyler ortadan kalkacak. Çocuk işçiler sağlıksız şartlarda saatlerce çalışmaktansa, çocuk olabilecekler. Bütün bu gelişmelerin mümkün olabileceği günler çok yakın, ama bir o kadar da uzak. Gerçekte bu durumun tam zıttı bir etkiye sebep olma potansiyeline sahip robotlar ne yazık ki. İnsanlar işlerini ve gelir kaynaklarını robotlara kaybetme korkusu ile yaşayacak, maddi yetersizlikten ötürü bir aile kurup çocuk sahibi olmaktan bile kaçınacak. Toplumun büyük bir kısmı ekonomik olarak ihtiyaç duyulmayan bireylere dönüşecek. Ekonomik değerin her şeyi belirlediği toplumda bu durumun tam anlamı ile bir felaket olacağını görmek çok da zor değil. Neredeyse hiçbir insanı istihdam etmeyen küresel şirketlerin ekonomiyi ve insanları domine ettiği, orta sınıf, sosyal program gibi kavramların tarihe karıştığı, işsizliğin ve umutsuzluğun tavan yaptığı bir toplum gözler önüne serilmekte bu gelişmeler incelendiğinde. Toplumsal harmoninin tamamen ortadan kalktığı, bireylerin hiç olmadıkları kadar yalnızlaştıkları, ayrışmış ve umudunu yitirmiş bir dünya. İçleri kararmış nihilist insanların, küresel şirketlerin devasa neon reklam panoları ile ışıklandırılmakta olan kirli ve düzenden yoksun sokakları, yağan yağmurdan korunmak için tek kullanımlık şemsiyelerini başlarının üzerinde tutarak adımladığı, ufuk çizgisinde şirketlerin devasa ve göz korkutan merkezlerinin bulunduğu bir şehir belirmekte gözlerimin önünde. Gelişmiş teknolojilerle donatılmış düşük bir yaşam standartına sahip insanlar.Ekonomik düzenimiz toplumsal fayda yerine bireysel çıkarları destekleyen ve ödüllendiren bir yapıda olduğu sürece bütün teknolojik gelişmeler, her ne kadar muhteşem görünürse görünsünler, distopik bir dünya yaratmak için kullanılabilir. Sahip olduğumuz her alet, her araç, içerisinde bulunduğu kontekstin dışında incelendiğinde nötrdür. Onları distopik veya ütopik yapan toplumun bu araçları hangi amaç uğrunda kullandığıdır. Taylanumut Doğan 21702360
İYİLİK MELEĞİ Amélie kim? Hayalperest, insanlara, onlara hissettirmeden küçük sürprizler yapan bir iyilik meleği. Peki, her birimizin hayatında aslında bir “Amélie” yok mu? Bizlere hissettirerek ya da hissettirmeden her zaman orada olduğunu bildiğimiz o melek. Melek diyince aklınıza sadece bir şahıs gelmesin. O melek somut olabileceği gibi soyut bir varlık da olabilir. Bir düşünce, bir hayal belki de bir melodi, birbeste. Benim iyilik meleğim birçok alışılagelmiş melekten biraz daha farklı. Onu göremiyorum ama en derinlerde hissediyorum ve en önemlisi her notasını duyuyorum. Tabii ki benim meleğim bana sürprizler yapmıyor ya da omzuma elini koyup bana nasihat vermiyor. Ama ne zaman istesem, ona ihtiyaç duysam birkaç düzine piyano tuşu uzağımda. Meleğimin adı da “Comptine d'un autre été”. Hani bazı şarkılar, besteler vardır ya sıkılmadan çevirip çevirip dinlersin. Aynı küçükken yaptığım gibi, anneannemin eski kasetliradyosunda Tarkan, Sezen Aksu şarkılarını dinlerken sevdiğim kısmı geçtiğinde, küçük deliklere parmağımı sokup geri sardığım ve tekrar tekrar dinlediğim günler gibi şimdi bu besteyi bıkmadan usanmadan defalarca dinliyorum ve benim için en önemlisi çalabiliyorum. Zamanında ben daha ilkokul çağımdayken Yann Tiersen ile yani bu filmin müziklerinin bestecisiyle tanıştım. Önceleri müziğe pek ilgim olmasa da dinlerken bile bu kadar keyif veren, insanı rahatlatan bir şeyi bir de çalabiliyor olsam ne hissederdim acaba diye düşündüm. Piyanoyla yüz yüze gelişim böyle başladı. Eser zor bir eserdi ve ben de bir o kadar sabırsızdım. Aylar sonunda seviyemin üstünde bir eser olmasına rağmen öğretmenimi ikna ettim ve Comptine d'un autre été’ yi çalışmaya başladık. Zorlana zorlana da olsa sonunda parçayı çıkarmayı başardım ama değmeyinkeyfime. Sürekli gece gündüz demeden her boş anımda oturup kendi kendime resitaller verirdim. Sanki kocaman bir sahnedeymişim gibi. Bir havalar ki görmeyin. Üzüntülerime göre ağırlaştırdığım ritmini, sevinçlerime heyecanlarıma göre hızlandırır; kendi kendime eğlence yaratırdım. Bu eseri tamamlamış olabilmek, daha fazlasını istememe neden oldu. İşin garip yanı benzer ritminden ve ayırt ediciliğinden midir bilinmez ama sadece Yann’ın eserleri bu zevki veriyordu. Diğer eserlerini de öğrendikten sonra sahnemdeki seyircilerim arttı. Artık sadece ben değildim okulda, dışarıda nerede bir piyano göreyim elbet oturmalıydım başına. Hem kendimi daha iyi hissetmemi sağlamış, özgüvenimi arttırmıştı hem de daha sakin birine dönüştürmüştü.İyi de şimdi bu iyilik meleğim değildide neidi? Bazen insan kendini yalnız, belki kimsesiz ya da çıkmazda hissedebiliyor. Zor durumların içinden geçebiliyor. Ama anlayamadığım ve belki de bir ömür boyu hiç anlamak istemeyeceğim tek şey var ki o da insanların neden böyle yaşamayı tercih ettikleri. Kalk, silkelen. “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.” “Kalk ve kendine yapacak, seni iyi hissettirecek bir şeyler bul.”diye dürtmek istediğim insanlar olmuyor değil etrafımda. Düşünüyorum da bazen Yann Tiersen’i keşfetmeseydim, gerçekten bu kadar severek, zevk alarak yaptığım bir hobim olacak mıydı? Beni yeni yerlere götüren, yeni ortamlarla, insanlarla tanıştıran bir uğraşı böyle çabukbenimseyebilir miydim bilmiyorum. Ya da belki en önemli soru bir müzik aleti çalacak mıydım emin değilim. Hayatıma bir şeyler katmasının ve sıradanlıktan uzaklaştırmasının yanı sıra beni hayatımın sadece bir evresinde yapıp bırakacağım, gelip geçici bir heves değil de, ömür boyu yanımda taşıyabileceğim ve benimle bütünleşecek bir melek bulmamı sağladı. BESTE ÜNVER Kaynakça Fotoğraf:http://screenmusings.org/movie/blu-ray/Amelie/pages/Amelie-1053.htm Süreya, Cemal. Kısa. Sevda Sözleri, 293, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
ÖYKÜ DEMİR Konuşulmamış Konular Konuşulması gereken ancak türlü bahaneler ile ertelenen konular, hayatta ne tür etkiler bırakır ve bırakabileceği etkiler en fazla ne kadar yıkıcı olabilir? Bana kalsa bu sorunun cevabı asla büyük bir etkisi olamayacağı, büyük bir etkiye sahip olmak için fazla değersiz bir konu olduğu olurdu. İzleme kararını arkadaşımın ısrarı ile aldıktan sonra yaptığım kısa bir araştırmadan sonra birçok kişiden gerçekten izlenmeye değer bir film olduğunu okuduğumda fazlasıyla ilgimi çekmişti. Zaten kendimi bildim bileli psikoloji filmlerine karşı büyük bir hayranlığım vardı. Bu filmin güzel oyunculuğu ve eşsiz konusu ile hayranlığım beslendi ve bana belki de en kötü sonuçlardan birini gösterdi. Kendi içinde kasırgalar kopan minik bir çocuk iken büyüyüp kasırgalarını dışarı çıkardı Kevin. Minik avuçları arasında kafasıyla kara kara düşünürken küçüklüğünde, büyüdüğünde çevresindekileri aynen o şekilde düşündürdü. Sorun neydi peki? Niye Kevin böyle kan dondurucu bir çocuk olmuştu? Cevabı üzerine kalın kumaşlı perdeler örttüğü gözlerinde saklıydı. Kevin, küçüklüğünde etkilendiği olaylardan ve görmeyi hep istediği ilgiden dolayı üstün zekâsını yanlış işlerde kullanan bir çocuk olmuştu. Küçük Kevin’da ailesi tarafından fark edilmeyen sıkıntılar Kevin büyüdüğünde, yani iş işten geçtiğinde fark edildi. Kurtarılamadı, ellerinden tutulmadı, yapayalnız bırakıldı. Yıllarca ağladı belki de. Bunca isyana ve acıya rağmen kimse onu duymayınca da, kendi kendini boğdu sessiz çığlıklarıyla. Oysa tek istediği biraz daha sevgi ve ilgi görmekti. Daha önce dâhiler hakkında oturup çok düşündüm. Üzerinde herhangi bir çalışma yapılıp kesin bir karara varılmış mı bilmiyorum ancak, bence dâhilik seviyesindeki insanların seçebileceği iki yol var. İlk yol Goethe, Vinci ve Galileo gibi isimlerin izlediği yoldu. Üstün zekâlarını sanat veya bilim gibi konularda kullanan bu insanlar, peşlerinde yüzyıllar geçmesine rağmen hala değer gören eserler bıraktılar. İkinci yol ise birinci yoldaki insanların zıtları, Kevin gibi nicelerinin seçtiği veya seçtirildiği yoldu. Karındeşen Jack, Elizabeth Bathory ve Ted Bundy gibi kötü ünüylebilinen insanların genelde seçtirildiği yol olan ikinci yol, küçüklük travmaları ve psikolojik sıkıntılar nedeniyle onların üstün zekalarını cinayete yönlendirmesi ile oluşmuştur. Bu isimleri dahi kavramı içerisine her biri birer seri katil diye koyuyorum. Seri katilliğin kesinlikle üst düzey zekanın olumsuz yöne itilmesi sonucu olduğunı düşünüyorum. Yani anlayacağınız, Kevin gibi diğer katillerin de elinden tutulsaydı böyle yıkıcı sonuçlar yerine yapıcı sonuçlar elde edilebilirdi bana göre. Bir aile oluşturmak şu dünyanın en zor işlerinden biri bana göre. Bireylerin birbirleriyle uyumsuzlukları bazı konularda gerekli olsa da, bu uyumsuzluklar iç çatışmalara sebep olduğunda evlilik, evlilikten çıkıp hasta bir birliktelik haline geliyor. Bu evliliği yoluna koymak için çocuk yapma düşüncesi ise yüksek bir oranla aileyi uçuruma sürüklüyor. Çocuk doğduğu andan itibaren anne-baba arasındaki çatışmalar daha güçlü oluyor, minik çocuğun kalbi bu çatışma arasında parçalara ayrılıyor. Parçalara ayrılan minik kalp yerini ilk önce gözyaşlarına, sonra sorgulamaya, en son da duygusuzluğa bırakıyor. En başından düzgün bir temel atmak için çiftin birbirini iyi bilmesi gerektiğine inanıyorum. Yoksa sonuçlar filmde de gösterildiği üzere gerçekten de kötü olabiliyor. Yani aile içerisindeki huzursuzluk seviyesini en aşağıya indirmek çift için ve çocukları için en iyisi olur. Ancak eğer bu huzursuzluk seviyesi artarsa, anlaşmazlıklar şiddetlenir ise ve arada çocuğun kaynayacağı bir duruma getirilirse, tebrikler, artık sizin de bir Kevin’ınız olabilir.
Hayatımı Değiştiren Film: Barry Lyndon Ege Mumcuoğlu 22302385 Sürekli yaşam tarzımı sorgulamak, aralıksız bir değişim içinde olmak bu hayattaki iki en büyük zevkim. Bazı insanlar benim öz sorgulama ile geçen bu yaşam tarzımı gördüklerinde beni kendinden emin olmayan bir insan addediyorlar hâlbuki ben kendimin de hatalı olabileceğimi kabul ediyorum yalnızca. Açıkçası fazlasıyla memnunum durumumdan; alçakgönüllü olmamı, başkalarına empati duymamı sağlıyor sahip olduğum bu kişisel farkındalık ve gelişim amaçlı yaşam tarzı. “Acaba az önce yanlış bir davranışta mı bulundum, karşımdaki beni yanlış mı anladı, sahip olduğum alışkanlıklar bana zarar mı veriyor, hayatımın amacı nedir, karşılaştığım olay ve olgulardan ne gibi dersler çıkarabilirim?” gibi öz eleştirel sorular geçiriyorum aklımdan, durmadan güncelliyorum kendimi böylece. Küçüklüğümden beri öz eleştiri özelliğine sahip olduğumu söyler ailem, anlattıklarına göre daha anaokulunda iken başlamışım yaşamımdaki şeyleri sorgulamaya. Tıpkı bir bilim insanı gibi hayatın inceliklerini görmeye, kendimi eğitmeye çalışıyorum kendi kendime. Bir defa başladım mı kendimi sorgulamaya, kesin bir sonuca varmadan aklımı, ne yazık ki, başka olaylara veremiyorum. Girdiğim koridorda ya kendimi düzeltme kapısını ya da kendimi haklı bulma kapısını seçmem gerekiyor durumu basitçe betimlemem gerekirse. Bazı zamanlar ise izlediğim bir film bu sürecin başlamasını tetikliyor; seyrettiğim karakterlerin iyi veya kötü yönleri, kendimi eleştirdiğim üçüncü şahıs mevkisine farklı bir boyut getirmeme yardım ediyor. Bundan, çok da önce değil, birkaç ay önce Stanley Kubrick’in çektiği Barry Lindon filmini izlemiştim misal. Baş karakter Barry Lindon, kişiliği ile âdeta dönüşmekten kaçınacağınız bir insanı resmediyordu. On sekizinci yüzyılda geçen bu mizah dolu filmde; sakar kişiliği ve vurdumduymaz hareketleri ile hayal bile edemezsiniz Barry’nin ne tür belalara bulaştığını, nasıl inanılmaz şansı sayesinde sıkıntılı durumlardan paçasını kurtardığını. Onun genel anlamda hatalı ve sorumsuz davranışları filmi izleyen bir kişiye başta kendileri üzerinden öz sorgulama yapmaya değmeyecekmiş gibi görünse de ben Barry’den çok şey öğrenebileceğime inandım ve başladım çıkarımlar yapmaya kendimle ilgili bu eğlenceli filmin eşliğinde. Barry’nin yaşadığı sıra dışı olaylara karşı gösterdiği tepkilerini kendi yaşadığım sıra dışı olaylarda gösterdiğim duruşlarımla, sıkıntılı durumlarda yaptığı seçimleri benzer bir durumda kendi yaptığım seçimlerle karşılaştırdım. Dışarıdan basit bir insan gibi görünen Barry’nin, onu öz sorgulama yapmak için dikkatle izlerken aslında çok akıllı ve bilinçli bir karakter olduğunu gözlemledim. Onu neden başlarda umursamaz ve sakar bir kişi olarak addettiğimi sorguladım ve kendimin başka insanlar ile ilgili, film karakteri olsalar dahi, çok hızlı ve vurdumduymaz bir şekilde çıkarımlar yaptığımın farkına vardım. Barry’nin yolculuğu sırasında karşılaştığı muhteşem yer şekillerini ve güzel doğa manzaralarını takdir etmesi, benim kendi çıktığım yolculuklarda etrafımın güzelliğini takdir edip etmediğimi düşünmeme sebep oldu. Hayata on sekizinci yüzyıl İngilteresinde yaşamış bir insanın gözü ile bakmayı öğrendim Barry sayesinde. Bu heyecan ile karışık öz sorgulama sürecinin içerisinde filmin sona erdiğini, bitmesinden ancak dakikalar sonrasında fark edebildim. Yaşadığım ana geri döndüğümde farklı bir insana dönüşmüştüm. Bu tür bir süreç neticesinde öz sorgulama yapmanın önemi bir kez daha kendini belli etti bana; insanın karşılaştığı şey ne olursa olsun ondan ders çıkarmaya çalışıp kendini geliştirme ereği ile hareket etmesinin ne kadar bilinçli, faydalı ve alçakgönüllü bir hareket olduğunu hissettim. Barry Lyndon filmini izlediğim o akşam yaptığım öz sorgulama ve neticesindeduyduğum mutluluk; daha nice öğreneceğim bilgi, yapacağım öz sorgulamalar ve kendimi geliştirmenin hayali ile gözlerimi yeni bir gün için kapatmamı sağladı. Kaynakça Kubrick, Stanley. Barry Lyndon. 1975. Film. Hawk Films, Peregrine Productions, Warner Bros.
Keşfedilmeyi Bekleyen Konser salonundan içeri giriyorum. İlk defa canlı bir klasik müzik konseri dinleyecek olmanın heyecanıyla yerime oturuyorum. Klasik müzik dinlemenin güzelliğini fark ettiğimden beri ayrı bir değer verdiğim konser başlıyor ve beni alıp götürüyor. Evet klasik müzik dinlemenin güzelliğini fark ettiğimden beri diyorum, çünkü bunun değerini kavrayamayışıma yandığım zamanlarım oldu. Nasıl bu kanıya vardığımı veya neden bu konu üstünde bu kadar durduğumu merak ediyor olmalısınız.Siz de azıcık sabredin canım, oraya da geleceğiz! Müziğin bir dil olduğunu biliyorum. Bunu görüyorum. Beni ne karda kolay etkilediğinden, düşüncelerimi, ruh halimi bu kadar değiştirebildiğinden kavrıyorum bunu. Ve işte başlıyor hareketlenmeler. Sanırım bu seferki bir olayı anlatıyor. Ama nasıl bir olay? Tatlı bir yan flüt sesi işitiyorum sanki. Bu ses bana huzuru, sevgiyi çağrıştırıyor. İki sevgilinin birbirine sevgi dolu bakışlarını görecekmişim hissi uyanıyor içimde. Hani birbirini seven iki kalp yan yana oldu mu, sonsuz bir an oluşur ya aralarında.Gözlerine tesir eder kalplerindeki aşkla bezenmiş maya,bir bakış yeter anlamaya bu iki kalbin aslında bir olduğunu. Tam da o an! Gerginlik hüküm sürüyor müzik aletleri arasında.Yoksa bir şeyler ters mi gidiyor? Bilmiyorum, üzülmeli miyim yoksa heyecanlanmalı mı? Neler oluyor, birileri ayıracak mı iki güvercin gibi birleşen yürekleri? Hasretlik mi baş gösterecek? Birbirinden vazgeçmenin korkusuyla çırpınıyorlar sanki avuçlarım arasında. Sanırım tam ortalarına düşmüş bulunmaktayım hikâyelerinin! Kendilerinden vazgeçmemem hususunda yalvaran kanatlar gözlerimde aksediyor. Kim bilir belki de aralarına girmek isteyen birileri vardır? Ya da kendilerine tahammül edemeyip saf sevgilerini kirletmek isteyen haydutlar peydah olmuştur etrafta? Ne olursa olsun bir şeyler yapmalıyım sanırım. Evet onlara yardım etmeliyim! En güzel sevgi,korunmaya değer olandır çünkü.Dünyadan bir güzelliğin silinip gitmesine göz göre göre izin veremem! Heyecanlı bir ritim aksediyor konser salonunda.Bizim gençler kendilerini kurtaracak bir yol buldu da bana mı anlatmaya çalışıyorlar acaba? Beni yanlarına çağırıyorlar adeta birileri gelmeden. Ne yapmalı, nasıl kurtulmalı? Planlar yapıyor bir nota olup aralarına süzülüyorum sanki içine karıştığım melodilerin. Sesimle savaşıyor, sonuna kadar savunuyorum bu iki şahsiyet timsali genci. Yeterince kirlenmiş bir dünyada kaybolup gitmelerini istemiyorum. Saf kalmışlığın böylesi nadir görüldüğü hatta arandığı şu zamandan bakınca görevime daha sımsıkı sarılıyor, elimden geleni yapıyorum.Yapıyor muyum yoksa yapmak istediğim kadarını mı yapabiliyorum bilmiyorum. Sadece yapıyorum. Uzun süren, merak dolu maceramız sona ermek üzere. Ümit dolu sesler duymaktayım. Başardık mı yoksa? Bilmiyorum, belki de samimi bir yürekle karşı koyuşumuzun karşılığını alıyoruzdur. Heyecanla kıvranan keman yaylarının cızırtısı bize bir şeyler anlatıyor. İşte oldu! Yine kuş cıvıltılarını andıran flüt sesleri! Başardık! Bu güzel konser sona ermek üzere iken hayallerimden sıyrılıyorum. Salonda müthiş alkış sesleri. Teşekkür ediyorum içimden bu güzel müziği besteleyene de, çalanlara da. Herkesin kendince anlamlandırabileceği, içindeki özlemleri hayallerinde gerçekleştirebileceği mükemmel bir sahne hazırlama fırsatı veriyor bu müzik. Sonra da soruyorlar popüler kültür müziklerinden neden hoşlanmıyorsun diye! Bu güzellikler bırakılıp içinde neredeyse kayda değer hiçbir anlam barındırmayan, duygularımı coşturmayan, ruhumu inceltmeyen müzik dinlenir mi? Ne yazık ki bu ancak bir tanıtım konseriydi, uzun sürmedi. Müzisyenler bizleri selamlayıp yerinden ayrılırken, ne ilginç, kimse yerinden kıpırdamıyordu! Sanırım onlar da benim gibi düşüncelerinin en derinlerinde birileri ile beraberler ve o dünyadan ayrılmak istemiyorlar! Dakikalarca bekleyişin ardından konserin bittiği –sonunda- algılanınca kimse kahkahasını tutamadı! Demek içimizde arada ilgilenilmesi,buluşulması gereken kimseler taşıyoruz. Bunu sağlayacak ortamı bulduğumuzda ise bırakmak istemiyoruz. Keşfedilmesi gereken bir dünyamız varsa, ne duruyoruz? Biz de keşfe çıkalım! Aramazsak bilemeyiz, içimizde keşfedilmeyi bekleyenleri... Hayatımızı nasıl değiştirecekler, bize nasıl bir ufuk kazandıracaklar, bilemeyiz…Ne demişler: Aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır… Süreyya Güder (Mozart,Wolfgang Amadeus, Le Nozze di Figaro ouverture)
Bengisu Çeşitcioğlu YOLDA, BULMAK İÇİN Küçüklüğümden beri yeni yerler görmek, dünyayı keşfetmek en büyük hayalim olmuştur. Bir sırt çantasına sığacak birkaç parça eşya ile her şeyi geride bırakarak başka hiçbir şey düşünmeden sadece yolda olma fikri bana huzur vermiştir. Yalnız başıma bindiğim bir trende, dilini hiç bilmediğim bir ülkeye yapacağım yolculuğun düşüncesi beni hep heyecanlandırmıştır. Büyürken hayat bana içinde bulunduğum şartlardan dolayı bu yolculuğu yapmanın kolay ve ulaşılabilir bir hedef olmadığını öğretti. Fakat düşündükçe dünyada yeni yerler görmek şöyle dursun, içinde yaşadığım ülkeyi hatta içinde yaşadığım ili hakkıyla gezmediğimi fark ettim. Dünya üzerinde görmediğim yerleri keşfetme isteğim, hayat şartları ve yaşadığım şehri bu kadar az biliyor olmam gerçeğiyle yüzleşmem ile birikte Ankara’yı keşfetme isteğine dönüştü. Dünyayı keşif sürecimin ilk adımı olan Ankara’nın son zamanlarda bir çok yerini gezmeye başladım. Gideceğim yerleri belirlemek için araştırma yaparken hiç görmediğim yerlerin sayısının çokluğu beni hayrete düşürdü. Ayrıca aşina olduğumu düşündüğüm yerlere tekrar gittiğimde aslında orayı çok az tanıdığımı ya da yıllar içinde bazı yerlerin inanılmaz şekilde değiştiğini fark ettim. Hafızamın unutkanlığa yatkınlığı mı yoksa dünyanın bu denli hızlı değişimi midir bilemem fakat beni en çok Ulus’a yaptığım yolculuklar şaşırttı. Oraya en son gidişime kadar Ulus’u çok iyi bildiğimi düşünürdüm. Tekrar Ulus’a gittiğimde anladım ki, benim için orası çocukluğumda babamla beraber gittiğim o hal, dedemle gittiğim bir antikacı, annemle beraber gittiğim Suluhandan ibaretmiş sadece. Meğerse hatırlamadığım veya hiç görmediğim ne kadar yeri içinde barındırıyormuş o küçük semt. Ulus müzeleri, kalesi ve sokaklarıyla sayısız kültüre ve derin bir tarihe ev sahipliği yapıyormuş. Ulus’un Ankara’nın en fakir semtlerinden biri olmasına rağmen bu kadar zengin bir tarihe tanıklık etmesi çok ilginç değil mi? Müzeleriyle, sokaklarıyla, yapılarıyla Ulus’un her karışındaki bu tarihi zenginlik ile semtin insanlarının fakirliği o kadar büyük bir tezat oluşturuyor ve her yerde öylesine göze batıyor ki, kör ve sağır biri bile havadaki kömür kokusundan bu zıtlığı fark edebilir. Gecekondularla, kömür kokularıyla ve dilenci çocuklarla dolu o sokaklardan geçip Türkiye’nin en zengin ailelerinden birine ait Rahmi Koç Müzesi’ne ulaştığım o an, Ulus’un içinde barındırdığı bu çelişkinin gözüme en çok battığı an oldu. Müzenin içine girdikten sonra gezerken “Hayat yaşandığı kadar vardır” manşetli Koç ailesini anlatan bir gazete haberi gördüm duvarda. Düşünmemek elde değildi: ‘Müzeye girerken gördüğüm o aç çocuklar, dilenen kadınlar, üstü başı yırtık o amcalar hayatı ne kadar yaşayabiliyordu acaba?’. Ulus gezimde beni en çok etkileyen yer Rahmi Koç Müzesi oldu. Sanırım bunun sebebi, müzenin içindeki farklı bölümlerde yer alan bir çok sayıda eşyanın ilgimi çekmeseydi. Şüphesiz dikkatimi en çok çeken kısım atari oyunlarının sergilendiği kısımdı. Oraya gidene kadar atari oyunlarının bir müzede sergilenebileceğini dahi düşünemezdim çünkü o müzede sadece tarih kitaplarında gördüğüm ve herhangi bir zaman diliminde yaşamımın parçası olmayan eşyaları görmeyi bekliyordum. Çocukluk yıllarımda kullandığım ve bir zamanlar yaşamımın parçası olan o eşyaları bir müzede sergilenirken görmek beni yaşlanmış hissettirse de aynı zamanda tarihin bir parçası olduğumu anlamamı sağladı. Tarih düşündüğüm kadar eski bir kavram değildi, akıp giden her an tarihe karışıyordu. Hepimiz doğumumuzdanölümümüze kadar tarihe tanıklık ediyor ve onun bir parçası oluyorduk. Bu yüzden yakın geçmişte olduğunu düşündüğüm şeyler de artık tarihin birer parçası olmuştu. Yakın zamandaki gezilerim sonucu daha iyi anladım ki dünya üzerindeki her yeri, her tarihi yapıyı, her sokağı gezebilecek kadar ömrümüz yok. Bir yeri keşfetmek sadece orayı görmüş olmakla elde edilemiyor. Önemli olan gidebildiğimiz yerleri hakkıyla gezip bu gezileri anlamlı kılabilmek. Bana göre, bir yeri tam anlamıyla keşfetmek için oradan hayatımıza parçalar katmak ve oradan bir çok şey öğrenebilmek gerekiyor. Gezilerimin devam etmesine rağmen, hala Ankara’da gitmediğim çok fazla yer var. Ayrıca önceden gittiğim herhangi bir yere her gidişimde hayata, kendime ve gittiğim yere dair yeni bir şey öğreniyorum. Bu yüzden, Ankara gezilerim devam etse de ruhumla görmek istediğim hala çok fazla yer var ve hep tam anlamıyla hissetmek istediğim çok fazla yer olacak. Bu hesapla bırakın dünyayı Ankara’yı bile tamamen keşfetmem yıllarımı alacak.
1 ESRA NİLÜFER KESKİN 21300708 PSYCHOLOGY TURK 102-69 22.02.2015 ESER GÜLER DALGALARIN PEŞİNDE Efsanevi sörfçü Jay Moriarty'nin gerçek yaşam öyküsünden esinlenilmiş olan Chasing Mavericks adlı film,Mavericks dalgalarında sörf yaparak meşhur olan Moriarty ve kendisi gibi meşhur bir sörfçü olan Frosty Hesson ile aralarındaki bağı konu alıyor.Aralarındaki güçlü bağ ikisinin de hayatını değiştirmiş ve önemli başarılara imza atmışlardır.Mavericks’te sörf yapmak ve imkânsıza ulaşmak arzusu onları inanılmaz yerlere sürüklüyor.”Sörfçüler büyük dalgalara âşıktırlar. Aşktan da öte, bir takıntıdır bu. Kimi zaman ölüme sürükleyen bir takıntı.”(Landlord) Mavericks dalgaları Kuzey Kaliforniya’da olup boyu 20 metreyi geçen dalgalardır.Moriarty de bu ölümcül dalgalarda sörf yapmayı başarabilen nadir kişilerden olmuştur.Maalesef yaşamını genç yaşta bu tutku uğruna Maldivler’de yitirdi.Ve böylece bu dünyadan bir Jay Moriarty geçti,geriye de onun başarısı ve azimli kişiliği akıllarda kaldı. Bir şeye ulaşmak için onu yeterince istemek ve onun için çaba göstermek gerekir.Bunlar klasik ifadeler gibi görünse de Chasing Mavericks bir şeye ulaşmak için arzu duymanın veKESKİN 2 azim göstermenin ne demek olduğunu çok etkileyici bir şekilde ifade etmiştir.Başarıya giden yol kolay değil,aksine zor bir süreç.Zoru başarırız ama imkânsız zaman alır.Hedefe ulaşmak için insanın kendini hergün daha çok geliştirmesi gerekir.Önemli olan bu süreçte pes etmemek ve imkânsıza ulaşmayı istemeyi devam ettirebilmek.En önemlisi de imkânsıza ulaşmanın tek yolunun onun mümkün olduğuna inanmaktır.”Bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkânsız olduğunu size ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyi yapabileceğinize inandığınızda, gerçekten inandığınızda, aklınız onu yapmak üzere çözümler bulma konusunda size yardım etmek için çalışmaya başlar." (David J. Schwartz) İnsan, imkânsızlıkları kendi yaratır ve bunları kendi dünyasına yerleştirir.Hayal ettiğimiz çoğu şeyleri imkânsız gibi görürüz ve bilinçaltımıza onlara ulaşmanın mümkün olmadığı düşüncesini yerleştiririz.Halbuki insan ne olursa olsun içindeki potansiyeli göz ardı etmemeli,kendine ve içindeki potansiyelin başaracağına inanmalıdır.Kendine inanan insanın yapamayacağı şey yoktur,içindeki bu güç onun sınırlarını zorlar.Bu yüzden imkânsız diye bir olgu olmamalı,zoru başarmak olmalı adı.Çünkü başarıyı elde etmek kolay değil.Zaman zaman mağlubiyetlerle,engellerle karşılaşırız.Bütün olumsuzluklara rağmen pes etmeden ve sonunda başaracağına inanarak hedefe doğru yönelen kişi istediğini er ya da geç elde eder.Bu yüzden elde edilen başarı kıymetlidir.Eğer bir şeye ulaşmak istiyorsak onu başarabileceğimize içten bir şekilde inanmamız gerekir,Moriarty’nin Mavericks dalgalarında sörf yapabileceğine inanması gibi. ”İnsan hayalleri doğrultusunda güvenle ilerlerse ve düşlediği yaşam için çok çalışırsa hiç ummadığı bir anda başarıyla karşılaşır.” (Henry Thoreau) İnsan zorlu süreçlerde hep destek arar,yanında birileri de olsun,onlarla birlikte yürüsün ister.Çünkü yalnız, bir şeyler eksik kalır.Başarılı her insanın da mutlaka bir destekçisi ya da onun arkasında olan birisi,birileri vardır.Yanında birilerinin olduğunu bilmek insanı güçlendirir,daha çok hırslandırır ve motive eder.Frosty de Moriarty’nin en büyük destekçisi ve onun başarılı olmasında en çok rol oynayan kişiydi.Ona ne yapması gerektiğini öğretti ve başarıya giden yolda ona ilham verdi.Ulaşılması gereken bir nokta veya hedefin olduğu zaman önün kimi zaman karanlıktır.Bu yüzden senin yoluna ışık tutacak birilerinin olması önemlidir.
Görünmez Olmak Kadın olmanın ne kadar zor olabileceğini hiç bu kadar hissetmemiştim. Kadın olmanın ayıp bir şey olduğunu, bu dünyada yerimizin olmadığını, yüzümüzü bile görmeye tahammül edemediklerini bilmiyordum. Sanki bu dünyada “kadın” diye bir varlığın olmasını istemiyorlar ve âdeta bu türü ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Ellerinde olsa bizi diri diri toprağa gömerler ama dinleri, yani Müslümanlık, bunu yapmayı engelliyor. Kadınları öldürmeyi başaramayınca, onlar da kadınların ruhunu öldürmeye karar verdiler. Nasıl mı? Bizi örtünün, çadorun, burkanın içine gömerek… Yüzümüzü, saçlarımızı, gülüşümüzü, ifademizi, kısacası bir insanı insan yapan her şeyimizi öldürmek, bizim kadın olduğumuzu gizlemek istiyorlar. Özgürlüğümüzü, kendimize olan güvenimizi, her şeyimizi elimizden aldılar. Sokağa yanımızda eşimiz, eşimiz yoksa abimiz, kardeşimiz, babamız olmadan çıkmamıza yasak getirdiler. İki kadın asla yolda tek başına yürüyemez çünkü onlara göre kadınlar akılsız, başlarında bir erkek olmadan ne yapacağını bilemeyen, erkeksiz kaldığı an kötü şeyler yapmaya meyilli, basit varlıklardır. Sokakta kız arkadaşlarımızla yürüyemez, bir yere beraber gidemez olduk. Sokakta yürürken sesimizi bile çıkaramıyoruz çünkü kadın dediğin sokakta yüksek sesle konuşmaz, hatta hiç konuşmaz. Yanında erkek varsa kadının konuşmasına ne hakkı var ki? Hele gülmek… Kadınlar asla dışarda yüksek sesle gülemez çünkü onlar zaten her an ahlaklarını kaybetmeye hazır varlıklar. Eğer kadınlar gülerlerse, şeytanı, yani tüm kötülükleri başlarında toplarlar ve günaha davetiye çıkartırlar. Biz başımızı eğerek, hiç kimseyle göz teması kurmayarak, eşimizin, abimizin, babamızın yanında sessiz sedasız sanki hiç yokmuşuz gibi yürümeliyiz. Burkanın, çadorun, örtünün içinde yüz ifadelerimiz de siliniyor. Yolda yürürken insanlar yanımızdaki erkekten dolayı bizi tanıyabiliyorlar çünkü sadece gözlerimiz gözüküyor. Hepimiz birbirimizin aynısı, ruhsuz, tavırları belli olmayan, siyahlar içinde yalnızca bir çift gözümüzün gözüktüğü yürüyen ölüleriz. Bedenimizi gizleyen örtü aslında bizi yavaş yavaş bu dünyadan siliyor. “Kadın” sözcüğü artık hiçbir önem taşımıyor çünkü bizi fiziksel olarak erkeklerden ayıran bedenimizin zarifliği, kıvraklığı bol örtülerin içinde kaybolup gitti. Bu çarşafların, burkaların içinde bedensel olarak bir erkekten hiçbir farkımız yok ki. Kadın kavramını, bedenlerimizi sildikleri gibi yok etmeye çalışıyorlar. Bizi dışarda gören bir insan bize “kadın” diyemez ki çünkü bizi göremiyorlar. Yalnızca önüne bakan iki tane göz görüyorlar ki bu gözlere erkekler de sahip. O zaman bizi ‘kadın’ yapan ne artık? Sadece susarak, düzene boyun eğerek, yaşayıp gidiyoruz. Varlığımız bile bir imge sadece… Evet bu dünyadayız, yaşıyoruz, nefes alabiliyoruz fakat aynı zamanda bir o kadar da yokuz. Aslında bu dünya kadınlarla güzel, kadınlar bu dünyayı yaşanılabilir kılıyor. Neden mi? Öncelikle, kadınlar bütün nesli temsil eder. Kadın öğrenir ve bu öğrendiğini çocuğuna öğretir. Çocuğu büyür, kendi annesinden öğrendiği herşeyi kendi çocuğuna öğretmeye çalışır. Bu döngü bu şekilde gider ama bir erkek her öğrendiği şeyi kendisine saklar çünkü kadınlar gibi verici değillerdir. Öğrenirler ama bu öğrendikleri şeyler kendilerine faydası olur ama birkadın öğrendiğinde, öğretir. Bu yüzden bu dünyayı güzelleştirmenin en güzel yolu, kadınları sevmektir, bizi yok saymak değildir. Kadınlar mutlu olduğunda, eşine güler yüzlü tarafını gösterir ve bu eşinin de hayatını olumlu etkiler. Eş işe mutlu bir şekilde gider ve iş verimliliği artar çünkü mutlu olduğu için işini en iyi şekilde yapmaya başlar. Her şey kadında başlar ve kadında biter. Ben kim miyim? Savaş başlamadan önce, dünyanın en neşeli insanı olan, içindeki yaşama sevinci hiç kaybolmayan, kendine son derece güvenen bir kadındım. Şimdi ise Türkiye’de sıkışıp kalmış, her gün aynaya baktığında kendini tanıyamayan, hatta kendi gülüşünün bile neye benzediğini unutan, kendi bedenime iki üç kat bol gelen bir çarşafın içinde ölü gibi gezen bir kadınım.
Simay Atalay Sonlar ve Başlangıçlar Ne zaman evde biri telefon değiştirecek olsa sanırım evin milenyum çağına ait tek üyesi olmamdan ötürü telefon numaralarını yeni telefona geçirme görevine otomatik olarak benim vazifemmiş gözüyle bakılırdı. Tüketim çılgını bir dönemin tüketim çılgını çocukları bizlerin aksine ise büyüklerimiz için telefon rehberlerinin ve fihristlerin ne kadar kıymetli olduğuna da şahitlik etmişizdir birçok kez. Yine kutsal görevimi gerçekleştirdiğim gecelerden birinde kendi kendime sesli okuduğum isimlerden biri için “Dur, ölmüştü o. Tekrar kaydetme.” müdahalesiyle karşı karşıya kalmıştım bir keresinde. Bu muydu yani bunca insanın peşinden koştuğu şey? İnsanların telefonlarından silinecek bir numara olmak mı? Birden “var”ken aniden “yok” mu oluyordu insanlar dünyadan? Bu kadar basit miydi? İnsanları telefon rehberlerimizden silince hatıraları da numaralarıyla çıkıyor muydu hayatlarımızdan? Doğru cevabın ne olduğunu bilmem pek mümkün olmasa da içimden bir ses varlık ve yokluk arasındaki çizginin bu kadar ince olmaması gerektiğini söylüyor bana. Belki duygusal bir arafta bekliyor insanlar hayatlarımızdan çıktıktan sonra ve burada sadece geçmiş zaman ekiyle bahsediliyor insanlardan. Bazen buruk bir gülümseme oturuyor insanların yüzüne ve bazen de birkaç damla yaş süzülüyor yanaklarından aşağı ve hatıralarında kendinize bir yer edinmiş oluyorsunuz -en azından yeriniz başka birine devredilene dek. Ölümsüzlük konsepti şu an için pek bir seçenekmiş gibi gözükmediği için hepimizin hikayesinin er ya da geç son bulacağı bir gerçek. Ölmüş olmamız insanların hayatlarından silinip gideceğimiz anlamına da mı geliyor bir bakıma? Beş yaşımızdan beri saçımızı aynı yamuklukta kesen kuaför ve her sabah asansörde günaydınlaştığımız emekli ilkokul öğretmeni fark etmez miydi yokluğumuzu? Veya bir insanın yokluğunun son kullanma tarihinin geçmesi tahminen ne kadar sürerdi? Matematiksel ifadelere dökebilir miydik duygularımızı, hissettiklerimizi? Peki ya siz kendinizden geçmiş zaman ekiyle bahsederken duymak ister miydiniz sevdiklerinizi? Özellikle ölüm gibi bir ayrılık için giden kişi olmanın geride kalan olmaktan çok daha kolay olduğunu da herkes kabul eder diye düşünüyorum. Fakat bir şey olsa ve siz duygusal arafınızda süzülürken dinleyebilseydiniz arkanızdan konuşulanları, görebilseydiniz numaranızın silindiği telefon rehberlerini nasıl hissederdiniz? Belki de o ince çizginin “yokluk” tarafına daha yakın durunca insan olan, olmuş, olacak şeylerden pek de etkilenmiyordur. Nasıl olsa o an itibariyle ne kendi geçmişimizi ne de başka birinin geçmişini değiştirebiliriz. Hareketlerinden ve beraberinde getirdiği sonuçlardan sorumluluk duymama düşüncesi bile insanı rahatlatmaya yetecek bir duygudur belki de. Ölüm kalım meseleleri konuşurken değinmemenin saygısızlık olacağı en güzel konulardan biri de “son”umuzun beklediğimizden daha yakın olabileceği gerçeği ve her ne kadar planlar yapıp dursak da hayatın karşımıza genelde sürprizlerle çıkacak olması olasılığı. İnsanın her gününü son günüymüşçesine adrenalin dolu yaşaması pratik açıdan pek faydalı olmayacak olsa da yine de kafamızın içinde hayatın çok kısa olduğunu ve özellikle kimsenin kalbini kırmaya değmeyeceğini hatırlatan bir sesin dönmesinin gerekli olduğuna inanıyorum ben. Her sorun çözülür, belki biraz zaman ve efor ister ama istedikten sonra bir şekilde su akar yolunu bulur. Suyun akışını gerçekten durdurma gücüne sahip olan tek şey ise ölümdür ve genelde bu durumu fark ettiğimizde her şey için çok geç kalmış oluruz. İşte tam olarak bu yüzden annem geceleri kimseyle küs yatmama izin vermezdi ve biriyle aramı bozuk tutabileceğimSimay Atalay maksimum süre limiti ışıklar kapanıncaya kadardı çünkü ertesi sabaha nasıl bir dünyaya uyanacağımız hepimiz için her zaman bir muamma olmaya mecburdu. Kaynakça: • Şafak, Elif. On Dakika Otuz Sekiz Saniye. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık, 2019. Baskı.
SebahatBuseBilgin 22103724 ALIŞILAGELMİŞHAYAT Neden herkes kendini karmaşık bir yaşantının içinde hayal eder sürekli? Oldukları yerden devam ederek rahat edebilecekleri basit hayatlarına neden bir farklılık katmaya çalışırlar? Sıradan ve alışılagelmiş bir hayat sürmek, artık kimseye yetmemeye başlıyor. Uzaklara bakmaktan belki de hiçbir zaman ulaşamayacakları o huzura kavuşabilmek için ellerindengeleniyapıyorlar. Gün içerisinde her insanın yaptığı gibi uyandıktan sonra kahvaltımı yapıyor, okula gidiyorum. Akşamları çalışmam bittiği zamankendimirahatlatmak için birşeyler izlerken bir yandan yemeğimi yiyor, bazen ise bu aktiviteyi dışarıda arkadaşlarım ile yapıyorum. Gündelik işlerim içerisinde her zaman kendime vakit ayıracak zamanı buluyorum ve tüm günün yorgunluğunu çıkarıyorum. Oturup vakit öldürmek için telefona baktığım zamanlarda ise karşıma insanların hayatlarından paylaştığı kesitler çıkıyor. Bazılarını merakla izlerken bazılarını da göz gezdirip hemen geçiyorum. Yine aynı şekilde internette gezinirken arkadaşımın attığı bir gönderiyi gördüm. Yaşadığı şehirden taşındığını, artık hayatına bir farklılık katmak istediğini yazmıştı. Şaşırdım gördüğümde. Bir insan uzun süredir yaşadığı, alıştığı, birşehri sırf hayatına birazolsunfarklılık katmakiçinterkedermiydi? Yıllardır aynı şehirde, aynı insanlarla beraber yaşıyor ve bundan fazlasıyla keyif alıyorum. “Bulmak, düz yolda ilerlemek bir bakıma.” (p.149). Kendimi bildim bilelihayalini kurduğum ve sonunda bulduğum bu sıradan ama huzurlu olan hayatımı, hiçbir zaman bir farklılık ilebozmak istemedim. Kendikurduğum budüzende stabilbir şekildeilerlerkendiğer insanların sürekli bir yenilik peşinden koşmasına da anlam veremedim hiç. Hayatındaki her noktaya alışmış olmanın kişiye verdiği güvenilirlik duygusundan insanların kendini mahrum bırakmasının sebeplerinin de yine kendileri olduğunu düşünüyorum. Bazıları yaptıkları ilk hatada pes edip kendilerine yeni bir sayfa açmaya çalışır, bazıları ise hayatlarındaki mutluluğun azaldığıanlardakendilerinebir kaçışnoktasıarar. Çözümü uzaklarda, yabancı durumlarda bulmaya çalışmak yerine kendi hayatlarının düzenine alışmak zor gelir insanlara. Aldıkları yenilik kararlarının mucizevi bir şekilde hayatlarındaki eksiğidolduracağını yadabozulan parçalarını düzenleyeceğinidüşünmelerinin sonuçları, her zaman istedikleri gibi olmaz. “Buradan bakınca öteleri görebileceğim: Hiç gitmediğim diyarları, hiç karşılaşmadığım yüzü…” (p.44). Oysaki insanların kendi yaşam alanlarından uzaklaşılarak yaptıkları yeni ve alışılmayan bir duruma girmeleri, bana çoğu zaman anlamsız gelmişti. Hayal ettikleri hayatları, yeni başlangıçlarla özleştirirken aslındaaradıkları şeyler en başından beri hayatlarında olanlardır. Onları bulduktan sonra ise tek yapmaları gereken şey, zamanla alışmak olur. “Tanımak için durmadan bakmak gerekiyor.” (p.17). Karşımıza çıkan fırsatları benimsedikten sonra, hayatta sürekli yenilik aramak insanları bir hayli yoracağı gibi, elde ettikleri şeylerden de uzaklaşmış olurlar. Bir resim galerisine gittiğinizde gördüğünüz şey ilk başta anlamsız ve kendinizden uzakmış gibi gelebilir. Hâlbuki var olan şeyi benimsemeye çalışmak, sürekli yeni bir arayış içerisine girmekten çokdahakolayveelde edilebilirliği yüksek olanbir tutumdur. İnsanlar hayatlarındaki dolduramadıkları boşluklara hayatlarını karıştıracak yenilikler koymak yerine onlara en yakın kişi ile,kendileri ile, dahafazla vakit geçirebilirler.Kişinin en başta kendini tanıması, hem hayatındaki boşlukları kapatması için hem de çıkan pürüzleri kendi başlarına çözebilmeleri için çok önemlidir. Geçirecekleri vakitleri daha değerli kılar, kendilerine olan bakış açılarını daha çok geliştirdikçe hayatlarınaolan bakış açılarınıdahaiyi yönlendirebilirler. İlerideyaşanabilecekçoğu şeyinkontrolüm altındaolmasıyarınlarınbenim için huzurlu geçeceğinin de bir göstergesi oluyor. Uykumun da aynı şekilde hayatın karmaşıklığı arasındaki bir mola olması yerine beni alışık olduğum bir güne uyandırması tüm günümü etkiliyor. Sabah uyandığımda ilk duygularımın beklenmedik durumlardan gelebilecek endişelerim olması yerine alışık olduğum hayatıma kaldığım yerden devam edeceğimi bilmemdeki rahatlık,buhayatı benimiçin değerli kılıyor. Kaynakça Batur,Enis. DenemekSapmak.İstanbul: SelYayıncılık,Ekim2021.
Sahi ben ne diyordum en son? Mahir Ünsal Eriş ’in son kitabından mı bahsediyordum? Peki, samimiyetten de bahsediyor muydum? Bahsediyor olmam lazım, aksi hayal bile edilemez! Her neyse… Al kitabını eline ve gel en baştan başlayalım seninle okuyucu. Ne yapalım, olduğu kadar güzeldik deriz artık. Ne diyeyim? Samimiydik. Zaten şu kapağa bir baksana! Yahu, çocukluk fotoğrafını kapak yapan bir adamdan ne bekliyorum ki ben de hiç yani! Kapağı aç, bırak Allah’ını seversen şu basım yerini, baskı sayılarını falan bir kenara. Şimdi sormalıyım: Birini çok, ama çok sevdin mi hiç? Herkesin kendi tarzı vardır, haklısın. Ancak, çok sevdiğinde dinlediğin Yıldız Tilbe şarkılarının, Müslüm Gürses’in, Neşet Ertaş’ın tadını da başka nereden alabilirsin bilmiyorum… Bir kitap düşün. Düşündün mü? Adını bir tweetten alan bir kitap mıydı? Olmadığını biliyordum, ama bu kitap böyle işte. İlk sayfasında Yıldız Tilbe gibi kendine münhasır, bana çoğu zaman içten gelmiş bir kişinin bir gün kafasına esip de yazdığı “Olduğu kadar güzeldik” sözünü okuduğum andan itibaren artık normal gözle bakamazdım bu kitaba. Bir kere bu Mahir Ünsal Eriş denilen saygıdeğer adam ile bir ortak noktamız vardı artık. Bu kitabı çoğunlukla arabesk lafını duyduğu andan itibaren bulunduğu ortamdan koşarak uzaklaşacak kişilerin okuyacağını bilmesine rağmen arabeskşarkılar yapan bir kadının sözünü kitabının kapak sayfasına mühür gibi koyuverebiliyordu hiç çekinmeden. İşte dürüst, samimi, içten, bizden bir halk adamı! Dur, dur… Siyasi propagandaya döndürmemeliyim olayı. Belki de Erdek’te daha önce bulunduysam; Ankara’nın sokaklarının, semtlerinin kaldırım taşlarını aşındıracak kadar yürüdüysem ondandır. Hiç yaşamadın mı Ankara’nın ayazını? Hiç Erdek’te denize karşı tost yemedin mi? Bence bir ziyanı yok, yemiş kadar olursun okuduğun vakit. Kitabı okurken içimde oluşan his bir garip idi. Bazen kitap okursun, ama sen mi kitap okursun yoksa kitap mı senin canına okur ayırdına varamazsın. Bazen de kitap okursun, ancak sen bile bulamazsın zihninin kaçıp gittiği sahil kasabasını. Beni sorarsan, yetiştim sayılır bu delifişek aklıma. Kitabı okurken her şey çok canlıydı, çok parlaktı. Öykülerde çaylar içildi, anneanne evlerine gidildi ve ben hepsinde oradaydım diyebiliyorum şimdi. Her cümle bitip bir diğerinin başlamasına sebep olurken aklımda anılarımın renklere büründüğünü hatırlıyorum. Çarklı çakmakla ateş yaktıysan bilirsin: Başparmağını çarkın çıkıntılarına oturtursun önce, çevirirsin sonra çarkı ortasındaki çakmaktaşı küçük kıvılcımlara dönüşsün diye. Parmağının hareketi basmalı düğmede son bulur, gaz açığa çıkar ve kıvılcımlar gazı tutuşturur. Ben kitabın en başından itibaren yanmaya hazır gaz idim. Bu sefer çakmaktaşım bu kitap oldu. Özellikle Anadolu’yu gördüğümden; anneannemle, geniş ailemle vakit geçirebildiğimden; en azından 90’ları yakalayabilip yazları güneş batıp hava kararana kadar dışarılarda gününü gün edebilen bir çocuk olabildiğimden dolayı kendimi sadece saman kâğıtları üzerinde basılı mürekkepleri okumuş olarak addetmedim. Ben canım sıkıldıkça kendimi onunla eskilerden bahsederken bulabileceğim bir dost edindim. Bazen anılarım hayat buldu, bazen de hiç yaşamadığım olayları tecrübe ettim bu kitapta. Öyle değil midir zaten? Her bir öykü, roman birer anı, hatıra bırakmaz mı zihnimizde tıpkı insanlar gibi… Kitaplarla da insanlar gibi tanışıyor ve okumaya başlıyoruz. Her bir kitap ardından bir arkadaş ediniyoruz. Bazen ayıp olmasın diye yarıda bırakıp gidemiyor, istemesek bile en sonuna kadar okuyoruz. Bazen ilk görüşte bir şeyler hissediyor, bir söze dost, bir gülüşe aşk ediniyoruz. İşte Olduğu Kadar Güzeldik benim için sevimli, naif bir dosttur bundan böyle. Annesi ve babasından bir “Aferin oğlum” sözü duymayı hak etti Mahir Ünsal Eriş. Gülüşüne tav olduğum Kitap’ıma, âşık olduğum Yazar’ıma da bir gün uzun uzun yazabilmek umuduyla, sevgilerle kal okuyucu…
KEŞKE “KEŞKE” DEMESEYDİM Keşke, dilek anlatan cümlelerin başına getirilerek “ne olurdu” anlamında özlem veya pişmanlık bildiren bir söz, bari, keşki (Türk Dil Kurumu). Sanırım hayatta en çok çekindiğim sözcük. Ama “keşke” sözcüğünün kaçınılmaz olduğunu da biliyorum. Çünkü insanoğlu aldığı ilk nefesten verdiği son nefese kadar öğrencidir. Yeni bir şeyler öğrenirken hata yapmamak, sonra bu hatalardan pişman olmamak mümkün değildir. Bugüne kadarki hayatımda hep keşke dememeye çalıştım. Ama en nihayetinde bir insan olarak hayatımın bazı dönemlerinde oldukça yanlış kararlar aldım. Bugünümden örnek vermem gerekirse, keşke akşam yemeğinden sonra o tatlıyı yemeseydim. Bunun yanlış bir şey olduğunun bilincindeyim çünkü kilo vermek için o kadar uğraşıyorum. Kendi nefsimle olan mücadelemi bugünlük kaybettim ve bunun için pişmanlık duyuyorum. Tabi ki bu örnek oldukça küçük bir pişmanlık örneği ve en önemlisi telafisi mümkün. Bir de telafisi mümkün olmayan, geçmişte yaptığın hatalardan dolayı geleceğini de kötü etkileyen keşkeler geliyor aklıma. Bazen önceki keşkelerim aklıma gelince düşünmeden edemiyorum “Acaba o zaman, o yerde başka bir şey yapsaydım, şuan nasıl bir durumda olurdum?” diye. Tıpkı Emrah Serbes’in Müptezeller’ inde geçen bir hikâyenin sonunda “Her ay evin taksitini ödedik de ne oldu? Bak uçup gitti elimizden balon gibi. Keşke seni ağlatmasaydık çocukken, keşke sana o akülü arabayı alsaydık.” dediği gibi. Sonra birden kendimi şu sözlerin içinde gibi hissettim “İnsan bugünü unuttu, dünü düşünüp pişman oldu, yarını düşünüp telaşlandı.” (Harmancı). Farkında bile olmadan bugünümü rezil rüsva ediyor olabilir miydim acaba? Bir taraftan yarına diğer taraftan geçmişe tutunurken, bugünlerimi kaç kere yüzüme bulaştırdım? İşte benim asıl korkum budur. Hayatımı elimden geldiğince gelecekte geriye dönüp baktığımda “keşke” demeyecek şekilde yaşamaya çalışıyorum bu yüzden.Ne kadarı doğru ne kadarı yanlış bilmiyorum keşke dememek için yaptıklarımın ancak insanların genelinde gördüğüm daha başka bir şey var. Modern toplum insanları geçmişe yönelik pişmanlıklardan çok gelecek kaygıları yüzünden bugünlerini es geçiyorlar. Yine kendimden örnek vermem gerekirse, çok değil iki, üç sene önce üniversite sınavına hazırlanan kendimi örnek gösterebilirim. İleride gireceğim bir sınav için, gireceğimi umduğum bir üniversite için yani kısacası gelecek kaygısıyla kaç günüm heba oldu sayamam herhalde. Lise yıllarımı dolu dolu yaşamak isterdim, çünkü bildiğim bir söz “bugünün tekrarı yok.” diyor. Gerçekten de üzerine düşündükçe insanı Carpe Diem felsefesine yaklaştıran bir söz bu. Carpe Diem felsefesi Türkçe haliyle “anı yaşa” demektir. Benim bu felsefeden anladığım şey ise her anını, her dakikanı hatta her saniyeni değerini bilerek, dolu dolu yaşamaya çalışmaktır. Başka bir deyişle geleceğe veya geçmişe değil de şimdiye odaklanmak, şimdiyi yaşamak, yersiz gelecek korkuları olmadan, geriye dönüp değiştiremeyeceğim geçmişe bağlı kalmadan önüne bakmak diyebilirim. Özetlemek gerekirse insanoğlu hata yapar. Eğer hayatta yaptığınız veya yapmadığınız bir şey için pişmanlık yaşıyorsanız ondan çıkarabileceğiniz en güzel dersi çıkarın ve hayatına öyle devam edin. Hayatınızı bu andan itibaren dolu dolu ve mutlu yaşayın. En önemlisi tek bir gününüzü bile kaygılara ve pişmanlıklara feda etmeyin. Bundan sonraki hayatınızda “keşke”lerin olmaması dileğiyle… ENSAR KAYA 21502089 Kaynakça Harmancı, M. (tarih yok). Zaman Bilinci: 25. Saat Etkinliği. Nesil. Serbes, E. (2016). Müptezeller. İstanbul: İletişim.Türk Dil Kurumu. (tarih yok). Nisan 10, 2017 tarihinde Türk Dil Kurumu: http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=KE%C5%9EKE adresinden alındı
Okan ŞEN Savaşçı Kadınlar Son yıllarda artışa geçmiş olan kadına şiddetin, onların değerinin az görülmesi ile toplumda ikinci plana atılmasının tarihsel bir birikimi vardır. Erkek tam, bir bütün, güçtür. Kadın ise onun aracı, eşyasıdır. Eski zamanlardan beri bu böyle ilerlemiştir, tarih hep erkekler tarafından yazılmıştır. Ataerkil toplum yapısının bu konuda etkisi büyük olsa dahi, batılı toplumlarda bile kadınların yeri, yakın sayılabilecek tarihlerde erkeklerinki ile denkleştirilmiştir ve hâlâ da çalışmalarını sürdürmektedirler. Örneğin, Yunanistan’da kadınlara seçme ve seçilme hakkı 1949’da verilmiştir. Türk toplumumuzda günümüzde bile kadının yerinin eskiden pek farklı olmadığı kolayca görülebilir. Devletimiz bile kadınlar doğum yapıp evde kalsın, otursun diye yasalar oluşturmuş, doğum yapan kişilere işten ayrılma izni tanıyıp, doğum maaşı bağlamaktadır. Gündemde kadın cinayetleri bas bas bağırmakta, kabadayı, maço erkeklerin kıskançlığından dolayı, kadının en minik bir “hatasında” adam ona ne yapsa haklıdır mantığı vb. Olaylar bu toplumun pek de ileri gidemeyeceğinin göstergeleridir. Gerçek olan gücün kolda değil, akılda olduğunu öğrenmek zorunda bir toplum ilk olarak. Kabile dönemlerinden kalmış, üzeri toz tutmuş gelenekler ve düşünceler çağ dışıdır ve ülkeyi geriye çekmekten başka bir işe yaramamaktadırlar. Akıl ve karakter ile sergilenen güçlü bir tutum; eğitimsiz, kaba kuvvet bağımlısı bir mahlukat karşısında yıkılamaz. Bu konuyla bağlantılı olarak, karakalem ve yağlı boya karışık teknikleriyle, kendi çizmekte olduğum bir resim serisine başlamaya beni iten düşüncelerimi bu yazıda paylaşmak istedim. Serimin adı Savaşçı Kadınlar (gerçek adı “Warrior Women”), ve sinemalarda ya da televizyonlarda gördüğümüz güçlü kadın figürlerini ele almakta. Kimisi gerçek anlamda savaşçı, kimisi kraliçe veya düşünür. Savaşçı denilince akla kılıç ve kalkan kuşanan kişi gelir, fakat bundan çok daha fazlasıdır. Bir savaşçının silaha ihtiyacı yoktur. Bu bir kişilik ve mental bir yapıdır. Karşısında onu yıpratacak şeyler varken bile kendine olan inancıyla herzorluğu aşabilecek, onları kendi lehine çevirebilecek veya onları yolundan itebilecek yılmayan bir karakter bütünlüğüne sahip olan kişidir, savaşçı. Sanılanın aksine bunun fiziksel güç ile ilgisi yoktur. Peki aslında kadın ne demektir? Kadın bence sevgi ve iyiliktir; çocuğunu iyi biri yapabilmek için, içindeki tüm sevgiyi ona aktarabilecek veya bir erkeğin içindeki en iyi yönleri ortaya çıkarabilecek kişidir. Kadın bence güç ve dayanıklılıktır; nelere maruz kalsa da, sabretmeyi ve günü gelince de hak ettiğini almasını bilir. Kadınlar aslında görünmez kahramanlarımızdır. Tıpkı buz dağının görünmeyen kısmı gibi, dışarıdan küçük ve kırılgan görünüp, aslında hem ailesine bakan, hem işini yapan, hem evi çekip çeviren kişidir. Bunların hepsini bir arada yürütebilecek kapasiteye sahip olmanın yanı sıra, bunca iş güç arasında kendilerine çok iyi şekilde zaman da ayırabilirler. Güzel giyinip, güzel bakımlarını da yapabilirler. Erkekleri düzenle tanıştırmış, onları yola sokmuşlardır. Tek başıma evde uzun süre yaşamışlığım vardır fakat, bir kadının yokluğu belli oluyordu. Evin kadını döndüğünde ise varlığı çok daha belli oluyordu. Aslında tarihte geçen birçok büyük olayın da merkezinde bir kadın vardır; Truva Savaşı, Helen etrafında şekillenmiştir, Marie Curie ilk nobel ödülünü almıştır, Amelia Earhart tek başında Atlantik Okyanusu üzerinde uçmuştur. Erkeklerin basitliğini kullanmasını da onları yönetmesini de çok iyi bilir kadınlar. Bana sorarsanız kadın, güçsüzün aksine, son derece güçlü ve hatta biraz korkulması gerekilendir. Kısacası her ne olursa olsun, kadın ve erkek bir bütünün parçasıdır. Kadınlar olmadan toplum da var olamaz. Onlara hak ettikleri değer ve saygı çerçevesinde davranılabilse, şüphesizdir ki toplumumuz şu an olduğundan çok daha iyi bir yerde olurdu. Elbette kadınlara davranışın ötesinde, insanların kendine uygun bir düzeyde saygı duyması da gereklidir ve insanımız kendi kişisel sorunlarının bile ötesine geçemediği sürece, toplumsal çözümleri düşünmek hayalperestlikten başka birşey olamaz.
Şehrazad’ın Kayıp Sesi Bir damla kan daha düştü Şehriyar’ın yatağına. Bir damla kan daha Şehriyar’ın hüzün mabedinin üstünde hafifçe salındı, bin bir gecelik bir serüvenin kapısını hemen aralamadan önce. Şehrazad; mabedin üzerinde unutulmuş hikâyeler anlatan bir ozandı. Şehrazad, Venüs heykelinin elleri kadar gerçek bir kadındı. Şehrazadın türküsü göçerlerin ateşini aydınlatmaya başladıktan tam bin yıl sonra Moskova da yirmilerinin sonunda bir genç yüzünü doğuya döndü. Bu içli türkülerin, bin bir gece sürecek olan binbir masalın ve Şehrazad’ın tılsımlı gözlerinin ana vatanına. Ruhunun kırılmalarında buldu Şehrazad’ı,Moskova’nın beyaz gecelerinde ördü saçlarını, kanayan her bir yarası için bir kum tanesi çaldı Atlas’ın çöllerinden. Yine de eksik bir şey vardı, gizemli ve biz ölümlüler için korkunç…Bin bir gece anlattı Şehrazad hikâyesini. Bin bir göçer dinledi onu bir de Şehriyar. Bin yıl boyunca anlatıldı hikâyeleri çocukların uyuması ve kavimlerin dirilmesi için. Teni Şehrazad’ın sıradan çiçeklerle yaşıt olamayacak kadar eskiydi, ruhu şiirlere sığamayacak kadar kadim. Fakat tüm bu nurunun yanında sesi yoktu şehrazadın. Bin yıldır sessizlik içinde söylmişti türkülerini, mesnevilerini. Moskova’lı genç hüzünle aldı kalemini eline, bin yıllık sessizliğini bozması için şehrazadın ona bir şarkı adayacaktı. Artık Şehrazad yüz yıl boyunca kemanların zarif sesleri arasında raksedecekti biz ölümlülerin ruhlarıyla. Rimsky Korkasov, ünlü rus bestekar, tarih kitaplarına göre Rusyalı Beşler’ den en büyüğü. Bendenize göre ise Şehrazad’a ruhunu veren adam; St.Peterburg’da vodkalı çayından son birkaç yudumunu alırken bitirdi ünlü Şehrazad bestesini. Benim için ise bu eser bir besteden çok daha fazlasıydı, yoldaşım, arkadaşım… Ve bunlardan daha önemlisi bir gizin perdesi. Bu beste Şehrazad’ın sesiydi. Keman yaylarının tellere her vuruşu yürümesiydi Şehrazad’ın, su içmesi, çiçekleri kokraması, Şehriyar’ın koynunda yatarken korkudan titremesi. Bu şarkı bin yıldır doğunun kanlı şafaklarındadolanan yaşlı ruhuydu güzel kadının, bilge ozanın. Iki bin beş yılında bu kadim ruha bir kere daha onurlandırmak ve doğunun yorgun elleriyle batılı halkların kalbini kavramak üzere bir kere daha toplandı Viyana Flarmoni Orkestra’sı. Bu toplanış diğerlerinden farklıydı. Şehrazad’ın ruhu bu defa oradaydı. Minicik ayakları kemanların üzerinde geziniyor, narin nefesi flütlerin ince bedenini okşuyordu. Şehrazad oradaydı Sezai Karakoç’un dediği gibi tiril tirildi ve aziz yalnızlığını yaşıyordu. Öyleze başladı konser, bütün vitüözlerin sırtında yaşlı gözlerinin yükü vardı şehrazadın, dinleyenlerin ruhu kırıldı biliyorum çünkü ne zaman kulaklıklarımdan çınlasa sesi Viyana orkestrasının benim de ruhum kırılır. Şehrazad’ın sesini duyunca yalnızlığınızın içinden size ansızın kavrayan bir kadınla göz göze gelmeniz için ölümlü olmanız yeter belki de. Ölümlü olmanız, ve Şehrazadın efsunundan korkmanız. Bu yazının son satırlarını karalerken bir kere daha geçiyorum Şehrazad’ın karşısına. Bana haykırmasını izlemek için doğudan getirdiği zaferler, göz yaşları, bilinmezlik ve umutla… Belki diyorum içimden bu sefer biraz ilham da getirmiştir. Belki Şehriyar’ı uykusunda gafil avlayıp yatağında sakladığı hikâyeleri de verir bana. Belki Şehrazad’ın bin yaşındaki ruhu bu sefer mürekkebim olur, şiirim olur.Bir kapı aralandı yine zihnimde, yine o güzel kadın geldi, yuvası olan çölün arkaik kumlarını tozlarını serpiştirdi kirpiklerime. Kulağıma eğilip gel dedi, takip et eski bir hayalden ibaret olan ayak izlerimi. Bana ise bu kusursuz eserin, Şehrazadın efsunlu, huzurlu, korkunç sesinin, zihnimdeki ayak izlerini takip etmek kaldı. Ve bin yaşındaki bu güzele nacizane bir şiir adamak. Şehrazad Sesinde kutsal birşeyler var Şehrazad Kardan ve kumdanSesinde ruhumu hüzne boğan Kardan da yüce bir ses var Ve dicle ile Fıratın buluştuğu topraktan. Sesinde garip birşeyler var Şehrazad. Gölgesi altında parlayan vebalı mermerlerin Anlayamayacağı biz ölümlülerin Ve semasında Moskova’nın Parlayan gecelerin. Sesinde korkunç birşeyler var Şehrazad Ateş halkalarında anlattığı çöl göçerlerinin. Zilleri ve davulları O hiç gelmeyen şafağın. Şehriyarın elleri, kan kokan yatağın Gözlerim zamanın açtığı yaralarla dolu Şehrazad. Ölüme dair daha kuvvetli bir delil var mı? Belki de zamandır sırrını ardına sakladığın. Korkarım sırrını anlayamayacağım.
ALIŞILMADIK ÖYKÜLER Yıllarca büyüklerimizden dinlediğimiz öykülerde hep iyi bir son bizi bekler. Öyküler hep aynı örgüyü takip eder. İyiler her zaman kazanır, kötüler de her zaman kaybeder. Şimdi dinlediğimizde veya okuduğumuzda bunlar çok basit geliyor. Öykü dediğimiz zaman bu kadar dar düşünmemek gerekir. Bir öykü de iyi veya kötü olup olmadığı belli olmayan bir karakter… Sadece başından geçenleri anlatıyor. Sonunda ne olacağını kestiremiyorsunuz. Öykünün başlığı da bir o kadar ilginç, o yüzden daha da okuma isteği uyandırıyor. Michel Tournier’in Çalı horozu adlı öykü kitabıyla, benim gibi öyküyü sıkıcı bulan birinin bile öyküyü sevebileceğini göstermiştir. “Robinson Crusoe’nun sonu”… Kesinlikle okuduğum en iyi öykülerden biriydi. Öykünün kitabın başında yer alması, ileride birçok güzel öyküyle karşılaşacağımız habercisi olmuştur. Yazdığı bu öyküyle, diğer yazarlardan daha farklı bir bakış açısının olduğunu gösteriyor. Öyküyü okuduğumda kendimi gerçekten anlatan kişinin yerine koyabildim. Öykü Robinson Crusoe adlı eseri farklı bir şekilde yorumluyor. Öyküyü okuduğumda böyle yorumlamanın eserin kendisine hakaret olduğunu düşünmüştüm. Ama günümüzde nereye bakarsak bakalım her şeyin birbirini tekrar ettiğini görüyoruz. Bu nedenle alışıla gelmedik bir sonun daha eğlenceli olabileceğini düşünmüştüm. Öykü bir nevi bencillikten bahsediyor. Nedense bana da çok uzak olmayan bir tema. İnsanlar kaybettiklerini geri alabilmek için her şeyi göze alabilirken, kendilerine ne yaptıklarını unutuyorlar. Öyküde Robinson kurtulduğu adaya geri dönmek isterken zamanın ona neler yaşattığından habersiz bir şekilde yaşamaya ve isteklerinin peşinden koşmaya devam ediyordu. Bu öyküyü okuyan her birey, kendinden bir parçayı öyküde görecektir. Her insan, isteklerinin peşinden koşarken kendinden ödün vermiştir. Kendime baktığımda buna benzer birçok örnek görüyorum. Özellikle çocukluğumda bir oyuncak için kendimi ne hallere sokardım. Çevremdekiler beni tanıyamazdı. Öyküde ise biraz daha farklı bir durum var. Ada sanki bir kişiymiş gibi ele alınmış. Gemide bir kişi Robinson’a aslında adayı bulduğunu ama tanıyamadığını söylüyor. Belki de öykünün en güzel bölümü burasıydı. Ayrıca adanın da kendisini yaşlandığından tanıyamadığını söylüyor. Aynayabile bakamayan Robinson üzüntüsünden yıkılıyor. Öykünün gerçekten ilginç bir sonu var. Her zaman kurtulmayı hedefleyen iyi kalpli ana karakter, kitabın sonunda kendi kendini bitiriyor. “Âdem Ailesi” adlı öykü, yazarın ilgimi çeken diğer bir eseri. Okunması ve anlaması biraz zor olmasıyla beraber, biraz da sıkıcı olduğunu söyleyebilirim. Ama ilgimi çeken şey ise sanki yazılan ilk öyküymüş gibi gelmesiydi. Başında çok anlaşılmasa da ortalarına doğru sonunun nasıl olacağı belli olan bir öyküydü. Yehova’nın en sonunda sefil bir duruma düşüp Kabil’in yanına geleceği, Habil ve oğullarını takip etmesinden belliydi. Bir insanın kendisiyle alakalı bir şey bulabileceği bir öyküye çok benzemiyor. Kendini özgürce ifade eden ve bir insan gibi davranan birinin yaptıklarından bahsediliyor. Öykünün bende düşündürdüğü bir diğer şey ise kadın ve erkek ayrımıydı. Etkileyici bir şekilde cinsiyet kavramının iyi aktarıldığını düşünüyorum. Kadının genelde yaşadığı yere bağlı olmasını ve erkeğin sürekli gezip tozma istediğini sanki bir yaratılış kuralıymış gibi aktarmış yazar. İlk okuduğumda yazarın ayrımcılık yaptığını düşünsem de, objektif bir bakış açısıyla ayrımcılığın o kadar da fazla olmadığına kanaat getirebildim. Ama genel hatlarına baktığımızda gerçekten nostajik ve farklı bir şekilde yorumlanmış bir öyküydü benim için. Michel Tournier… Düşünceleriyle ve yazdıklarıyla belki de bütün okurlarını büyüleme yeteneğine sahip bir kişi. Öyküleri kesinlikle es geçilemeyecek türde olan yazar Çalı horozu adlı öykü kitabıyla bunu bir kez daha kanıtlamıştır. Her ne kadar öyküleri sıradan bulsam da, sanki felsefi bir romanmış gibi yazması, kısacık parçalara geniş fikirler sığdırması ile Çalı horozu, kesinlikle okunması gereken bir öykü kitabı olduğu kanıtlamıştır. ARDA SÜMER 21402222
Ebru Özkan 21902592 Arda Kalan (Fotoğraf yazara ait.) Önümde duran sahile öylece baktım. Dalgalar ve martılar her şeyden habersiz bir biçimde rutin görevini yerine getiriyordu. Hemen sonra denizin mest edici iyot kokusundan olacak ki kendimi, gözlerimi sıkı sıkı yummuş bir biçimde buldum. Artık sesler daha da belirgindi: Martılar bir yere yetişiyormuşçasına çığlık atıyor, iskelenin yaramaz kedileri birbirlerine karşı sinirli bir şekilde miyavlıyor, fırsattan istifade kendini sahile atmış yaşlısından gencine bütün insanlar muzip bir şekilde gülüşüp günbatımının tadını doyasıya çıkarıyorlardı. O an kendimi ve yaşantımı düşündüm. Yirmili yaşlarımın başındaydım ama her şey gördüğüm bütün bu güzelliklerin aksine şimdiden karmakarışık bir hâle bürünmüştü. Kimdim, neredeydim, ne yapıyordum? Bütün bu sorular yetmezmiş gibi büyüdükçe kendime daha sıksormaya başladığım o soru yeniden zihnimi kurcalamaya başladı: Gerçekten de hayat ben planlar yaparken sadece başıma gelenlerden mi ibaretti? Çocukken her şey daha kolaydı sanki. Beklentiler daha küçük, sevinçler daha kocamandı. Fakat en önemlisi de plan yapmak yerine hayal kuruyordum, saf hayal. Bugünlerde ise yolunu kaybettiğini hisseden, geleceğe dair umutları ve düşleri sarsılmış genç bir kadındım. O küçük hayalperest çocuk gitmiş, yerine hata yapmamak adına rasyonel kararlar almaya çalışan ama bu konuda çok başarılı olamayan biri gelmişti sanki. Yorulmuştum. Keşke hayatta insanlar en ufak kusurlarında birbirlerini kırıp dökmek yerine birbirlerine durup soluklanma, düşünme hakkını tanıyabilselerdi. Ben, büyüklerin bu acımasız dünyasını hiç sevmemiştim. Bütün bu düşüncelerin beni boğduğunu hissettiğimden olsa gerek gözlerimi ani bir refleksle tekrardan açmıştım. İşte yeniden o sonsuz mavilik karşımdaydı! Ne zaman yaşantımda bir şeylerin ters gittiğini hissetsem kendimi hep burada bulurdum. Kalabalıklar içinde kendimle baş başa kalabildiğim tek yer gibi geliyordu bu deniz kıyısı. Akdenizli olmanın güzel yanı da bu olsa gerekti. En mutlu anımda da, en hüzünlü anımda da kendimi, bana cevabı vereceğinden emin olduğum dalgaların sesine bırakırdım. Kafamı biraz ileriye doğru çevirdiğimde o günkü yemek parasını çıkarmaya çalışan ve ara sıra sohbetlerine dahil olduğum balıkçıları görmüştüm. Elleri soğuktan çatlamış, saçları gökyüzü misali hafiften ağarmaya başlamış, gözleriyle aynı anda hem yorgun hem de neşeli bakmayı başarabilen bir balıkçıya gözüm çarpmıştı kalabalığın içinde. Yanında, civarda gezen çay ve çekirdek satan adamdan aldığı tavşan kanı çayı ve gazete kağıdından yapılmış olan kesesindeki çekirdeğiyle o günkü mahsulünü bekliyordu. Nedense onu çok sevmiştim. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir sıcaklık ve huzur duymuştum ona karşı bir anda. Konuşmak için yaklaşmak istediysem de karşımda duran bu huzurlu manzarayı bozmamak adına, yaşamına dahil olmak yerine izlemeyi tercih etmiştim sadece. Zihnimdeki bütün belirsiz düşünceler bir anlığına yok olup içimi sıcacık bir huzur ve tıpkı çocukken hissettiğim o heyecan kaplamıştı. Hayatın ansızın karşıma çıkardığı bu minicik sürprizleri çok seviyordum. On dakika önce kederli olan kalbim, kızıllaşan gökyüzünün ve içinde hâlâ kocaman umutları barındırdığını hissettiren balıkçının üzerimde yarattığı etki sonucu gelecek güzel günlerin hevesiyle dolup taşıyordu. Eve doğru yola koyulduğumda gördüğüm tüm insanları, manzaraları, işittiğim tüm sesleri zihnimin süzgecinden yeniden geçirdim. Aslında çocukluğumdan beri her şey aynı görünüyordu, değişen sadece bendim. Bu fikirle zıtlaşmak yerine hayatta yaşadığım acı tatlı her şeyin bir tecrübe olduğuna ve beni güçlü kılanların da bu yaşadığım anların ve anıların olduğuna karar verdim. Ve sürekli aklımı kurcalayan o soruya da bir cevap bulduğumu hissettim: Hayat gerçekten de biz planlar yaparken başımıza gelenlerdi ve herkese, her şeye rağmen daima umut vardı.
Mert Köksal Şiir Çevirmeninin Zor İkilemi Dünyada her yıl yaklaşık 900 milyon yeni eser yazılıyor, yaratılıyor ve açığa çıkarılıyor. 7 milyar nüfuslu gezegenimizde biz de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak çağı yakalamak, gelişmelerden haberdar olmak ve bilgi birikimimizi arttırmak için bizimle alakalı olan ya da olmayan binlerce yazılı ve sözlü eseri her yıl çevirmeye çalışıyoruz. Bu yüzden her yıl yeni çevirmenler yetiştiriyor ve eğitiyoruz. Ayrıca yazılı bir eseri başarılı bir şekilde çevirebilecek düzeye ulaşmış çevirmenlerimiz de ellerinden geldiği kadar hızlı bir biçimde yabancı kaynakları Türkçeye çevirebilmek için çalışıyorlar. Ancak her işte ve meslekte olduğu gibi de çevirmenliğinde birçok farklı zorluğu olduğunu söylemek lazım. Öncelikle belirtmek isterim ki bu yazıda şiir çevirilerindeki zorluklar üzerinde duracağım zaten yazılı eserler kısmının düz yazılar, makaleler ve bilimsel raporlar kısmı incelendiğinde genellikle bilimsel makalelerin ya da düz yazıların yani genel olarak bu tarz eserlerin şiire oranla çevirisinin daha kolay olduğunu belirtmemde fayda var. Çünkü bu tarz eserlerde genellikle somut şeylerden söz edildiği ve bu somutluğun doğrudan bir yolla soyutluğa ve dolaylı bir anlatıma girmeden direkt anlatılması da bu eserlerin çevirisini kolaylaştırmaktadır. Bu tarz çevirilmesi diğer türlere kıyasla biraz daha basit olan türlerin aksine çevirilmesi oldukça zor olan türler de mevcuttur. Çevrilmesi en zor türlerden biri sayılan şiire gelindiğinde ise konuların somuttan çok soyuta yöneldiğini ve genellikle verilmek istenen mesajın dolaylı yoldan verildiği görülür bu yüzden şiir çevirmenleri diğer çevirmenlere göre her zaman biraz daha dikkatli olurlar ve eseri çevirme süreci diğer eserlere göre daha uzun ve zorlu olur. Ama şiir çevirmenleri genellikle az önce bahsettiğim şeylerden daha büyük bir zorlukla karşı karşıyadırlar. Bu zorluk aslında bir ikilemdir. Şiir çevirmenlerimiz şiiri çevirirken şiir yapısını mı korumalıdır yoksa şiirin içeriğini mi korumalıdır? Bu çok önemli bir husustur ve genellikle şiir çevirmenlerinin yaşadıkları en büyük zorluklardan biridir. Bu sorunun ikisini de korumalıdır gibi bir cevabı bulunmaz çünkü şiirlerle ilgili az çok bilgisi olan her insan böyle bir şeyin mümkün olmadığını bilir hele ki başka bir dilden yapılacak olan çeviri söz konusu olduğunda bu neredeyse imkânsızdır. Peki, sorumuza geri dönecek olursak yapı ve üslup mu daha önemlidir yoksa içeriği korumak yeterli olur mu? Öncelikle şunu belirtmek isterim ki ben bu ikilem konusunda içerikten yanayım, şiir gibi yapı ve üslup unsurları önemli olan bir türde bile asıl amaç içindeki içeriği öğrenmek olduğu için önemli olan içeriktir. Zaten bir yazılı eseri yabancı dilden dilimize çevirmekteki amaç da içeriğini öğrenmek değil midir? Sonuçta herhangi bir eserin yapısına bakmak orijinal dilinde de mümkün olacaktır zaten çevirinin amacı zaten yazılı eserin içeriğini öğrenmek olduğu için bu ikilemde diğer tarafta olmak zaten baştan yanlış bir davranıştır. Bu ikileme diğer taraftan bakacak olursak çeviride yapı ve üslup unsurlarının korunması gerektiğini savunan görüşün incelenmesine gelirsek şiirde yapı ve üslubun çok önemli olduğunu hatta tarih boyunca dönem dönem şiirde içerikten çok yapı ve üsluba önem verildiğini söyleyerek bu görüşü de savunabiliriz. Özellikle coğrafyamızda da Servet-i Fünûn gibi dönemlerde de şiirde yapı ve üslup öne çıkmış ve içeriğin önüne geçmiştir bu yüzden yapının şiirin en önemli unsuru olduğunu savunan azımsanamayacak büyüklükte bir kitle vardır ve tarihteki az önce bahsettiğim dönemleri örnek göstererek bu fikirlerini sağlamlaştırarak savunmaktadırlar. Ancak yazımın üst kısımlarında da belirttiğim gibi yabancı dilden yazılı bir eser çevirmekteki amaç içerik hakkında bilgi sahibi olmak olduğu için yapılan çevirilerde korunması gereken unsur içeriktir.
İÇİMİZDEKİ BATEMAN İnsanoğlu duygular, düşünceler, içgüdüler kümesidir. Biz kararlarımızı alırken bu üç etkendir kararlarımızı etkileyen. Kimi zaman ne kadar aptalca olduğunu düşünsek de bazen duygularımıza kaptırırız kendimizi ve o aptal yoldan ilerleriz. Kimi zaman içgüdülerimiz ağır basar bir hayvandan farkımız kalmaz. Kimi zaman da amacımıza ulaşmak için bütün duygularımızı ve içgüdülerimizi bastırıp en mantıklı, en rasyonel kararları almaya çalışırız. Her birimizde bu üçlü kendi kendini dengeler. Eğer ki bunlardan biri çok fazla sivrilir ve diğerleri nerdeyse etkisiz kalırsa işte o zaman Bateman ortaya çıkar, nam-ı diğer Amerikan Sapığı, içgüdülerinin esiri insan, insan demek ne kadar doğru orasını bilemem. Bateman’ı sapık olarak adlandırmamızın sebebi amaçlarını, eylemlerini tamamen içgüdüleriyle temellendirmesidir, duygu yoksunluğudur. Mesela sırf içindeki adam öldürme dürtüsünü tatmin etmek için adam öldürür Bateman ve asla en ufacık üzüntü, pişmanlık gibi insani olarak adlandıracağımız duyguları hissetmez. Zekasını, bilgi ve birikimlerini de araç olarak kullanır amaçlarına ulaşmak için. Aynı şekilde insanların birbirlerine yardım etmesi için motivasyon özelliği gören empati yeteneğimiz bile ona göre kurbanlarını daha kolay avlamasını sağlayan sadece basit bir araçtan ibarettir. Bateman müthiş bir narsistir belki de en güçlü güdüsüdür en iyi, en çok beğenilen olma arzusu. Beni bu konuda en çok etkileyen sırf arkadaşının kartviziti onunkindendaha güzel diye onu öldürmeyi düşünmesi ve çalışmasıdır. Bir insan nasıl bu hale gelebilir, hepimizde olan o beğenilme, takdir edilme arzusunun zirveye çıktığı noktadır Bateman. Bu sebeple zaten onu sapık diye adlandırırız, biz normal olmayanı ve bu anormalliğin tehlikeli boyutlarda olmasını sapıklık olarak adlandırırız. Bizimde çoğu zaman başımıza gelmiştir yaptığımız ya da sahip olduğumuz şeyin beğenilmediği zamanki hüsran ama biz bunun için adam öldürmeye çalışmayız en azından ben böyle bir şey için birini bu zamana kadar hiç öldürmedim. Bateman çevresindeki en prestijli insanlarla vakit geçirmek, en prestijli ve en güzel kadınlarla birlikte olmak ister. Aslında o insanların hiç birinin onun gözünde değeri yoktur ama onun için değerli olan en iyisine sahip olmaktır, insanlar tarafından en çok arzulanana. Her konuda böyledir insanlara hiç değer vermez, onun için önemli olan insanlar tarafından beğenilmek, özenilmek, arzulanmaktır. Yani insanlar onun egosunu tatmin etmek için araçlardır onun gözünde. Baktığımız zaman hepimizin içinde az çok arzulanma, özenilme, beğenilme isteği vardır ama bizim için tek faktör bu değildir bunların yanında sevmek, merhamet etmek, bağlanmak gibi temel insani duygularımız da belirleyicidir. Ama Bateman bu temel insani duygulardan mahrumdur, onun için en kutsal varlık kendisidir diğer bütün insanlardan nefret eder. Acıma, şefkat, sevgi gibi insanı duyguların hiçbirine sahip değildir. Kendi deyimiyle sadece tiksinti ve nefret duyar. Bateman doyumsuzdur.İnsan hayretler içinde kalıyor Bret Easton Ellis’a, nasıl böyle bir karakter yaratabildi, daha da önemlisi toplum normlarını tamamen hiçe sayan bu sapık karakteri nasıl sevdirebildi. Bateman’dan etkilenmemek elde değil, hatta o kadar etkiliyor ki bazen Bateman’a hak verirken buluyorsunuz kendinizi. Nasıl oluyor da sapık olarak adlandırdığımız bu karaktere hak verebiliyoruz, sempati duyabiliyoruz? Peki Bateman’ı bu hale iten nedir diye insan düşünmeden edemiyor. Herhalde ilk göze çarpan çağımızdaki tüketim kültürüdür. Hep daha fazlası, daha iyisi daha mükemmeli… Bizimde gün boyu maruz kaldığımız bu değil mi? Filmler, diziler, reklamlar, sosyal medya vasıtasıyla hep en iyi olmaya en iyisine sahip olmaya itilmiyor muyuz? Bateman tüketim kültürünün bir insanı ne hale getirebileceğinin aşırı uç bir örneğidir sadece. Demem o ki hepimizin içinde makul boyutlarda Patrik Batman vardır, mevzu onu ne kadar besleyeceğimiz ya da zapt edebileceğimizdir ama bu yüzyılda işimiz zor… Halil Selman Atmaca (TURK 101-1 ) 21302459
Nidanur Soner TURK 101-037 21401954 Sadece Kader! “Amores Perros” diye bahsedince mi, yoksa “Paramparça Aşklar ve Köpekler” deyince mi insanlar filmi daha çok izlemek ister, merak eder bilmiyorum; ama İspanyolca bilmememe, filmi Türkçe olarak izlememe ve Türkçe ismi ile üzerine konuşmaya karar vermeme rağmen “Amores Perros” bana daha ilgi çekici gelmektedir. Filmde birbirleriyle hiçbir bağlantıları olmayan üç farklı insan: Octavio, Valeria ve El Chivo. Üç insanın yollarını kesiştiren ve hayatlarını tepetaklak eden korkunç bir kaza. Aşklar ve köpekler arasındaki bu mükemmel bağlantının nasıl kurulduğunu aklımın almadığı, birbirinden alakasız üç hayat. İzlenmesi gereken filmlerin bir listesini yapmam istense, Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu'nun “Paramparça Aşklar ve Köpekler”i bu listede ilk üçte yer alacak filmlerdendir. Bunun sebebi; ne filmin 2001 yılında Oscar’a ve Altın Küre’ye “En iyi Yabancı Film” dalında aday olması, ne aynı yılda İstanbul Film Festivali’nde gösterildikten sonra büyük beğeni toplaması, ne de pek çok uluslararası film festivalinde toplam otuz ödüle layık görülmesiydi. Zaten bu film, hissettirdikleri ve düşündürdükleriyle benim için üst sıralara yerleştiğinde aldığı ödüllerden de beğenilerden de habersizdim. Bazı cümleler vardır; yüzlerce sayfalık romanı birkaç sözcükle özetler. Sonra bazı kelimeler vardır, hatta bazen tek hece şiirleri her şeyiyle anlatır insana. Filmlerde de işte böyledir durum. Bazen karakterlerin ağzından dökülen birkaç cümle; tüm filmi, saatleri, yaşananları, anlatılanları izleyiciye hissettirmeye yeter. “Paramparça Aşklar ve Köpekler”i izlemeye başladığım ilk dakikadan itibaren, filmin kurgusundan veya neredeyse her vurucu sahne için özenle seçilmiş unutulmaz film müziklerinden çok, filmin replikleri etkileyici olmuştu. “Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.”den “Çünkü biz biraz da kaybettiklerimiziz.”e kadar düşündüren ve yaşamı sorgulatan pek çok film repliğine sahip bu senaryo üzerine birkaç satır karalarken, yine bir replik üzerinden gitmeyi tercih etmem de bu yüzden galiba. Yasak bir aşk yaşayan Octavio ve Susana’nın filmin ortalarına doğru kurduğu o cümleler, aslında tüm film boyunca anlatılmaya çalışılan, insanın kader önündeki çaresizliği fikrini en çarpıcı şekilde gözler önüne seren cümleler olmuştur. Octavio: “Planlarımız ne olacak?” Susana: “Sen ve senin planların. Babaannem ne derdi biliyor musun? Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et.” Kader, aslında ne yaparsan yap hayatta değiştiremeyeceğin tek şey. Belki de hayatın ta kendisi. Oldum olası inandığım gerçek şu ki; insanın yaşamında olacaklar önceden belirlenmiştir ve hiçbir zaman onun değiştirilmesine izin verilmez. Tam da Susana’nın söylediği gibi planlar yalnızca Tanrı’yı güldürmekten ibarettir. Belki de bu yüzden, sürekli bir döngü halinde insanlar hayal kurar, hayat onu yıkar. Sonra insanlar tekrar hayal kurarlar, umut ederler, olacağına inanırlar. Belki onun gerçekleşmesi için her şeyi yapmışlardır. Artık yaşama amaçları, tek düşündükleri o hayal olmuştur. Gerçekleşmesi için tek engel zaman ve beklemektir onlara göre. O yüzden beklerler. Kimileri günlerce, kimileri haftalarca, kimileri aylar, kimileri yıllar, kimileri de ömürleri boyunca beklerler; ama eninde sonunda hepsi öğrenirler acımasız o gerçeği. Bazısı daha erken, bazısı daha geç; ama bilirler hayat o hayali de yok saymıştır, ona da acımamıştır. İnsan hayali uğruna ne kadar çabalamış, onu ne kadar istemiş olursa olsun hayat sadece görmezden gelir ve bildiğini okumaya devam eder. Öyle ki, 1Nidanur Soner TURK 101-037 21401954 kader Tanrı tarafından çoktan yazılmıştır ve insanlar bir tiyatro sahnesindeki gibi yalnızca yazılanı oynamakla yetinirler. Bir de şanslı insanlar vardır tabii. Hayalleri kaderlerinde yazılıdır bu insanların. Onlar ise kaderlerini kendilerinin yazdıklarına inanırlar. Bu kişilere göre, çabalamak ve istemek kadar basittir yazılanı değiştirmek ya da yeniden yazmak. Onlar hayatta başarılı diye anılan ve parmakla gösterilen kesimdir işte. Oysa sadece kaderin onlar için istedikleriyle kendi istedikleri uyuşmuştur ve bunu diğerleri de kendileri de bilmezler. Çabaladıkları ya da olmasını istedikleri hayaller uğruna gerçek bir savaşı kazandıkları için değil, yalnızca hayalleri kaderlerinde yazılı olduğu için başarılı, güçlü diye nitelendirilirler. Onlar, kaderle aynı planlara sahip oldukları için sadece şanslıdırlar. Gerçek şu ki, Tanrı herkes için bir senaryo yazmıştır ve insanların hayat olarak nitelendirdikleri olgu sadece bu senaryoyu oynamaktır; çünkü kader biz ve bizim planlarımızı, hayallerimizi, umutlarımızı umursamaz. Sadece dinler ve güler, sonra kaldığı yerden oyuna devam. İşte yine bu yüzden ne güçlü vardır, ne de başarılı bu hayatta. Kader anlayışının, kaderin değiştirilemez o ürkütücülüğünün ve insanların onun karşısındaki savunmasızlığının en güzel özetidir “Paramparça Aşklar ve Köpekler”deki zavallı Octavio, Valeria ve El Chivo’nun yaşadıkları. Ne Octavio ağabeyinin karısı Susana ile kaçarak uzaklarda yeni bir hayat kurabilmiş, ne köpekleri Cofi kendi uysallığına uygun bir yaşam bulabilmiş, ne de Valeria ve Daniel hayal ettikleri o kusursuz aşkı köpekleriyle birlikte yaşayabilmiştir. Octavio kaçabilmeleri uğruna zavallı köpeği Cofi’yi sokak dövüşlerinde harcamış, Valeria Daniel ile yaşamak yolunda ailesini terk etmiştir. Böylece, hayalleri uğruna savaşınca, onlar için çabalayınca olacaktır fikrine inanıp sonunda kaderin “buradayım” çığlığıyla her şeyi fark edenlerden olmuşlardır onlar da. Upuzun bir iki buçuk saatin işte aslında tek cümlelik özeti “Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et.” 2
UMUDU KOYBOLMUŞ PİYANO Hayatın olmazsa olmazlarından biri müziktir bence. Bir kalabalığın ortasındayken kulaklığı taktığın an çalan şarkıya göre bambaşka bir yere gidebilirsin. Etrafta dolaşan insanların her adımına bir anlam yüklersin ya da kaybolurlar gözünün önünden ; onların yerine kendi hayal dünyanla baş başa kalırsın. “Ben müzik sevmem ve dinlemem.” diyen insanlarımız yalan söylüyorlar, herkesin hoşuna giden bir nota dizisi vardır elbet. Dinlerken bambaşkadır müzik; ama yaparken apayrı bir zevk verir insana. Ben kendimi bu iki katagoride de yer aldığım için şanslı buluyorum. Parmaklarım ilk defa 2002 yılında değdi piyanoya. Hayal meyal bir iki sahne var zihnimde o yaşlarıma dair. Bunlardan bir tanesi de piyanoyla ilk buluştuğum andır. İlk gördüğümde çocuk aklımla pek bir anlam veremedim bu siyah beyaz şeyler kütlesine. Parmak uçlarımı piyanonun tuşlarına bastırdıkça rahatsız oluyordum çıkan sesten. Bu yüzden de hep hata yapıyormuşum da biraz daha gösterime ihtiyacım varmış gibi yapardım öğretmenime. O da her defasında çok daha güzel çalardı parçaları. Hayran kalırdım onun pamuk beyazı ellerinin dans edişine. Piyano onun elleriyle bir bütün olur beni beyaz tuşlarına daha çok hayran bırakırdı. Zamanla piyano ve arkadaşları, hala sevmediğim ritim saymama yardımcı olan metronom, en yakın arkadaşım oldu. Her yönüyle büyümeme yardımcı oldu piyano. Her sene sonu verilen resitaller, heyecanımı kontrol etmemi sağladı, kulağım diğer insanlara göre çok daha seçici oldu, en güzeli de müzik seven insanların içinde büyüdüm. Yıllar böyle piyanonun arkadaşlığıyla geçmiş oldu. Üzüldüğümde veya mutlu olduğumda hep siyah beyaz tuşlara sarıldım, öğretmenim böyle öğretti çünkü. “Piyano bir ders değildir, sen nasıl istersen öyle çalarsın. Belli bir süre sonra sabit olan piyano kurallarını öğrenirsin zaten.” derdi. Okuldan beni o alır, eve gidene kadar arabasında her daim çalan klasik müzik cderinden dinlerdik. Hıphızlı giderdi benim öğretmenim, bir an önce piyano başına oturalım isterdi, çok hızlı sürerdi arabayı. Ben de ne zaman Fransız besteci Alexandre César Léopold Bizet’nin parçalarını çalacağım diye merak ederdim. Dersler biter, yaz mevsimi gelirdi ama öğretmenimle bağımız kopmaz; haftada en az bir gün bize gelir, birlikte yüzerdik. Daha sonra Bizet’den Carmen çaldım, büyüdüğümü söyleyen gözlerle bana bakışını hatırlıyorum. Victoria’nın bana öğrettiği son şey ise kendi bestesi “Butterflies on the snow” oldu ama Bizet’nin yanı sıra bunu da çaldığımı göremedi. Zaten ellerim de son kez o zaman değdi piyanoya. En sevdiği oyuncağı anlamadığı bir sebepten elinden alınan çocuk gibi ne anlam verebilirdim bütün olanlara ne de geri verildiğinde piyanoyu benimseyebilirdim tekrardan. Çünkü piyanonun beyazı da kalmadı, bana verdiği umut da. Piyanonun parlak siyaha boyanmış ahşap kapağını şimdi her açtığımda beş yaşıma geri dönüyorum. Önce Victoria’nın elleri beliriyor beyaz tuşların üzerinde. Sonra ise sesini duyuyorum: “Belini dikleştir, bilekler kalkık, parmaklar serbest, ayaklar birbirine dolanmamış.” Ayağındaki topukluyla ritim saymama yardım ediyor, çünkü metronom sevmediğimi biliyor: “Bir ve iki ve üç ve son kez!” Peki ya şimdi hata yaparsam? Beyaz inci kolyesini takmış bir şekilde gelir mi yine yanıma? Ben şimdi yanlış çalıyorum oysaki, ne nota ne bir porte hiçbir şeyi dinlemeden öylesine hatalı çalıyorum her şeyi. İçimde beş yaşında bir çocuğun piyano sandalyesine her oturduğunda oluşan umutları var. Defalarca yanlış basıyorum tuşlara ama kimse sandalyesini çekip gelmiyor yanıma. İşte piyano ilk defa o an susuyor benim için. Oysa arabada George Bizet dinlerken ben ona hep söylerdim: “Çok hızlı gitme öğretmenim. Zamanımız çok…”
Coldplay, 1 Temmuz 2014 Royal Albert Hall Coldplay'i ilk dinleyişimden benim için her zaman farklı olacakları belliydi. En sevdiğim kişinin bana en büyük hatırası olan yazlığımızda en sevdiğimiz şeyi yaparken, güneşin batışını izlerken. O güzel yazın dönüşünde geçirdiğim trafik kazası ve çenemin kırılması üstüne eve kapanmak zorunda kalıyorum.(sınav senesinde yaşanabilecek en 'tatlı' olay değil mi?) Tabii ki bu arada en büyük destekçilerimden biri yeni keşfettiğim grubum oluyor. Her şey tam düzeldi derken o cehennem kasım sabahı geliyor, bütün çocukluğum bir buz kütlesine dönüşüp ellerimin arasından düşüyor, kırılıyor. O günle ilgili hatırladığım tek şey bütün gün sadece "Fix You" dinleyip boş boş tavanı izleyişim. İşte çoğu insanla kurmaya çalışsam beceremeyeceğim bağı Coldplay'le kuruşum da böyle başlıyor. Her şeyin ciddi anlamda kötü gittiği bir aralık gecesinde temiz kalpliliğim atağa geçiyor ve yedi tane yeni yıl dileği tutuyorum. Bir tanesi de en ufak haber alınamayan favori grubumun konserine gitmek. Ve o haber yine tesadüfe bakın ki bir arkadaşımın Coldplay'e iğrenç, eski, sıkıcı tarzı yorumlar yapmasından birkaç saat sonrasında geliyor. Tek bir tweet atıyorlar. "Yeni bir şey bu 'geceyarısı'" . Saat tam 00.00'da "Midnight"ı çıkartarak uykularından uyanıyorlar. Bir hafta sonrasında başka bir şarkı, yeni albüm haberi. Keyfime diyecek yok. Nisan ayı, Twitter'a bakarken birden gözüme bir şey çarpıyor. KÜÇÜK ÇAPLI BİR TURNE. Hepsi çok yakın tarihlerde, çok uzak yerlerde. 1 Temmuz 2014, Londra son konser. Umudum eksilerde ama "Babacığım belki beni Londra'daki Coldplay konserine yollamak istersin." diye babamı arıyorum. Babam ise şu an kendisinin bile anlayamadığı bir tepkiyle "Olabilir." diyor! Uçak biletlerine bakmaya kadar gidiyor olay. Sonraki süreç çok sancılı: Cope'u geçme, konsere bilet alma, vize alma, uçak biletleri, otel ayarlama. Cope'u geçiyorum. Konser biletini tamamen mucizevi bir şekilde yakalıyorum.(hatta son bileti alıyorum!). Uçak bileti, otel hepsi hazır. Vizeyi bekliyoruz. Hep içinizde bir şüphe olur ya, bir şeyi çok isterseniz kesin bir sorun çıkar. Tabii ki evren kuralını bozmuyor ve başıma gelebilecek en saçma şey geliyor. Annemin ve benim vizelerimizi yanlış pasaportlara yapıştırıyorlar. Gitmemize 3 gün kalmış, yetişmeme olasılığı var. Haydi biz kalk Istanbul'a konsolosluğa git, hiçbir şekilde bilgi alamıyoruz, boş boş bekliyoruz. Son gün halledip arıyorlar ve biz apar topar dönüyoruz, bavulları hazırlıyoruz, uçağa koşuyoruz. Konsere kadar 3 gün Londra'nın altını üsüne getiriyoruz annemle. Londra gerçekten muhteşem bir şehir, umarım bir gün hepinizin yolu düşer. Vee konser sabahı!Konser salonu muazzam, Royal Albert Hall. Gerçek bir sanat yuvası. İngiltere'nin hatta dünyanın en güzel binalarından. Muhteşem bir sahnesi, muhteşem bir salonu var. Kültürel bir etkinlik için daha uygun hiçbir yer olamaz. İçindeki o nostaljik modernlik size çok başka hisler yaşatıyor. Gerçekten çok büyük. 12 giriş kapısı var ve bu kapılar başlı başına birer bina büyüklüğünde. Yolunuz düşerse mutlaka ziyaret edin derim. Her şey sonunda tamam, yaşadığım bütün stres bitti konserdeyim. Tek derdim Fix You çalıp çalmayacakları. Çünkü bizim romantik çocuğumuz Chris Martin bu şarkıyı, onu aldatan karısının babası ölünce ona yazıyor. Aldatma olayı çok yeni ve önceki konserlerde çalmıyorlar haklı olarak. Ve konser başlıyor, elim ayağıma dolanıyor. İlk 5 dakika ne yapacağımı bilmeden boş boş etrafa bakıyorum. Hayatımda ilk defa rüya ile gerçeği karıştırıyorum. İçim patlayacak gibi, çığlıklar atıp bir denize atlamak istiyorum. Çok tatlı bir grup olduklarını her saniye bir kez daha kanıtlıyorlar. Chris'in sesi gerçekten muhteşem. Çok samimi ve ciddi anlamda işine aşık. O kadar güzel bir enerjisi var ve bunu aktarmayı o kadar iyi biliyor ki. Yorulmuyor, yorulmak nedir ciddi anlamda bilmiyor. Her şarkıyı yaşıyor, hepsine ayrı aşık. Grup arkadaşlarını çok seviyor, şarkı aralarında gidip onlara sarılıyor, hep onlarla göz temasında. Seyirciyi patlatma konusunda da ciddi bir profesyonel. Don't Panic'in bir kısmını da gitarist Johnny'ye söyletiyor: (http://www.youtube.com/watch?v=OWe9bLZ6QiM)Clocks her zaman efektleriyle seyirciyi coşturan bir şarkı bana kalırsa. Onlar da bunun farkındalar ve o klasik lazer şovunu yine doyasıya izletiyorlar bize. Uzun zamandır The Scientist çalmadıklarını düşünüp setliste eklemişler. Ah ne kadar da düşünceliler, en sevdiğim şarkılardan birini benim geldiğim konsere eklemeyi nerden akıl etmişler bilmem ki! True Love yeni albümlerinden favori şarkımdı ve gerçekten bir kez daha beni haksız çıkartmadı. Bu kadar yoğun, bu kadar gizliden aşk acısı çeken başka bir şarkı daha olamaz. Viva La Vida klasiği bu sefer seyircilerin TAM ANLAMIYLA ortasındaydı: (http://www.youtube.com/watch?v=IcAWkAe5s6c) A Sky Full of Stars sırasında atılan konfetilerden toplarken az daha kafam yarılacaktı : (http://www.youtube.com/watch?v=1kWE2MzKI6g) (daha net bir fotoğraf çekemezmişim gerçekten!) ve geldik konserin kilit anına. son şarkı, Fix You olacak mı? ASFOS bitti ve Chris o piyanoya doğru yürüyor. Son dakika golü beklercesine ellerimi kafama koymuş Fix You'nun ilk notasını bekliyorum. Chris başka şeyler çalıyor, beni delirtiyor. Tam "ARTIK BAS ŞU NOTAYA!" diye bağıracakken tüm hayallerim kusursuzca gerçekleşiyor. Gerçekten Fix You boyunca yaşadığım duyguları hiçbir şekilde tarif edemem. Çok uğraştım ama kendime bile anlatamıyorum. Saf huzur, biraz acı, çok mutluluk.Fix You: (http://www.youtube.com/watch?v=418TnicHHJg) Konser bitiyor, yerimden kalkmam rahat on beş dakika sürüyor. Dakikalar önce en büyük hayalimi gerçekleştirdiğimi bilmek nasıl da ilginç bir his. Çok büyük bir mutluluk, çok büyük bir boşluk. Sarhoş gibi aşağı inip sahneye gidiyorum. Malum yıldızları topluyorum. Sanki çok biliyormuşumcasına bir kapıdan kendimi dışarı atıyorum ve nereye çıkıyorum tahmin edin? KULİSİN ÖNÜNE! Elimde yıldızlar, aptal aptal sırıtıyorum. Güvenlik görevlileri beni ilginç bir şekilde oradan uzaklaştırmıyorlar. Bir süre sonra bir kız daha geliyor oraya ve bana gülümsüyor. Konuşmaya başlıyoruz. Görevliyle konuşup en azından bir imza almak istediğimizi söylüyoruz ama adam yirmi beş dakika boyunca bize sadece "HAYIR." diyor. Yeni İtalyan kankamla çıkıp annemi buluyoruz. Orada bizimle beraber bekleyen otuz kişiyle her kapı açılışında onlar çıkacak diye heyecanlanıp onlar çıkmayınca hayalkırıklığının dibi olan "Aaaaa...." sesleriyle bir saat kadar oyalanıyoruz. Sonra menejerleri çıkıyor ve grubun gittiğini söylüyor. Nedense ona da inanmıyoruz ve On iki kapılı Royal Albert Hall'ın her kapısını kendi aramızda bölüşüp dağılıyoruz, biri çıkarsa Viva La Vida'nın "Oooooo" kısmını bağıracağız, şifre gibi şifre. Sonra hazin olay yaşanıyor. Italyan kankam ve grubu siyah camlı arabalarını görüyorlar ve bizim dört yakışıklı onlara el sallayıp oradan hızla uzaklaşıyorlar. Herkes vedalaşıp oradan uzaklaşıyor. Bu kadar samimi başka bir ortam daha olamazdı. Coldplay'in konser çıkışını da beklemedik demeyiz artık.bu da setlist:Hala her saniyesinin etkisindeyim. En özel günümdü. Umarım hepiniz en büyük hayallerinizi gerçekleştirebilirsiniz çünkü çok ayrı bir histi. Mutluluktan nefes alacak yerim yoktu. Başta canım aileme, şu aptal vize sürecinde yanımda olan herkese çok teşekkür ediyorum. İyi ki Coldplay var. Türkiye'ye gelirlerse (GELMEYECEKLER) konserde beni bulun da size çok daha detaylı bir şekilde anlatayım bu konseri, sonuçta her gün İngiltere'de Coldplay konserine gitmiyorum değil mi? Rengin Turan
Can Soygür Öteki Benliğimiz Hepimizin iki tane benliği vardır: Biri topluma göre şekillendirdiğimiz, normlara uyan; diğeri ise içimizin derinliklerinde bastırdığımız, varlığından yalnızca kendimizin haberinin olduğu benliğimizdir. İlkini anlatmak kolay, doğduğumuz andan itibaren ailemizin, öğretmenlerimizin ve diğer çeşitli dış etkenlerin yoğurduğu, içinde bulunduğumuz zümreye uyan bir benliktir; çevremizdeki diğer insanlarca kabul görmemizi sağlayan da budur. Anlatmaya gerek bile yok aslında, çünkü etkileştiğimiz her insanı dışardan o karşılar. Diğeri ise bunun tam zıttı: Kelimelerle anlatılması mümkün olmayan… Öyle bir yanımızdır ki bu, çoğumuz belki de farkında bile değilizdir. Misal ben, şu an hakkında yazmama “Böyle bir yönün var mı?” diye sorulsa “Hayır, yok.” derdim herhalde. Öncekinin aksine, herkeste farklıdır bu benlik. Kimilerinin hayalleri, kimilerinin baskılanmış arzuları bu benlikte barınır. Demin dediğim, farkında olmama durumuna gelince… Kendimizin bu derin, belki de karanlık yönünü keşfetmemiz kimilerinde uzun yıllar alır, kimilerinde de bir anda oluverir olağanüstü bir gecede… Kurallar, çevre baskısı, normlar ve beklentiler… Bunlar günlük hayatımızın farkında olmadığımız bağlayıcı unsurlarıdır. Toplumun ve çevremizin bizi kabul etmesi için belirli şekillerde davranırken aslında kendi özümüzü bir yandan baskılamamıza yol açarlar. Baskılanan tarafımız bir yerden sonra aniden patlar, kendini belli eder ve daha önce varlığından haberimizin olmadığı bu diğer yönümüzle adeta bir yabancıyla tanışır gibi tanışırız. İkinci benliğimiz, bize istediklerini hür irademiz dışında yaptırırken bir yandan da öncesinde yaşadığımız yalan hayatı sorgulatır: “… yıllar, yıllar sonra ilk kez o dakikalarda yeniden gerçek anlamda yaşadığımı, duygularımın felçleşmiş, ama henüz ölmemiş olduklarını, tutkunun o sıcak kaynağının her şeye rağmen kayıtsızlığımın pas tutmuş yüzeyinin altında bir yerlerde gizlice akmayı sürdürmüş olduğunu hissettim…” (Zweig 35). O zamana kadar kendimize yakıştıramadığımız görgüsüzlükler yaptırabilir, suç işletebilir. Eskiden sırf kibarlıktan, beyefendilikten sergilediğimiz görgülü davranışlar yerine sahici iyilikler yapmamızı sağlayabilir. En ilginciyse bunların hepsinden tarifsiz -hem iyi hem de kötü anlamda- haz almamızı sağlar. Ancak bize yaşatacağı olağanüstü bir gecenin ardından sabah uyandığımızda bambaşka bir kişi olduğumuzu hissettirir. “Fakat ertesi sabah yeni güne neşeyle uyandım, içime dolup taşan şükran duygusundan hiçbir şey eksilmemişti.” (Zweig 67) Kendime bakıyorum da henüz toplumun beni soktuğu şekle karşı bir başkaldırmışlığım yok. Hatta hoşuma bile gidiyor diyebilirim insanların beni kibar ve saygılı biri olarak nitelemesi, en azından kendi gözlemim öyle. Öte yandan Stefan Zweig’ın Olağanüstü Bir Gece’sinin anlatıcısı da aynen böyle biriydi: Çevresiyle arası iyi, saygı gören ama bir yandan da hep bir şeylerin eksikliğini hisseden biri. “… içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade arzulama arzusuydu…” (Zweig 7) derken, aslında adını o an koyamadığı, hep bastırdığı benliğini arıyordu. Olağan bir pazar günü geçirirken kendine hâkim olamadan, biraz da muzip hislerle gerçekleştirdiği ufak hırsızlık onda derin suçluluk hisleri yaratmıştı. Bir yanı hâlâ olanlardan haz alırken diğer yanı tarifsiz bir huzursuzluk içerisindeydi. Nitekim aslında bu zamana kadarderinlerinde sakladığı benliği diğeriyle çarpışıyor, o da bunu bir iç çatışma olarak hissediyordu. O olaydan sonra döneminin burjuvalarının yapmayacağı şeyleri sırasıyla, hep daha aşağılara inerek geceye kadar gerçekleştirdikten sonra sabah başka bir kişi, arzularını ve hayallerini baskılamayı bırakmış birisi olarak uyandığını itiraf ediyordu. Bunları anlatma nedenim, anlatıcıyla kendimi karşılaştırmak istememdi. Farkında bile olmamama rağmen benim de bilinçsizce bastırdığım, derinlerimde bir başka kişiliğim olabilir mi acaba? En başta iddia ettiğim üzere herkeste varsa bende de olmalı… Ama nereye kadar kendini gizleyecek acaba? Hangi olaydan sonra “Ben buradayım!” diye haykıracak, merakla bekliyorum. Oysaki Zweig’ın öyküsünü okuyana kadar böyle bir yönümün, diğer insanların da böyle yönlerinin olabileceği ihtimalini hiç düşünmemiştim. Şimdi ise neredeyse emin gözlerle bakıyorum duruma. Anlatıcının yüz yıl önce yaşamış bir burjuva, seçkin bir elit olması da durumu değiştirmiyor, nitekim anlattığı fikir günümüze uymakta. İçinde olduğum olağanlıktan belki hiç çıkmayacağım, belki de anlatıcının başından geçenden daha beter bir olay ufkumu açacak. Ancak bundan sonra toplumdaki yerime, kim olduğuma ve oldurulmak istendiğime daha sorgulayıcı bir açıdan bakacağıma eminim. Kaynakça: Zweig, Stefan. Olağanüstü Bir Gece. Çev. İlknur İgan. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017.
Zaman Çürüttü Bizi Be Usta Ben küçükken büyüklerin ölüm hakkındaki görüşleri beni çok şaşırtırdı. Televizyonda haberlere dayanamazdım. İnsanlar böyle şeyleri nasıl yüzlerindeki ifade sabit kalarak izlerler hayret ederdim. Ben o zamanlar bütün çocuklar gibi saf ve iyi yürekliydim. Hala iyi yürekli olduğumu düşünüyorum fakat bilirsiniz ki çocuklar için bu durum çok farklıdır. Onlar dünyayı “çocuksu” görürler. Bazı büyükler tarafından ahmak ile neredeyse eş anlamlı olarak düşünülen bir kelime. Fakat ben gün geçtikçe çocukların dünyayı daha temiz bir bakış açısından gördüklerine, asıl ahmak olanların ise zamana yenik düşen ve içlerindeki merhameti kaybeden büyükler olduğuna inanmaya başlıyorum. Bir çocuk kazancı ne olursa olsun bilerek başka birini ölüme yollamaz. Bu cümle ne bizim dünyamızda ne de Moon’un dünyasında büyükler için söylenebilir. Moon ayda bir enerji firması için çalışan ve belli bir süre sonra ailesine geri dönecek olan bir kişinin hikâyesi fakat tahmin edin onu(aslında onun kopyasını) aya gönderen firmanın nasıl bir dönüş yolculuğu planı var? Elbette öyle bir plan yok, ne kadar da şaşırtıcı(!) değil mi? Bir çocuğun asla bilerek kötülük yapması mümkün değildir, kötü davranışlarda bulunsalar bile yaptıklarının bilincinde değillerdir. Zaman geçtikçe bu masumiyet gider ve çıkarları(çoğunlukla para) dışında hiçbir şeyi görmeyen büyükler kalır geriye. Paranın miktarı arttıkça “gözden çıkarılabilir” kişilerin sayısı da artar. Kâğıt üzerinde eminim ki önemsiz görünüyordur bu insancıklar. Milyonlar kazanmışken bir işçi için ağlanır mı? Hah! Ancak aptal olmak gerekir. Fakat madem insan hayatı ya da genel olarak yaşam kavramı para ile ölçülebiliyor o zaman bir karıncanın hayatı ucuzdur kesin. Yoldan geçen birisine bir döner parası verseniz eminim ki bir karıncayı öldürecektir. Peki, aynı para ile o karıncayı geri getirmek mümkün değil ise, Bill Gates tüm mal varlığını verse bile bu karınca geri gelmiyor ise insanlar karınca hayatı için nasıl fiyat belirleyebilir? Bunu benim aklım çocukken de almamıştı ve hala almayı reddediyor. Bu dediklerim neyse ki tüm yetişkinleri kapsamıyor fakat gelir düzeyi azaldıkça ve buna bağlı olarak hayatta kalmak için gereken çaba arttıkça bu tür davranışlar da artmaya başlıyor. Bu özelliklere sahip olan bir ülke olduğumuzdan ne yazık ki sıkça bu tür haberlerle karşılaşıyoruz. Yıllar önce aile bireylerinin cinayeti için mahkemeye gitmek yerine sus parasını kabul eden bir ailenin haberini hatırlıyorum da beni çok etkilemişti. Özellikle hatırladığım kısım ise “adalet karın doyurmuyor” demişti evin annesi. Yakın zamanda yaşanan Soma faciasından bahsetmek bile istemiyorum. Ben böyle parası olanın istediğini yapıp serbest kaldığı bir düzen görmek istemiyorum fakat ülkece ekonomik ve vicdanen gittikçe fakirleşiyoruz. İçinde bulunduğu hayatın koşulları yüzünden insanların içindeki çocuk(merhametli taraf) ölüyor, öldürülüyor. Zamanın bakış açımızı değiştirip bizi taşlaştırdığı doğru fakat buna asıl neden olan şey ne? Zamanın akışı kendi başına insanların bakış açılarını değiştirmez tabi ki. Bunu yapan insanların yaşadığı deneyimlerdir ve genelde bu deneyimler ya kişileri kırar ve içlerindeki çocuğu öldürür ya da oçocuğa güçlü olmayı öğretir. Yani güçlü olmak duygusuz olmak ,sen rahat olduğun sürece etrafındakileri önemsememek değildir. Bunlar gerçekten güçlü olmak yerine güçlü numarası yapanların davranışlarıdır. İçlerindeki duygusuz soğuğu hayata karşı durmak için bir kalkan olarak kullanırlar.Örnek vermem gerekirse aşk acısı çekmemek için hiç kimseye âşık olmayacağına yemin etmiş birini düşünün ve tüm ilişkilerinde bu kurala sadık kaldığını. Sizce bu adam gerçekten sevmenin ne olduğunu bilebilir mi? Hayır, bilemez. Aynı, içlerindeki çocuğu kaybedenlerin yaşamanın ne olduğunu bilemeyeceği gibi. Mert Soydinç
Ne Tuhaf, Çay İçelim mi? Değer verdiğimiz sözcüklere neye göre o değeri vermeyi uygun görürüz ya da bir sözcüğün bizim için gerçekteki karşılığından daha fazla şey ifade ettiği olmamış mıdır hiç; aynı sözcük başkaları için sadece sıradan bir şeyken. Bazen de tam tersine tanık olmanın kaçınılmaz olduğunu görürüz, hayatımızda isimleriyle yer alan şeylerin artık bir boşluğa hükmediyor olması ve öylece bildiğimiz bir sözcük olarak zihnimizde kalıp gitmesi, unutulmaya yüz tutmuş olmasına da gerek yok, bu her gün kullandığımız ama ne olduğundan bir haber olduğumuz, varlığının bizim için hiçbir öneminin olmadığı herhangi bir sözcük de olabilir, tıpkı her gün arasında yürüdüğümüz, karşılaştığımız insanların yüzüne gülümsemeye bile tenezzül etmediğimiz insanlar gibi. Bunlar hep aklımıza düşüp beliriveren sorulardır bazı günlerin ortasında, aslında hep duyduğumuz o kelimenin bir an da gerçekte neyi ifade ettiğini unuttuğumuz anlarda. Sabahattin Kudret Aksal sanki bir şiiriyle öyle bir cevap veriyor ki bu sorularımıza sonrasında tatlı sıcak bir yaz gününde serin dalgaların hâkim olduğu bir denize atlamaktan farklı hissettirmiyor bize, zaten bunu yapabilmek bu insanları şair yapmıyor mu diye de azarlıyorsunuz kendinizi bu yargılarınızdan sonra. Bir kelimenin bizim için farkında olmasak da neleri ifade ettiğini ve ne kadar değerlenmiş olduğunu görünce “Ne tuhaf!” diyoruz ya bu o şiirin adı oluyor. Sonra şair şaşırmaya devam ediyor, biz de ona inanarak, güvenerek okumaya devam ediyoruz şiiri, “...ömrümün sonuna kadar Kelimelerle yaşamam Ağaçtan çok ağaç sözünü Denizden çok deniz sözünü sevmem” Fark ediyoruz ki hayatımızda ağaçlardan çok ‘ağaç’ sözcüğü, denizden çok ‘deniz’ sözcüğü yer alır olmuş. Belki bir ağaca, bir denize bakınca hissetmediğimiz şeyleri, ağaç sözcüğünü, deniz sözcüğünü duyunca hissediyoruz, özellikle bu bir şiirin içerisindeyse nasıl da kelimelerin kendisini aşıp gittiğinidaha açık bir şekilde görebiliyoruz. Bunda bir yanlışlık mı var yoksa diye düşünmeden edemiyoruz, kelimelere yüklediğimiz anlamların gerçekleri böyle açık ara farkla geçtiğini görünce. Sonra, “Hâlbuki bir sabah erken uyanınca, Balkona çıkmak da güzel” diyor şair, biz de sanki o sabahtan, o balkonda içimize bir oh çekmiş gibi, bir huzur kaplıyor içimizi, sanki öncesinde hiçbir soruyla boğuşmamış gibi hissedip bunun yaşam olduğunu keşfediyoruz. Kelimelere verdiğimiz o değer hep yaşıyor olmaktan geliyor. Mesela bir arkadaşımıza “Çay içelim mi?” diye soruyoruz, burada asıl yapmak istediğimiz şeyin çay içmek değil de, onunla muhabbet etmek veya zaman geçirmek istediğimiz olduğunu hiç söylemesek de çoğu kişi bunu bilir. Bu yüzden “Çay içelim mi?” sorusunun değeri gerçekten büyük bir kitle için özünden farklıdır. Sözcüklere verdiğimiz değer çoğu zaman o sözcükle yaşamın ne kadar çok mutlu anını yakalamışsak o kadar artıyor, örneğin çaya verdiğimiz değer birlikte içtiğimiz arkadaşımızla geçirdiğimiz zamandaki hoşnutluğumuz ve mutluluğumuz ile doğru orantıda değişiyor belki de, bir süre sonra da çayın kendisi değil çay sözcüğünü daha değerli bulup seviyoruz. Ve yine aynı şekilde sevdiğimiz insanların isimlerini değerli buluşumuz, her duyuşumuzda mutlu oluşumuz o insanlarla birlikte paylaştığımız mutlu güzel anlardan gelirken, sevmediğimiz kişilerin isimlerinden hoşlanmayışımız, anlam yüklemek istemeyişimiz onlarla geçirmiş olduğumuz kötü ve mutsuz anlardan gelir. Sevdiğimiz arkadaşlarımızı seçmemiz gibi yaşamımızı paylaştığımız sözcükleri de biz seçiyoruz. Sevdiğimiz bir hissi ve anı bulunca o an ne kadar mutluysak hemen o mutluluğumuzu yaptığımız şeye bizi sürüklemiş olan sözcüklere yüklüyoruz ve o sözcükler bizim için değerleniyorlar. Ve bazı şairler onlardan şiir yapıyor, e biz de okuyup, hâlbuki hep hayatımızdaki sözcüklere “Ne tuhaf!” diyoruz. Damla İrem Kılınç
Oya Kaptanoğlu Hayatın İçindeki Akımlar ve Moda Moda deyince aklımıza ilk gelenler ya giyilmesi imkânsız duran giysiler ve incecik makenler ya da günlük yaşamımızda tanık olduğumuz, neyse ki podyumda görülenlere kıyasla daha kullanışlı olan giyim akımları olur herhalde. Ama çerçeveyi genişletip, moda kelimesini “Belirli bir süre etkin olan toplumsal beğeni, bir şeye karşı gösterilen aşırı düşkünlük” olarak alırsak, hayatın her alanında karşımıza çıktığını görebiliriz. Konudan bağımsız olarak var olan başkalarına uyma, başkalarının arasında bulunma çabası birçok alanda kendini gösteriyor. Bir topluluğun içine dâhil olma, çevreye uyum sağlayama isteği özellikle de biz gençlerde çok yaygın bir durum. Etrafımızla olan ilişkilerin temelde ortak noktalar üzerinden kurulduğunu düşünürsek bu şaşırtıcı sayılmaz. Ama belli bir grubun içinde bulunma isteğinin kaygı uyandıran bir seviyede yaşanması insanları doğrudan başkalarını takip etmeye yönlendiriyor. Bunun bilinçli bir şelilde oluştuğunu sanmıyorum. Belli bir ortamda yeterli bir süre bulunulduğunda kişiler birbirine benzemeye başlıyor. Birinin konuşma tarzını, birinin espri anlayışını kapıyoruz. Özellikle küçüklükten beri benzer gruplara vakit geçirenler arasında aslen bu özelliklerin kaynağının kimler olduğunu bile anlamak zor. Ama diğerlerine kıyasla baskın karaktere sahip olanların etkileri büyük oluyor. Çevrelerindekiler onlar gibi davranmaya, onlar gibi giyinmeye başlıyor. Kişisel düzeydeki akımlar böyle başlayabiliyor. Giyim modası konusuna iki yandan bakılabilir. Bir açıdan tepeden inme bir biçimde firmaların ortaya sürdüğü tasarımlar, yenilikler var. Bir yandan da bunları kabul edip etmeceği belli olmayan bir insan kitlesi. Bir dönemin tasarımcısının ismi üzerine kurulmuş firmaların ürünlerin genel kitle üzerinde izlenimi olduğunu varsaysak bile daha dolaylı olduğu için asıl daha çok kişinin alım gücüne hitap eden zincirlerin etkisi büyük. Birçok ürün tüketiciye sunuluyor. Aralarından kimi çok popüler oluyor, bazıları hiç ilgi görmüyor, bazıları da ortaya çeşitlilik katacak kadar tutunabiliyor. Ne kadar reklamlarla bazı parçalara özellikle yönlendiriliyor olsak da kontrolün şirkette olmadığı tek aşama alım aşaması. Böylece bir derece tüketici kitlenin tercihlerine göre daha çok kâr edenlere ağrılık verilerek üretime devam ediliyor. Moda, tüm tüketim ürünlerinde görülüyor. Eski bir fotoğrafa baktığımızda veya eski bir reklamı izlediğimizde ürün aynı olsa bile pazarlanışında farklılıklar görüyoruz. Kullanılan desenler, renkler, tasarımlar hemen aklımızda belli bir dönemi canladırmamıza neden oluyor. Beyaz eşyadan küçük arac gerece, küçük araç gereçten arabaya kadar her şey zaman içinde farklı bir biçim alıyor. Yiyecek veya kısa kullanımlık ürünlerin de özellikle paketlenmesinde yenilikler dikkat çekiyor. Bu tarz hemen göze çarpan farklılıklar mimaride de görülüyor. Bir yapıyı modern olarak algılamız, başka biriniyse eski olarak değerlendirmemiz sadece geçen zamanın her şeyi eskitmesine bağlı değil. Kullanılan malzemeler, bu malzemelerin bütüne nasıl dahil edildiği ya da genel tasarım bize ipuçları veren çağrışımlarda bulunuyor. Pazarlamada görülen akımlar sadece görsel tasarıımlarla da sınırlı kalamıyor tabii ki. İngilizcenin dünyada egemen olması ve yabancı markaların kendilerine yer edinmesi gibi etkenlerle şu an yabancı dil kullanımı çok yaygın. Yabancı dil kullanımı demek bile doğru olmuyor çoğu durumda. Anlamlı veya anlamsız olmasının tüketici açısından da pek öenmli olduğu söylenemez. Kullanılan kelimelerden çok bu kelimelerin insan üzerindeki etkisi ön planda oluyor. Tüketiciler yabancı dil biliyor olsalar da olmasalar da İngilizce kullanımı akıllarda üstünlük göstergesi olarak yer etmiş durumda. Bu yüzden de gerek paketlemede gerek dükkân isimlerinde kulağa yabancı gelen sözcüklerin bolca kulladığını kolayca gözlemleyebiliyoruz. Durumlar ne kadar farklı olursa olsun, başkalarını takip e tme iç güdüsü her yerde bulunuyor.
Doğa Şimşek MİSAFİRPERVER KARGALAR Gezmek görmek ve öğrenmek... Ankara‟dan yola çıkıp Çanakkale‟ye giderken yeni bir yer görmenin ve daha çok da bilmediğim şeyleri öğrenmenin heyecanı vardı içimde. Uzun bir yolun sonunda Çanakkale gösterdi kendini bütün güzelliğiyle... Zamanım yettiğince bu güzel şehirde olabildiğince vakit geçirdim. Çanakkale Kordon‟unda boylu boyunca yürüyüş yaptım. Gelibolu Yarımadası‟na doğru bakıp önce Çanakkale‟yi selamladım sonra da kordonda bulunan Truva Atı‟nın önünde herkes gibi fotoğraf çektim. Ankara‟da hasret kaldığım denizin kokusunu içime çekip önce martılara simit attım sonra çay bahçesinde denize nazır oturup çayımı yudumladım. Bu arada önümdeki rotanın neresi olacağını ve neler öğreneceğimi düşündüm ve sonunda Bozcaada‟ya gitmeye karar verdim. Böylelikle rotamı Bozcaada‟ya çevirdim. Çanakkale‟den Bozcaada‟ya gidebilmem için önce Geyikli‟ye varmam gerekiyordu. Geyikli‟den Bozcaada‟ya doğru giderken feribotta önce martıların misafiri oldum, feribottan inince de Bozcaada‟nın meşhur kargaları ağırladı beni.Kargalar, halk arasında uğursuz olarak bilinir, yüksek ve rahatsız edici sesleriyle de tanınırlar fakat Bozcaada‟da duvar yazılarına, magnetlere ve süs eşyalarına ilham olmuşlar. Bu kadar fazla karga sembolüyle karşılaşınca merakımdan ada yerlilerine sormak istedim bu kargaların hangi özelliği onları duvar yazılarına bile konu etmeye sebep olmuş. Aldığım cevapların ortak noktası birbirleriyle her durumda haberleşmeleriymiş. Eğer bir yemek bulurlarsa o „‟çirkin‟‟ sesleriyle birbirlerine seslenip yemekten yararlanmalarını sağlıyorlarmış. Ayrıca herhangi bir yavru yuvadan düştüğünde hepsi bir olup o yavruyu ne pahasına olursa olsun koruyorlarmış. Öğrendiğim bu bilgiler, zihnimde belki de bütün insanların ihtiyacı olan budur: “Birliktelik ve karşılıksız yardımlaşma” düşüncesi belirdi. Belki de Bozcaadalılar çağımızın en büyük problemlerinden biri olan çıkarcılığı kargalar aracılığıyla duvar yazılarında anlatmak istemişler. Çıkarcılığın insanlığın en eski tarihlerine dayandığına eminim ancak hangi dönemde bu kadar arttı ve insanlar ne zaman birbirine arkasını dönmeye başladı emin değilim. İnsanlar ne oldu da yardım etmenin kendilerinden bir şey eksilttiğini düşünmeye başladı? İnsanlara ne oldu da güzel manzaraları, özel günleri sevdikleri insanlarla geçirmeyi bıraktılar ve insanlara ne oldu da paylaşmak bu kadar zor gelmeye başladı? Bozcaada‟nın kargaları insanlara tekrar paylaşmanın, yardımlaşmanın ne kadar özel ve güzel olduğunu, paylaşmanın bir insana neler kattığını gösterebilecek nitelikte. Forrest Carter‟ın da dediği gibi İyi bir şeyle karşılaştığın zaman, yapman gereken ilk şey bulabildiğin insanla onu paylaşmaktır; bu şekilde iyilik öyle bir yayılır ki nereye gittiğini bilemezsiniz.’’ Adanın sakinlerinden öğrendiklerimle yetinmeyip bir de internetten yararlanmak istedim, burayı ziyaret eden insanlar ya da merakı olan insanların kargalar hakkında herhangi bir bilgi paylaşmışlar mı diye merak ettim. Ne yazık ki çok az insan farkına varıp bunu insanlarla paylaşmak istemiş. Kargaların birliğinden ve beraberliğinden hiçbir yazar söz etmemiş. Sadece “Zeugma” adlı blogta okuduğum, Bozcaada kargalarının mavi gözlü oluşlarını ve insana karşı ne kadar yakın olduklarından bahsetmiş. Yine “Zeugma” adlı blogta okuduğum metinde yazar ile aynı deneyimleri yaşamış olduğumu fark ettim. Ben de mavi gözlü olduklarını ve bu kadar yakın davrandıklarını görünce hemen fotoğraflarını çekmek istedim. Bazen hiç tanımadığınız bir insanla aynı olgulara, olaylara karşı aynı tepkileri vermişolduğunuzu keşfetmek ve bilmek insanın içini en azından benim içimi umutla, hayat enerjisiyle doldurdu. Bu kargalar, çay bahçesinde otururken yemek için korkmadan yanıma gelmeleriyle samimiyeti, hep birlikte yavrularını olası tehditlerden korumalarıyla da bana birliği ve beraberliği hatırlattılar. Ayrıca mavi gözlerinin muhteşemliğini diğer insanlarla paylaşmamı sağladılar ve Bozcaada kargaları…KAYNAKÇA Carter, Forrest. Küçük Ağaç’ın Eğitimi. İstanbul: Say Yayınları 2012 Zeugma. “Bozcaada’nın Mavi Gözlü Kargaları.” Blogspot. t.y Web.18 Eylül 2018. Bozcaada. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 23 Haziran 2017 Doğa Şimşek
GÜLEÇ 1 Nurben Güleç 21202701 TÜRKÇE 101-37 Vedat Yazıcı Başkalarının İç Dünyasına Aralık Yusuf Atılgan modern Türk edebiyatının başarılı yazarlarındandır. Çok fazla eseri bulunmamasına rağmen günümüze kadar gelen eserleri, sanatta başarısının kanıtıdır. Bu sanat eserlerinin içe dönük olan yapısı, yazarın gözlem yeteneğinin öne çıkmasına neden olmuştur ve böylece yazar, daha çok karakterlerin iç dünyasına kapıları aralayan eserleri ortaya çıkarmıştır. Bana göre yazarın başarısının nedenleri arasında bu özellik ön plandadır. Yusuf Atılgan’ın öykülerine göz attığımızda, dikkatimizi çeken ilk şey mekân seçimleri olabilir. Bir yazarın büyüdüğü çevreden nasıl etkilendiğini rahatça anlayabiliriz. Hayatının büyük bir kısmını köyde geçirmiş olmasından dolayı öykülerinde de olayların geçtiği mekânlar genelde buna benzer çevrelerde geçmektedir. Bir öyküde en sevdiğim özellik, kısa hikâyeleri kısıtlı mekânlara yoğun duygularla sığdırılmış olmasıdır. Yusuf Atılgan ise bunu başarmış ve öykülerinde o zamana ve mekâna ait insanların yaşamlarından ziyade hislerini bize aktarabilmektedir. Köy çevresinde geçen hikâyeler tahmin edeceğiniz üzere oradaki insanların o koşullarla birlikte oluşan ve mahalle baskısı temelli duygularıdır. Okuduğumuz bu duygular normal bir insanın yaşayabileceği türden değildir. Özellikle bu insanların bulduğu çözümler ve bundan dolayı yaşadığı sonuçlar okuyucunun dikkatini çekmektedir. Karakterlere baktığımızda ise genelde toplumun diğer bireylerinden sıyrılmış, uyumsuz kişiler karşımıza çıkmaktadır. Yaşadığı hayattan sıkılmış bir bireyin neleri göze alabileceğini gösterir bizlere. Gerçek hayatta normal olarak nitelendirdiğimiz insanlar hayatının amacını bulabilmek için yeteneklerini takip ederlerken, Yusuf Atılgan’ın öykülerinde insanlar bu arayış için hırsızlık, öldürme gibi suç barındıran eylemlere başvururlar. Buradan da anlayabileceğimiz üzere öykülerin genel teması ya hüzün ya da suçtur. Genel olarak beni karamsarlığa iten öykülerden pek hoşlanmasam da, gözlem ve karakter tasviri bu kadar güçlü olan bir yazarın eserlerini okumaktan kendimi alamadım. Soyut düşüncelerin gerçekleri farklı açılardan yansıtması beni en çok etkileyen özelliği olabilir. Genelde köy mekânını temel alsa da kasaba ve kenti de unutmayan yazar yeri gelir bu üç mekân arasındaki geçişin bireyi nasıl etkilediğini de anlatmıştır. Değişmeyen duygunun karamsarlık, yalnızlık, sıkıntı olduğunu da vurgulamaktadır. Yazarın hayatının eserlerini nasıl etkilediğini bir başka öyküsünde de görebiliriz. Üniversite yıllarında yer aldığı siyasi eylemlerden dolayı ileri yıllarda öğretmenlik görevinden menedilmiştir. “Eylemci” adlı öyküsünde de yine siyasi eylemde bulunan yaşlı bir karakter vardır. Sadece isimlerinden dolayı iki yayınevini bombalayan yaşlı ve ülkücü bir bireydir hikâyenin kahramanı. Eylemcinin yayınevini hedef alması belki de bir çelişki olabilir. Bombalama eylemi genellikle cahil bireyler tarafından yapılması muhtemelken, ülkücü kahramanın eğitim, sanat ve kültürlenmeye aracı olan iki merkezi hedef alması sizce de birGÜLEÇ 2 Nurben Güleç 21202701 TÜRKÇE 101-37 Vedat Yazıcı çelişki değil midir? Yusuf Atılgan’ın bu şekilde bir olay seçmesi bana göre yine sıradışı çözüm arayışını işlemesini kanıtlar niteliktedir. Daha önceden de bahsettiğim gibi yazarın çok fazla eseri yoktur. Bunun nedeni ise yazarın eserlerine titiz yaklaşımıdır. Yazar özgünlüğe çok önem verdiğinden ötürü en ufak bir şüphesinde yazdığı eseri yok etmekten çekinmez. Bu sayede yazarın eserleri benim fikrime göre büyük bir sanat değerine sahiptir. Özgünlüğü ve titiz çalışmalarının sonucunda yazarın eserlerinden önce yazılmış bir benzere rastlamamız biraz zordur. Kısaca eğer kendinizi başkalarının toplum tarafından anlaşılmayan dünyalarına girmeye hazır hissediyorsanız Yusuf Atılgan’ın hikâyelerini okumaktan çekinmeyin. Çoğu zaman öykülerin karakterlerini kendinize benzetebilirsiniz. Bu durum ise Yusuf Atılgan’ın öykülerindeki gerçeklikle alakalıdır. Öykülerindeki başarının diğer bir sırrı ise gerçeğe yakın duyguların anlatılmasıdır ki bu durum da eserlerin inandırıcılığını destekler niteliktedir. Gerçeklikle hayal dünyasındaki dengeyi başarıyla kurmuştur yazar. Tüm anlattığım unsurlarla birlikte öyküleri okunmaya değerdir. KAYNAKÇA Atılgan, Yusuf. “Bütün Öyküleri”. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008
Bir Canın Değeri Önyargı maalesef hepimizin hayatında büyük bir yer kaplıyor. Verdiğimiz önemsiz küçük kararlardan daha hayatının baharında olan bir çocuğun yaşamını sonlandırabilecek kararlara kadar uzanıyor insanlığın bu eski ve gaddar dostunun kolları. Filmdeki jüri üyelerinin birçoğunun tartışma başlar başlamaz çocuğun kentin fakir semtlerinden birinde doğup büyümüş olması nedeniyle suçlu olduğunu düşünmeleri buna bir örnek olarak gösterilebilir. Nedir peki önyargı? Nedir onu bu kadar kötü kılan? Çok fazla düşünmemizdir belki sorun, biriyle sohbet ederken mesela o anı yaşamayı değil de en küçük ve gereksiz detayları düşünerek negatif yönlere bakmayı yeğleriz genelde içten içe. Öyle öğretilmişizdir çünkü, çocukluğumuzdan beri söylerler bize yabancılarla konuşmamamız gerektiğini, tanımadığımız herkesin kötü insanlar olduğunu. Bu, çocukluğumuzda yanımızda bir büyüğümüz yokken bizi kötü insanlardan korusa da eksi yanları da yok değil, kimisinde bir alışkanlık haline gelip ileride gündelik hayatında da utangaç olmasını sağlayabiliyor. ‘’Nasıl ?’’ deyişinizi duyar gibiyim, açıklayayım kendimi. Çocukken genelde etrafımızdakileri detaylıca süzüp onlar hakkında uzunca düşündükten sonra konuşmaya girmeyiz, onları yargılamadan, birçok şeyi umursamadan korkusuzca etkileşime geçeriz onlarla. Düşünsenize hoşlandığınız kızla veya erkekle hiç çekinmeden rahatça konuşabileceğinizi, reddedileceğiniz önyargısı nedeniyle mükemmel anı beklemeden. Çok güzel olmaz mıydı bir çocuk gibi davranabilsek insan etkileşimlerimizde? Elbette olurdu. İşte bunu başaramadığımızdandır ki bir topluluğa katılırız istemeden ve farkında bile olmadan. Her gün bitkin bir şekilde kalkıp, yapmak istemediği bir işe giden ve bundan kazandığı üç kuruşu da aslında umursamadığı insanları etkilemek için harcayanların topluluğuna. Kimi suçlamak lazım ki acaba bunun için? Sizin iyiliğinizi düşünerek bin bir zorluğa rağmen sizin isteklerinize karşı olsa da sizi okula gönderen ailenizi mi? Hak ettiği saygıyı göremeyip beklediği karşılığı alamayan öğretmenlerinizi mi? Siz sonsuza kadar beraber olacağınızı düşündükten sonra sizi bırakıp aklınızın derin köşelerinde masumca yer edinen arkadaşlarınızı, sizi asla bırakmayacağını söyleyip de başkalarına giden sevgililerinizi mi? Ya da belki de karşılaştığı tüm sorunlara rağmen elinden geldiğince ilerlemeye çalışan fakat günün sonunda onu başarıya ulaştırıp tüm bu sorunları çözecek olan adımı atmayan sizi suçlamak gerek. Ama hayır, çamuru kime attığımızın bir önemi yok, çünkü çözüm suçlamakta değil, önyargıları aşmakta. Önceden yaşamış olduğumuz bir hadise yüzünden katı ve inatçı davranmamakta. Ve özellikle bunu başarmamıza yardımcı olacak dostane bir yardım eli ile çok da zor olmaz bu görev.Peki ya yazının başında bahsettiğimiz gibi işin ucunda bir insanın canı olduğu zaman ne olur? Yeniden kapımızı çalar önyargılarımız. Ve bu sefer onlardan kurtulmak o kadar kolay olmaz. Bir de o kişinin yaşayıp yaşamayacağına karar verecek olan jüri üyelerinin arasında olduğumuzu düşünelim, o zaman işler sarpa sarar. Çünkü işte o zaman bir değer biçilir hayata. Kimisi için akşama yetişmek istediği beyzbol maçından değersizdir bir çocuğun hayatı, kimisi içinse başıboş kalan üç dükkanından… Ve işte böyle durumlarda ise önyargıdan kurtulmanın yegâne yolu tartışmak ve danışmaktır. Filmde de aynen bu yapılır, 8 numaralı jüri üyesi diğer herkese uyup ilk oylamada suçlu kararını verseydi ne olurdu? Peki ya 9 numara diğer hiç kimsenin göremediği o küçük detayı görmeseydi veya çekinip dile getirmeseydi? Bir çocuğun hayatı önyargılar nedeniyle yok edilirdi ebediyen. Aynı şekilde tüm jüri üyeleri ilk oylamadan tamamen suçsuz oyu çıkarsaydı? Belki de bu sefer azılı bir suçlu haksız yere sokaklara salınmış olacaktı. Kısacası birlikten kuvvet doğar, benim göremediğimi siz, sizin göremediğinizi de başkası görebilir. Tek yapmamız gereken farklılıklarımızı bir yana bırakıp ortak bir gözle münakaşa etmektir bazen. Muhammed BAŞAK KAYNAKÇA 12 Kızgın Adam. Yön. Sidney Lumet. Baş oy. Henry Fonda. Yap. Orion-Nova, 1957.
Nursena Kurubaş 21602965 Geçmiş Denen Canavar Verilen tüm savaşlara, gösterilen tüm çabalara rağmen peşimizi bırakmayan bir gölge gibidir geçmiş. Artık bizden uzak bir parça; fakat yine de kopmamakta ısrarcı. Anlık bir görüntüyle, kokularla, hafif bir melodiyle biz daha ne olduğunu anlamadan ele geçiriyor bizi; bazen bir gülümsemeyle belli ederken kendini, bazen bir damla gözyaşı olup karışıyor yağmura. O bizi bir kez ele geçirmeye karar verdi mi, ne kadar çırpınırsak çırpınalım sökemiyoruz pençelerini zihnimizden. Biz kendimizi ona bırakmadıkça bizi rahat bırakmayı reddediyor. Rachel Hawkins, Trendeki Kız adlı romanında çok güzel değiniyor bu noktaya: “Bir geçmişinizin olduğu insanlar sizi bırakmıyordu ve ne kadar çabalarsanız çabalayın, kendinizi kurtaramıyor, özgür kalamıyordunuz. Belki de bir süre sonra çabalamaktan vazgeçiyordunuz.” (s. 295) Hiç düşündünüz mü bilmem, belki de geçmişin bizi ele geçirmesi, o kadar da isteğimiz dışında gerçekleşmiyordur. Unutmak adına her şeyinizden vazgeçeceğinizi düşündüğünüz anıları, gerçekten unutmak istediğinize emin misiniz? Zihninizin bir köşesinde belki o anıdan zannettiği kadar nefret etmediği için, belki de ders almanız gerektiğini düşündüğü için ondan vazgeçemeyen bir parça olabilir mi? O anıyı unutmak, bir şekilde zihninizin derinliklerinde yok etmek adına yaptığınız her çırpınışta, aslında o parçayı harekete geçiriyor olabilir misiniz? İşin doğrusu, bu olasılığın doğruluğuna inanmak bana oldukça ağır geliyor. “Eminim, unutmak istiyorum,” diyorum kendi kendime. Fakat elimde değil, her önünden geçişimde bir parkın, her duyuşumda hırçın dalgaların sesini, her bakışımda kasvetli gökyüzüne aklıma geliyor hatırlamaya cesaretim olmayan günler. Çığlık atmak istiyorum fakat ses tellerim hüzünle kaplanıyor. Bir maske iniyor yüzüme, sanki ipleri zorla çekilen bir kukla gibi kıvrılıveriyor dudaklarımın kenarları. Gözlerimi kaplayan perdede çığlıklar, kahkahalar ve gözyaşlarının doldurduğu bir film sahnesi… Baktıkça canımın acıyacağını bilsem de kapatamam gözlerimi, geçmişe direnmek faydasız. Zor, kaybettiğiniz günleri hatırlamak gerçekten zor. Fakat önemli olan geçmişe teslim olmak değil; o kaçınılmaz zaten, anlık bir olay. Asıl mesele, kendimizi tamamen teslim etmeden önce kurtulabilmek geçmişin pençelerinden. Çok düşündüm bu konuda, sanırım unutmak istemiyorum kalbimi paramparça eden hatıralarımı. “Belki de tekrar aynı hataya düşmek üzereyim ve beni bu hatıralardan başka kimse yolumdan döndüremez,” diye düşünüyorum bazen. Doğruya doğru, korkuyorum onlardan. Bilsem de silik bir gölgeden fazlası olmadığını geçmişin, çok uzakta kaldığını gözlerimin önünden geçen hatıraların, yine de korkuyorum. Fakat öğrendim artık yüzleşmeyi; ağrıtsa da kalbimi, damarlarımdan kan yerine zehir akıyor gibi hissettirse de fark ettim ki her hatıramızın bize anlatmak istediği bir şey var. Durup dinlemeyi öğrendim geçmişi. Bir anlığına izin versem de ıslanmasına saçlarımın, yağmura karışmasına gözyaşlarımın; sonrasında şemsiyemi açıp gözlerimi silmeyi ve yoluma devam etmeyi tercih ettim. Geçmişin damlalarına her yakalanışımda beni tamamen ele geçirmesini engellemeyi, kalbimdeki izleri üzerine yaptığı küçük bir dokunuştan sonra onu geldiği kuytu karanlığa geri göndermeyi öğrendim. Bana dokunmasına izin verdiğim an biraz acıdı canım ve aktı gözyaşlarım, fakat sadece küçük bir yansımasıydı bu ders almam gereken hatıraların.Bir diğer mesele ise hayranlığım, uzun bir ömür dileyen insanların cesaretine. Arkama dönüp baktığımda karşıma çıkan geçmiş, açlığı asla dinmeyecek, besledikçe büyüyen bir canavar ve ben yaşadıkça o da büyümeye devam ediyor. Uzun bir ömür dilemek benim için oldukça iddialı bir davranış olurdu bu yüzden. Belki de aklıma çok gelmese de varlığını bildiğim pembe, yıldızlı hatıralarım daha ön planda olsa sıcak bakabilirdim bu düşünceye. Ah, işte o hatıralar var ya… Gözleriniz dalıp giderken fark etmeden yüzünüzde oluşan gülümsemenin o sıcak hissi… Çok nadir olmalarından mı geliyor güzellikleri bilmem ama sanırım ömre bedel diyebilirim benimkiler adına. Mesela hayatımın en mutlu günlerinden birinde: “Bir gün öleceksem o gün, bugün olabilir. Nasıl olsa bundan sonra yaşayacağım hiçbir gün, bugünün yerini tutmayacak,” diye düşünüyordum. Zamanla düşüncemin doğruluğunu tartışır hâle gelmiş olabilirim; fakat ne olursa olsun, o günü her hatırlayışımda izinsizce oturur yüzüme hafif bir gülümseme. Belki de ihtiyacımız olan düşünce budur; geçmiş denen canavarı kasvet dolu hatıralarla beslemek, yılların bağıyla kendimize gittikçe daha sıkı bağlamak gölgesini, sırf o bir günlük mutluluk için değer. Burada bize düşen görev, o günün geleceğine dair umutlarımızı yitirmemek olacaktır. Zaten umut değil midir, insanı her sabah gözlerini dünyaya açması için ikna eden? Ve yine geleceğe dair umut değil midir, geçmişteki şeytanlarımızla zor da olsa başa çıkmamızı sağlayan? O zaman bırakalım da umutla beslediğimiz gelecek çarpışsın, hüzünle beslediğimiz geçmişimizle. O zaman bırakalım, belki bu sefer huzur daha kolay bulur yolunu ulaşırken bize.
Bir Kadın ile Binlerce Kafa Televizyondaki dizilerde, haberlerde, hatta ne yazık ki günlük hayatımızda da çok üzücü ve depresif olaylar oluyor. Ama bence hayatımıza neşe, aşkı, mutluluğu katacak şeyler görmeliyiz, bir komedi film veya güzel bir aşk şarkısı veya Lady Gaga’nın Super Bowl 2017 51. Halftime’daki şovu gibi. Şovu ilk gördüğüm zaman ilk hissettiğim şey bir duygu veya bir düşünce değildi, ilk gördüğüm zaman enerjiyi hissettim, oradaki coşkuyu. Yerimde duramamak, kafamı sallamamak elimde olmayan istekti. Kendimi o enerjiye salmamak imkânsız olurdu. Aynı zamanda bana göre o enerji bir alkol gibiydi, sadece bağımlılık yapmıyordu sadece sarhoş ediyordu. O enerji insanı mutluluğa, neşeye hapsediyordu. Bir nevi o gösteriden çıkan enerji bir şekilde binlerce insan kafamı sallamama neden oldu ve bir nevi o enerji yüzünden kendimi sadece o gösterinin olduğu bir dünyada oldum. Sadece coşkunun, neşenin, şarkıların ve ona eşlik eden bir sürü insanın sevinç çığlıkların olduğu bir dünyada kendimi o enerjiye bıraktım ve sadece mutluluğu ve coşkuyu hissettim. Binlerce sallanan kafalara benimkisi de eklendi. Enerjinin doruklarda olduğu bu gösteride sadece bir yavaş hızda bir şarkısı vardı, “Million reasons”. Sondan ikinci sırada söylediği buy şarkı, yavaş olmasına rağmen hem enerjimi düşürmedi ve hem de coşkumu azaltmadı ama bu sefer coşku ve enerjinin yanında aşkı hissettim. Aşkta ki gereken fedakârlığı, onun insanda neler sebep olacağını bence çok güzel anlatan şarkı, hızı yavaş olsa da, enerjisini koruyordu. Çünkü bu sefer tüylerim ürperdi, bu sefer kafamı sallayan o enerji, daha derinlere, kalbime inmişti. Gösterinin bana hissettikleri açısından olarak şunu söylemek istiyorum ki, yaklaşık on üç dakikadan oluşan başarılı bu gösteriye sahne şovları da enerjisine güç katıyordu. O ışıklar, dansçılar, koreografi, havai fişekler ve özellikle dünyadaki çoğu müzik listelerinde bir numara olmuş Lady Gaga’ya ait şarkıların hepsi enerjiyi oluşturuyordu. Bu enerjinin ve coşkunun bende çağrıştırdığı fazla bir şeyolmasa da, bu şarkılarla süslenmiş fazla anım olmasa da o enerjinin kafamı etrafta deliler gibi sallamama neden oldu. Benim için fazla anlamı olmayan bu şarkılara karşı bu kadar kendimi kaptırmam, bence gösterinin ve şarkıcının enerjilerinin fazla ve yoğun olmasından kaynaklanıyor. Bazı insanlar şarkılarda anlam ve özellikle hikaye arar. Aslında isterim bir şarkının arkasında gerçek duygular, yaşanmış anılar ve söz yazarını veya şarkıcıyı hayatını derinden etkilemiş olay olmasını. Ama o şarkıya verecek anısı, hikayesi ve hatta duygusu olmasa bile enerjisini vermek bunların yerini doldurur. Çünkü asıl olması gereken şey şarkıya duyguyu değil sese duyguyu vermektir, şarkıya duygu vermek bir artıdır. Ama her şeyde olması zorunlu olan şey ise enerjidir bana göre. Şarkının hızı, şarkıcının ses rengi veya kuvveti nasıl olursa olsun, şarkıcı enerjisini ve sesindeki duygusunu veremiyorsa, benim fikrime ve kalbime göre o gösteri veya şarkıdan etkilenmem zor olur. Son olarak şunu belirtmek istiyorum ki Lady Gaga hayatıma “Poker face” adlı şarkısıyla girdi, “Bad romance” şarkısıyla kendisine hayran etti, bu gösterisiyle ve bu yazıyla benim hayatımda yer etti. Şarkıcını hemen hemen çoğu şarkısında bu enerji ve coşku vardı ama bu gösteriyle ilk defa bana bu kadar yoğun geldi. Belki de her şeyin mükemmel olması yolundaki çalışmalar sonucunda, bu gösterinin enerjisinin bu kadar yoğun bana gelmesine neden oldu. Bu yüzden bu şovdan fazla etkilendim. Alper Çebi
Berrak Müftüoğlu Arkada Kalanlar Her şeyi geride bırakıp çekip gitmek ister bazen insan. Belli bir rotası olmadan, aklı nereye eserse gidip yeni bir hayata başlamak ister. İstemek, düşünmek kolay da bunu gerçekten yapabilecek kaç kişi vardır bilmiyorum. Hani öyle uzun bir süreliğine gitmemize de gerek yok ama yine de zor gelir çoğumuza alıştığımız hayatı arkada bırakmak. Damon Galgut’un romanında ise zor gelmiyordu bunlar, hiçbir şey düşünmeden bir anda yola koyulabiliyordu karakter, bir başına yollara düşüp uzaklaşıyordu normal hayatından. Kitapla ilgili dikkatimi çeken o kadar nokta var ki ne anlatsam bilemiyorum biraz. Öncelikle benim için biraz karamsar bir kitaptı Yabancı Bir Odada. Sanırım dikkatimi çeken bütün noktalarda bu yüzden oluştu. “Yalnız başına geziye çıkan birinin hikâyesinde bu kadar kötü bulduğun ne olabilir ki?” diyebilirsiniz. En azından ben ilk öyle demiştim kendime “Şirin bir kitap olmalı, yazar gezdiği üç yerde yaşadıklarını anlatıyor sonuçta.” Bilemiyorum belki de ben kış mevsimi, hava kapalı gibi nedenlerden zaten iyi hissetmiyordum ve kitabı bu yüzden gereğinden fazla sıkıcı buldum ama nedeni ne olursa olsun durum bu şekilde. Bütün bu kitapla ilgili kötü hislerimin başı karakterin yalnız başına olması sanırım. Ben sevmem yalnız başıma durmayı, yaptıklarım diğer insanlarla paylaşılınca değer kazanıyor benim için. Sinemaya gidiyorsam yanımda biri olsun isterim, filmdeki saçma yerlere birlikte gülelim birlikte eleştirelim filmi diye. Odamda müzik dinlediğim zaman dışında en ufak şeyi bile arkadaşlarımla yapmayı isterim. Çimlerde boş boş yatacaksam birileriyle birlikte olayım, kütüphanede ders çalışacaksam yanımda biri oturuyor olsun ki en sıkıcı şeye çalışırken bile mutlu olabileyim. Bu kadar küçük şeylerde bile yanımda arkadaşım olsun isterken dünyanın diğer ucuna yalnız başına gitme düşüncesi beni üzüyor sanırım. Bir diğer sorunsa yolculukta tanışılan yani arkadaşlar. Kitapta dört beş tane yol arkadaşı edindi yazar, her birini kendi bölümleri bitene kadar gördük. Kitap boyunca bu kısa yol arkadaşlıkları dışında kimse yoktu yazarın yanında, bu arkadaşlıklara da çok istekli değil gibiydi yazar, hatta ilk başta o diğerlerinin yanında gitmeye başlamış olsa bile bölümün sonuna doğru ayrılacakları vakti bekler gibiydi. Yeni arkadaşlıklar da eskileriyle gezmek de çok heyecan verici şeyler benim için, o yüzden yazarın bu kadar yalnız dolaşması, yeni arkadaşlıklarını gezinin sonunda hemen unutması üzdü beni biraz. Kitaptaki yol arkadaşlarının durumlarıysa başka bir sorundu benim için. Zaten her bölümde bir tane yol arkadaşı ediniyordu yazar, bunların her birinin sonunun kötü bitmesi ve yazarın bu kötü sonlardan çok geç haberdar olması durumu daha da karamsar kılıyordu benim için. Anna vardı mesela, kitaptaki son yol arkadaşıydı, intihar eğilimli olduğundan gezmesi gerektiğine karar vermişti ailesi. Karakter kitaba ilk geldiğinden beri sonunda öleceğini biliyordum ama yine de bir umut farklı bir son vardır diye bekledim sanırım. Yazarın Anna öldükten çok sonra haberi oldu bu durumdan; aynı şekilde diğer yol arkadaşlarının da başlarına kötü şeyler geldi ama bunları öğrendiğinde yazar onları unutmaya başlamıştı bile. Sanırım benim için yol arkadaşlarının sorun olmasının nedeni de bu. Hepsinden önce sadecebir süreliğine arkadaşlık edeceğiniz anlamına geliyor bu tamlama, yolculuk bittiği zaman ne kadar görüşmeye çalışsanız da zamanla kayboluyor o arkadaşlıklar. Birileri tarafından unutulmak korkutuyor beni, sanki onlarla iletişimim kesildiğinde hiç tanışmamış olacağız, yaşadıklarımız aklımızdan silinecek gibi geliyor. Belki de o yüzdendir hayatıma giren herkesi aklımda tutmaya çalışırım, birisiyle yaptığım en ufak bir konuşma tekrar tekrar zihnimde oynar, ne kadar çok oynatırsam o kadar aklımda kalır gibi. Hoş bu da onlarla olan iletişimin kopmasına engel olmaz, bu kişilerle konuşmalar yavaş yavaş azalmaya başlar. En sonunda sanki hiç tanışmamışız gibi yolumuza devam etmemiz gerekir, yine de anılar aklıma her geldiğinde yüreğimi bir burukluk kaplar. Birilerinin yanında olmak beni en mutlu eden şeyken arkada kalanları düşünmeden yapılan yolculukların romanı benim için karamsar bir kitaptı tabii ki. Başta dediğim gibi her insan her şeyi geride bırakıp gitmek ister ama yapmak zor gelir. Burada her şey diye bahsettiğim daha yola çıkmadan önce olan şeyler olmak zorunda da değil; yolda tanıştıklarını, kazandıklarını bırakmak çok daha zor bir durumdur benim için. Kitapta olduğu gibi son trenden inince ayrılamam ben orada tanıştıklarımdan. Anna’nın iyileşip iyileşemediğini merak ederim, Reiner’in nereleri gezdiğini duymayı Jerome ile sürekli haberleşmeyi isterim ben. Kitapta bütün bunlar çok kolay bir şekilde unutulurmuş gibi anlatılmış olsa da işin gerçeğinde bunların böyle çabuk unutulabileceğini düşünmüyorum. Belki de o yüzden yalnız yola çıkmaktan korkuyorumdur, geri döndüğüm zaman hem ben yoldayken evde kalanlar hem de yolda tanıştıklarım arkada bıraktığım kişilere dönüşecekler diye. Kaynakça Galgut, Damon. Yabancı Bir Odada. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2015.
ZEYNEP DOĞRU "1 RENKLİ GERÇEKLER SİTESİ Hayatının hangi döneminde olursa olsun aldığı kararlardan vazgeçmeyen, zevkleri hiç değişmeyen pek çok tanıdığım var. Ben hiçbir zaman o insanlardan biri olmadım. Hatta ailemdeki pek çok büyüğün özellikle de annemin dediği gibi maymun iştahlı bir insanım. Evet, bazen çok yapmak istediğim bir aktiviteyi ertesi gün yapasım gelmiyor ya da kesinlikle bu en güzeli dediğim bir şeyi ertesi gün beğenmediğim de çok olmadı değil ama bana sorsalar sen maymun iştahlı mısın diye, maymun iştahlıdan ziyade kararsız olduğumu söylerim. En kararsız olduğum konulardan biriyse şu klasik Türkiye dışında bir yerde yaşamak istesen bu neresi olurdu sorusu. Bir dönem Japonya’da yaşamak için her şeyi yapabilirdim, daha sonra favorim İtalya’da küçük bir kasabaya dönüştü, şu aralar ise yeni favorim Norveç diyebilirim. Benim yeni gözde yaşanacak ülkemin Norveç olması bir yana dursun, çoğu boş vaktimde yaptığım gibi internette gezinirken bir fotoğraf çarptı gözüme. Önce çok beğendim, sonra biraz afalladım, doğrusunu söylemek gerekirse gözlerime inanamadım, en son olarak da acaba ben mi fazla dramatikleştirdim bu olayı diye düşünüp arkadaşlarıma gösterdim fotoğrafı. Onlar da benim gibi tepki verince rahatladım biraz. Beni ve arkadaşlarımı bu kadar şaşırtan fotoğraf ise işte bu."2 İlk başta çok beğendim bu resmi çünkü Norveç’te tam olarak hayalini kurduğum ve yaşamak istediğim evlere benziyorlardı. Sonra afalladım. Bunun nedeni ise fotoğrafı çekenin Mehmet Pehlevan adında bir Türk olmasıydı fakat sonuçta yurtdışında da Türkler yaşayabilirdi. Şaşırmam daha önce de belirttiğim gibi çok gecikmedi. Fotoğrafın detaylarını okuduğumda bu güzel manzaranın çekim yerinin İstanbul Beykoz olduğunu öğrendim. Arkadaşlarım da bana katılıp kesin İskandinav ülkelerinden biridir dediğinde, onlarla birlikte gözlerime inanamamaya devam ettim. Bu manzaranın bende bu kadar şaşkınlık yaratması İstanbul gibi bir şehirde bu kadar naif, o herkesin bildiği kasvetli büyük şehir havasından uzak bir sitenin olamayacağını düşünmem diyebilirim. Çünkü benim için İstanbul, bulunan her boş alana bir plaza, bir gökdelen dikilmeye çalışılan, sokaklarında kendimi çok fazla güvende hissetmediğim, karmaşasıyla, kalabalığıyla beni yoran, bir yerden bir yere acele acele yetişmeye çalışan soğuk nevale insanların bulunduğu bir metropol demek. Mehmet Pehlevan’ın çektiği fotoğrafın tıpatıp zıttı kısacası. Düşününce fazla önyargılıymışım demek ki diyorum. Kitapları kapağına göre yargılamamamız gerektiği gibi, şehirleri de siluetlerine göre yargılamamak gerekiyormuş. Hatta soğuk nevale diye nitelendirdiğim o insanları bile… Tüm günlerini takım elbiseleriyle geçiren, topuklu ayakkabılarını bir an olsun ayaklarından çıkarmadığını düşündüğüm, siz diyin siyah ben diyeyim gri tonlarından başka bir renk bilmeyen ve bana samimiyetsiz gelen bu insanların içten içe renkli bir kişiliği olabileceği fikrini yeşertti bende Beykoz’daki bu sevimli site. Karşı yakaya geçerken vapurda gördüğümüz, yüzlerini telefonlarındaki elektronik postalardan alamayan ciddi insanlar, ellerindeki evrak çantaları ile koştura koştura sabahki toplantısına yetişmeye çalışan iş adamları… Olağan bir günde bu kişileri gördüğümüzde"3 hiçbirimizin aklına gelmez bu insanlardan bazılarının sabah rengarenk evlerinden çıkıp gelmiş olabileceği. Büründükleri o gri maskelerin altında Beykoz’daki bu sevimli site gibi bir gökkuşağı olabileceği fikri ne kadar şaşırtıcı olsa da aynı zamanda bir o kadar da öğretici. Bana ve benim gibi düşünen herkese, önyargılı bir yaklaşımın, dış görünüşüne bakarak bir durum, bir mekan ya da bir insan hakkında fikir sahibi edinmenin ne kadar yanıltıcı olabileceğini öğretiyor Mehmet Pehlevan’ın ölümsüzleştirdiği bu kare. Karanlık perdelerini kaldırdığımızda İstanbul’un içinden bile rengarenk bir İskandinav ülkesinin çıkabileceğini gösteriyor… Kaynakça: Pehlevan, Mehmet. İstanbul. 26.10.2015. < http://www.fotografturk.com/2013-en-iyi- fotograflar-iste-mukemmel-fotograflar-t24912s1 >
Özge Norman EVRENSEL DEĞERLERİN ÇATIŞMASI Öyle kavramlar vardır ki hakkında bilgi sahibi olduğumuzu sanarız, oysa gözden kaçırdığımız bambaşka yönleri vardır psikolojik, sosyolojik ve kültürel bakımdan. Farklı bir açıdan ele aldığımızda, o kavramın çok boyutlu olduğunu görür ve irkiliriz, bir daha asla aynı gözle bakamayız, sorgular ve hep sorgularız, kusursuz bir temellendirme yapabilmek kimi zaman imkansızdır. “Adalet” de öyle bir kavram benim için. Adaletin ne kadar derinlikli ve içinde çok sayıda çelişki barındıran bir kavram olduğunu bilmiyordum şu ana kadar. Friedrich Dürrenmatt’ın “Yaşlı Kadının Ziyareti” adlı oyununu izlediğimde adaletin ne demek olduğunu ve yanlış kişilerin kontrolüne geçtiğinde amacından nasıl saptığını; bunun yanında insani değerlerin gözardı edildiğini ve yine bu durumun ahlaki çöküşe zemin hazırladığını gördüm. Oldukça kapsamlı olmasının yanında sanılanın aksine adaletin öznellikten beslendiğini ve kişilerin çıkarlarına göre şekillendirilip yepyeni bir kalıba sokulabileceğini gözlemledim. Adalet sadece adil olmak, hukuka uygun olmak, doğru olmak değil; başka anlamlara da gelebilen ve bakış açılarına göre farklılık gösterebilen bir sözcük artık benim gözümde. Adaletin günlük hayatımızdaki yeri ne ve bizim için neden bu kadar önemli? Kısaca bahsetmek gerekirse; Evrensel değerleri yücelten bir kavram olan adalet, toplumsal düzenin sağlanmasında çok önemli bir rol oynuyor. Öyle ki, adaleti eline geçiren kişi ya da kurumlar toplumun yaşayışına istediği gibi yön verebiliyor. Dahası, yaptığı yanlışları ve haksızlıkları “adalet” kılıfına geçirebiliyor, toplumu ayakta tutan ahlaki değerlerin çürümeye başlaması bu noktada resmiyet ve kabullenmişlik kazanıyor. Toplum için adalet ve birey için adalet olarak bir sınıflandırmaya gitsek hangisini ön planda tutmamız gerekir? Çoğulcu demokrasiyi uygulamak fakat bireysel çıkarlar uğruna masum bir insanı göz göre göre feda etmek mi etik olan? Bu oyunu izledikten sonra bazı kavramların bir araya getirildiğinde kişiyi içinden çıkılamaz bir duruma getirdiğini gözlemledim. Örneğin oyunda yoksul Güllen halkının insani değerleri yok sayarak, hiçbir içsel hesaplaşma yapmadan Alfred’in yargısız infazına karar vermeleri üzerine çoğulculuk düşüncesinin gerçeğe uydurulması, insan hayatını yok saymakla sonlanıyor. Claire Zacchanassian’ın servetinin büyük bir bölümünü bu herkes tarafından ortak bir karara varılarak normalleştirilmiş cinayet sonucunda kasaba halkına bağışlaması “Adalet parayla satın alınabilir mi?” sorusunu aklıma getiriyor. Görülen o ki, toplum için faydalı olan bir düşünce bireyin sonunu getirebiliyor. Bir değer korunmaya çalışılırken başka bir değerin yavaş yavaş anlamını yitirmesi olarak nitelendirebilirim bu durumu. Oyunu izlerken tanık olduğum sahneler beni tek taraflı bakış açısından kurtardı. Şu ana kadar evrensel değerlerin her zaman birbirini tamamlayıcı ve destekleyici olduğunu düşünmüştüm. Fakat her zaman doğru olmadığını anladım. Oyundaki olay örgüsü üzerine kendi kendime şöyle düşündüm: Bir yanda demokrasiyi uygulamaya çalışmak, gerekli ve adil bir davranış çünkü herkesin geleceğini belirmede söz hakkı var, uygulanmadığı takdirde kişilerin özgürlüklerinin kısıtlanması sorunuyla karşı karşıya kalınıyor. Öte yandan toplumun ortak kararıyla bir insanın hayatından vazgeçilmesi adalet sistemini derinden çökerten, üzerine kurulduğu değerleri yok sayan bir durum. Peki ne yapmalı? İşte o an anladım ki bazı durumlarda gerçek adaleti tam anlamıyla sağlamak mümkün değil. Dışarıdan bakıldığında ahlak ilkelerini benimseyen bir toplumda dahi adalet parayla satın alınabiliyor veya bir insanın hayatı ile takas edilebiliyor. Belki de hayatın bir gerçeği bu, evrensel değerler her zaman kesişmiyor birbiriyle, ortak bir nokta bulamıyor. Güdülen asıl amaç ne kadar uzak olursa olsun güçlükavramların altına sığınılarak sahte bir tanımlamaya gidilmesiyle toplumu ayakta tutan değerlerin erozyona uğraması kaçınılmaz hale geliyor. Kişi hak ve özgürlüklerinin ve siyasi yapının bir arada sürdürülmesi için herhangi birinin diğerine baskı kurmaması, onu gölgesi altına almaması gerektiğine inanıyorum ben. Ahlaki dönüşüm, evrensel değerlerin çatışması sonucu ortaya çıkıyor. Savunulan değerlerin yıkılmaya başlaması ve belleklerden yavaşça silinmesini günümüz toplumunda da gözlemleyebiliyorum. Demokrasi, eşitlik, çoğulculuk, söz hakkı gibi değerleri yüceltirken en önemli şeyi; insan olduğumuzu unutuyoruz. Bir başkasına zarar vermenin, onu itip kakmanın çok kolay olduğu bugünlerde insana duyulan sevgi ve saygının azaldığını üzülerek görüyorum. Halbuki insana verdiğimiz değer, insan hayatının biricikliği sahip olduğumuz en önemli hazinemiz. İnsanlığımızı kaybettiğimizde sahip olduğumuz diğer değerler de gerçek anlamından gittikçe uzaklaşıyor. Bu olumsuz değişim ise siyasi bir devinim içindeki modernleşen, modernleştikçe bireye olan hassaslığını kaybeden toplum yapısından kaynaklanıyor. Adaletin asıl görevi de bu insani hakları ve değerleri diğer dış etkenlere maruz kalmadan korumak ve yüceltmek olmalı. Ahlaki yozlaşmanın önüne geçmek için bizim yapabileceğimiz bir şey varsa o da bence bu değerlerin farkında olmak ve sağduyulu olmaktır.
CANSU DOĞAN 21402251 ÖLÜMÜ İZLEYENLER Çoğu insan ölmekten korkuyor. Canlarının yanmasından, bir daha nefes alamayacak olmaktan, bu dünyada bir iz bırakamamaktan korkuyor. Peki ben? Ben neden korkuyorum? Ölmekten değil, hayır. Ama sevdiğim birinin ölmesinden, sevdiğim birinin ölümünü izlemekten. İşte bunlardan korkuyorum... Babam geçenlerde elime bir kitap tutuşturduğunda, bu kitabın yıllar önce peşime takılan korkularımı hatırlatacağını düşünmemiştim açıkçası. Babalar ve Oğullar’dı bu kitabın adı. Turgenyev tarafından kaleme alınan bu eski püskü, babamın yaklaşık yirmi yıl önce okuyup bitirdiği kitap, devrimciler ve muhafazakârlar arasındaki çatışmayı, baba ve oğul ilişkileri üzerinden anlatıyordu. Fakat, durum şu ki, bunlar zerre kadar ilgimi çekmedi benim. Ta ki, kitabın sonlarına doğru, Bazarov adlı karakterin ölümüne dair ipuçları verilene kadar. Ölümcül bir hastalığa tutulmuş olan Bazarov ve onun ölümünü hiçbir şey yapamadan izlemek zorunda kalan zavallı bir baba. Acı o kadar büyük, o kadar gerçek, o kadar tanıdıktı ki benim için... Ben ölmedim, ölüme hiç yaklaşmadım da. Sadece uzaktan izleyenlerdenim ben. Yıllar önce, ben henüz ufak bir çocukken yaptığım buydu işte; anneannemin ölümünü uzaktan izlemek. Anneannem akciğer kanseriydi, durumu ağırdı. Sanırım herkes biliyordu onun zaten öleceğini. Belki ben de içten içe anlıyordum, her geçen gün daha çok gülümsemesinden, ama bir şekilde daha mutsuz gözükmesinden. Görenler, yaşayanlar bilir; eğer biri ölüme yürüyorsa, bunu anlıyorsunuz, hissediyorsunuz. Umuda yer kalmıyor... Ben de hissetmiştim sanırım. Yani kabul etmesem de, kabullenmiştim, biliyordum. Bunlar çok geçmişte kaldı tabii şimdi. Ben birkaç gün önceye kadar ne bu kederi, ne bu hastalıklı endişeyi taşıyordum bünyemde, unutmuştum. Sonra bir tasvir dikkatimi çekti. Ölmekte olan Bazarov’un tasviri. Soluk, griye dönmüş bir cilt, zayıf, kıvrılmış bir vücut, donuk gözler, renksiz dudaklar ve ölümle alay eden sözler. Bazarov’un ölmeye karşı aldığı tavır anneanneminkine öyle benziyordu ki... Acaba dedim, ölümü bekleyen herkes birbirine mi benziyor bir noktadan sonra. Belki de...Ölmeden bilemeyeceğim sanırım. Bildiğim tek şey, ölümü izleyen herkesin aynı olduğu. Aynı çaresizliği hissettiği. Tıpkı Bazarov’un babasının hissettiği gibi, tıpkı benim hissettiğim gibi.CANSU DOĞAN 21402251 Ölüm ne kadar kötü, ne kadar acı verici bilmiyorum. Ama izlemek... Sevdiğin birinin her hasta ziyaretinde bileklerinin biraz daha inceldiğini görmek, gülümsediği halde korktuğunu anlayabilmek. Ama hiçbir şey yapamamak... En büyük çaresizlik bu bence. Yani öyle bir an geliyor ki, kalbinizi söküp ona vermek istiyorsunuz yaşasın diye. Canı yandığında, nefesi daraldığında, sanki siz de boğuluyorsunuz, hatta onun kadar siz de ölüyorsunuz. Öyle garip, anlaşılmaz bir bağ oluşuyor ölümü bekleyen ve ölümü izleyen arasında... Anneannem hep korktu biliyorum. “Korkma” demek istedim hep. Diyemedim, önce ben korkmamalıydım çünkü... Konuşmak yerine hep sarıldım. Eğer çok seversem, gitmez gibi gelmişti nedense. Onu bu kadar özleyecek biri varken gitmesi haksızlıktı, hayat bu kadar haksız olamazdı, değil mi? Çocukluk işte... Şimdi biliyorum; hayat gerçekten de bu kadar haksız. Anneannem öldüğünde ağlayamadım. Öylece duvara baktığımı hatırlıyorum, ölmüş gibi. Ağlamak istemedim de değil aslında. Sadece sarılıp ağlamak istediğim kişi artık yoktu. Kuruyup kalmaktı benimkisi, kuruyup kalmak... Bu yüzden en çok ölümü izlemekten korkuyorum ben, en çok kuruyup kalmaktan. “Biri”siz olmaktan, özlemekten, çaresizleşmekten ve beklemekten korkuyorum... Bu romanı okuduktan sonra geldiğim noktaya şöyle bir bakıyorum da, sanırım romanlar okunduktan sonra her zaman mutluluk vermiyorlar. Babalar ve Oğullar kesinlikle bunu yapmadı benim için. Aksine bana en zayıf noktamı, en gizli korkumu, kederimi anımsattı istemeden. Ama nedendir bilinmez, garip bir tatmin, bir doygunluk var üstümde. Yaşamak bu olsa gerek diyorum kendi kendime. Hüzün olmadan, ölümü izlemeden ve bir gün sonunda ölümü tatmadan, yaşamaya yaşamak denemezdi zaten.
Arda Ege Ünlü Medeniyetin Utancı, Medeniyetin Yaratısı Kendinize şu soruyu sormanız için bir saniye ayırmanızı istiyorum, başta saçma bir soru gibi gelebilir ama oldukça hassas bir konu olduğuna emin olabilirsiniz. Temiz su şu an size ne kadar uzakta ? 15 metre uzaklıktaki çeşmede mi, yoksa çantanızda bir şişe su mu var ? Her gece yatağınıza tok gidiyorsunuz değil mi ? Sabah kalkıp yine karnınızı doyurup sıcak bir duşa giriyorsunuz ve o sıcak su altında geçirdiğiniz zamanı kısıtlayan tek bir şey bile yok. İsterseniz on beş dakika, isterseniz üç saat sıcak suyun keyfini çıkarma şansınız var. Su ne de olsa bir lüks eşyası değil. Dünya’nın yüzde yetmişini kaplıyor ve geri dönüşümü olan bir madde. Şu an bu yazıyı okuyorsanız suyun size uzak olmadığı kesin. Peki Afrikalı bir çocuğun temiz su bulması için ne kadar “uzağa” gitmesi gerek, bir de bunu tahmin etmeye çalışın. Bu kolay bir soru değil. Bölgeden bölgeye oldukça değişkenlik gösteren bir konu: Sahra altında yaşıyorsanız günlerce yol yürümeniz gerekebilir. Ama vicdanınızı rahatlatmak adına bütün Afrika ülkelerini ele alalım. Böyle olunca şanssız küçük Afrikalı çocuğumuzun temiz suya ulaşmak için ortalama olarak altı kilometre yürümesi gerekiyor. Yani başına yüzlerce kişinin üşüştüğü bir halk çeşmesinden iki avuç su içebilmek için en azından bir saat yürümeli. Fakat ben şuan masanın başından kalkarsam tuvalete ya da mutfağa altı saniyede varabilirim. National Geographic’in yedi fotoğraftan oluşan “Freshwater” (Temiz Su) isimli fotoğraf albümünü gözden geçirmenizi isterim. Ustalıkla çekilmiş fotoğraflar genel olarak suyu bir doğa güzelliği olarak yansıtmış. Göller, dereler, lagünler, fiyordlar, okyanuslar... Fotoğraflarda hemen göze çarpanlar arasında balık tutan yaşlı bir adam ve suyun keyfini çıkaran bir misk öküzü bile var. Ancak albümün son fotoğrafı, “Tap Water” (Musluk Suyu), ise çok manidar. Dünyadaki herkesin eşit şartlarda hayata başlamadığını, herkes için suyun bir mutluluk, bir güzellik öğesi olmadığını çok sert bir dille anlatıyor. Çünkü milyonlarca insan için su yaşam savaşı demek. Evlerindeki muslukları bir kenara bırakın, köylerinde bile bir damla su yok. Su için uğraşmak zorundalar, savaşmak zorundalar. “Tap Water”a bir kez daha bakın. Ama bu sefer dikkat edin. Küçük çocuk bir damla suyu israf etmemek için avuçlarını nasıl sıkı sıkıya birleştirmiş dikkat edin. Gözlerine bakın. O küçük yaşında olmasına rağmen, minicik ellerine rağmen gözlerindeki ümitsizliğe ve açlığa bakın. Gözünün beyazının nasıl da sıtma hastalarınınki gibi sarı olduğuna bakın. Onu anlamaya çalışın. Ama kendinizi suçlamayın, buna gerek yok. Sizin ne kadar su kullandığınız da önemli değil. Nasıl olsa sizin kullanmadığınız su bir şekilde onlara aktarılmayacak. Dünya’da yeterli su yok mu zannediyorsunuz? Ya da bu bölgelerin gerçekten yaşanılamaz olduğunu? Elon Musk 2030’a kadar Mars’ta yetmiş bin kişilik bir koloni kurmayı planlıyor. Peki Somali Mars’tan daha mı yaşanılamaz bir yer? Dünya’nın her yıl silah ticaretine ayırdığı paranın sadece bir kısmıyla Dünya üzerindeki her bir bireye sürdürülebilir olarak su sağlanacak altyapı oluşturulabilir. Peki durum böyleyse neden “Tap Water” çocuğu her gün altı kilometre yol yürümek zorunda? Nedeni basit değil mi? Sizce neden “Tap Water”, “Freshwater” albümünün son fotoğrafı? Bu iki sorudan birine cevap bulursanız diğerlerine de bulursunuz. Sefaleti tecrübe etmemiş olanlar için bütün bu yaşam savaşı oldukça uzak bir hikâyedir. O kadar uzak ki sanki gerçek değil. Bu yüzden Afrika en sondadır. Hepimiz için uzak bir hikâye. Unutulmuş topraklar... Unutulmuş insanlar...Arda Ege Ünlü Afrika’nın kötü ünü için birkaç örnek sayalım. Fakirlik, çöller, korsanlık yapan Doğu Afrikalılar, sürekli iç savaş halinde olan bir Orta Afrika, beli bir türlü doğrulmayan Kuzey Afrika ülkeleri, bölge refahının yüzde doksan dokuzunu ellerinde tutan yüzde birlik beyaz kesimiyle Güney Afrika, çocuk askerleriyle ünlü Batı Afrika köle tüccarları... Hep sefalet, hep acı, hep yokluk... Tanrı Afrika’yı unutmuş gibi... Belki de bütün bu yokluk bir ilüzyondur. Çoğu insanın bilmediği, sormadığı düşünmediği şeyleri de sormak gerek: Afrika’nın hiç mi zenginliği yok ? Afrika’nın bu kadar fakir olmasının belki de en önemli sebebi aslında bir o kadar zengin olmasıdır. Sierra Leone büyük elmas yataklarına sahiplik yapıyor, hiçbir zaman iç savaştan kurtulamadı. Kaddafi Libya’sının petrol gelirleri o kadar fazlaydı ki her ay vatandaşlara bu gelirden 500$’a yakın para dağıtılırdı. Mısır’ın doğalgazı, Güney Afrika’nın üç yüz yıldır tükenmeyen altın madenleri, Kongo’nun keşfedilmemiş yağmur ormanları... Afrika fazla zengin ve fazlasıyla korunmasızdı. Afrika iki yüzyıl sömürgeleştirildikten sonra bizim daha zengin olmamız adına fakirleştirildi. Bizim derken sen ya da ben değil. Exxon-Mobil, GoldmanSachs, De Beers ve daha birçokları... Durum böyle iken Afrika adına düzenlenen bağış kampanyaları ya da duyarlı birkaç zengin insanın çabaları koca bir kıtayı yokluktan kurtarmaya yetmiyor. Ne de olsa Dünya'nın geriye kalan bölümü ve aslında her birimiz el birliği ile Afrika'yı sömürüyoruz. Biz bir şeyler değiştirmek için ne mi yapabiliriz? Sierra Leone'nin kanlı elmasını tektaş yüzük olarak takmayarak işe başlayabiliriz. Çünkü sizin binlerce dolar vererek parmağınıza taktığınız yüzük milyonlarca insanın öldüğü ve ölmeye devam ettiği bir iç savaşı finanse etmek için kullanılıyor. Elmasların "kan sertifikası" olduğunu biliyor muydunuz mesela? Mücevher ticaretinde kullanılan her bir parça elmasın çıkartıldığı yer ve zaman bellidir. Böylece bu elmasın çıkartıldığı ülkenin durumu da bellidir. Eğer karışıklık halinde olan bir bölgeden çıkmışsa bir elmas, o elmasın kan sertifikası olmaz. Çünkü o bir kan elmasıdır. Buna dikkat ederek, elmas madenlerinde çalışmayı reddettiği için çocukların ellerini kesen vahşileri finanse etmeyi bırakabilirsiniz. Petrolünü Kongo'dan çıkartan firmalardan benzin almayarak, hem dünyamızın ciğerleri olan yağmur ormanlarına yardım edebilirsiniz hem de bölgenin bitmeyen çatışmalarına tepkinizi gösterebilirsiniz. Altın reservlerini Gana'dan veya Güney Afrika'dan dolduran bankaları kullanmayabilirsiniz. Ancak Afrika'yı kurtarmak bireysel çabalarla gerçekleşemeyecek kadar zorludur. Öyle ki bütün tüketiciler tam duyarlılık ile hareket etseler bile dünya üzerindeki bu cehennemi yaşanabilecek bir hâle getirmek "duyarlılık"tan fazlasını gerektirecektir. Halinize şükretmek, minnettar olmak veya günlük 2$’dan az parayla hayatta kalmaya çalışan iki milyar insan adına üzülmek kimsenin durumunu değiştirmeyecek. Geliştirdiğiniz optimum duyarlılık, sayısı milyonları aşan susuz çocuğa yardım edemeyecek. Siz yine rutin hayatınıza devam edeceksiniz, açlık ve sefalete mahkum edilmiş olanlar da kendi yaşam savaşımlarına devam edecekler. Ama unutmamak gerek, o insanları birer hayvan gibi yaşamaya mecbur bırakan yine bizim hayvan güdülerimizdir. Yenmenin zorumuza gittiği bencillik, nankörlük ve umursamazlık. O çocuk eğer su için 6 kilometre yürümek zorunda kalıyorsa bunun suçu hem sende hem bende, her birimizde. Medeniyetin utancı, medeniyetin kendi yaratısıdır “Tap Water”. Su için çabalamak zorunda kalanların yaşantısı bize ne kadar uzak görünüyorsa, biz de "insanlık"tan o kadar uzağız.Arda Ege Ünlü Kaynakça: “Tap Water” by PETER ESSICK, Photo Gallery: Freshwater.
DİN ALGISI Din. Sadece üç harften oluşan, kısa ama son derece çarpıcı bir kelime. Dünya üzerinde birçok insanda din kavramının çok önemli bir yeri vardır. Yüzyıllardır insanlar kendi dinlerini anlamayı, korumayı ve bilgilerini aktararak dini nesilden nesile yaymayı kendilerine amaç edinmişlerdir. Ancak din konusu herkes için öznel sayılabilecek bir konu olduğundan ortaya çıkışından bu yana çatışmalara, savaşlara ve katliamlara neden olmuştur. Benim düşünceme göre; insanlar din kavramının öznel oluşunu kabullenemediği ve çevresindeki bireylerin düşüncelerine, inançlarına saygılı olmak yerine onları da kendi inanç ve düşünme biçimine doğru yönlendirmeye çalıştığı için günümüzde de din, huzursuzluğa ve toplumsal çatışmalara neden olmaya devam etmektedir. Dünya üzerinde nerede yaşarsanız yaşayın din kavramı toplumun büyük çoğunluğunun yapıtaşıdır bu yüzden başka amaçlar için dini duyguları sömürülmüş insanlar bu konu üzerinden kışkırtılmakta, sonucunda ise ideoloji ve din adına cinayetler işlemektedir. Son zamanlarda derinden etkilenerek okuduğum Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk adlı romanı, dini bir silah olarak kullanarak topluma düzeni getirmeyi amaçlayan sapkın terör örgütü IŞİD’in Ezidi vahşetini oldukça çıplak bir gözle ele alıyor. Bundandır ki kitabı okurken bu ve bunun gibi birçok vahşete sessiz kaldığım için kitabın kapağını kapattığımda içimde büyük bir huzursuzluk hissettim. Anlatılanların kurgu değil de gerçek olması kanıksama noktasına geldiğimiz olaylar üzerinde düşünmeye itti beni. Bu kitapla birlikte körelmeye başlamış olan duygularımın tekrar aktifleştiğini ve her satırda daha fazla insanlığımı sorgulamaya başladığımı fark ettim. Kitap genel olarak şeytana tapmak ile damgalanan Ezidilerin sadece inançları yüzünden IŞİD tarafından canice katledilmesini, kadınların ve çocukların tecavüze uğrayıp adeta bir eşya gibi esir pazarlarında satılmasını anlatıyor. Kitabı bitirdikten sonra üzerine çok düşündüm çünkü anlatılanlar hemen sindirilebilecek cinsten değildi. Kitap üzerine düşündüğüm ilk konu doğru bilinen yanlışlar oldu çünkü şeytana taptıklarına inandıkları için yıllardır zulme maruz kalan Ezidi toplumunun aslında şeytana tapmadıklarını, inanışlarının temelinde yatan düşüncelerin farklı olduğunu öğrendim. Ayrıca bu bilgileri sadece bir kitabı okuyarak ve sonrasında küçük bir araştırma yaparak edindim. Değinmek istediğim nokta şu ki olayların aslına ulaşmak çok kolay olmasına rağmen insanoğlu olarak okuyup araştırmak yerine bize söylenene inanmayı tercih ederek başkalarının bizi yönlendirmesine izin veriyoruz. Bu da konu hakkında yeterli bilgiye sahipolmadığımız için çabuk etkilenebilen ve yönlendirilebilen bireyler olmamıza neden oluyor. Eğer bireyler olarak bu kötü özelliğimizi törpüleyemezsek din ve siyaset gibi can alıcı sayılabilecek konularda özgün karar verme yetimizi kaybedebiliriz. Bunların dışında kitabı okurken bir kadın olarak üzerine düşündüğüm diğer konu ise Ezidi kadınlarının gördüğü vahşi muamele idi. Kitapta anlatılanlar çok yakın bir tarihi kapsamasına rağmen kadınlara ve kız çocuklarına yapılan muamele bana bu olaylar iki yüzyıl öncesinde yaşanıyormuş izlenimi uyandırdı. Kadınların hiçbir değer görmeden sadece objeleştirilmesi, yapılan tecavüzler, tecavüzlerden doğan bebekler, işkenceler ve sapkın düşünceler beni o kadar rahatsız etti ki okuduklarımın gerçekliğini uzunca bir süre kabullenemedim. Geçmişte yapılan Boşnak katliamı ya da Yahudi katliamı ile IŞİD’in yaptığı Ezidi katliamı arasında hiçbir fark yok. Maalesef ki günümüzde de Batı’ya nazaran törenin, dinin ve namusun her şeyden üstünde tutulduğu gelişmemiş Ortadoğu ülkelerinde bu vahşetler günbegün yaşanmaya devam etmekte ve dünya buna sessiz kalmaktadır. Hayatta doğacağımız coğrafyayı ya da ailemizi seçemeyiz. Sırf o topraklarda doğmadık diye yapılan bu katliamları göz ardı ederek hayatlarımıza devam etmek bizi de cani varlıklara dönüştürmez mi? İnsanların saygı duyulmak yerine farklılıkları yüzünden ayrıştırıldığı bu toplumlarda buna maruz kalmayan insanlar ses çıkartmadığı sürece katliamlar toplumun kanayan yarası olmaya devam edecektir. Kaynakça Livaneli, Z. (2017). Huzursuzluk. İstanbul: Doğan. . GÜLCE ÖZKER 21600897
Öğrenci: Büşra GENÇ Dersin adı: TURK101-038 Öğretmen: Vedat YAZICI Dönem: 2014-2015 Güz NE GÜZELDİ SEVMEK SENİ Bir ayrılık görünüyor denizin ufkunda ve gittikçe indiriyor yelkenlerini olaylar duruldukça. Sakinliğine kanmadan bekliyorum usulca. Bir yağmur bulutu getiriyor ardından; karanlık, ağır, yüklü bir bulut… Kaçmaya mecalim olmadan bekliyorum kıyıda senin dalganın yüzüme yüzüme vurmasını ve henüz neye uğradığımı anlayamazken üstüme yağmanı. O yakıcı şimşeklerini çakmanı, kurtulamamayı ve hatta her bir damlanla doldurmanı istiyorum aklımı. Senden gelen her şey kabulüm gibi beylik laflar ediyorum içimden, kabulleniyorum zamanla. “Demek ki yangından kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda”… (23) Acabalarla, keşkelerle beklemiyorum o kıyıda, bekliyorum sadece, zihnim bir sonun geldiğinin farkında. Beklenen son, hayır hayır ağlamıyorum asla. Sadece duvarlarım çatlamış, lambam loş, kalemim de mürekkep akıtıyor kâğıdıma. Hayır, yemin ederim ki hayır bir şey beklemiyorum senden, bir şiirde okumuştum ya sana, “ölmüş saadeti” karşılaştırıyorum “yaşayan mutsuzlukla”(23). Hepsi o kadar işte, zamanın geçiremeyeceğini bile bile bekliyorum. Hiçbir şey değişmeyecek, ben hep eksik kalacağım ve eğer hatırım varsa sen de eksik kalacaksın biraz da olsa. “Belki…” diyorum gözlerim doluyor, aklıma geliyor şiirin devamı “Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana” (15). En yakın dostlarım oluyor Uyar, Mungan, Süreya… Her bir şiirde tamamlıyorum seninleyken fark edemediğim eksiklerini, eminim diyorum o da kayboluyor yalnızlığında. Sana sitemlenirken bir soru geliyor aklıma, acaba hatırlıyor musun hâlâ? Bir soğukluk yayılıyor parmak uçlarımdan vücuduma ve ateş basıyor yanaklarıma. Yıllar geçiyor da sen aynı kalıyorsun, o kıyamadığım ellerin avuçlarımda. Senden bana kalan kırık dökük tebessüm parçaların oluyor hatırlamaya çalışıp birleştiremediğim. Her insanda tamamlamaya çalıştığım gözlerin kayboluyor zamanla. Neredesin? En ücra köşelerine sakladığım, tuttuğum en güzel en gizli sırrımdın. Şimdi ben ve içimdeki koca boşluk iki kişi ediyoruz o sevmediğimi bildiğin dünyamda. Mırıldanıyorum gözlerimi yumunca “oysa konuşsak, ya da dokunsak birbirimize / çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık”. (51) Sahi, neredesin? Neden iki insandan bir insan çıkınca ortada kalan tek şey sonbaharda düşen, toprağa karışan ve zamanla çürüyen yapraklar oluyor? Ve en önemlisi, gerçekten de hatırlıyor musun hâlâ? Her şeye yabancılaşıyorum zamanla ve gittikçe silikleşiyorum aylardır çıkmadığım odamda. Şen kahkahalarınla donattığın bu sıcak, sen kokan evim, ailemden miras doğduğum ev artık yavrusunu tanımayan bir hayvan gibi bakıyor uzaklara… (75) Yüzüm avuçlarımdabakarken duvarlara, karşı sandalyemde oturan ölüme karşı koyamayacağım galiba. “Hem ölüme çok yakınız, hem dünyanın yanı başında” yazıyor elim öfkeyle kanattığım kâğıda. (70) Koşa koşa gelmem lazımken oturuyorum ve yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum… Asla okumayacağın şiirlerimi, herkesten sakındığım kelimelerimi harcıyorum uğruna. Sen ise muhtemelen uyuyorsun huzurlu yatağında. “Gecenin göğsümüzde unuttuğu / bir avuç ay ışığı / senin göğsünde bıraktığım / o derin uykumdu / orada kaldım / orada kaldı” diyen fısıltılarımı duyuyor musun rüyanda? (62) Yıllar geçti ve geçen yıllar sadece nefes alış verişlerimden ibaretti. Böyle uzun bir hayata veda ettirmek için erken bir yaş değil miydi seçtiğin? Sevildiğini anlar anlamaz çekip gidişin, rol aldığın bir filmin galasına katılmaman gibiydi sevgilim. En heyecanlı yerinde bir kitabı bırakmak gibi, güneş doğarken uyuyanlardan olmak gibi, korkunca gözlerini yumman gibi anlamsızdı bu tavrın… Yazdıkça anlıyorum, nasıl birikmiş içimde bunca süzülmüş acı! (80) Acıyı en saf haliyle yaşıyorum hayat olduğunu sandığım anlamsız zamanda, dünüm bugünümden farklı olsaydı belki tahammül edebilirdim yaşadığımı sandığım hayatın anlamlı olduğu kanısına. Sana anlatacak o kadar çok şeyim ve senin bunlardan anlayabileceğin o kadar az şey var ki, bu seninle dolu boşluğumda. Yaşamak bu değil, ölmek bu değil, Araf’tayım âdeta!
BİR ŞEHİRDEN DAHA FAZLASI İnsanın hayalindeki şeyi gerçekleştirmesinin verdiği mutluluğu başka bir şey asla veremez bence. Bu bir iş sahibi olmak ya da bir aile kurmak olabilir. Bana, yakın zamanda gezme şansı bulduğum San Francisco şehri, bu mutluluğu fazlasıyla verdi. Rüyalarıma kadar girmeyi başaran bu şehre gitmek her ne kadar heyecanlı olsa da içimdeki ne yapacağımı bilmeme hissini de ortaya çıkarmayı başarmıştı. Yolları, parkları, binaları ve köprüleriyle bambaşka bir dünyayı anlatan bu şehir, Amerika'nın o bilinen stresli havasını yok edip, bana hayatta olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu göstermişti. Peki ne yapmalıydım bu şehirde? Bu rüyamı nasıl devam ettirmeliydim? Buraya iki önemli amacımı gerçekleştirmek için gelmiştim. Gezmek ve daha da önemlisi farklı lezzetler tatmak. Şehri keşfetmeye başladıkça da zaten bu iki hedefimi gerçekleştirmenin kolay olduğunu anlamıştım. Bir yandan müzeleri, parkları, ormanları ve daha birçok yeri gezerken bir yandan da kendimi onlarca yemek kültürünün arasından çıkmaya çalışırken bulmuştum. Uzak doğu mutfağından, klasik doğu Amerika mutfağına kadar tattığım her yiyecek bana San Francisco'nun basit bir Amerikan şehrinden daha fazlası olduğunu tekrar hatırlatmıştı. Hatta bu kadar olayın arasında jetlag olmayı bile unutmuştum. Vücudum, onca güzellik arasında kendini yeni düzene sokmuştu bile. Bütün bunların yanında günümüz internetinin kaynağının bu şehirde bulunması bile yalnız başına beni buraya çekmeyi başarmıştı. Google ve Facebook gibi gelişen ve değişen dünyada başrolleri oynayan bu şirketlerin bulunduğu yerler ve mimarileri San Francisco'yu bir dünya kentine çevirmişti. Bunlarla beraber -her ne kadar gezme şansı bulamadıysam da- şehrin yine biraz dışında kalan dünyaca ünlü Standford Üniversitesi de kentin itibarını ve benim hayranlığımı aynı ölçüde artırmıştı. Güney hasretimi dindirmiş olmam bana San Francisco'yu bir ikon yapan, büyüklüğü ve göz alıcılığı ile insana bambaşka bir deneyim yaşatan Altın Kapı Köprüsü'nden geçme şansını doğurmuştu. Bu köprü dünya üzerinde eşi benzeri olmayan, bir defa geçmenin kimseye yetmeyeceği hatta sırf bu köprüyü görmek için yolunuzu değiştirebileceğiniz bir yapıydı. Bu olağanüstü yapıdan geçerken aklımdaki düşünceler, sadece bu yolculuğun bitmemesi üzerine idi. Şu an bile düşündükçe yarattığı etkinin ne kadar unutulmaz olduğunu hisseder gibiyim. Hayallerimi süsleyen bu şehirde zaman kavramı çoktan tarihe karışmıştı. Günler ve saatler hızla geçerken ben gezilerime devam ediyor, bunun yanında değişik lezzetleri tatmayı da unutmuyordum. San Francisco gözümde adeta bir cennete dönüşmüştü. Her gün karşıma yapılacak yeni şeyler, yeni maceralar çıkıyordu. Yaklaşık olarak 6 saat süren bir orman yürüşü de dahil. Güneşin, bu devasa ağaçların arasından size nazikçe selam verdiği ve yolunuzu aydınlattığı geniş kızıl ağaç ormanları karşısında duyduğum hayranlığı kelimelere dökmem imkansızdı. Insanın ancak yaşayıp hissetmesi gereken bir deneyimdi. Her iyinin içinde bir kötülük vardı ancak. Bunu anlamam biraz zaman alsa da rüyamın sonlarına doğru, ertelediğim ya da daha doğrusu es geçtiğim zaman kavramı beni rahatsız etmeye başlamıştı bile. Gezilecek yerler azaldıkça bu es geçtiğim zaman kavramı bana var olan saat farkını hatırlatmıştı. Her ne kadar gördüğüm ve yaşadığım deneyimler unutulmaz olsa da beynim bu değişikliğe ayak uydurmayı bırakmış ve beni kaçınılması zor olan bir sona doğru sürüklemeye başlamıştı. Ancak şu gerçeği unutmamıştım, rüyalar kötülüğün bulunamayacağı dünyalardı.Geri dönüp baktığımda, her saniyesini dolu dolu geçirdiğim nadir deneyimlerimden birisiydi San Francisco. Sunduğu en küçük olanaktan, sahip olduğu en büyük özelliğine kadar, bir şehirden daha fazlası olduğunu göstermeyi başarmıştı.
GÖKTEN DÜŞEN ÜÇ ELMA İnsanız hepimiz öyle değil mi? Hepimiz çıkıyoruz kabuklarımızdan, belki de hiç ait olmadığımız yerlerde. Seçemiyoruz etrafımızda büyümekte olan çiçekleri, seçemiyoruz yağmurun gözlerimizden ne zaman süzüleceğini. Ne zaman güleceğimizi, kime sarılacağımızı, hangi annenin sütüyle hayat bulacağımızı, hangi babanın getirdiği ekmeğin ortağı olduğumuzu... Kimimiz alabildiğine şanslı, kimimiz çamurun ortasında buluyor kendini. İşte bu fotoğrafta onu seçen her kötülüğün ortasında kalmış bir çocuk görüyorum ben. Bu kareyi çektikten sonra intihar eden bir fotoğrafçının hislerini ve suçluluğunu görüyorum. Bu yazıyı yazarken, fotoğraftan sonra öldü mü kaldı mı belli olmayan bu minicik bedenin ruhunu hissediyorum parmaklarımın arasında. Kalbimin ortasında yaşatıyorum ben onun avuç içi kadar kalmış vücudunu, içimde büyütüyorum. Hayaller kuruyorum onun adına, onun düşleyemediklerini şimdi onunla birlikte hissediyorum. Bakın etrafınıza şimdi. Gördüğünüz bütün insanlar bir zamanlar bebekti. Elleri, ayakları minicik bebeklerdik her birimiz. Hiç birimiz bilemezdik bir gün o küçücük ellerin nasır tutacağını. Hiçbirimiz tahmin edemezdik ‘ayakları üzerinde durmak’ denen şeyin bu kadar zor olabileceğini. Kimine göre doğanın hediyesi, kimine göre tanrının mucizesi idik değil mi? Seçemedik hangi annenin karnında can bulacağımızı, hangi anneye koşulsuz bağlanacağımızı. Seçemedik gözlerimizin benzeyeceği babamızı. Hiçbir bebek etrafında büyüyen çiçeklerin farkında değildir ki zaten. Kiminin payına dikenler düşer, kimi papatyalardan taç yaparak büyür bu dünyada. Toprak kokusundan önceki yağmurun gözlerimizle ne zaman dans edeceğini bile bilemeyiz biz süt kokan bebekler iken. ‘Bebek’ en masum ama en acı kelimedir bu yüzden benim hayallerimde. Ne zaman güleceğini bile bilemez o çünkü. Hatta daha kötüsü ne biliyor musunuz? Belki de o bebek hiç gülmeyecektir ama bundan haberi olmadan çıkar kabuklarından ve adım atar galaksideki en adaletsiz topraklara.Şimdi utanıyorum ben senin fotoğrafına bakmaya. Hiç oyuncağı olmamış bir çocuğun yalnızlığını görüyorum işte senin o bitkin düşmüş halinde. Senin o kirlenmiş küçük vücudunun sütten berrak ve tertemiz olduğunu öyle iyi biliyorum ki ben. Kirletiyorlar değil mi o günahsız ellerini? Söyle haydi çocuk! Acı çekiyorsun biliyorum. Milyarlarca kötü kalp sığabildi şu kocaman dünyaya ama sana iyilik bahçesinden bir ağaç gölgesi sunamadık ne yazık ki. Bunu ben başaramadım, sen başaramadın. Bunu biz başaramadık. Hiçbirimiz koyamadık elimizi taşın altına. Açık bıraktık suları, aktı senin gözyaşların gibi. Doyurduk karnımızı tıka basa, çok ihtiyacımız varmış gibi. O yüzdendir ki şimdi yüzüne baktıkça tüm iyi insanlar adına utanıyorum. Utanıyorum senin vücuduna bulaşmış tozu, toprağı sigara gibi içimize çektiğimiz için. Kendimden nefret ediyorum; sen ve senin gibi masum kalplerin gözyaşından şaraplar yapıp o kadehleri iğrenç kahkahalarımızla tokuşturduğumuz için. Tüm dünya adına senin gözlerinin içine bakmaktan kaçıyorum ben. Ama daha acısı ne biliyor musun çocuk? Sen gözlerime bakamayacak kadar kırgınsın bana. O denli bitkinsin, sayılıyor kemiklerin. Senin kemiklerin, bizim günahlarımız. Senin yüzünü eğişin bizim ayıbımız. Sen gittin belki hakettiğin yerlerin en güzeline. Söylemesi çok zor inan ki ama belki de arkanda bekleyen akbabanın bir öğünlük yemeği olmak için doğmuşşun bu susuz topraklarda. Şans denen şey her neyse hiç uğramamış senin duraklarına. Kapkara vücuduna ne de güzel aydınlıklar sığacaktı belki de. Bizim sana bulamadığımız o huzurlu ağaç gölgesini sen başka çocuklar için bulacaktın. Ağaçlar dikecektin, yeşerecekti tüm iyilikler yeniden. Gökten üç elma düşecekti ayaklarının dibine. Biri sana, diğeri sana, sonuncusu sana... İsmail Nurullah Mutlu Kaynakça: Carter, Kevin, Akbaba ve Küçük Kız, 1993. Fotoğraf. Sudan.
21502730 AŞK Siz hiç aşık oldunuz mu? Kalbin beyine hükmetmeye başlamasıyla ne olduğumuzu şaşırırız. Bazen yüksek bir dağın tepesinden haykırmak gelir içimizden. Bazense acı çekeriz sanki o dağdan düşmüş gibi. Ama ısrarla izin vermeyiz o dağın bizden uzaklaşmasına . Kim ne derse desin ne düşünürse düşünsün hakkımızda, vazgeçmeden mücadelemizi sürdürürüz o dağa tırmanmak için. Bazen yoruluruz bu yolda ama zirvede bizi bekleyen huzur yorgunluğumuzu kaybettirecek yolda bizlere. O zirveyi o kadar çok arzulayacağız ki bir yerden sonra duracağız ve korkacağız sevginin ona zarar vermesinden. İşte! Budur aşk. Aşk her zaman duygudan duyguya sokar insanı, daha önce tecrübe etme fırsatı bulmadığın duyguları ve anıları yaşar yeni yeni yollara saparsın. Ona her bakışında sanki aynaya bakıyormuş gibi kendini görür ve kendini öğrenirsin onunla birlikte geçireceğin hayatta. Ruh ikizini bulmuş gibi bağlanırsın onun kalbine hiç zorlanmadan. Aşkı bu kadar iyi biliyorum çünkü aşkın en tatlı, sevecen ve masum hali ile birlikte en kötü ve gaddar halini de doruklarında yaşamış ve bu maceramı olabildiğince zirveye taşıyıp oradan hızla yere çakılmış bir insanım. Nasıl mı? İlk dönemimde açıkçası neyin ne olduğunun farkında bile değildim. İçimi kaplayan büyük bir neşe vardı sevgilim yanımdayken. Dünyadan adeta soyutlanıp bambaşka adı mutluluk dünyası olan bir evrenin kapılarını aralıyordum. Her yanım gülücüklerle kaplıydı adeta. Kalbimin küçüklüğüme geri döndüğünü hisseder gibiydim en küçük şeyle bile mutlu olmasını bilen, sevecen, etrafına umut ve mutluluk saçan küçük bir çocuk. Gittiğim her yer ve nefes aldığım her saniye sadece onunla değerliydi. Hatta o kadar mutluydum ki bu durumdan ,onunla saatlerce başı boş martıların uçuştuğu EGE Denizi'ni hiçbir şey yapmadan, düşünmeden izlememiz sinemadan bile değerliydi benim için , yeter ki yanımda olsundu. Onunla her zorluğu aşabileceğime emindim. Yürüdüğümüz yollardaki engelleri birbirimiz için kaldırdığımız günler hayatımın abartısız bir şekilde en mutlu en huzur dolu günleriydi benim için. Ta ki hayatıma renk katan çiçeğin kalbi başkası için atmaya başlayana dek … Artık Alsancak Kordonda dalgalarla beraber mükemmel bir ahenk oluşturan martıları izlemenin bir anlamı kalmamıştı benim için , ona telefonda ve banklarda okuduğum onlarca şiir kitabının yüzüne bakmaz olmuştum, ne zaman radyoda ''Olmayacak Bir Hayal'' çalmaya başlasa radyoyu değiştirir şarkı bitene kadar açmazdım o kanalı. Sanki vücudum etrafımdakilerin ''elbet unutursun'' ''boş ver hayat devam ediyor '' çağrılarını duymazdan gelip sadece ona odaklanıyor gibiydi ve tek yaptığı anılarda yaşamaktı. Ondan kurtulmak zorundaydım...Niye mi bu kadar sertim bu konu hakkında? Çünkü şu an bile saniyelerini tüketiyor olduğumuz hayat bir kişiye adanacak kadar uzun değil. Hele ki üniversite çağına gelmiş ben için hiç değil . Önümde beni bekleyen kocaman fırsatlarla dolu, yaşanmayı bekleyen bir hayat ve bir dolu güzel anılar varken geri gelmeyecek beni beklemeyip artık sevmeyecek biri için hayatımın geri kalanını feda etmek çok da mantıklı olmasa gerek. Zamanımız ve gençliğimiz yavaş yavaş elimizden alınıyor zamanın gerçekliğiyle birlikte. Bu geçen zamanın her anını sevdiğim bana gerçekten değer veren insanlar ile birlikte mümkün olduğunca dolu mutlu ve bir o kadar da huzurlu geçirmek benim tek gayem oldu . Çünkü hepimiz farkındayız ki nefes aldığımız her an üzüntü ve hayal kırıklıklarına ayrılmayacak kadar değerli ve eşsizdir bizim için. . Kaynakça: Ünsal, Songül. Aşkın Mavi Tonu. Epsilon Yayınları, 2016. Baskı.
Emel YAVUZYAŞAR Her Güç Bir Gün Biter Sizin için güç nedir? Kimler, neden güçlüdür? Bir insanın gücü kişinin sahip olduğu statü, otorite, mal ya da mülkle mi ölçülür? Peki, bir insanın bu niteliklere sahip olması, onun mutlak gücünü kabullenip buyruğu altına girebilmek için yeterli midir? Ne yazık ki bizim dünyamızda insanların gücü gerçekten de kişinin sahip olduğu maddi şeylerle ölçülüyor. Bir insana sahip olduğu şeyler için saygı duyuluyor, parası için itaat ediliyor. Sırf bu, gelip geçici sebepler nedeniyle “Güçlü” diye tabir ettiğimiz insan, toplumun kendine verdiği bu sıfata fazlasıyla alışıyor. Gücünü, kendisine duyulan saygıyı hiçbir zaman kaybetmeyecekmiş gibi davranmaya, insanlara öyle muamele etmeye başlıyor. Fakat bir gün geliyor ve insan, sahip olduğu maddi şeyleri kaybederken gücünü de kaybediyor. Güçlü olmaya bu kadar alışan bir insan için de en büyük yıkım bu oluyor. Herkes tarafından güçlü olarak kabul edilip saygı duyulan bir insanın çöküşüne tanıklık etmekse bu hayatın insana verdiği en büyük derslerden biri oluyor. Benim de dedem hayatımda görüp görebileceğim en güçlü, en saygı duyulası insanlardan biriydi. Çocukluğumun büyük çoğunluğunu onun yanında geçirdim. Köyümüzün en çok korkulan, çekinilen, itaat edilen insanıydı. Herkes bir iş yapmadan önce ona danışırdı. Kimse önünü iliklemeden onun karşısına geçemezdi. Köyün yarısı ona aitti. Kocaman bahçeleri, yüzlerce hayvanı ve onlarla ilgilenen yine yüzlerce çalışanı vardı. Ondan korkarlardı ama aynı zamanda çok da severlerdi. Kimin bir derdi olsa hemen yardımlarına koşardı. Kocaman sofralar kurar, insanları ağırlardı. İnsanların gönlünü hoş tutmak için çok çabalardı. Kimse bir “Mehmet Çavuş” olamazdı. Yine de evde işler hep dışarıda olduğu gibi yürümüyordu. Dışarının gönlünü hoş tutmak, dışarının ağzına laf düşürmemek için evdeki herkes bir şekilde kısıtlanıyordu. Eve gelenlere hizmet etmek için evin üç kızı ve anneannem sürekli çalışıyordu. Bir şeyi yanlış yaparlarsa anında cezalandırılıyorlardı. Kızların birini sevip aşık olması bir yana bir erkekle göz göze gelmesi, evden dışarıya çıkması bile imkansızdı. Kim bilir kaç kere denk gelmişimdir anneanneme saatlerce bağırıp el kaldırdığına. Anneannemin de sadece “Kurban olayım Mehmet, yapma.” diyerek ağlayışlarına. Sırf bir adam teyzemle evlenmek istedi diye köyün meydanında adamın rezil edilişine. Tüm bunlara rağmen kimsenin ses edemeyişi ise işin en kötü kısmıydı. Zaten tüm bu yükleri sırtında taşımaya gücü yetmeyen anneannem, kanser olup elli yaşlarında hayata gözlerini yumdu. Hasta yatağında bile dedeme hizmet etmeye, buna rağmen ondan hakaretler işitmeye devam etti. Anneannemin ölümüyle birlikte köyde iyice yalnızlaşan dedem, gün geçtikçe sahip olduğu malı mülkü de kaybetti. Yeni bir evlilik yapıp Ankara’ya taşındı. Ankara’ya taşınmasıyla bizim aramızdaki bağlar da biraz koptu. Uzun süre yanında büyüdüğüm adamdan bir haber alamadım. Sonra, bir gün bir telefon çaldı. Telefonda dedemin yeni eşi vardı ve dedemin hasta olduğunu, kendinin ona bakamadığını, gelip dedemi almamız gerektiğini söyledi. Bu haberin üzerinden birkaç gün sonra dedem evimizeEmel YAVUZYAŞAR getirildi. Kocaman gövdesinden geriye eser kalmamıştı. Yürüse yerleri titretecek adam, yatağından bile kalkamıyordu. Bir bağırdı mı herkesi susturan adam, konuşma yetisini kaybetmişti. Herkesin saygı duyduğu Mehmet Çavuş’tan geriye sadece hasta yatağında ölümü bekleyen bir adam kalmıştı. Zaten üç ay kadar bir süre sonra o da hayata gözlerini yumdu. Ölümünden sonra hasta yatağının altında bir günlük buldum. Ankara’daki her gününü, her anını o defterin içine yazmış. Onu Ankara’da bir kereliğine ziyaret ettiğim günü öyle güzel anlatmış ki okuyunca ağlamamak elde değil. Benim için dedem, küçük bir köyün en güçlü insanıyken büyük bir şehirde her gün kaybolmanın en anlamlı hikayesidir. Kendini hep güçlü hissedip insanlara gücü hiç bitmeyecekmiş gibi davranırken bir gün hepsinin bittiğinin canlı kanlı örneğidir. Yine de keşke onu hiç böyle görmeseydim, hep onu o güçlü haliyle hatırlasaydım diye düşündüren, hayatımın en büyük pişmanlığıdır. Ben dedemden hayatımın en büyük derslerinden birini aldım. Bir insanın gücü onun sahip olduğu maddiyattan gelir. Eğer sen gücünü yanlış kullanıp etrafındakilere zulmedersen, bir gün elinde hiçbir şeyin kalmaz ve hayat sana da zulmeder. Geriye yalnızca zamanında kalbini kırdığın ama senin şimdi muhtaç olduğun bir avuç insan kalır. Eminim ki hepimizin hayatında böyle dersler, böyle olaylar vardır. Eğer siz de bir insanın gücünün yok oluşuna yakından tanıklık etmek ve kendinizden bir şeyler bulmak istiyorsanız Ekşi Elmalar’ı bir an önce izleyin derim. KAYNAKÇA: Akpınar, Necati (Yapımcı). Erdoğan, Yılmaz (Senarist). Erdoğan, Yılmaz (Yönetmen). (2016). Ekşi Elmalar (Film). Türkiye.
BURAK BOZDOĞAN GEÇMİŞİN ARDI Acıyı gerçek anlamda yansıtamamaktan korkan bir yazardan daha lanetli bir insan var mıdır dünyada? Yaşadığını anlatamayacak kadar canı acıtılmış, en basit faaliyetlerden bile bir şekilde mahrum bırakılmış bir insan kendini zorlamazsa yazamıyor. Kendini zorlayıp, yol üzerinde ne varsa göze aldığında ise Babamın Ardından gibi didik didik etseniz dahi tek bir kusur bile bulamayacağınız bir kitap çıkıyor ortaya. Daha fenası ise daha sonra geliyor. Ben de babamı kaybetmiş gibi hissediyorum ve ne göç, ne savaş, ne darbe ne de ölüm var ortada. Kusuru buldum! Beni hatalı çıkardı Müge İplikçi... Bizim nesle “gelmiş geçmiş en kötü nesil” denmesini altın neslin dedelerimizin nesline denk gelmesine bağlardım. Geç de olsa anladım ki bize yakıştırılan bu tanım, “görecesi bozulmuş” eski nesillerin suçu değil. Biz bu tanımı gerçekten hak ediyoruz. Fakirliği bitiren, Dünya Savaşları’nda devleri yenen bir nesilden iki sonraki neslin bu kadar aşağıda kalması ne eğitimle ne de materyalizmin yükselişiyle açıklanabilir. Neyle açıklanır ben de bilmiyorum ama sebep sanılanlardan biri değil. Kaybettiklerimizin umrunda olmamasını kim öğretebilir ki? Suçluluk duygusundan yoksun olmayı, başsız her harekete sahip çıkmayı, gerçeği bir saniye bile aramadan görüneni kabul etmeyi... Biz klişeleri haklı çıkaracak kadar kötü bir nesiliz ve benim babamla olan ilişkimi bir kitap sayesinde gözden geçirecek kadar kör olmam da bunun kanıtı. Daha önce nasıl görmem? Çünkü ben gelmiş geçmiş en kötü, en tembel, en korkak, en rahatına düşkün, en üşengeç, en rahat neslin üyesiyim. Sahip olduklarım umrumda değil, sahip olamadıklarımsa rüyalarımda hep baş köşede. Daha nasıl anlatılır ki? Savaşsız, göçsüz nasıl kaybeder insan babasını? O ellerin onu ne büyük bir istekle çektiğini nasıl görmez? Savaşın ve göçün olduğu yerde hikâye asla tamamlanamıyor. Farklı yerlerde, farklı zamanlarda yaşamış, birlikte olması gereken insanların parça parça hikâyelerini birleştirmek zorunda kalıyorsunuz her zaman. Erken ölümler görüyorsunuz, erken kopuşlar oluyor hiçbir sebep yeteri kadar büyük değilken. Benim savaşım neydi, ben nereden göç ettim bilmiyorum. Benim de hikâyem babamla tamamlanamadı. Aynı yerde olsak da farklı zamanlardaydık. O belki de oğlu olmayı hak ettiğim tek zaman dilimi olan çocukluğumu isterken yanında, ben ondan uzaklaşmanın hayâlleriyle yetişkinliğe koşuyordum. Böyle bir insan evladı nasıl affeder ki kendini? Tüm dünyayı dolaşıp arasa hareketinin haksızlığını azaltacak tek bir bahane bulabilir mi? Ben söyleyeyim, aradım ve öyle bir bahane yok. Neden Tahir gibi hissediyorum? Diğerlerinin hikâyeleri nasıl doyursun beni babama ya da kendi hikâyeme? Başkalarının dertlerini okuyarak kendi derdim yokmuş gibi avunurken bulmak mıydı kendimi planım? Savaşların hikâyesi olmuyor, tamam. Benim hikâyem neden yarım yamalak? Beni iyi hâlimle hak eden tek insan evladına lâyık olmadığımı hissederken bulacaktım madem kendimi, en kötü savaşların ortasında kalsam daha iyi değil miydi? İyi olduğum tek şey işte bu retorik soruları sormak. Hiçbir sorumda cevap beklemem merak etme bunu okuyorsan. Sadece bil dertlerimi ki kendi dertlerinden uzaklaş birkaç dakika için. Benim hayatım bunlarla geçti, tecrübeliyim merak etme... Açık bırakılmış uçlarla dolu bir kitap varsa elinizde ve asla dolduramayacağınızı bildiğiniz bir boşluk taşıyorsanız başınızın üstünde ve göğsünüzde, çok da farklı değiliz. Sadece bilmeniz gerekenleri söylüyorum, hiçbir şey bahane değil babayla yaşayamadıklarımıza. Şimdi korktuğum güne yaklaşıyorum savaşlar ya da göç olmadan. Babamın ardından bakacağım hiç sevmediğim insanların omuzlarında giderken. Bana ne Müge İplikçi’den de bayağı, yarım hikâyelerinden de...
Çocukluğu Anımsamak Yaşarken her ne kadar fark edilmese de zaman hızla akıp geçiyor. Bazen günün koşuşturması bitmek bilmezken, taşıdığımız stresin hayatımızın akışını yavaşlattığını sanabiliriz. Bu algı kısmen doğru olsa da aslında olan şey zamanın geçmesini istemememizden kaynaklanan bir çeşit inkârdır bana göre. Çünkü zaman geçtikçe doğamız gereği büyüyoruz, yaşlanıyoruz. Çocukluğumuzda sahip olduğumuz tozpembe hayatlarımızdan saniye saniye uzaklaşıp daha çok sorumluluğa, daha çok strese yaklaşıyoruz. Olgunlaşmanın acı bir sonucu olarak karşımıza çıkan bu durum bizleri bu gibi yoğun anlarda geçmişe doğru giden bir esintiye muhtaç bırakıyor. Keşke kelimesini tekrarlamaya başlıyor zihin. Keşke büyümeseydim, keşke çocukluğuma geri dönebilseydim gibi… Çocukken korkmazdım ben büyümekten. Büyüdükçe etrafımdakilerin beni gerçekten dinlemeye başlayacaklarına inanırdım, onlarla daha fazla vakit geçireceğime. Misafir geldiğinde ailemle birlikte kahve içebilecektim çünkü, sen çocuksun kahve içemezsin kalıbıyla karşılaşmak zorunda kalmayacaktım. Annemle babamdan salona ben gelince başlayan fısıldaşmalarının neler olduğunu öğrenebilecektim çünkü. Sen çocuksun, anlamazsın ile geçiştirilmeyecektim. Yeni demlenmiş çaydan kendime bir bardak koyabilecektim mesela, çocuksun daha, dökersin ile engellenmeyecektim. “Sen daha çocuksun” kalıbıyla karşılaşmamak için istiyordum ben büyümeyi özetlemem gerekirse. Başka bir örnekle anlatacak olursam, kuzenlerimin benden büyük olmamasını istememden kaynaklanıyordu büyüme isteğim. Çünkü onlardan benim yaşlarımdayken, küçüklüklerinde, oynadıkları oyuncaklarını bana vermelerinideğil, onlarla aynı yaşları paylaşırken birlikte oyunlar oynamak istiyordum. Öyle bir anlayış vardı çünkü ailelerde, küçükken kullanılan şeyleri şu an küçük olanlara vermek ile ilgili. “Eşyalar konu komşu ya da aile bireyleri arasında elden ele geçer öyle kullanılırdı. Mutlaka birimizin bir yatağı ya da dolabı birinin eskiden kullandığı bir eşya olurdu.” Ve büyüdüm. Ailemden uzakta, bambaşka bir şehirde, benimle eşit tecrübesizliğe sahip insanlarla yeni bir şehri tanırken bir yandan da eğitimimi sürdürüyorum. Artık kendime ait sorumluluklarım var; takip etmem gereken derslerim, yapmam gereken ödevlerim, alışmam gereken bir yurt ortamı var. Bir birey olmayı, büyümeyi öğreniyorum artık. Ancak geçen her bir dakika, küçüklüğümde sahip olduğum korkusuzluğuma doğru bir özlem yolculuğuna çıkıyorum. Hayatın kolay olduğu o zamanlara… Anaokulu zamanlarıma mesela. Her şeyi gözlemleyebilecek, anlayabilecek kadar büyük, ancak hâlâ çocuk kategorisinde değerlendirilip üzerime hiçbir sorumluluk yüklenmeyecek kadar küçüktüm. Basit hedeflerim vardı kendimce, ama en büyük eğlencem, en büyük hedefim okul bitiminde bir an önce eve gelip ardından dışarıya çıkmaktı arkadaşlarımla. Evimiz her ne kadar bir apartmanda olsa da tam karşımızda başka apartmanlar değil, yemyeşil bir çamlık vardı. Kuş sesleri araba seslerinden daha ön plandaydı oturduğumuz sitede bu sayede. Annemin de çocukluğu burada geçmişti. Onun zamanında birkaç fidandan ibaret olan bu çamlık, şimdi küçük bir ormanı temsil ediyordu gözümde. Evden koşar adımlarla çıkar, bu çamlığa ulaşır ardından ağaçların arasında kaybolurdum. Ağaçlara çıkıp onların meyvelerini ilk tadan olmanın verdiği heyecanla gurur duyardım. Saklambaç oynamayı çok severdim mesela bu çamlıkta, binaların, durakların arkasına saklanmak yerine ağaçlar, çalılıklardı gibi doğal yerlerdi saklanma yerleri çünkü. Kar yağdığında daha da çok severdim bu yeri, evimden bir değil onlarca yılbaşıağacını görebilirdim çünkü, kendimi arkadaşlarımdan daha şanslı hissederdim. Hayatımda ilk kez bir kirpi gördüğümde sahip olduğum heyecanla yine bu çamlıktaydım ben. Mutluydum, heyecanlıydım, en önemlisi stressizdim. Ardından ilkokula başladım. Sorumluluklarım başladı. Yine de mutluydum, çünkü hayatımda değişik şeyler tatmayı, deneyimlemeyi seviyordum. Bir şeyler başarmayı da seviyordum ben. Bir şekilde hayattan zevk almayı becerdiğimden, yüzümdeki gülümsemeyi asla silmediğimden büyüdüğümü fark etmedim, büyüdüğümü düşünmedim, büyüdüğümü unuttum. Gözlerimi bu mutluluk sihrinden arındırıp kırpıştırdığımda yüzümdeki gülümseme silindi. Artık o bir an önce büyümeyi isteyen, hayata her zaman pozitif bir çerçeveden bakan çocuk değildim. Hayatım bir şekilde yolunu çizmiş, şekillenmişti ben içimde mutluluğumu yaşarken. Artık çocuk değildim. Bu nedenle ihtiyacım vardı “keşke”lere, beni zaman yolculuğuna çıkaracak diğer tüm bağlaçlara, diğer tüm eklere… Kimine göre yanlıştır belki geçmişte yaşamam, mutluluğumu sadece çocukluğumla bağdaştırıp günümüz dünyasındaki pırıltılara gözlerimi kapamam. Ben biliyordum ki günümüzde de sahip olduğum olgunluğumla da birçok mutluluğa tanıklık edebilirdim. Benim aradığım, saf mutluluktu, karşılıksız mutluluktu oysa. Karşımdaki benim mutluluğuma aracı olurken ki acaba onun bundan çıkarı ne olacak düşüncesi değil. Belki de çocukluğumda özlediğim şey mutluluk değil, karşılıksız güvendi kim bilir. Karşılıksız güveni, mutluluğu, kaygısızlığı özlüyordum ben kısaca, bu yüzden ihtiyacım var çocukluğumdaki “o zamanlara”, “o anılara.” Hayatlarımız fark etmeksizin akıp giderken günümüz dünyasından yakınıyoruz çoğu kez. Kendimizi bir karmaşanın merkezine hapsolmuş gibihissediyoruz ve bizi bu karmaşadan kurtaracak çıkış yolları arıyoruz. Çocukluğumuz, bizlere günümüz dünyasında eksikliğini yaşadığımız çoğu duyguya ulaşma imkânı tanırken, bizler de yavaş yavaş “geçmişi anımsama” alışkanlığı ediniyoruz. “Ben çocukken”, “çocukluğumda”, “biz o zamanlar”, “-dık” kalıplarını dilimizden düşürmez hâle geliyoruz. Başlarda zararsız birer özlem belirtileri olan bu kalıplar zamanla bizlerin günümüz dünyasından zevk almamızı engelleyebiliyor. Bu nedenle, çocukluklarımıza uzanan yolculuklarımızda geçmişimiz ile günümüz dünyası arasındaki dengeyi iyi bir şekilde oluşturmamız gerektiğini düşünüyorum. Sinem Karaömeroğlu Kaynakça Ayyıldız, Ayçe. Biz O Zamanlar Baaçede Oynardık. İstanbul: Doğan Kitap. 2016. 1. Baskı.
Ahmet Kağan Kaya AH O ESKİ GÜNLER İnsanlık tarihinin son 500, 100 hatta 50 yılı incelendiğinde hayatımızın eskilere nazaran çok farklı bir doğrultuda ve hızda ilerlediğini görebiliyoruz. Günümüzdeki teknolojik, bilimsel ve ekonomik gelişmeler ile birlikte dinamik, sürekli bizi değişmeye zorlayan ve değişmeyi başaramayanları acımasızca ardında bırakan bir düzenin parçaları haline geldik. Bu gelişmelerin, çoğu zaman hayatımızın yaşanabilirliği adına bize pek çok avantaj sunduğu tartışılmaz bir gerçek fakat bizim toplumumuz gibi gelenek ve göreneklerine bağlı, kültürünü korumayı ve gelecek nesillere aktarmayı önemli bir amaç haline getirmiş toplumları kendi özünden uzaklaştırdığını da kolaylıkla gözlemleyebiliyoruz. Bundan dolayı bugünlerde "kuşak çatışması" denen olgunun çokça gündemimizde yer aldığını görüyoruz. Peki bu kadar kısa zamanda, yaşam tarzımızı ve kültürümüzü inanılmaz büyüklükte değiştiren etkenler nedir? Aslında durumun komplike olmasından dolayı etkenlerin de karışık olmasını bekleyebilirsiniz ama özellikle bizim toplumumuzu doğru bir şekilde gözlemlerseniz, etkenlerin aslında hemen dibimizde olduğunu kolaylıkla görebilirsiniz. Yemyeşil bahçeler içinde beştaş ve misket oynayan, bayramlarda sokak sokak dolaşıp şeker toplayan, okula simsiyah okul üniformaları ile giden, aile ekonomisi için erken yaşta çalışmaya başlayan çocukların yerini artık betondan binaların arasına sıkışmış, bilgisayar ve telefondan kopamayan ve ebeveynlerinin onların rahatlığı için yaşadığını düşünen çocuklar aldı. Ayçe Ayyıldız 'ın "Biz O Zamanlar Baaçede Oynardık" isimli kitabında bulunan kesitler ve kendi tecrübelerim sayesinde iki jenerasyon arasındaki bu farkı belirgin bir şekilde görebildim. Özellikle son 20 yıl içerisinde inanılmaz bir hızla gelişen teknolojinin o dönemlerdeki eksikliği, ülkemizin o dönem içinde bulunduğu yoksulluk ile beraber insanlara hem avantaj hem de dezavantaj oluşturmuş. Günümüzde elimizin altında bulunan ve hayatımızı büyük ölçüde kolaylaştıran birçok alete o dönemde sahip olamayan bu insanlar, maddi anlamda da büyük zorluklarla mücadele etti. Maddi zorluklar sayesinde azla yetinmeyi çok iyi öğrenmiş eski kuşak, bugünün insanlarının aksine küçük değişiklikler ile mutlu olabiliyordu. Öte yandan bütün zorluklara karşı insanların elindeki tek gücün aralarındaki birlik duygusu olması, aralarındaki sevgi ve samimiyeti de güçlendirdi. Dede ve ninelerimizin bugün en çok samimiyeti ve sadeliği aramasının en önemli nedeni de bu olsa gerek. Televizyonun hayatımıza dâhil olmasıyla insanlar, hayatlarını televizyonun aktif olduğu saatlere göre ayarlamaya başladı. Öte yandan cep telefonlarının, akrabasıyla 1-2 dakika konuşabilmek için 1-2 saat sıra beklemek zorunda kalan o dönemin insanları için ne kadar inanılmaz bir buluş olduğunu anlatmama gerek yok herhalde. Bu iki önemli aletin insan hayatına hızlıca dâhil olması ve buna paralel bir biçimde ülkemizin düzelen ekonomik şartları, insanımızın düşünce yapısını ve yaşam tarzını önemli ölçüde değiştirdi. 1990 yılında tanıtılan ilk akıllı telefonlar ile birlikte insanlık tarihi için önemli bir döneme yani "Akıllı Teknoloji" dönemine girdik. Bunun akabinde televizyonlardaki kanal sayısının artması ve Web 2.0 teknolojisinin üretilmesi sayesinde bilgisayar, cep telefonu ve televizyon, hayatımızın ayrılmaz parçaları haline geldi.Teknoloji hayatımıza hızla ve gizlice girdi ve koca bir toplumun yaşam tarzını tümden değiştirdi. Çocukların sokaklarda oynamak yerine dört duvarın arasına sıkışıp bilgisayar oyunu oynadığı, yetişkinlerin saatler boyunca televizyon karşısında zaman öldürdüğü ve nedeni bilinmeksizin insanlar arasındaki samimiyetin kaybolduğu ilginç bir zaman dilimine girdik. Sözde "sosyal" medya bizi sosyal yapması gerekirken yalnızlaştırıyor, "Akıllı" telefonlar özellikleriyle bizi gereksiz zaman kayıplarından kurtarması gerekirken bütün önemli zamanımızı öldürüyor. Öte yandan insanların maddi durumlarının önemli bir düzeye yükselmesi de kuşaklar arasındaki farkın oluşmasında büyük rol oynuyor. Eskiden okula gitmek isteyip ailesinin zor durumundan dolayı okuyamayan eski kuşağın torunları, okulu bir angarya olarak görüyor. Çocuklara bayramdan bayrama elbise alındığı dönemlerdeki çocukların mutluluğuna, bugün bir dediği iki edilmeyen çocuklar ulaşamıyor. Zorluklar içerisinde yaşayan ve bu zorlukları birlik ve beraberlikle aşan samimi insanların yerini teknolojinin başkasına muhtaç bırakmadığı bir ortamda yetişen bencil ve egolu bireyler alıyor. İnsan ilişkileri adına büyük önem taşıyan samimiyet ve karşılıklı saygı kavramlarını da bundan dolayı günümüzde maalesef kaybetmiş bulunuyoruz. Gelenek ve göreneklerimiz adına yapılan birçok işi yapmıyor veya samimiyetten yoksun ve isteksizce yapıyoruz. Bundan dolayı toplumumuzun temel yapıtaşı olan kültür ögelerinin çoğu unutulmuş veya unutulmaya yüz tutmuş hale geldi. 19 yaşında hayata atılan yeni bir birey olmama rağmen kendimi, 10 yıllık zaman aralığında toplumumuzun nasıl hızla değiştiğine şahit olmuş ve bunun nedenini anlayabilmiş şanslı kişilerden sayıyorum. 1500 yıl önce yaşamış biriyle 500 yıl önce yaşamış birinin düşünce yapıları arasında çok büyük fark olmamasına rağmen günümüz insanı, ebeveynlerinin hayatına dahi yabancı kalabiliyor. Bunun nedenin yazımda çokça bahsetmiş olduğum teknolojinin aslında bir de göstermek istemediği bir yüzünün olmasındandır. Bugünlerde sıklıkla duyduğumuz narsisizm, dogmatizm gibi toplumumuzun temelini çürüten kavramları, teknolojinin ayaklarımıza taktığı birer pranga olarak görmemin yanı sıra jenerasyon farkının da en büyük nedenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Güçlü bir rekabet ve önyargı ortamının oluştuğu acı bir gerçek ve bu gerçek, kaynağını gelenek ve göreneklerden alan güçlü bir toplum yerine toplumdan ayrı bencil bireyler oluşmasına neden oluyor. Bu tehlike karşısında herhangi bir önlemin alınmaması duruma hala gereken önemin verilemediğini gösteriyor fakat yoksul hayatlarına rağmen mutlulukları eksilmeyenlerin yerini psikolog sıralarında bekleyenlerin alması, yürüdüğümüz bu yolda yanlışlıkların olduğunu ve bunu düzeltmemiz gerektiğini gösteriyor. Kaynakça 1)https://nediyor.com/akilli-telefonlarin-tarihcesi-kimler-geldi-kimler-gecti/ 2)https://www.theguardian.com/technology/web20
Elif Sena GÜLER GÜNEŞSONRASI BİZE KALAN İZLER Hatırlama, zamanın geri dönüşsüzlüğü son birkaç on yılda mı insan zihnini bu denli meşgul etmeye başladı emin değilim, ama sanki geçmişe uzanabileceğimiz materyaller arttıkça o anları geri getirme isteği de aynı oranda artıyor. Özlemle bağdaştığını sanırdım bu hatırlama duygusunun ama esas etken özlem olmayabilir. Galiba esas etken geçip gitmiş olması, geri alınamaz, tekrarlanamaz olması. Her an kendince yenilenemezdir ama onu zaman karşısında yenilmez hale getirmek için çabalar dururuz. Fakat fotoğraflar, videolar, ses kayıtları yetmez ‘’zihin kameramızda’’ canlı tutmaya ne yaşadığımız anları ne de onları beraber yaşadıklarımızı. Zamanı gelir gidilen bir tatilden geriye yalnızca kesik kesik sahneler kalır insanın belleğinde. Hatırlanan tek bir kare vardır, masanın üzerindeki polaroid bir de kurulan cümlelerden kesitler, zihne kazınan kelimeler, ‘’neden burada kalamıyoruz ki’’ (Wells) diyen sesinin tınısı, arka fonda bilmediğin bir dilde söylenen şarkı, yıllar sonra olur da ansızın tekrar duyarsan kısa bir an için dudağının kıvrımlarının hafif belirdiği şarkı. Daha sonra o anları hatıra olarak kalmaktan alıkoyan ise gülen yüzlerin arkasında gizlenen ve ışık kapandığında beliren mutsuzluğu fark etme hissiyatı olur. Tuttuğun yası daha da acı verici kılan değiştirebilirdim inancı ortaya çıkar. Ta ki yaşamın gözünü açtığın ilk andan itibaren sana vadettiklerinin değişmediğini kendine öğretene dek, ta ki yas azalmasa da onunla yaşamayı öğrenene dek de gitmez. Artık alıştım dediğin bir zamanda ise imkânsız bir geleceği öngördüğünün farkında olmadan kurduğun cümleler farklı özne ve nesnelerle gerçeklik bulduğunda elde kalan birkaç hatıraya sığınarak ilk günkü görünürlüğünde yeniden sarar benliğini yas. Yaşanırken paylaşılmayan, ateşinde beraber kavrulamadığın bir acıyı sonradan öğrenmenin bıraktığı yük ise hiçbir zaman terk etmemiştir zaten.Paylaşamadığımız duyguların çokluğunu belirlemek zor olsa gerek zira paylaşmadıkça aynılıklarını görmüyoruz. Paylaşmadıkça her şeyin karşı taraftaki gibi değil bizdeki gibi yaşandığına ikna ediyoruz kendimizi çünkü duygularını paylaşamadığımız anlara ortak olmak değersiz geliyor. Bu yüzden beynimiz tekrar tekrar kurguluyor belki de kesik parçaları, tam da bizim istediğimiz şekilde ya da kendimize haksızlık edip var oluşumuzu derin bir sorguya mahkûm bıraktığımız şekilde. İnsanın büyük olduğunu, her şeyi anlamaya kadir olduğunu sandığı küçüklük yıllarında kendisiyle paylaşılmayanlardan dolayı vicdan azabı çekmesi normal midir? Normalin ne olduğuna dair tartışmadan cevaplanamaz belki de bu soru. Belki de yıllar sonra kendisi de aynı duyguyla yoğrulduğunda hiç cevap alamayacağı bir hayal sahnesinin ortasındayken öncesinde tüm naifliğiyle sarılabildiği kollara vurarak neden paylaşmadın, neden kalıp beraber savaşmamıza izin vermedin deme hakkına sahip olduğundan normaldir. Bilmiyorum yaşamayı çok mu büyütüyoruz gözümüzde, yaşamla aramızdaki iplikleri oluşturan insanlardan biri artık yaşayamadığında cevaplanması elzem hale gelebilir bu soru, ben ise hiçbir zaman cevap verme ihtiyacı hissetmek istemiyorum. Elimde sadece fotoğraflar ve videolar bırakan anların yasını tutmaktan o anları beraber yaşadığım insanların yasını tutmaya geçmek milyon yıl ötedeki bir yıldızın yörüngesinde yaşamak kadar uzak geliyor şimdiki bana, çünkü kaybettiğimi düşünmek bile inanılmaz bir ağırlık veriyor göğsüme, ruhuma. Son tatilimizi son olduğunu bilmeksizin geçirmek, üzerine düşünmeden alışkanlık gereği sarf ettiğim görüşürüz’ü imkânsız geleceği öngörerek söylemek acımasızca ve adaletsiz geliyor. Bencilce de olsa hazır hissetmiyorum hayatla ve onun sorgulanması mümkün olmayan dengesiyle yüzleşip içinde kaybolmuş kendimi aramak mecburiyetinin ancak yapı taşımcasına benliğime kazınan yüzlerden birini göremez olduğumda gelip koca evreninin minik bir köşesinde tutunmaya çalışan beni bulmasına. KAYNAKÇA Wells, Charlotte. Aftersun. 2022.
Ahmet Batur Tülek Dünyamızın Güzelliklerini Harcamayalım Günümüzde ağaçlar önemini yitirmiş durumdadır. Etrafımızda nereye bakarsak bakalım her yere yeni konutlar, yaşam alanları yapılıyor. Bu durum Türkiye’nin her yerinde bu şekilde, isterseniz Doğu Anadolu Bölgesine bakın, isterseniz Marmara Bölgesine. İnşaat firmaları sürekli konut yapmak ve satmak için uğraşıyorlar. Tabii ki bu konuda sadece inşaat firmalarını, müteahhit’leri suçlamak doğru değil, insanlar da sürekli bir ev alma uğraşında, isteğindeler. Ben ev almanın kötü bir şey olduğunu savunmuyorum, ben birden fazla ev almanın ve bundan dolayı da inşaat sektörünün insanların isteği üzerine daha fazla arsa alıp, bu bölgede bulunan ağaçları kesip daha fazla konut yapmasından şikayetçiyim. Sürekli ağaçları kesip, yeni konutlar, binalar, gökdelenler yapmanın doğaya ve insana da etkisi azımsanmayacak kadar fazladır Şu an 21. yüzyılda yaşıyoruz ve bu devirde her evde en az bir araba var, hatta bazen evde yaşayan kişi sayısı başına düşen araba sayısı bile ikiyi üçü bulabiliyor. Bu konuda arabaların sayısı konusuna değinmemin sebebi ise bir yandan ağaçlar kesilirken, diğer yandan da dünya üzerinde araba sayısı bu kadar fazla iken havamız günden güne kirleniyor, oksijen oranı sürekli düşüyor ve bu da en başta sağlığımızı kötü etkilemekle birlikte birçok sorun yaratıyor. Sağlık sorunlarından en yaygın olanları ise baş ağrısı ve strestir. Tabii ki sadece arabalar değil havamızı kirleten fabrikalar, evlerdeki yaktığımız yakıtların atıkları da büyük rol oynuyor. Bu durumu düzeltmek, zararı en aza indirmek için yapılması gereken en basit olay, ağaçları korumak, yok ettiğimiz ağaçları geri kazanmaktır. Eğer hem ağaçları sürekli yok edip hem de sürekli havamızı kirleten faktörleri kullanmaya devam edersek gelecek nesiller için yaşanabilecek bir dünya bırakamayacağız. Ağaçları kesmenin, yeşilliklerle dolu dünyamızı beton yığını haline getirmemizin bir diğer kötü yanı ise, ormanlarda, ağaçlarda, toprakta yaşayan canlıların yaşam ortamını, hayatlarını yok etmemizdir. Yok ettiğimiz her orman, her ağaç için bekli de yüzlerce hayvanın, bitkinin yaşam alanını yerle birAhmet Batur Tülek ediyoruz ve genellikle bunu yaparken de kimsenin bitkileri ve hayvanları düşündüğünü zannetmiyorum. Bu şekilde dünyamızı sürekli betonlaştırdığımız için de birçok hayvan ve bitki türünün nesilleri tükendi veya tükenmek üzere. Bu nesilleri tükenmekte olan hayvan ve bitki türleri için şimdi o yok ettikleri doğal yaşam alanlarını onlara geri vermeye kazandırmaya çalışıyorlar çünkü nesli tükenmekte olan hayvanların sayısı gittikçe arttı ve o türleri dünyadan kaybetmek istemiyorlar. Aslında keşke sadece normal hayvanlar ve bitkiler içinde bu uygulamayı yapsalar. Onları kendi yaşam alanlarında bırakmalılar ve onları avlamak veya o bölgeye inşaat yapmak yasak olmalı. Eğer yapmazlarsa yakın zamanda normal hayvan ve bitki türlerinin de riske gireceğine inanıyorum. Fakat eğer dünya üzerindeki devletler tarafından böyle bir uygulamayı yürürlüğe konulursa birçok hayvanın ve bitkinin yaşama hakları kurtulmuş olur. Benim anlatmak istediğim şu ki biz bütün Dünya Gezegeni nüfusu olarak Dünyaya ve Dünya da bizden başka yaşayan canlılara (hayvan, bitki hiç fark etmez ) ve onların yaşam alanlarına saygı göstermeliyiz. Dünyada tek biz yaşıyormuş gibi davranmamalıyız. Tabii ki Dünyayı da düzgün kullanmalıyız, her yere bina, fabrika veya başka sebeplerle inşaat yapmamalıyız. Bununla beraber doğal kaynaklarımızı da düzgün kullanmalıyız, havamızı kirleten unsurları en aza indirmeli veya en kısa zaman içinde bir çözüm bulmalıyız. Dünya hepimizin ve uzun yıllar boyunca bizim kalacak ona iyi bakmak zorundayız…Ahmet Batur Tülek Referans; Fotoğraf : http://www.siralio.com
Berk Ünal Brendon Freely ve John Freely isimli babaoğul tarafından 2014 yılında oluşturulmuş olan Galata,Pera,Beyoğlu isimli eserde yüzyıllardır birçok farklı kültür ve medeniyete ev sahipliği yapmış olan Beyoğlu ve çevresi her ince detayıyla ele alınmıştır.Yıllara meydan okumuş ve asla kendi kimliğini kaybetmeyen bu semtler betimlemeler dolu bir dille ele alınmış ve bu çevrenin gerek kabadayıları gerekse yüksek sosyetesine uzanan detaya kadar yer verilmiştir.Beyoğlu’nu diğer semtlerden farklı kılan özelliği her ne kadar eski bir semt olsa da günümüz insanlarına da Beyoğlu’na her uğradıklarında birbirinden farklı tatlar tattırmasıdır. Beyoğlu hala o değerlerini korumakta uzun yıllardır var olan tarihsel yapılara ev sahipliği yapmaktadır.Eski halkın hala benlikleri devam ettirmekte olduklarını görebilmekteyiz Beyoğlun’da.Aynı kıraathaneye gelen o eski yaşlı nesil , gerek 100 yılı aşmış kafe ve restoranların varlığını sürdürmesi insanı hemen o tarihsel tarifi zor hislere kapılmasına neden olmakta.Beyoğlu’nda yürümenin verdiği o his o tadın kaynağı tarihsel kimliğini asla kaybetmemiş olmasıdır.Günümüzde Beyoğlu’nda o eski şık giyim kuşamlı insanlara,büyüklerimize rastlamak bile o tarihle duygu alışverişimize ön ayak olmakta.Eski bir nargileci de eski koltuklarda oturarak o ortamı o tarihi yaşamak bile benim bu çocuk ruhumu koskoca yaşlı eski bir adamın hislerine sahip olmayı ve onun kişiliğine bürünmemi bir an olsun o duyguları taşıyan bir karaktere bürünmeme olanak sağlamıştı.Bu tarz duygu geçişlerini tarih olmadan asla yaşanamayacağı kaçınılmaz bir gerçektir.Tarih bize biz farkında olmadan öyle artılar katar ki empati yapmayı aslında biz tarihle öğreniriz örneğin tarihte bir savaşı yorumlamak onun koşullarını şartlarını hayal edebilmek bizi hayal gücümüzün kaynağıdır. Beyoğlu’nun kalabalığı bile tat vermekte yürüken bizi eşsiz duygulara sürüklemesive o anki yalnızlığımızı derdimizi biran olsun aklımızdan uçurup götürmesi ve mutsuz bir insanını bile çok hızlı bir şekilde mutlu bir insana çevirebilmesi inanılmaz bir hediye olarak yorumlanabilir ancak.Tarihin izleri insanın kalbinin en uç noktalarına ulaşabilmekte ki bu sebeple tarihin kokusunu ve geçmişi kavranabilinmesi için eşsiz bir yer.Bu tarihi olgularla beraber yaşamak insanı çok derinden etkileyip değişmesine bile sebep olabilmekte.Örneğin bir rivayete göre Galata Kulesi’ne kimle çıkarsanız o kişiyle evlenirsiniz derler ben de bu rivayetle karşılaştıktan sonra Galata Kulesi’ne çıkabileceğim o özel insanı ve o güzel günü beklemekteyim.Tarih bize umut vadetmekte çünkü geçmişi yani başlangıcı olmayan herhangi birşeyin geleceğinin olaması beklenemez, iç güdüsel olarak bu imkansız.Örneklemek gerekirse;aynı sevgiye benzemekte tarih eski tarihi bilmeden geleceğe umutla bakmak imkansızdır çünkü biz bunu çocukluğumuzdan öğrendik daha hiç birşeyi hatırlayamayacağımız yaşlarımızda annelerimiz bizim için harcadıkları emekleri algılamaya başladığımız andan itibaren annelerimize olan sevgi ve bağlılığımız artmıştır ve gerçek anne sevgisini tatmışızdır.Tarihte aynen böyle geçmişimizden ders çıkarmalıyız onu iy anlamalıyız ki geleceğimize de umut dolu sevgi dolu bakabilelim. Ülkemiz gerek jeopolitik konumu gerekse verimli topraklarından dolayı tarih boyunca boyunca birçok medeniyiete ev sahipliği yapmıştır bu sebeple aslında korunacak birçok yerimiz var ve Beyoğlu bu yerlere örnek olabilcekler listesinin en başında gelmekte.Umarım tarihe karşı olması gereken bu özen ve saygı olgusu oluşur veya bu farkındalık seviyesi daha da artar.Bu konu hakkında daha fazla yatırımlar ilgili mercekler tarafından yapılmalı ve tarihimizin izlerini kaybetmeden gelecek nesillere taşınmalıdır.Umarım ki gelecek nesillerde tarihin bize hissettirdiklerini daha derin ve daha dolu dolu yaşabilirler.Bu hem toplum gelişimi hem de kültürel varlığın en kesin yoludur.Unutulmamalıdır ki Beyoğlu İstanbuldur İstanbul’da dünyadır.
Cihangir Mercan İSLAM’IN BAŞKA BİR YANI: MİHMANDAR Son zamanlarda İslam kimliği şiddet, ölüm ve katliamla özdeşmiş durumdadır. Ülkemize ve Batı ülkelerine yönelik terör saldırıları ve bunların sorumluluğun üstlenme biçiminde İslam dinine ait söylemler kullanılması buna sebebiyet vermiştir. Müslüman olan her birey şu an dünyada korkulan bir kişidir. Korku, bu bireylerin toplumdan dışlanmasına, damgalanmasına ve ötekileştirilmesine yol açmaktadır. Türkiye genel itibariyle Müslüman bir ülke olduğu için bu durumdan uluslararası platformlarda; ekonomik, sosyal ve politik açıdan zarar görmektedir. Yaşadığımız coğrafya gereği böyle bir kadere sahip olsak da; Müslümanlara karşı algıyı düzeltmeye en yakın ve Batı tarzı yaşam tarzına sahip bir ülke olarak üzerimize düşeni yeterince yapmıyoruz. İskender Pala’nın Mihmandar eserini okuduğumda birilerinin bu sorumluluğu alarak harekete geçtiğini fark ettim. Öncelikle kitabın konusunun İstanbul’u fethetme arzusuyla yanıp tutuşan Eyüp Sultan olmasına rağmen; kitapta İstanbul’un fethinin Hristiyanlara ait olmasından dolayı olmadığını belirtmeliyim. Yani başka bir deyişle, Eyüp Sultan, seksenine merdiven dayamış biri olarak; İstanbul’un başka bir ilahi dine sahip kişiler tarafından yönetildiği gerekçesiyle fethe çıkmamıştır. Bu şekilde bir motivasyonunun olmamasının sebebi İslam’ın katliam ve şiddet dini olmamasıdır. Eyüp Sultan’a bu cesareti veren Hz. Muhammed’in bir hadisidir ve hadis başlı başına işgalden ve katliamdan bahsetmiyordur: “Konstantinniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” Bu kitapta İslam bir kulun, bir elçi sayesinde, yaratıcıyla olan ilişkisini bence kurgusallaştırmıştır. Başkarakterin kurgunun ötesinde tarihi bir kişilik olması da eserin inandırıcılığını fikrimce artırmıştır. Eyüp Sultan bütün sefer boyunca inancından aşkla bahsetmiştir. İstanbul, ona göre İslam’ı daha fazla hissetmek için bir araçtır. Yazar; Eyüp Sultan’ın yolculuğu sırasında karşılaştığıCihangir Mercan kişiler tarafından durumunun delilik, bilgelik, cahillik, kutsanmışlık olarak değerlendirilmesinden çekinmemiştir. Bu çok sesli anlatımda ilginç bir demokrasi adaptasyonu sezdiğimi söylemeliyim. İslam’ın ne kadar uygulanmaya geçirilemese de; öğretilerindeki sevgi ve hoşgörüden ötürü aslında demokratik bir inanç sistemi olduğu tartışılabilir. Ben kitabı okuduktan sonra bu fikrin aslında o kadar uçarı olmadığını düşünmeye başladım. İslam, şu anki hâlinden farklı olarak, sorgulayan ve sorgulamayı sevenlerin dini olduğunun altını çizmek istiyorum. Yine de İslam’ın bir nevi buyurmasıyla çıkılan bu fetih yolculuğunun şiddet ve katliamla sonuçlanacağını düşünmek mümkündür. Ancak savaşın dini ve ideolojik boyutunun kişiler ve kurumlar tarafından oluşturulduğunu unutmamak gerekir. Hz. Muhammed’in bu sözü müminleri harekete geçirecek kadar kuvvetli olmasına rağmen, nasıl harekete geçilmesi gerektiğini içermiyordur. Bu doğrultuda kişinin İstanbul’u fethetme biçiminin bütün İslam’a atfedilmesinin sığ bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Nitekim Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettikten sonra uyguladığı politika gurur ve onur vericidir. İşte tam da bu yüzden bu kitapların daha fazla okunup daha fazla yazılması gerektiğini düşünüyorum. İslam’ın itibarının düzeltilmesinin ancak bu yoldan geçtiğine inanıyorum. Sonuç olarak dünyanın pençesinden kıvrandığı terörü tanımlayan öğelerden birinin de İslam olması rahatsız edicidir. Bunu değiştirmek bizim toplumumuzun yaşadığı coğrafya ve insanlığa hizmet etme bağlamında sorumluluğudur. Edebiyat, sinema ve sanat bunun en iyi yoludur çünkü Batı bu tarz açıklamaların bireyselliğe dayandığı için samimiyetine daha çok inanmaktadır. Savaşın ve nefretin, damgalamanın ve öfkenin, ötekileştirmenin ve dışlamanın kimseye faydası yoktur. Düşman olmak aynı bütünün parçası olan canlılar için söz konusu olmamalıdır. Dünya tarihi düşmanlıkların yarattığı insan dışı uygulamalarla doludur. Artık insanoğlunun hata yapma lüksü kalmamıştır. Çünkü bir kez daha yaşanacak bir parçalanma herkesin sonunuCihangir Mercan getirecek kadar kuvvetli ve benzersiz olacaktır. Bu fikirlerin savunucusu ya da karşıtı olsanız bile kitabı okuyarak düşünce sisteminizi sorgulamanız gerektiğini her şekilde inanıyorum. Ön yargının, şiddetin ve savaşın ancak bu şekilde önlenebileceğine inanıyorum.
MAĞARA ADAMI İnsan ırkının gezegen üzerinde yürüdüğü ilk zamanlara gidelim. İnsan denen maymundan hallice varlığın fiziksel özelliklerine baktığımızda tarih öncesi dünyanın koşularında hayatta kalabilecek son canlı olduğunu söyleyebiliriz. Bireysel düzeyde bir dağ aslanıyla bile mücadele edemeyecek durumda, yavruları on yaşına gelene kadar annelerine muhtaç, ne pençesi, ne de keskin dişleri var. Peki insan nasıl oldu da gezegenin besin zincirinin en üst halkasına ulaşabildi? Muhtemelen çoğu kişi insanın sahip olduğu bilinç sayesinde bu başarıyı elde ettiğini söylecektir, bu kısmen doğru olsa da tam olarak yanıt bu değildir. Bilincin ne olduğu ayrı bir yazı konusu olsa da bugün genel anlamda kabul gören görüş, insan ırkının sahip olduğu komplike sosyal yapılanma sebebiyle bilinç geliştirdiği yönünde. Bu sosyal bağ genlerimize o denli işlemiş durumundaki sözde modern dünyanın gene sözde bireysel insanlarında bile hala o mağara adamının izlerini görebiliriz. İş yerinize bakın, okulunuza bakın ya da daha yakın olarak evinize bakın. Adı konulmamış bir hiyerarşiyi görebilirsiniz. Övülmek kimin hoşuna gitmez? Ya da kim içinde bulunduğu modern “kabilelerde” popüler olmak istemez? Bunlar istemsiz olarak içimizde bulunan istekler. Geniş bir açıyla bakıcak olursanız hala mağara adamlarından öte değiliz, geçmişten farklı olan tek şey mağara adamı demenin hakaret sayılması. Jose Saramago’nun Mağara isimli romanı benim kişisel favorilerim arasında. Burada romanın detaylarına girmeyeceğim ama roman tamamen Plato’nun Mağara Alegorisi üzerine işlenmekte. Günümüzde Dünya tüketici kapitalizmi denen düzenle yürütülmekte. Tıpkı Plato’nun Mağarası’ndaki, gölgeleri gerçeklik bellemiş tutsaklar gibi bizlerde bu şirketlerin bize yansıttığı “gerçekliği” kendi gerçekliğimiz olarak belledik, belliyoruz. Bu konuyla ilgili John Carpenter’ın They Live adlı filmini izleminizi öneririm. Paranoyak gibi görünmeyi bir kenara bırakıp gerçekten düşündüğünüzde yazdıklarımın haklılığını farkedeceksiniz. Dünyada giderek çok uluslu mega şirketlerin sayısı artıyor, en basitinden lobicilik denen bir kavram türedi. Dev mega şirketler tarafından kurulan bu lobiler o kadar etkili ki ülkelerin seçimlerinden tutun, ekonomi politikalarına kadar herşey kontrol altında. İnanmıyorsanız Monsanto’ya bakabilirsiniz. Ülkemizden örnek verecek olursak beyin travması geçirmenize sebebiyet veren dizilere bakın. Dizilerin yüzde sekseni, toplumun sadece yüzde birlik kesimi olan jet sosyetenin lüks ve şatafatlı hayatlarından kesitler sunuyor ve bu hayatlar yüzde doksandokuza “ideal” olarak lanse ediliyor. İnsanlara gerçekte ihtiyaçları olmayan ürünleri pazarlıyorlar. Asgari ücretle çalışan insan günde sadece bir öğün yemek yemeyi göze alarak “ayfon” taksitine giriyor, üstelik hiçbir sebep olmadan. Tek sebep o “ayfonun” neredeyse soyut bir dünyada geçen televizyon dizisinde o asgari ücretle hayatta kalmaya çalışan insana elitlik olarak lanse edilmesi. Hepimiz bir mağaraya bağlanmış tutsaklarız, arkamızda ise bir ateş yanıyor, ateşin önünden kuklalar geçiriliyor, geçirilen kuklaların gölgesini ise biz gerçeklik olarak algılıyoruz. Fakat bu düzen yeni bir şey değil. Aslında yüz bin yıldır aynı olan bir olgu bu. Günümüzdekinin tek farkı artık bu olay global bir düzeyde gerçekleşiyor, daha sistematik ve daha organize ancak sistemin yakıtında bir değişiklik yok. Tüm devre insan denen hayvanın en büyük zaafından ibaret, sosyal popülasyon içinde kabul görme çabası. Bu mega şirketlerden önce milliyetçiler bunu kullanıyorlardı, insanlar sırf bir aidiyet duygusuna sahip olmak için birbirini öldürdü bu gezegende. Düne kadar birbiriyle komşu olan insanlar gene bir grubun çıkarları için bir anda “milletlere” bölünüverdi. İkiyüzyıl önce millet denen bir kavram yoktu ama o zamanda Müslüman vardı, Hristiyan vardı, Yahudi vardı. Binbeşyüz yıl önce Müslüman yoktu, Hristiyan yoktu, Yahudi yoktu, Romalı vardı, barbar vardı. İkibin yıl önce ise Roma yoktu, A şehir devleti vardı, B şehir devleti vardı. Onlardan Önce ise C kabilesi vardı, D kabilesi vardı. Onlardan öncesinde ise zaten aidiyet duygusu hissedecek birbilincimiz yoktu. Kısacası mağara adamı baki kaldı sadece ona artık modern insan diyoruz. Tas aynı kalsada hamam değişti. Medya bizi özgürleştireceğine güdülecek koyunlara dönüştürdü, Facebook bizi birbirimize bağlamak yerine, samimiyetsiz yalan dünyanın vatandaşlarına indirgedi. Medeniyet olarak lanse edilen şey ise yedi milyar insanın içine sığabildiği bir “mağaradan” ibaret sadece.
HAYAT ÇEMBERİ Umutcan Aral Bilmediğim, büyük bir kapsamla bakamadığım, gizemli ve akıl üstü, diye nitelendirdiğim olaylara ve durumlara ilgim ve merakım oldukça fazladır. Bu durumlara, ölümün ve hayat, dediğimiz şeyin anlamının ve tanımının girmesinden daha doğal bir şey yoktur. Bazen kafamı yastığa koyduğumda veya sakin bir yerde hayallere daldığımda bir anda hayatım, hatırlayabildiğim kadarıyla on sekiz yılda tanıştığım kişiler, iyi başlayan ama tatsız biten arkadaşlıklar, karşılıklı önyargılar bir film şeridi gibi önümden geçiyor. Fakat bu olayları genelleyip hayatın ne demek olduğunu ve onu sembolik bir şekilde nasıl gösterebileceğimi bir türlü bulamıyordum. Bunları düşünürken muntazam giriş ve gelişme paragrafı olan ama sonuç kısmı getirilmemiş bir kompozisyonun sahibi gibi hissediyordum. Hakkıyla okunan ve gerçeklerle ele ele olan ama aynı zamanda gerçekleri bambaşka bir açıyla yorumlayan kitapların bulanık zihinleri berraklaştırdığına inanırım. Zihin, kitaptaki en küçük bir benzetmeyi veya romandaki karakterin deneyimini benimseyerek kitapta var olan düşünceye kendinden bir şeyler ekleyerek o konuyla ilgili var olan düşüncesini geliştirir. Özetlersem düşüncelerimiz tohumsa, kitap; sudur, topraktır. Ahmet Ulusoy’un kaleme aldığı “Hayat Apartmanı” kitabı da bu tanıma giren kitaplardan birisiydi ve “Ölümlü” bir vatandaş olan Mualla Hanımın son anlarındaki düşüncesi zihnime bir şimşek gibi çakmıştı: “Tebeşirin ucunu tahtaya değdirdi, yavaşça bir çember çizmeye koyuldu. (…) Çemberi tamamladığında hayatının da tamamlanacağı şeklinde bir korkuya kapıldı.” (Ulusoy, Sayfa124) Gerçekten de ilgimi çeken -matematiği sevdiğimden olsa gerek- üzerine düşünülmesi gereken bir fikirdi hayatı çemberi benzetmek. Hemen kâğıt kalemimi hazırladım, çizerek daha iyi anlayabiliyordum, kendimi Mualla Hanımın yerine koyarak kısmen de korkarak çemberi çizip son noktasını koydum. Çemberde ilk nokta ile son nokta aynı olmak zorundaydı. Bu iki noktayı -aslında aynı noktayı- bu kadar özel kılan durumu ve adına duruma göre “Ölüm” ve “Doğum” denmesinin nedenini anladım: İkisi bir bilinmezlikti, kapkaranlıktı, ürkütücüydü. Evet, doğum da ürkütücüydü çünkü ileride bir koalanın ağaca sarıldığı gibi ona sarılacağımız ama o an için bilinmezliklerle dolu, alışık olmadığımız mavi yeşil bir gezegene ayak basmış bulunuyoruz. Dünyanın o an için yabancısıyız. Belki bebeklerin dünyaya ilk ayak bastıklarında ağlaması da o sebeptendir. Sonrasında ilk nefes alışverişimizle birlikte o çemberdeki noktaları oluşturma ve onları birleştirme yolunda ilk adımızı atıyoruz. O andansonra hayatımız tutuşturulmuş bir ot gibi yanmaya başlıyor, kimi zaman doludizgin kimi zaman dingin, yandıkça çember tamamlanıyor, yandıkça ölüm noktasına yaklaşıyoruz. Düşündükçe bu benzetmenin çok daha kapsamlı olduğunu fark ettim. Peki, çemberin içinde kalan bölge neydi acaba? Beynimden yanıt gecikmedi: “Orada yaşadıklarımızın deposu, sevdiklerimizin sarayı, sevmediklerimizin de gecekondusu bulunur. Unutmadan o bölgeyi hayatın boyunca karşılaştığın kişilerin çemberleriyle paylaşırsın. İç içe geçmiş çemberler binlerce, milyonlarca…” Kağıdıma hemen annemin babamın çemberlerini çizdim, çemberimin içinin büyük bir kısmını onlara ayırdım, birkaç çember daha çizip kendi çemberimi onlarla kesiştirdim, onlar da arkadaşlarımdı. Ailem hayat çemberindeki en büyük en görkemli saraya layık olmalıydı, tam merkez noktasına onlara elimden gelen en iyi sarayı çizdim. Sevdiklerimi, çemberin tam orta noktasına; sevmediklerimi, bir an önce onlardan kurtulmayı umarcasına çemberimin en dışına yerleştirdim. Gerçi sevmediklerimden kurtulamayacağımın farkındaydım, hayat çemberinde her şey kalıcıdır, çemberdeki her şey yıllara meydan okuyan asla silinmeyen tükenmez kalemle çizilir. Elimde hayat çemberinin en basit örneği duruyordu. Eğer varsa gerçek hayat çemberimizin yanında, bu çember çok basit kalırdı. Ölüm noktasına doğru yaklaşırken hayat çemberi ağırlaştıkça geceleri uykular tutmamaya başlıyor. Soru işaretleri de artıyor; ona niye böyle davranmıştım, o bu kadar değeri hakkedecek bir kişi miydi, acaba hayat çemberimde leke bırakan X kişi şimdi ne yapıyor, sağ mıdır, ölmüş müdür gibi sorular bu soruların sadece birkaçı. Yavaş yavaş hayata karşı üstünlüğümüzün kalmadığını fark ediyoruz, gerçeklere kuruntu, deyip kendimizi avutuyoruz. Bu düşünceleri anlamak için daha çok gencim ama çoğu yaşlının bu cevapsız sorularla boğuştuklarını, gerçekleri kabul etmeyip daha genç olduklarına kendilerini inandırmaya çalıştıklarını hissedebiliyorum. “- Şarapla doldur tasını, tasın toprakla dolmadan,”- dedi Hayyam.1 Hayat çemberi ne sırf ölümden ibaret ne de sırf hayattan. Önemli olan onu bize sunulan bu hayatta onu iyi şeylerle doldurmak. Nazım Hikmet’in Rubailer adlı şiirinden alınan yukarıdaki dize her şeyi net olarak özetliyor; hayat çemberi eninde sonunda kaçınılmaz sona ulaşacak, hayatımız yanıp kül olmuş otu rüzgârın savurduğu gibi bu dünyadan savurulup başka diyarlara gidecek. Bizden arda kalanlar, tanınan bu sürede hayat çemberimizde yaşananlar 1 Ran, Nazım Hikmet.” Ruabiler-2.Bölüm”, https://web.itu.edu.tr/~altilar/siir/NazimHikmetRan/Rubailer.html,24.02.2019olacaktır. En önemlisi de hayatımızın iyiliklerle dolu olmasıdır hem bu dünyada hem de o uzak diyarlarda onlara ihtiyacımız olacak. “Küçücük bir iyilik bütün dengeleri değiştiriyor.”2 Kaynakça: Ulusoy, Mustafa. Hayat Apartmanı.İstanbul,2017. 2 Hayat Apartmanı Tanıtım Bülteni
GİZEM TURŞUCU NEŞE ÇETİNER 60-101 23.12.2014 BİReAŞKAeKAÇeŞARKIeSIĞAR? Karışık Kaset filmi bizlere 90’lı yılların keyfini tekrar tattıran ve bizi eskilere götüren şu anki vizyon filmlerinden biridir. Başrollerini Sarp Apak (Ulaş) ve Özge Özpirinçci’nin (İrem) paylaştığı film, izleyicilerini geçmişle şimdiki zaman arasında hoş bir yolculuğa çıkarıyor. İrem ve Ulaş aynı apartmanda yaşayan her gün beraber servis bekleyen ve günlerinin çoğunluğunu beraber oyun oynayarak geçiren iki komşu çocuğudur. Ulaş, İrem’e uzun zamandır platonik olarak aşk beslemektedir ve utangaç bir kişiliğe sahip olduğu için aşkını bir türlü itiraf etme cesareti gösteremez. Pop müziğine olan merakını babasından(Ali) alan Ulaş, babası sayesinde İrem’e olan aşkını dile getirme fırsatı bulur. Hislerini İrem’in yaklaşan doğum gününde söylemeyi amaçlar ve bunun için 90’lı yılların en bilindik aşk şarkılarını Karışık Kaset olarak derleyip İrem’e hediye eder. Fakat sonrasında İrem ve ailesi şehir değiştirmek zorunda kaldığı için 20 sene boyunca hiç konuşamazlar. 20 yıl sonra gazetede köşe yazarı olarak çalışmaya başlayan Ulaş, çocukluğundan beri en sevdiği sanatçı olan Sezen Aksu ile röportaj yapma fırsatını elde eder. Sonrasında Sezen Aksu’nun müzik albümünü almak için kitabevine gider ve orada çocukluk aşkı İrem’le karşılaşır. Bu sayede 20 yıl önce duran kaset tekrar dönmeye başlar… Filmde adı en çok geçen sanatçılardan olan Maria Rita’nın sözlerinde olduğu gibi “Gitsem mi yoksa burada mı kalsam? Seni aklımdan atmaya kalksam kalbimden gider misin ki?” Uğruna onca şarkı derlediğiniz insanı aklınızdan atmak kolay gibi görünse de aşkınızı kalbinizden uzaklaştırmanın aslında sanıldığı kadar kolay olmadığını görüyoruz. İlla ki hepimizin başından geçen o masum çocukluk sevdalarını şuan kaçımız hatırlıyoruz ki? Hangimiz çocukluk aşkımızla beraberiz? Çoğumuzun cevabı hayır. O anıları sadece gülerek hatırlıyoruz. Aslında bu film bizim gibi olmayan çocukluk aşklarını şuan gülerek değil de yaşayarak anımsayan İrem’le Ulaş’ın aşkını anlatıyor. Böyle bir aşkı küçümsemek mümkün mü? Adına onca şarkılar yazılmış ‘AŞK’ öyle bir şey ki 20 yıl sonra kalbinden attığını düşünsen bile hep içinde sevdiğine karşı beslediğin duygularla büyüttüğün bir ağaç. 20 yıl önce bu ağacı kesip attığını sanıyorsun ama bilmiyorsun ki ağacın büyümesini sağlayan köküdür. İşte aşk böyle bir şey; zamanla yok edeceğini sanırsın ama duyguların kökü besler ve aşkın daha da büyür. Eğer kalbinde birisi yer etmişse yapacak pek de bir şeyin kalmamış demektir aslında. Okunan her şiirde ve söylenen her şarkıda aklına gelir sevdiğin. Şarkılar sana onun yüzünü, gülüşünü anımsatır; birden yanında hissediverirsin. Âşık olduğun insanın değeri sende farklıdır ve bu yüzden aşk binlerce şarkıda farklı anlatılır. Belki de Ulaş’ın İrem’e olan aşkını bu yolla anlatmasının da nedeni budur. Her şarkı ona İrem’i hatırlatır…Sevenin gözünden her şey bambaşka gördüğümüz gibi. Peki ya sevilenin gözünden? Yani İrem’in. Seni seven bir adama âşık olduğunu fark ettiğin bir anda hayatını ne ölçüde değiştirebilirsin? Üstelik bir de evliysen! Evliyken eşini aldatmak aslında etik olmasa da insan sevdiği insan uğruna her şeyden vazgeçebiliyor. Aradaki mesafeyi çoğaltmak için yurtdışına gitmeyi seçiyor İrem ama nafile. Biliyor ki ne kadar çok uzaklaşırsa uzaklaşsın mesafeler onu Ulaş’a o kadar çok yakınlaştırıyor. Ulaş nasıl aşkının şarkılarla ifade ettiyse İrem’de Ulaş’a olan aşkını filme döküyor ve film için de film izletiyor bizlere aslında. İşte aşk tarifi zor ama hakkında herkesin bir parça tecrübesi olan bir duygu. Sevdiğine aşkını söylemek için türlü yollar ararsın ama aslında sözlere dökemezsin hatta bazen de melodilerle desteklemeye çalışırsın. Karışık Kaset derleyerek. Gene de bir aşka kaç şarkı sığar?
Yağmur Dingeç 21501410 Sınırlara Bağlı Kalma Bir insan doğduğu millete ne kadar bağlı olmalı? Sırf o topraklarda doğdu diye varını yoğunu ortaya koyup o ülke için ölmeli mi? Bin yıllardır süre gelen bir anlayış var aslında. Eğer bir ülkenin suyunu içiyor, aşını yiyor, toprağını ekiyor, havasını soluyorsan; o ülke için ölebilmesin düşüncesi mevcut. Ancak bu tarz düşünceler her zaman olumlu bir sonuca varmıyor bence. Her devletin, her ırkın ve her ülkenin vazgeçemediği ve günden güne de körüklemeye çalıştığı bir akım bu. Bizim ülkemizde de bu tip şeyler yaşandı ve bu sadece son yüzyılın mevzusu değil. Bin yıl önce de vardı milliyetçilik, bin yıl sonra da olacak. Liah Greenfeld’in yazmış olduğu Milliyetçilik: Moderniteye Giden 5 Yol kitabı milliyetçiliği, iyisiyle ve kötüsüyle, derin bir şekilde işlemiş. Ancak bence herkes için, kabullenmesi gereken en doğru görüş bu değil ve daha evrensel olmak zorundayız. Bu millet, onlarca devlet, binlerce darbe ve ihtilal ve sayısız devlet başkanı gördü. Ancak birçok kişinin birleştiği ve tek kuvvet olduğu şey her zaman Türk olma olgusu oldu. Milliyetçilik, Türk insanı için yıllardır süregelen ve bizi bir bakıma birbirimize bağlayan bir kavram oldu. Belki de bu sayede tüm kıtalara hükmeden bir imparatorluk oluşturabildik ya da sırf milliyetçilik duygusundan ötürü Kurtuluş Savaşı’nı kazanabildik. Ancak böyle gurur duyabileceğimiz olayların yanı sıra, bir de bizi ve milletimizi üzen olaylar da yaşanmadı değil ve onların sebebi de yine milliyetçilik duygusunun bir tarafta baskın olmasından kaynaklıydı. Sağcısından solcusuna, güneylisinden kuzeylisine, köylüsünden şehirlisine herkes, bu ülkenin refaha ermesi ve gelişmesi için uğraşıyor fakat yöntemleri birbirinden değişik. Son yılların en kanlı ve büyük olaylarından biri, 1980 darbesinin de çıkış noktalarından biri olarak gösterilen ve ülkeyi kana bulayan, ardı arkası kesilmeyen ‘sağ sol’ çatışmaları ve kavgalarıydı. Bunun temelinde de her iki tarafın da bu millet için ortak bir amaç için uğraştıkları fakat yöntemlerinin farklı olduğunu, büyüklerimin bana anlattıklarından çıkardım. Ancak yeni yüzyılın ve gelişmiş teknolojinin getirdiği düşünce yapısıyla milliyetçilik akımı ne kadar işlevsel kaldı tartışmaya açık. İşte bu yüzden -yeni yaşam biçiminden dolayı- insanların milliyetçilik gibi küçük çaplı akımları bırakması gerektiğini ve olaylara daha geniş perspektiften yaklaşmalarını düşünüyorum. Artık daha geniş yaşıyoruz. Millet kavramı neredeyse ortadan kalkacak. Geçmişte bu kavrama tutunmak ve ona göre yaşamak kolaydı, ancak günümüz dünyasında buna gerek olduğunu sanmıyorum. Çünkü artık herkes her yerde… Ankara’da olan bir olay saniyeler içinde Pekin’de duyulur oldu ve artık bu kadar üstün yaşarken, insanların algısının kendi milletlerini savunmak ve milliyetçilik gibi bir kavrama tutunmak kadar düşük olabilmesi beni üzüyor. Yani her ne kadar Greenfeld, milletçilik akımını modernize ederek anlatmış olsa da bu durum, kısa bir süre sonra varlığını yitirecek. Birçok siyaset bilimci veya sosyal bilimci, artık küreselleşme dedikleri ve tüm dünya milletlerini ortak gördükleri bir akıma yönelmiş durumdalar. Benim için de en mantıklı ve doğru gelen şeylerden birisidir bu. Çünkü artık bir şeyler üretmek istiyorsak bunu birkaç bin kilometre karelik bir alanı düşünerek yapamayız. Evrensel olmalı ve dünyanın öbür ucundaki insanların düşüncesini de ölçüp biçerek yapmalıyız. Günümüz dünyasında milliyetçilik düşüncesi o kadar da baskın olmamalı. Artık “ülken ve milletin için fethet ve yönet” mantığını bir kenara bırakmalı ve dünya milleti olma yolunda ilerlemeliyiz. Bunu sadece Türk milliyetçiliği üzerinden düşünerek de söylemiyorum. Fransalısı, Ugandalısı, Kanadalısı, Pakistanlısı… Eğer küresel olmak istiyorsak sınırların ötesine geçmeyi tüm dünyaca bilmeliyiz ve modern dünyanın bizden beklentisinin, kendi milletin için çalış ve üret olmadığının farkına varmalıyız. Ve bana kalırsa insanoğlu artık bazı şeyleri daha evrensel ve bütün olarak görmeyi öğrenmeli ve ilkel akımları bir kenara bırakmalı. KAYNAKÇA Greenfeld, Liah. Milliyetçilik: Moderniteye Giden 5 Yol. İstanbul: Alfa Yayınları, 2017.
Cemre Berk Demirci Suçlayamıyorum! Emile Zolâ’nın “Suçluyorum!” mektubu on sekizinci yüzyılın sonlarında Dreyfus olayları sonrasında Fransa Devlet Başkanı’na sitem olarak yazılmıştır.Mektubun konusu bir yâhudi kökenli askerin haksız yere ırkçılık yapılarak cezalandırılmasına karşın oluşan başkaldırıdır.Emile Zolâ’nın bu eserini okurken hem duygulandım hem düşündüm.Duygulandım çünkü bir fikri savunan bir yazarın , geçmişte devletin yöneticisine bu şekilde etkili bir şekilde mesaj verebilmesine hayran kaldım.Ülkemizde de buna benzer eleştiri mektubu yazabilseydi keşke.Bizim neden bir Emile Zolâ’mız yok dıye sordum kendime.Fark ettim ki bu durum yalnızca cesur bir efsanenin ortaya çıkıp kendi direnişini haykırışı değildi.Bu durum bu denli efsanelere inanabilecek,ondan etkilenebilecek bir toplumun da onu desteklemesiydi.Maalesef isteğimin gerçekleşmemesindeki ana sebep de bir Emile Zolâ olmamasından çok toplum algısının devlet ideolojisine karşı gelememesi.Günümüz toplumunda devletin verdiği her karar tartışılmaksızın doğru olarak kabul ediliyor.Karşı çıkan kitle ise haklarını sonuna kadar aramıyor,karşılarındaki kitleyi ikna etmek yerine onları görmezden gelip durumu kabulleniyor.Peki Türkiye’de alınan her karar 1800’ler Fransa’sına göre çok daha demokratik ve doğru mu?Bence değil.Kamu sınavları,ihalede rüşvet iddiaları,anayasal hukukun sorgulandığı bir ülkedeyiz.Örnek vermek için çok geçmişe gitmemize gerek yok;Ali İsmail Korkmaz Davası gerçeği var önümüzde.Düşünün Emile Zolâ gibi bir açık mektup yazdığımızı;Cumhurbaşkanı’na ve Türk Adaleti’ne eleştiri yaptığımızı.Emile Zolâ’nın sadece ilk iki paragrafını alıp yeniden yazmak istiyorum: ” Sayın Cumhurbaşkanım, Türk Adaleti, Bir gün bana göstereceğiniz hoşgörüden dolayı minnet duyguları içinde,haklı itibarınız konusunda kaygılanmama ve size şimdiye kadar öylesine parlak olan yıldızınızın, lekelerin en utanç vericisi ve en silinmezinin tehdidi altında bulunduğunu söylememe izin verir misiniz? Gezi olaylarını öyle böyle atlattınız, biraz tepki çektiniz. Topluluklarla savaşmanın ulusal tepkileriyle göze batıyorsunuz, şimdi de büyük emek, gerçek ve özgürlük değerlerimizi taçlandıracak olan görkemli Topçu Kışlası’nı açmaya hazırlanmaktasınız. Ama şu iğrenç Ali İsmail Korkmaz olayı, adınız –başkanlığınız diyecektim– üzerinde ne korkunç bir çamur lekesi! Bir adli kurum emir üzerine, öldürülen çocuğun katillerini aklamayı göze aldı, her türlü gerçeğe, her türlü adalete son bir tokat daha atıldı. Bitti artık, Türkiye’ nin yanağında böyle bir leke var, tarih böyle bir cinayetin sizin başkanlık döneminizde işlenmiş olduğunu yazacak.”(1). Ben bu mektubun gerçek çevirisini okurken ne kadar duygulanıp,düşündüğümü söylemiştim.Peki ya bu değiştirdiğimiz mektup orijinali kadar etkili oluyor mu? Benim cevabımolmadığı yönünde ancak ben bunun nedeninin dilimin yetersiz olmasından çok Emile Zolâ etkisi bırakamamam olduğunu düşünüyorum.Kendim dahi onun satırlarını değiştirirken onun bende uyandırdığı duyguların binde birini hissedemedim.Belki de kendim kendi yazdıklarıma inanamadım.Bu mektubu dünya tarihinin sayılı eserlerinin başında bir eser olmasının sırrı da burada gizli.Emile Zolâ yazdıklarına sonuna kadar inanıyordu ve bir şekilde yazdığı kitleyi kendine inandırabiliyor,onları arkasına alabiliyordu.Hatta yazdıkları yüzünden tutuklanıp sorgulanmıştı da.Buna karşın halkın önemli bir kısmını ikna ederek kendini aklamayı hatta Dreyfus Davası’nın sonucunu etkilemeyi başarmıştı.Öte yandan bu satırlara benzer satırları yazacak birini düşündüm günümüzde;bizi etkileyecek,olaylara bakış açımızı değiştirecek,inandıklarımız doğrultusunda bizi harekete geçirecek.Ne yazık ki ne ikinci bir Emile Zolâ günümüzde var ne de ikinci bir “Suçluyorum!” mektubu.Bu yüzden sadece bu esere hayranlık duyabiliyorum ancak Emile Zolâ gibi yanlış yapanları SUÇLAYAMIYORUM!. Kaynakça: Suçluyorum! 5. Basım 2015 J’accuse​, Émile Zola © 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Ştiadlı eserin 19. sayfasından esinlenilerek yazılmıştır.(1)
GÜZEL BİR SÜRPRİZ VE KAFA KARIŞIKLIKLARI // İPEK ATALAY İki sene önce bir felsefe dersinde Nietzsche Ağladığında diye bir kitabın adı geçmişti Freidrich Nietzsche’nin felsefi görüşlerinden bahsederken. Kitap hemen ilgimi çekmişti çünkü karakterlerinden biri Freud’du. Freud’a olan ilgimse sanırım yıllar boyunca psikoloji okumak istemem –ki şu anda da psikoloji bölümündeyim- ve Freud’u hep üstünde yıllar harcayarak incelemeye değer bir adam olarak görmemden geliyor. Neyse, bu kitapta Freud da vardı sonuç olarak ve ben bu kitabı okumalıydım. Her ne kadar kitap okumaya bayılsam da, her lise öğrencisi gibi dersten çıktığım anda kitap aklımdan uçtu gitti, taa ki geçtiğimiz yılbaşına kadar... Bu yılbaşında iki ilginç olay yaşadım: İlki babamın bana bir hediye almasıydı, bu ilginç bir olay çünkü babam, yılbaşlarından bahsetmiyorum bile, doğum günlerimde bana hediye almaya gerek duymaz. İkincisi babamın bana hediye olarak Nietzsche Ağladığında’yı almasıydı. Bu da son derece ilginç bir olay zira babamın hem kitaplarla pek arası yoktur, hem de insan psikolojisinden pek anladığı söylenemez (üzgünüm ama gerçekler bunlar baba) ve bu kitap aslında felsefenin yanında derin psikolojik incelemeler de barındıran bir kitap. Fazlasıyla mutlu oldum tabii, iki sene önce bir anda aklıma girip yine aynı hızla aklımdan çıkan bir kitap güzel ve beklenmedik bir şekilde tekrar karşıma çıkmıştı. Kitabı okudum, okulun ağır temposuna ve arkadaşlarımın son derece cazip dışarı çıkıp eğlenme tekliflerine rağmen son derece kısa bir sürede bitirdim. Denecek bir şey yoktu, kitap oldukça sürükleyici ve güzeldi. Oturup Nietzsche’nin, Dr. Breuer’in ve Freud’un yaptıkları felsefi ve psikolojik konuşmalardan bahsedip sizleri sıkmak tabii ki istemiyorum fakat kitap boyunca gerçekten beni yiyip bitiren olaylarla karşılaştım. Bu can sıkıcı olayların baş kaynağı Nietzsche’ydi. Kitapta anlatılanlara dayanarak kısaca açıklamam gerekirse, Nietzsche insan ilişkileri konusunda son derece ciddi sıkıntılar yaşayan bir insan, özellikle kadınlara karşı inanılmaz bir güven sorunu var ve sıkı dostluklar kurmaktan sonuna kadar çekiniyor. Yine kitapta yaşadıklarına bakılırsa bunlar mantıklı sayılabilecek problemler fakat Nietzsche’nin bu sorunlarla yüzleşmedeki tavrı beni cidden çok sinirlendirdi. Tamam, kolay kolay insanlara açılamıyor hatta belki de hiç açılmıyor fakat karşısında ona var gücüyle yardım etmeye çalışan bir insan varken Nietzsche’nin ona karşı takındığı tavır son derece olumsuz ve cesaret kırıcı. Her ne kadar kitabın sonunda Nietzsche kendi korkularını bir şekilde yenip Dr. Breuer’e kendini açsa ve sıkı bir dostluk kurmuş olsalar da, ilişkinin o seviyeye gelmesi için Dr. Breuer tarafından harcanan çabanın haddi hesabı yok sanırım. Bir de Nietzsche’nin bu hâle gelmesine sebep olan Lou Salomé’den bahsetmek istiyorum. Lou Salomé son derece güzel, çekici ve güçlü bir kadın, erkeklerin esareti altına girmeye karşı ve özgürlüğüne çok önem veriyor. Buraya kadar her şey güzel, bir kadının böyle değerleri olması önemli bir şey sonuçta. Fakat Lou Salomé’nin bu gücünü kullanış şekli o kadar da güzel değil. İsteyerek veya değil, bu genç kadın, hayatına giren herkesin hayatını bir kasırga gibi mahvediyor, başta zavallı Freidrich Nietzsche’ninki olmak üzere. “Kendinle çelişiyorsun, daha demin adamcağıza kızıyordun, şimdi zavallı diyorsun.” demeyin çünkü ben de kitabın sonuna geldiğimde Nietzsche’ye üzülsem mi, kızsam mı karar veremedim. İşte Lou Salomé böyle karışık olaylara yol açan, böylesine karışık ve tehlikeli bir karakter.Özellikle beni sinirlendiren bu iki karakterden bahsetmemin sebebi yazarın kendi yaratmış olmasa da son derece özel bir şekilde bu karakterleri süslemesi sanırım. Kitabın ne kadar özenle işlenmiş olduğunu anlamak için bu iki karakterin kişiliklerini görmek yetiyor yani. Evet, arada bir sinirlendiriyor ama gerçekten güzel bir kitap, tüm yazı boyunca gelmek istediğim konu buydu sanırım. Bu kitabı bir çoğunuz duymuştur fakat okuyanların çok olduğunu sanmıyorum, en azından benim çevremde bu böyleydi. O yüzden size önerim, mutlaka rahat bir vaktinizde, koltuğunuza yayılıp bu kitabı okuyun, rahat bir vakit diyorum çünkü dikkatinizi bayağı bir yoğunlaştırmanız gerekecek kitaba. İyi okumalar! Not: Yazıma Nietzsche’nin bir fotoğrafını da ekledim çünkü ne kadar karmaşık bir insan olduğunu anlamanıza yardım edeceğini düşündüm ki bence bıyıkları bile bu karmaşık kişiliği kanıtlıyor.
YAPAYLIKTAN UZAK YAPAY BEYİN Ex Machina adlı film bitiyor, televizyonu kapatıyorum ve bir filmin insanı bu denli düşünmeye teşvik edebileceğini görmem üzerine mutlu oluyorum. Ve sonra sorgulamaya başlıyorum yapay zeka nedir diye. İnternette bir iki cümleyle tanımına ulaşabileceğim ama aslında evren gibi sonsuz, asla istediğim nitelikte bir cevaba ulaşamayacağımı düşündüğüm bir soru oluyor bu. Saatler geçmesine rağmen sürekli aklımı kurcalamasına engel olamıyorum. Bu film aslında hayatımızın bir parçası olmuş ama hiçbir zaman sorgulama ihtiyacı duymadığımız gerçekleri fazlasıyla düşünmeye itiyor beni. Kısaca bir robotun insanlarınkine benzer hareketlerle çeşitli gereksinimlerimizi yerine getirmesi olarak tanımlanabildiğinii bu film sayesinde öğreniyorum. Ama bu cevabın beni tatmin etmemesi , bu konuyla ilgili çeşitli araştırmalar yapmaya başlamama sebep oluyor. Yapay zeka üstüne araştırmaya ve düşünmeye başladığımda oldukça kafamı karıştırıyor. İnsanın doğal zekasıyla geliştirdiği bir beladan farksız oluyor yapay zeka benim gözümde. Yapay zekanın mantığı ne kadar insana yaklaştırılabilirse o kadar kusursuz olacağı yönünde çoğu kişiye göre. Fakat bizi biz yapan özellikleri, cansız bir objeye yüklemenin neredeyse imkansız olacağı kanısındayım. Doğum ve ölüm gerçeklerinden bağımsız yaşayacak bir varlık ne kadar insana benzeyebilir ki? Farkında olsak da olmasak da hayatımızın her köşesinde rahatlıkla görebileceğimiz kavramlar doğum ve yaşam. Doğum tertemiz, beyaz bir sayfa. Ölüm ise kapkara ve fazlasıyla belirsiz. Bir insan için doğum ve ölüm kadar net açıklayamadığı başka bir konu olamaz herhalde. Ama bizi daha kuşkucu yapan ve bilgiye aç hissettiren belirsizlikler değil midir zaten?Ex machina, kısıtlı mekan ve kısıtlı sayıdaki oyuncuları, ilk başta anlaşılmakta güçlük çekilen fakat insanı büyüleyen çok başarılı bir bilim-kurgu filmi olmuş. Filmdeki baş rol oyuncumuzun bir robota aşık olduğunu ve hislerinin karşılıklı olduğunu düşündüğü noktada yapay zekaya sahip robotumuz tarafından terk edilmesi filmin şok eden kısmı oluyor. Bu da herhangi bir yapay zekanın duygulardan yoksun olduğunu fazlasıyla gözler önüne seriyor. Yapay zekaya sahip robot karakteri, onu üreten bilim adamına adeta düşman olmuş gibi hissettiriyor film. Bunun sebebi de bilim adamı tarafından bir odaya hapsedilmesi oluyor. Bunu insanlarla Tanrı arasındaki ilişkiye benzetiyorum. İnsanlar olarak kısıtlanmayı sevmiyoruz veya başımıza herhangi bir kötü olay geldiği zaman Tanrı’nın bizi neden bu duruma düşürdüğünü uzun uzun düşünüyoruz. Biz hep Tanrı’ya bağlı yaşıyoruz fakat yapay zekalarda aynı durumun gerçekleşmesi mümkün olmuyor. Bizden yani insanlardan bağımsız gelişebilmeleri fazlasıyla korkunç değil midir sizce de? Modern korku filmi olarak da niteleyebileceğim bu film yapay zekaların insanın düşünme yöntemlerini analiz ederek bunların benzerini geliştirmeye başlayacabileceği mesajını apaçık vermiş diyebilirim. Ayrıca düşününce yapay zekalar gelecekte günümüzdeki meslekleri yok etmeye birebir. Duygulardan yoksun, kendini sadece işini en iyi şekilde yapmaya adamış bir çalışanınızın olması güzel birfikir gibi görünüyor. Üstelik bu elemanınıza hiçbir ücret ödemeyecek olmanız gerçeği var. Ama binlerce insanı işten çıkarmak biraz acımasız ve adil olmayan bir sistem olurdu muhtemelen. Korkutucu olabilir fakat hiç güzel yanları da olmayacak mı bu yapay zekanın? Elbette olacak! Düşünün ki uzun, yorucu bir iş gününün ardından eve gelmişsiniz. Hemen bir kahve içip kendinize gelmeniz lazım çünkü evde de yapmanız gereken fazlasıyla iş var fakat o kadar yorulmuşsunuz ki yerinizden kıpırdamaya haliniz yok. İşte bu durumda hemen yapay zekamız devreye giriyor, bize şöyle bol köpüklü bir kahve yapıp getiriyor. Önümüzdeki yıllarda izleyip görelim yapay zekanın ne kadar geliştiğini. Tabi biz insanların ürettiği bu cismin yaratıcılarına ihanet etmeden yaşayacağını umarak… ELİF ÇELENK 21602922
Selen Çisem KURU TURK-101 060 Sevcan TİFTİK ARKAYA BAKMADAN HAYATA VEDA İstanbul’dan okumak için Ankara’ya geldiğimde en çok duyduğum soru şüphesiz ki “Emin misin?” idi. Tuhaftır belki ama emindim. 18 yaşında bir genç olarak İstanbul beni yormuştu. Bu yüzdendir ki ne kadar evim burnumda tütse de Ankara’ya gelmek verdiğim en güzel karardı. Elbette Ankara dünyanın en küçük şehri değildi ama İstanbul’a kıyasla pek de büyük sayılmazdı. Hayatımı minimize etmek istediğime o zaman karar verdim. Tabii ki Christopher McCandless gibi radikal bir karar alıp her şeyden vazgeçmedim. O idealist bir adamdı. Ailesi için üniversiteye gitti ama meslek sahibi olmak istemedi çünkü hiçbir zaman kariyer peşinde koşmanın hayatın gerçekliği olduğuna inanmadı. 22 yaşına geldi ve işte o zaman o büyük kararı verip kendini doğaya bıraktı. Ben de kendi hayatımı istediğim şekilde değiştirdim. Tıpkı onun da yaptığı gibi. Aslında Alex (gezgin olduğu dönemde kullandığı isim) bu kararı, kim bilir belki de çok küçükken, yaşıtları o sırada nasıl göründüklerinin derdine düşmüşken vermişti. O aslında materyalist dünyayla olan bütün ilişkilerini kesmek istiyordu. Ne telefona ihtiyacı vardı ne de sahte arkadaşlıklara. Kimimize göre belki de o sahte hayat bizim gerçekliğimiz olmuştu. Sosyal medyadaki fotoğraflarımız, nerede ne yaptığımızı herkese söyleme isteği. Bunlar ne kadar her insana uzak gelse de aslında farkında olmadan her gün yaptığımız şeyler. Mesela sınıfta insanlar yüz yüze konuşmadan önce sosyal medyada birbirlerini takip ediyorlar. İlginç değil mi? Ama kabul edelim; bunu ben de yapıyorum, herkes de yapıyor. Bazı insanlar gelişen dünyaya ayak uydurabiliyor. Toplum nasıl isterse öyle olabiliyorlar. Aynı kıyafetleri giyip, aynı şarkılarla eğlenebiliyorlar. Fakat bazıları da bu gelişime ayak uyduramıyor. İnsan ne kendini kapatmalı değişen dünyaya ne de tamamen hayatını bu sanal evrene adamalı. Bana kalırsa her şey bir ölçüde olmalı. Ben, ne çok sosyal medya kullananı ne de hiç kullanmayanı savunacağım çünkü bu tamamen tercih meselesi. Tıpkı her şeyi bırakan Christopher gibi… Aslında o, en çok da parayla sahip olunan şeylerin hayatın gerçek zevklerini öldürdüğünü düşündü. Haksız mıydı ki sanki? Sahiden de paranın tek mutluluk kaynağı olduğunu düşünen insanların hayatında eksik olan tek şey gerçek mutluluk değil mi? Genelleme yapmaktan hoşlanmam, elbette böyle olmayan belki de yüzlerce aile vardır ama istisnalar da kaideyi bozmaz. Asıl gitme nedeni de şüphesiz şudur ki o mutluluğu seçti. Bu mutluluk öyle bizim anlayabileceğimiz türden bir mutluluk değil. Belki de yalnızca keşişlerin ve gerçek filozofların algı seviyesinde bir mutluluk. Film, bu duyguyu bana azıcık da olsa geçirebildi. İzlerken dakikalar boyunca kendimi onun hayatını yaşıyormuş gibi hissettim. Her şeyi bıraktığımı ve gittiğimi düşündüm. Yalnızlık bazen ne kadar korku dolu gelse de, izlerken tek başıma olup dünyayı karşıma almaktan gerçekten keyif aldım. Sıcacık evimde elimde bir kahveyle bu duyguyu tarif etmek ne kadar da doğru olur bilemiyorum. Düşünebiliyor musunuz iki yıl boyunca doğada tek başınızasınız ve size eşlik eden sadece kitaplar ve kuş sesleri. Ne annenizden bir haber alabilirsiniz ne de dünyada olup biten olaylardan. Aslında bukelimelerle tekrar anlattığınızda çok da eğlenceli gelebilir. Sanki şehirden kaçıp iki günlüğüne köye gittiğiniz o zaman gelmiştir aklınıza ama bu durum tamamen farklı. Bunun onunla hiçbir bağlantısı yok. Bizim yaptığımız “kendini dünyaya kapatma” maksimum telefonumuzu kapatmaktan ibaret. O da yanlış anlaşılmasın, şarjımız bitmiştir diye. Onunki ise çok ciddi bir kendini soyutlama. Kimi destekler, kimi karşı çıkar ama ne dersek diyelim dünyadan böyle cesur bir insan geçti. Onun, bu gördüğümüz her şeyi bırakıp gitmesi çoğu insanda özenme duygusunu uyandırdı. Fakat herkesin aksine düşündükçe daha da imkânsız olduğunu hissettim. Telefonmuş, teknolojiymiş… Bunların hepsi istense ya da kafaya esilse vazgeçilecek şeyler ama aile? Sevdiğin insan? Arkadaşların? Herkese oranla benim böyle bir deneyim yaşama isteğimin olmamasının en temel sebebi, arkama bakmadan gidemeyecek olmamdır. Her ne kadar kendimi bağımsız bir birey olarak görsem de bir karar almadan önce mutlaka etkileyeceğim insanları da düşünürüm. Bu tabii ki benim görüşüm. Kimine göre ben bırakıp gidemeyecek kadar çok bağlı bir insanım, kimine göre de o çok bencil. Son olarak ne kadar tartışsak da, Alex, kendisi ve idealleri için gitti. Düşünmedi belki geride bıraktıklarını ama kalsa mutsuz olacağına gidip mutlu olmayı seçti. Peki gitmek mi kolaydı yoksa kalmak mı? Bana kalırsa giden, yeni yerler görür. Yeni alışkanlıklar edinir mesela farklı insanlarla. Kolaydır gidene. Giden neye neden gittiğini bilir ve geride bıraktıklarından pişman olmaz. Olsa gitmezdi. Ya kalan? Kalana zordur. Kalan belki bir annedir. Alex’in annesi gibi endişelidir. Gidene ne olduğunu bilmez. Elinden gelen tek şey haber almak için beklemektir. Hayat tamamen bizim tercihlerimizden oluşur. Nasıl yaşayacağımız sadece bizi ilgilendirir. Cesareti olsa insan giden mi olmak ister, kalan mı? İşte asıl soru da bu.
Ecem Uzun 21702992 Geçmişte Kaybetme Kendini Yaşam... Dudaklarımızdan içimize üflenen bir nefes... Ufacık bir hata ile kolaylıkla bitebilecek kırılgan bir lütuf değil mi aslında yaşam? Kimileri hayata tutunmak için savaşıyor; açlıkla, hastalıkla mücadele ediyor. Kimileri ise hayatını değiştirmeye çalışıyor; daha iyi bir iş, daha güzel bir sevgili, daha hareketli bir hayat. Ancak kimse yaşamın aslında ne olduğunu düşünmüyor. Sahi, yaşam ne? Yaşamak nasıl bir şey? Yaşadığını nasıl anlarsın? Herkes için farklı bir şey olsa da kesin bir tek şey var hayatla ilgili: Bu hayatı yaşamak için sadece bir tek şansımız var. Boşa harcanmayacak kadar değerli, bir o kadar da çabuk geçen yıllar var önümüzde. Göz açıp kapayana kadar pek çok insan geçmişe dönüp o iç yakıcı kelimeyi kullanacak: “Keşke...” Pişmanlıklar arttıkça geçmişe daha çok döneceğiz. Kesin harflerle yazılmış geçmişe inat, yaşadığımız olaylara tekrar tekrar dönüp bakacak, o durumda yapılacak ya da söylenecek daha iyi şeyler bulmaya çalışacağız. Bulacağız da. Bu “yapılması” ya da “söylenmesi” gerekenleri aklımızda evirip çevireceğiz. Bu düşünceler denizinde boğulurken pişmanlıklarımız katlanarak artacak. Elimizden gelmeyen şeyleri değiştirmeyi arzulamanın yükü altında ezileceğiz ve tam olarak bu sırada “şimdi”yi kaçıracağız. İçinde bulunduğumuz anı yaşamaktansa geçmişteki pişmanlıklarımıza saplanıp kalmayı yeğleyeceğiz. Elbette geçmişin bizi hapsetmesinin tek sebebi pişmanlıklarımız olmayacak; geçmişimize ve o güzel anılara özlem duyacağız. Değer verdiğimiz insanların yanında olduğumuz zamanları ve başkalarının bizden beklentisinin daha az olduğu zamanları arayacağız. Peki “bugün” ile “dün” karşılaştırması bizi ne zaman tüketecek? Ne zaman geçmişte yaşamaktan vazgeçip “şimdi”ye döneceğiz? Geçmişte kaybolan insanlara verebileceğim tek tavsiye Ahmet Telli’nin de bir şiirinde dediği gibi “Hayat (size) bir hayat bağışlasın.” Ne de güzel söylemiş aslında şair! Yaşamak “yaşamak” için yeterli değil; sadece nefes alan bir insanın yaşamı nasıl “yaşamak” olarak nitelendirilebilir ki? Hayalleri, düş kırıklıkları, sevinçleri, hüzünleri olmayan bir insan nekadar yaşıyordur sahi? Aldığı nefesin hakkını verip onu boşa harcamalı, aydınlık ve karanlık anlarla bezenmiş hayattan kaçmamalı insan. O inişli çıkışlı hayat ile barıştığında gerçekten yaşamaya başlayacak insan. Kötü zamanların bol olduğu zamanlarda, özellikle zordur geçmişin teselli edici kollarına koşmamak. Hepimiz acısıyla tatlısıyla günlerimizi geçiriyoruz, kimimizin hüzünleri baskın kimimizin sevinçleri. Yine de her yaşadığımız aslında deneyimlemeye değer; her olay yeni nitelikler ve bakış açıları katıyor bize. İnsan bunu fark ettiğinde hayat ile barışır bence. Geçmişin geçmişte kaldığını bilir, önüne bakar. Onu bekleyen günleri açık kollarla karşılar ve zamanı gelince yenilerine sarılmak için zamanı geçenleri bırakır. Elbette geçmişi düşünmek kötüdür, insan asla geriye dönmemeli denemez. Güzel anıları bir daha düşünmemek üzere bir rafa kaldırmak, yenilgileri görmezden gelip yeni mücadelelere atılmak hiç şüphesiz hatalı bir karardır. İnsan geriye dönüp baktığında mutlu olmak için güzel anılar biriktirir, yenilgilerinden ders çıkartıp daha dik durur yeni zorluklara karşı. Bu sebeple herkesin kendi geçmişine bir miktar bağlı kalması gerekir. Geçmişi silmek kişinin benliğini silmektir. İnsan, kendini değiştirmek istiyorsa şu anda olduğu kişi haline nasıl geldiğini bilmeli. Ancak bu şekilde kendini değiştirip olmak istediği kişi haline gelebilir. Her ne kadar geçmişe ihtiyacımız olsa da geriye dönünce tedbirli olmak gerekir. Geçmişin en tehlikeli özelliği bağımlılık yapıcı olmasıdır. İnsan kendini orada kaybederse şu ana dönmek istemez, anılarından ördüğü kozanın içinde yalnız bir hayat yaşamaya mahkum eder kendini. “Keşke”ler insanı daha geriye döndürdükçe kişi kendini o zamanların güzel anılarında kaybeder. Bu yüzdendir ki geçmiş tehlikeli bir şeydir. Hem en cana yakın dost, hem de en zehirli düşmandır. Geçmişten kopmamamız gerekir ancak “Yeni bir defter (koyun önünüze)” Ahmet Telli’nin dediği gibi. Eski defteri yakmayın ama yenisini yazmaktan da vazgeçmeyin. Kaynakça: Telli, Ahmet. “Yeni Bir Defter.” Bakışın Senin. İkinci Baskı. Everest Yayınları, 2016, s.11-13.
Benim Saf Çocukluğum “Büyümek bize ne kazandırdı?” diye hiç düşündünüz mü? Ne kazandırdığı konusunda bir hayli şüpheliyim, fakat ne kaybettirdiğinden eminim artık. Saflığımız, çocuksuluğumuz, masumiyetimiz, temizliğimiz ve sevecenliğimiz. Çocukken ne derdimiz vardı ne de tasamız. Üstelik küçük şeyler büyük mutluluklar getirirdi. Şimdi ise günlük hayatın dertleriyle boğuşurken, yalnızca bir martının uçuşu ya da denizin dalgalanması gibi anlık mutluluklar dışında zamanı yakalayacak vaktimiz bile yok. Peki, hiç düşündünüz mü “neden artık bize büyük zevk veren küçük anların tadına varamıyoruz?” Varamıyoruz, çünkü korkularımızla yaşıyoruz. Çocukken korku nedir bilmezdik. O damdan öbür dama atlarken “Bana bir şey olmaz ya!” diye düşünürdük çocuk saflığı içinde. Yaptığımız yaramazlıkların sadece anne ya da baba azarı olacağını bilirdik. “Ölmedik ya, ölmeyiz ya” diye düşünürdük. Korkmazdık ölümden, zaten bana bir şey olmaz” diye düşünürdük. “Dünya döndükçe yaşayacağını sanan” çocuklardık bir zamanlar hepimiz. Bir yetişkini motive eden korkularıdır. “Şu ne olacak, bu ne olacak, bunu yetiştirmem lazım, oğlumun geleceği ne olacak?” gibi sürüp giden endişeler aslında büyüklerin korkularıdır. Bir çocuğu motive eden ise yaşanacak sonsuz anılar ve gelecek ümididir. Geleceğe dair o kadar ümitlidir ki o saf çocuk aklı, istediği tüm hayallerini gerçekleştirebilecek kadar zamanı var sanır. Ölümden bir haberdir çocuk. Ah be çocuk, biraz büyü anlayacaksın her istediğinin olmayacağını. Ufak isteklerinin bile zamana yenileceğini ya da yabana atılabileceğini göreceksin. Keşke büyümesek de vurulmasa gerçekler bu denli yüzümüze. Keşke ufak şeylerle mutlu olup sürdürsek hayatımızı bir çocuk gibi geleceği düşünmeden. İmkânım olsa, geçmişimdeki çocukluğumla konuşabilsem, “büyüme!” derdim. “Büyüme, çok yaralanacaksın. Birtakım hayallerinin parçalandığını gördükçe, diğerlerini korumak için savaşacaksın ve çok yorulacaksın. Korkuyla, endişeyle yaşamaya başlayacak ve sürekli savaşacaksın. Ve belki de yenileceksin...” Aslında öyle bir şeydir ki çocukluk, yaşla hiç mi hiç alakası yoktur. Nice insanlar vardır ki 15 yaşında birçoğumuzdan, hatta büyük insanlardan bile daha olgundur. Kimisi de vardır ki kaç yaşına gelirse gelsin içindeki o çocuk ruhundan kurtulamamıştır. Yerli yersiz güler mesela ya da çocuk gibi çizgi film izler. Sahi bu “çocuk gibi” kavramı nereden çıkmıştır? Kırklı ya da ellili yaşlarını süren koca koca babaların, adamların küçük çocuklar gibi araba yarışlarında kendilerini kaybetmeleri, aslında içlerindeki o küçük çocuğun hâlâ yaşıyor olmasından kaynaklanmaktadır belki de! Peki ya annelerin eskiden izledikleri bir çizgi filmi yeniden televizyonda görünce, o ilk günkü heyecanla diğer bütün işlerini bırakıp televizyona üşüşmeleri belki de içlerindeki çocuğun kendini belli etmesidir, kim bilir. Çizgi film izlemek ya da araba yarışı yapmak… Bunlar o yaştaki insanlar için çok sıradan dışı şeyler gibi görünebilir ama bunları yapmak için illa çocuk olmaya gerek yok ki! Her yaştan insan da bunları yapabilir. Hepimiz geçmişte çocuktuk. Sahi zaten hangi birimiz 20 ya da 35 ya da 56 yaşında doğduk ki?“Dünya durdukça yaşayacağını Sanan çocuktun bir zamanlar: Ölümsüz sanma kendini, ey Kalemkâr, …” dizeleri ile özetliyor sanki bütün şiiri Ahmet Telli. Aslında herkes hayata aynı şekilde başlıyor. Daha sonrasında hayat ve hayat koşullarımız şekillendiriyor bizleri. Okuduğumuz okullar, yaşadığımız olaylar, yani yaşam deneyimlerimiz hayatımızın akışına yön veriyor. Öyle ki çoğumuzun çocukken en büyük yarası düştüğümüzde dizlerimizin kanamasıydı. Sabahtan akşama çizgi filmler izler, oyunlar oynar ve hayatı hep öyle geçecek sanırdık. Dünyanın kirliliğinden habersiz, masumca yaşardık hayatı sonsuz sanarak... Hep de öyle değil midir zaten, çocukken büyüklerimiz saklamaz mıydı bizlerden ölümü? Ölüm. Diğer kelimeler gibi aslında sözlükte karşılığı bulunan sıradan bir sözcük, ama ya anlamı. Masumca yaşardık hayatı sonsuz sanarak… Ne oldu peki çocukluğumuza, o bitmek bilmeyen uçsuz bucaksız hayallerimize? Büyüdükçe, savaştıkça zorluklarla, yendikçe bazen de yenildikçe, masumiyetimiz, saflığımız yavaş yavaş yok olmaya başlayıp, yaşamın da bir bitişi olduğunu fark ettikçe ne oldu çocukluğumuza… Keşke bir zamanlar, her birimizin çocuk olduğunu; hiçbir zaman unutmadan hatırlayabilseydik. Bir zamanlar çocuktuk hepimiz ve öyle de kalabilseydik. Kaynakça Telli, Ahmet. “Bakışın Senin – Kalemkâr”. Everest Yayınları. Baskı Yılı: 2016.
İTİRAZ EDİYORUM Nice medeniyetler gördü bu cihan, nice devletler geldi geçti. Şu an üzerine basıp geçtiğimiz topraklarda kim bilir kimler yaşadı, kimler göçtü gitti! Sabit kalan, hiç değişmeyenler de vardı elbette. Duygularımız mesela… Bir kitap gördüm kitapçının birinde, ilgimi çekti hemen. Kitabın adı “Edebiyatta Sanatta ve Popüler Kütürde Kıskançlık”, itiraf etmek gerekirse kitabın adı dikkat çekici noktaydı benim için. Günümüz edebiyatında, televizyon dizilerinde, sinema perdesinde ve tiyatro sahnesinde yer almaktan yılmayan, her seferinde “Görevimiz kıskançlık!” tadında eserlerin geniş yer kapladığı bir gerçek, her ne kadar bunların birçoğu sanat eserliği görevinden azat olup, geniş kitlelere hitap eden ninniler mertebesine erişse de (!). Kitap, kıskançlığın tarihini, edebiyatta ve diğer sanat dallarındaki yerini didik didik eder nitelikte. Gözleriniz açılıyor, bir ışık görüyorsunuz. Misal, “ …kıskançlığı konu alan sanat eserlerinde gözler ve kulaklarla sık sık karşılaşırız.”(Toohey 55) cümlesini okuduğum günün akşamında izlediğim bir yabancı, romantik komedi filmindeki kıskançlık sahnesini gözlemleme imkânı buldum. Sahiden de sahnede bolca göz ve kulak imgesi kullanılmış. Bu tür imgeleri, “İllüminati bunlar hep!” sığlığında izlemişiz bunca zaman! Yıllar önce okuduğum bir İpek ONGUN kitabındaki cümle aklıma geliyor, “Okumak şart azizim!”. Bu arada göz ve kulağın kıskançlıkla alakasını açıklamak farz oldu. Bu ilişkiyi, benim fikrimce, en iyi açıklayabilecek olan sözcükler kitabın bir bölümüne başlık olmuş zaten: “Kulaklar yanlış işitir, gözler gördüğünü büyütür.”(54) Aynı bölümde bir açıklama daha var: “Kıskanç âşık daima kesin sadakatsizlik kanıtı arayışı için tetiktedir, sevgilisinin ihanetini öğrenmek için dayanılmaz bir açlık duyar.”(56) “Kıskançlık, insanın içindeki doğal bir dürtüdür” der çoğu bilgin. Yeryüzünde, yaşamının herhangi bir gününde kıskançlıkla yüzleşmemiş bir insanoğlu var mıdır? Veyahut kıskançlığın yer edinemediği, barınamadığı ve dahi barınamayacağı bir yer var mıdır?(91) Bu koşullarda imkânı yoktur bu duygudan kaçmanın, yolu hiçtir. Peki, günümüzde kıskançlık tam olarak nedir, nerededir? Soruyu cevaplamak basit. Hemen bir televizyon bulun. Akşam haberlerinden sonra yayımlanan, bizlerin de bayıla bayıla izlediği o güzide(!) dizilerimizden birinin yedi milyonuncu tekrarına gün içinde, bir şekilde denk gelirsiniz, kaçınılmazdır bu. İtiraf edin hadi, tekrarlarının televizyon ekranıyla olan flörtünün hâlen devam etmesi biraz da sizin katkılarınızla oldu- sırrınız ölene kadar güvende. Neyse, konumuza dönelim. İşte bu muazzam dizilerin klişeleşmiş ana temasını- yani zengin, donuk ve de duygu yoksunu oğlan ve fakir, saf, masum kız aşkı- fark etmemek güç. Evet, meselemiz kıskançlıktı değil mi? Bu dizlerde, çevresinde olanlardan bihaber, saflıktan o incecik beli kırıldı kırılacak olan kızımızı karşısına alır esas oğlan ve der ki “Ya benimsin ya kara toprağın!”. Yumruğunu masaya falan vurur bir de minik kıromuz. Ne oldu? Kıskandı beyimiz! Bir de aşk üçgenleri olur ki sormayın! Kimin eli kimin cebinde sualinin karşılık bulamadığı bu sahnelerde kıskançlık ne kadar da saçma geliyor. “Elli yıl sonra,.. kıskançlığın çaresi kadınlarda arandı…”(177). Cümlenin kalanında ‘ideal kadın’, bir başka deyişle ‘kıskançlığın tedavisi olacak kadın’ profili anlatılmış: İffetli, ölçülü, kocasını el üstünde tutan…Ve kıskançlık evrimine hâlâ devam etmekte. Eskinin sanat eserlerine konu olan insani doğal duygusu, bugünün cinayet sebebi oldu. Fark edelim! Bahsettiğim popüler kültürün getirileri olan yeni çağ filmleri ve televizyon dizilerinin mesajlarını fark edelim. Kıskançlık kavgalarını, paranoyalarını ve hatta cinayetlerini fark edelim! Popüler kültür başlığı altında bize neler aktarılmış değil mi? “ Kıskançlık asla çekip gitmeyecek. Ona sırtımızı dönmek de mümkün değil. Zaten bunu neden yapalım ki? Kıskançlık çirkin bir duygu. Ama yaşantımızda çok güzel bir yeri olabilir.”(185). İtiraz ediyorum! O sanat eserlerini süsleyen, doğal duyguyu geri istiyorum. İşte böyle… Kitap beni aydınlattı demiştim ya hani, haksız değilmişim değil mi? Okumak lazım azizim. Okuyup anlamak lazım- meselemiz kıskançlık olsa bile. Farkında olalım durduğumuz durakların, çevremizde olan bitenlerin… Kıskançlık sebebimiz olmasın. Ezgi ÇIRPANLI 21602632 TURK101 Kaynakça Thooney, Peter, Edebiyatta Sanatta ve Popüler Kültürde Kıskançlık, Doğan Kitap, Mart 2016
Bir Kromozom Çifti Bu dünyadaki yerimiz ebeveynlerimizden aldığımız kromozom çiftinin bir araya geldiği döllenme anında belirleniyor. Bu birleşimden oluşan kombinasyon ilerleyen yaşamınızda kim olacağınızı, kimlerle arkadaşlık kuracağınızı, hangi işi yapacağınızı, nasıl davranmanız gerektiğini ve toplumdaki yerinizi tanımlıyor. Bu kombinasyonun ne olduğunun öğrenildiği andan itibaren ebeveynleriniz tarafından ilerleyen birkaç yılda hangi renkleri seveceğiniz, hangi oyuncaklarla oynayacağınız ve hangi çizgi filmleri izleyeceğiniz belirleniyor ilk başta. Zaman ilerledikçe sokakta hangi oyuna katılabileceğiniz, hangi cinsiyetle nasıl ilişkiler kurabileceğiniz, dışarı çıkarken nasıl giyinmeniz gerektiği sırasıyla, teker teker gerek ebeveynler gerek toplum tarafından tayin ediliyor. İki hücrenin farklı şekillerde döllenmesinden ortaya çıkan cinsiyet kavramı sizi hayatınız boyunca isteseniz de içinden çıkamayacağınız bir kalıba hapsediyor, hatta bazı zamanlarda hayatta olmak istediğiniz noktaya giden yolda önünüze engel olarak bile çıkabiliyor. Yukarıda anlattıklarımı bir adım daha ileri götürelim. Yarı yarıya ihtimalle ortaya çıkmış olan cinsiyet sizin ekonomik özgürlüğünüzü sınırlıyor. Kendi paranızı kazanıp kazanamayacağınızı, kazansanız bile kendiniz için harcama hakkınız olup olmadığını söylüyor size. Öğrenim görüp göremeyeceğinizi, en basitinden okuma yazma öğrenmeye hakkınızın olup olmadığını; başka bir insana karşı aşk, bağlılık hissedip hissedemeyeceğinizi; bir aile kurmak ve kendi hayatınızın mimarı olma hükmüne sahip olup olmadığınızı tayin ediyor. Ezilen ve ezen iki grubun bulunduğu bir toplumda hangi tarafta olacağınız tesadüfler çerçevesinde gerçekleşmiş birkaç biyolojik tepkime sonucunda belirleniyor; olur da o bir araya gelen kromozomların ikisi de X kromozomuysa tüm hayatınız, benliğiniz, sesiniz, özgürlüğünüz elinizden alınıyor ve nüfus yoğunluğunun kritik oranda azaldığı bir dünyada bir adet X, bir adet Y kromozomu bulunanların eşyası haline geliyorsunuz. İçine doğduğunuz bu kargaşada tek göreviniz doğurganlık yaşınıza geldiğinizde nüfus yoğunluğunu arttırmak için sahibiniz olan XY kromozomluların çocuklarını doğurmak haline geliyor ve bu kriz içerisinde kadın olarak doğmuş her doğurgan insan, damızlık bir kıza dönüşüyor. Margaret Atwood’un yazdığı Damızlık Kızın Öyküsü adlı feminist distopya romanı yukarıda anlattığım dünyada yasaların değişimine, özgürlüklerin teker teker kısıtlanmasına aşama aşama tanıklık etmemizi sağlıyor. Bu aşamaları banka hesabının en yakın erkek akrabasına devredilmesi, kadın olması gerekçesiyle işinden çıkarılması gibi olaylara şahit olan, doğumunda ona verilen adı kaybetmiş ve sahibi olan Fred adlı komutanın malı olduğunu vurgularcasına yeni koyulan ismiyle “Fredinki” adlı bir damızlık kızın gözünden izliyoruz. “Hiçbir şey bir anda değişmez: derece derece ısınan bir küvette farkına varmadan haşlanarak ölürsünüz.” (Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü, sf. 61) Bu distopyanın iç donduran, dehşete düşüren bir toplum modelini yansıttığı açık. Okunan her satır sessiz kurbanların gözünden izlenen bu savaşı daha gerçek hale getiriyor. Kendimizi bu dünyadan çok uzakta olduğumuz gerçeğiyle avutmaya çalışıyoruz, fakat gerçek şu ki günümüzde gelişmemiş toplumlarda kadının rolü sözünü ettiğimiz romandakiyle ürpertici bir paralellik gösteriyor.Genel bir varsayımdan yola çıkan bir yanılgı var: Her kadının belli bir yaşa geldiğinde evlenmek ve çocuk sahibi olmak isteyeceği varsayımı. Kadın böyle bir gelecek planlıyor olmamasına rağmen toplum tarafından kaç yaşında evlenmesi gerektiği ve kaç çocuk sahibi olması gerektiği; kadına emredilen anne olma görevi uğruna bir noktada kendi hayatından taviz vererek kariyerini, hobilerini, benliğini bir kenara bırakıp kendini çocuğunu büyütmeye vermesi gerektiği baskısı yapılıyor. Bu noktada kadının çocuk istemediğini belirtmesi bir tabu haline geliyor. Çocuğu için fedakârlık yapamayacak kadar bencil olduğu, anne olmayı tadamadığı için asla “tam” bir kadın olamayacağı, kadının görevinin anne olmak olduğu gibi psikolojik baskılar her kadının nihai amacının doğurmak olduğu düşüncesinin toplumun bilinçaltında yer edindiğini göstermekle beraber kadınların günümüz sınırları içerisinde damızlık kızlar gibi yetiştirildikleri izlenimini oluşturuyor. Kadınlar yerine hayati kararların verildiği, hayatlarının başkaları tarafından şekillendirildiği bu düzen ilk paragrafımı tekrar okuyacak olursanız görebileceğiniz gibi yaşadığımız günün aşırılaşmış ögelerle aktarılmasını temel alıyor. Bulunduğumuz noktada içinde bulunduğumuz küvetin sıcaklığının farkındayız, rahatsızlık duyduğumuz açık fakat şikâyet edecek kadar yanmıyoruz. Rahatsızlığımızı baskıladığımız her anın bize daha yüksek sıcaklıklar, daha ciddi yanıklar olarak geri döneceği sınırdayız ve kadının toplumsal yerini alakadar eden problemlere çözüm aramak, bu problemler hakkında konuşmak yerine göz ardı ettiğimiz her dönüm noktası bizi kendimizi bu dahilikle planlanmış distopyanın içinde bulmaya bir adım daha yaklaştırıyor olabilir. Umuyorum ki gelecekte karşı karşıya kalacağımız görüntü Damızlık Kızın Öyküsü’nün bize sunduğu dünya değil, sahip olunan kromozom çiftinin kişinin hayatı üzerinde olumsuz etkisinin minimum olduğu bir dünya olur. Hilal Üstün 21801784 Kaynakça: Atwood, Margaret. Damızlık Kızın Öyküsü. Çev., Sevinç Altınçekiç, Özcan Kabakçıoğlu. Doğan Kitap, 2017. Baskı.
Hayatın Getirdikleri Üzerine Hayattaki yaşama amacımız sorulsa eminim pek çoğumuz mutlu olmak cevabını verecektir. Bu cevaba ulaşamasak bile başarılı bir kariyer, düzenli bir aile hayatı gibi alternatif cevapların da en nihayetinde mutlu sonları hedeflediğini söyleyebiliriz. Peki kaçımız bu hedefi gerçekleştirebiliyor? Kaçımızın hayatta her istediği yolunda gidiyor ve mutluluğu yakalayabiliyor? Evet, pek çoğumuz yakalayamıyor ama neden? Yetişkinliğe adım atıp da mutluluk ve mutsuzluk kavramını ayırt edebilen herkesin ilk talebi iyi bir iş bulup hayatını daha iyi bir şekilde idame ettirmek oluyor. Kapitalist sistemin bir cilvesi olan “Para her şeyi satın alabilir, mutluluğu bile.” algısı ile her şey tüketim odaklı planlanmaya başlıyor. Birtakım objelerin bizi çok daha berrak ve parlak bir hayata çıkaracağı inancına sığınılıyor. Bu da insanları tatminsizliğe sürüklüyor. Her zaman daha iyi ve daha yeni olan hedefleniyor. Son model bir cep telefonu, pahalı bir markanın özel tasarım çantası veya afilli bir spor araba mutluluğun kapılarını açan birer anahtar olarak zihnimize kodlanıyor. Bu anahtara ulaşmanın yolu ise tabii ki dolgun maaşlı bir işte yatıyor. İşler bulunuyor, hedeflenen paralar kazanılıyor, hayalleri süsleyen ürünler satın alınıyor ama bu sefer de insanlar monotonluktan dert yanıyor. Her gün aynı saatte uyanılıp işe gidilen, eve dönülüp yine aynı saatte uykuya dalınan “memur tipi” düzenler pek çok insanı sıkıyor. İlk başta mutluluğu getirmesi hedeflenen o düzenden artık aynı düzeyde haz alınamıyor, kazanılan yüksek miktarda paralar da eskisi kadar işe yaramıyor. Pek çok insan bu noktada tekrar yaşama amacını sorgulamaya başlıyor ve bir şeyleri kaçırdığı kanısına varıyor. Psikolojik olarak yetersizlik ruh haline bürünüldüğü için kendini başkalarıyla kıyaslama evresine geçiliyor. Sağ olsun bize mutluluk getirmekte de mühim bir rol üstlenen son model cep telefonu bu konuda da imdadımıza yetişiyor. Sosyal medya sitelerine giriliyor önce. “Herkes ne kadar çok geziyor, herkesin ne kadar çok arkadaşı var, herkes ne kadar mutlu!”. Yalnızlığın yüze bir tokat gibi çarptığı bu kıyas süreci yetmiyor ve biraz da başarısızlık tadılmak isteniyor. Hemen kariyer siteleri kontrol ediliyor. “Herkes ne kadar iyi okullarda okumuş, herkesin her işi yolunda gitmiş, herkes ne kadar da mutlu!”. Gerçeklikten uzak “ideal” yaşam biçimleri ile sabah 9 akşam 5 mesaisi itinayla karşılaştırıldıktan sonra çoğunlukla depresyona merhaba deniyor. Depresyona yenik düşmeyip hayatın iş bulma bölümünü başarıyla tamamlayan nadir bir kesim ise bir sonraki hedefe, aile kurmaya geçiyor. Burada da işler hislerin öncelik taşıdığı değil daha çok mantığın devreye girdiği bir biçimde ilerliyor. İnsanların kendilerine seçtikleri eş adaylarında aradığı kriterler uyuşan manevi değerler yerine sosyal statü gibi daha somut etiketler olmaya başlıyor. Pek çok kişi meslek hayatında olduğu gibi özel hayatında da mutluluğu tüketime bağladığı için ekonomik gelir düzeyi açısından kendilerine denk veya kendilerinin biraz yukarısında olan adayları seçiyor. Aynı sosyal çevre, aynı refah düzeyi ve benzer geçmişler birleşince mutluluğun garanti olduğu bir tablo ortaya çıkıyor. İlk başta her şeyin yolunda gittiği bu güzel tabloda, yıllar geçtikçe çiftlerin paylaştığı ortak değerler azalıyor ve renkler solmaya başlıyor. Karşılıklı oturup birkaç saat sohbet bile edemediğin birinin düzgün geçmişi sana bir yere kadar huzur getirebiliyor. Sevgi ve saygının da bitmesiyle mutsuz ve hatta paramparça bir aile hayatı ortaya çıkıyor.Bunca hayal kırıklığının sebebi ise bence hayatı olduğu gibi kabullenememekten kaynaklanıyor. Mutluluk kıssasa kıssas kavramlara bağlanarak en büyük hata başta yapılıyor. Bununla da yetinilmiyor ve mutluluk hedeflenirken mutlu olmak dışında başka bir şey hissetmeye hakkımız yokmuş, hep stabil bir neşe içinde olmalıymışız gibi davranılıyor. Halbuki her şey her zaman istediğimiz gibi gitse hayatın ne anlamı kalır? Bütün hırslarımızdan, tutkularımızdan arınırsak ne için yaşarız? Mutluluğu yukarıda verdiğim örneklerdeki gibi bir formülün sonucu olarak görenler bu durumda tutunacak bir dal aramayabilir ama durum bende çok farklı. Şahsen ben çabalamadan, çalışmadan yaşayamam. Dolayısıyla tökezlemeden hatta düşmeden de yaşayamam. Kulağa biraz mazoşistçe gelse de zaman zaman mutsuz olmayı ve belki de biraz acı çekmeyi sevdiğimi itiraf edebilirim. Beni hayattaki hedeflerime karşı motive eden en büyük gücün bu çalkantılı his olduğunu düşünüyorum. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse ben mutsuzluğuma bakıp onun içine hapsolmaktansa onu olduğu gibi kabullenip yoluma devam etmeyi seçiyorum. 19 yaşında bir genç olarak en büyük mutsuzluk nedenimin hoşlandığım kişinin bana yüz vermemesi ya da sınavdan aldığım düşük bir not olması da bunu kolaylaştıran bir faktör olabilir tabii ama aynı taktiğin daha ciddi meselelerde de işe yarayacağını ümit ediyorum. Yola devam edilemese bile en azından mutsuzluğun da yaşanılması gereken doğal bir duygu olduğunun kavranmasını istiyorum. Lafı daha fazla dolandırmayıp esas meramıma geçecek olursak, hayatın belirli bir prospektüsü ne yazık ki yok. Şunu yaparsak mutlu oluruz, bunu yaparsak mutsuz oluruz gibi sığ öngörülerle bir yere varamayız. Belirli şeylerin mutluluğu getirdiğine dair katı tahminler de yapamayız. Ucu belli olmayan bu tünelde kendimize karşı yapabileceğimiz en iyi şey ise hata yapıp düşmeyi de, doğru adımları atıp başarmayı da aynı derecede normal karşılamak. Ha belki bir de bocaladığımız zamanlarda Rıfat’ın şu sözüne kulak asmak: ”Hayatın yalnızca yaşadıklarımız olmadığını, yaşamadıklarımızın, yaşayamadıklarımızın da hayatın ta kendisi olduğunu anlarsın.” (Bıçakçı, 2016) İmge ŞahinKaynakça Bıçakçı, B. (2016). Seyrek Yağmur. İstanbul: İletişim.
Gökhan Hüseyinoğlu Sanat Ne İçindir? Bugüne kadar yaşamış olduğum anılar içerisinden en eski olanı düşündüğümde, o zamandan şimdiye dek milyonlarca karar verdiğimi ve bunların azımsanmayacak kadarında hata yaptığımı görüyorum. Bu kararlar içerisinde önem sırasına göre en azından ilk yüze girebilecek olanlardan biri ise ileride hangi alanda uzmanlaşmak ve bunu mesleğim olarak sürdürebileceğimdi. “Ben öğretmen olmak istiyorum çünkü çocukları çok seviyorum.” ya da “Ben doktor olmak istiyorum çünkü kansere tedavi bulmak, insanları kurtarmak istiyorum.” diyebileceğimiz kadar kolay bir seçim değil bu bizim için. Çünkü birkaç sene yapıp bırakabileceğimiz bir uğraş değil. Ortalama altmış beş yaşlık insan hayatında otuz kırk senemizi buna ayırmamız gerekiyor. Yapacağımıza karar verdiğimiz işi ömür boyu yapabilecek kadar sevmemiz gerekiyor kısacası. Ancak ne yazık ki toplum baskısı, bize prestij adına yapmak istemediğimiz işleri kabul ettiriyor. Sadece doğup büyüdüğüm ve yaşamaya halen devam ettiğim ülkem için söylemiyorum bunu, dünyanın neresine gidersek gidelim bu durum böyle. İçinde matematik veya fen olmayan bir bölümde okuduğunuzda insanların göstermiş oldukları tepki inanılmaz. Neden diğer alanların bu kadar değersiz görüldüğünü anlamakta zorluk çekiyorum. Sonuçta dünya sadece matematik ve fenle dönmüyor ki. Aslında insanlığın ilerlemesini sağlayan şey matematik ve fen alanında olan gelişmeler değil, zeka ve yaratıcılığın bizi alışılmış yöntemlerden farklı bir yere yöneltmesi ve hep önümüzde duran şeyin farkına varmamızı sağlamasıdır bence. Hem sayısal alanda bir şeyler yapmayı seçen insanlar zekiyse, sanatsal alanda çaba gösteren insanlar aptal olmuyor ki. Zeka dediğimiz kavram sadece bir çalışma alanında ölçülebilecek kadar basit bir şey değil. Niçinmeslekleri önemli ya da önemsiz diye etiketleyerek çocukların gelecekleri hakkında yanlış kararlar vermesine sebep oluyoruz? Uluslararası danışman olan Ken Robinson bu durum hakkındaki görüşünü, “Gezegende, çocuklara matematiksel alanda verilen eğitim gibi günlük dans öğretilmesini amaçlayan bir eğitim sistemi yok. Sanırım matematik çok önemli, ama dans ve müzik de çok önemli. Çocuklara izin verilirse her zaman dans ederler, hepimiz yaparız. Hepimizin bedenleri var, değil mi? Çocuklar büyüdükçe sadece kafalarına odaklanıyoruz ne yazık ki.” (Sir Ken Robinson, Do schools kill creativity?) sözleriyle ifade ediyor. Ken Robinson’un da söylemiş olduğu gibi, farklı alanlarda yetenekleri olan insanları tek bir alan açısından değerlendirmek, onlara karşı yapılmış bir haksızlık olur bence. Çünkü her insan dış görünüş olarak birbirinden farklı olduğu gibi, düşünme yapısı bakımından da birbirinden farklıdır. Bu nedenle çocuklarımızı sadece sayısal alanlara yöneltmemiz ve bunun aksi gibidurumlarda aşırı tepki vermemiz, onlara karşı yapılmış büyük bir saygısızlık örneğidir bence. Müzik, dans, resim ve buna benzer bir sürü gereken değeri göremeyen alanlar, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabilmek amacıyla en az matematik ve fen bilimi kadar önemlidir. Öyle ki, Mustafa Kemal Atatürk bu durumu bir asır öncesinden görmüş ve şu sözleri söylemiştir. “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Sanatsal eğitimin ne kadar önemli olduğunu bu sözden kolaylıkla anlayabiliriz. Geçenlerde okuduğum “Orkestra Şefi: Leningrad Senfonisi” kitabı bu konu hakkındaki görüşlerimi önemli derecede etkiledi. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Dmitri Shostakovich’in yazmış olduğu 7. Senfoni, St. Petersburg’da yaşayan rus halkı için Nazi Faşizmi’ne karşı direniş sembolü olmuştur. Bir müzik bestesinin insanlarda uyandırmış olduğu güce ve öz güvene bakar mısınız? Sanat öyle bir şey ki, ona su ve ekmek kadar ihtiyaç duymamıza rağmen taşıdığı yaşamsal değer, günümüzde bir eğlence olarak görülüyor ne yazık ki. Sonuç olarak, sanat dediğiniz kavram, tarihin akışını bile değiştirebilecek kadar önemlidir ve biz ona hak ettiği değeri gösterebilmeliyiz. Eğitim sistemini oluşturan biz olduğumuz gibi,bunu değiştirebilecek güce sahip olanlar da yine biziz. Eğer yaşadığımız hayat bir resim olsaydı, emin olun ki sanat, bu eserin renkleri olurdu. Sanat bizlerde ön yargılı olmamayı, modern düşünebilmeyi ve yeniliklere açık olmayı prensip haline getiriyor. Artık toplum bakış açısından farklı biçimde düşünen insanlara, gerçekte toplumdan görmeleri gereken değeri hissettirebilmeli ve ön yargılarımızdan kurtulabilmeliyiz. Gelecek nesillere meslek seçiminde önemli olan şeyin toplum tarafından kabul görülmek olmadığını, asıl önemli olanın kendi yetenek ve isteklerimize göre mutlu birer birey olup geleceğimizi bu yönde şekillendirmemiz olduğunu göstermeliyiz. Kaynakça: . Quigley, Sarah. “Leningrad Senfonisi” (2015). . Robinson, Ken. “Do Schools Kill Creativity?” (2006). İngiltere. Ted Talks. . Vikipedi
Hüdaverdi Alperen Demirok DÜŞLERDEKİ YAŞAM İZLERİ Kitap tutkunu herhangi biri için edinilen her kitap farklı bir yaşam deneyimine eşdeğerdir. Yaşam deneyimlerinin ve kurgunun kolkola girdiği bir romandır Kitap Evi. Enis Batur, kendi yaşamının hemen paraleline bir kurgu perdesi aralamış; anlattığı romanda ve perdenin ardında bir düş düzlemi yaratmış kendisine. Kendisinin sadece nesne olarak bile bin türlü masalsı imge yüklediği kitap, çoğu insanın gözünde değer taşımaz. Tutkunlar da o “çoğu kişiyi” anlamaz ya ama yine, kendinin özel olduğunu bilir. Enis Batur’uda bu az nüfuslu tutkunlar kervanının sırasına koymakta sakınca olmasa gerek. Okuma sevgisi, kitap tutkusu aynen bir kalıcı virüs gibidir. Özne, kitap ve kütüphane üçgeninden, toplum, tarih, kültür ve elbette insanlık kültürüne yolculuklar eden ve bu heveste nefesi oldukça güçlü, yer yer bu güçlü şifrelerle duraklatan bir yapıya sahiptir kitap. Kitap Evi romanında asıl kahraman Enis Batur’du. Bazi insanlarin hayatında bir kitap yazılacak kadar olaylar, sevinçler, hüzünler, heyecanlar ve birçok durum yaşanmaktadır. Bir çoğumuzun hayatında önemli dersler çıkarilabilecek olaylar ve durumlar vardır. Bu nedenle de “Toplumda hayatımı anlatsam roman olur” diye bir tabir kullanırız. Hepimiz hayatımızın kahramanıyız, başrol aktörleriyiz. Yaşantımızda izlediğimiz televizyon dizileriyle, okuduğumuz bir kitapla bir bağ kurarız, onların etkisinde kalırız. İzlediğimiz dizilerin, okuduğumuz romanların derinliklerine inerek kendimizle koşutluklar ya da zıtlıklar arayarak girift bir dünya oluştururuz. Bu bağın su yüzüne çıkması o nesneden ne kadar etkilendiğimizin göstergesinin anahtarıdır. O anahtara sahip olmanın bedeli ve ödülleri, suç ve cezaları, haz ve günahları okuduğumuz kitaplarla hayatımızda içerik olarak bambaşka yönünü açmaktadır. Her bir kitabın aslında gerçek yaşam deneyimlerinden etkilendiğini görebiliriz. Bizimle olan yakınlığını kurmaya çalışır, kitapları bu heyecanla okuruz. Okuduğumuz her kitapta, aslında gerçek yaşam deneyimlerinin ve kurgunun kol kola girdiği bir romandır. Her kitapta gerçek hikayelerden bir kesit görmemiz mümkündür. Temennimiz bütün hikayelerin güzellikle ve mutlulukla bitmesidir. Tabii ki hayatta güzellikler ve acılar insanların hayatının bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Hayatımızda bir çoğumuzun keşke olmasaydı, yaşamasaydım, bir sihirli değneğim olsa da değiştirebilseydim dediğimiz anlar hep olmuştur. Ne yazık ki, gerçek yaşamda bazen keşkelerin, pişmanlıkların faydası olmamaktadır. Gerçek yaşamın yazarı da aktörleri de bizleriz. Rollerimizi yazarken ve oynarken daha dikkatli oynamalıyız, o anki oynadığımız oyunu iptal edip tekrar oynamaimkanımız yoktur veya hayatımızdan beğenmediğimiz bazı anları kitap sayfası gibi yırtıp atamayacağımızın farkında olmalıyız. Bununla birlikte, kitap ile gerçek yaşam arasında çok önemli bir fark olduğunu da unutmamak gerekir. Bir kitabın istediğimiz sayfasından başlayabiliriz veya sıkıldığımız bölümleri atlayabiliriz. Hatta, okuduğumuz kitabı beğenmemişsek, onu bırakıp başka bir kitaba bile geçebiliriz. Ancak gerçek yaşamda bunları yapmamız, en azından sahip olduğumuz teknolojiyle mümkün olmamaktadır. O zaman, gerçek hayat kitabımızın satırlarını büyük bir özenle yazmalı, gelecekte pişman olacağımız hatıralarla doldurmamaya özen göstermeliyiz. Zira, elimizde bundan sonraki sayfaları sadece kendimiz tarafından yazılacak ve yazılmış sayfaların geriye döndürülmesi mümkün olmayan tek bir yaşam kitabı bulunmaktadır. Yaşam kitabının sayfalarını sadece mutlulukla doldurmamız da mümkün değildir. Kendimizin veya sevdiklerimizin yaşam boyunca karşılaştıkları acılar ve hüzünler de bu kitabın birer sayfalarıdır. O nedenle, hayatı tüm gerçekliğiyle kabullenip, geçmiş sayfalarda yer alan olumsuzluklardan gerekli dersleri çıkararak, gelecek sayfaları hayatımıza mutluluk katacak biçimde kaleme almaya çalışmak asıl hedefimiz olmalıdır. Kendi yaşam kitabımızdaki mutluluklarla yaşam kütüphanesinde yanımızda yazılmaya devam eden diğer yaşam kitaplarının sayfalarının da mutluluk hikayeleriyle dolmasını sağlamaya çalışmayı amaç haline getirmemiz, huzurlu bir toplum içinde yaşamamızı sağlayacaktır. Kendi yaşamımızın baş rolünü oynadığımızı ve yaşam kitabımızın kalıcı etki bırakmasının da tamamen bizim elimizde olduğunu unutmayalım. Acı ve tatlı yanlarıyla bu hayat yaşamaya, hayat kitabımız sonuna kadar büyük bir zevkle okumaya değerdir. Kaynakça Batur, Enis. Kitap Evi. İstanbul: Sel Yayınları, 2014. Baskı
Ece ÖZTAŞ 22001792 Pusulanın Yönettiği Oyun Bazılarımız hayatının hangi yönde ilerlemesini istediğine, en sonunda ulaşmak istediği noktaya çoktan karar vermiş, çizdikleri harita doğrultusunda pusulalarını ayarlamış durumda. Bazıları ise nereye gitmek istediğinden ziyade içinde bulunduğu anda bile nerede olduğunun bilincinde değil. Hayatın akışı, ilerleyişi içerisinde sürüklenip duruyor. Kim bilir belki de kendisini hangi uzamda bulacağı heyecanını yaşamayı seviyor hayat adı verilen oyunda. Fakat her iki yaşam şeklinde de aslında herkes için mutlak, değişmez olan tek bir şey var; istense de istenmese de hepimizin hayatın rüzgarlarıyla sağa sola savurulduğu, bazen sakin sularda taşındığı ve bazen de hırçın dalgalarda şekil aldığı gerçeği. Benim görüşümde ise hayat oyununun tadına varmayı sağlayan haritanın istenilen yönde çizilmesi ve savrulmanın buna paralel gitmesi. İşte tam bu sebepten dolayı Zülfü Livaneli’nin Bizi Sürükleyen Nehir adlı eserinde geçen “İnsanlar okyanustaki gemiler gibi. Doğru bir pusulası olmayan gemi buz dağına çarpar.” (22) ifadesi ile beraber eserin akışı içerisinde kendimi buldum. Hayatımı yönlendirme çabalarım daha yeni başlayan bir serüven değil benim için. Peki haritamın oluşması benim sahip olmam gereken kararlılık ya da azim ile mi ilgiliydi, hiç karar değiştirmemem mi gerekliydi haritamın oluşması için? Daha önce hiç karar değiştirmedim denilemez aslında… Haritamı pek çok kez çıkmaz sokaklara, uçurum kıyılarına hatta karşıya geçemeden kararımı değiştirdiğim şelalelere kadar götürdüm. Pek çok kez yanlış yola saptım belki de ama pusulamın beni götürdüğü uzamları haritama daima kalemimi bastıra bastıra çizdim, bir tanesini bile değiştirdiğim rota sebebiyle silmedim. Her yeni uzamda daha fazla şey öğrendim kendim ile ilgili, değiştirmek istediğim davranışlarımın farkına vardım ve buna göre serüvenime yön verdim. Bembeyaz bir sayfaya ilk çiziktirmeleri yapmanın çekingenliği içinde kalemi hafifçe kâğıda dokundurarak yapılan bir harita başlangıcı değildi benimki, ilk limanım olan çocukluğum küçük hayallerle yavaşça ellerimden kaymadı… Rengarenk, kâğıda sığamayacak kadar geniş hedefler uğruna çiziktiriyordum haritamın ilk hatlarını. Sanıyorum ki kurduğum en geniş kapsamlı ve ileriye yönelik hayaller ve hedefler yaşım daha küçükken ortaya çıkıyordu. Hata yapma korkumdan kaynaklanmasa da zamanla hedeflerimi daha da yakınımdaki uzamlara konumlandırmaya başladığımı fark ettim zamanla. Giderek daha kısıtlanmış, olduğum konuma yakınlaşmış hayallerimin arkasında yatan sebep oyunun hızlı akışı içerisinde yaşadığım bir baş dönmesi, günlük hayatın koşuşturmacası içerisinde hayallerimin ne olduğunu unutmam, buna ayıracak zamanımın neredeyse tamamının elimden alınmasıydı. Pusulamı ellerime alamaz 1Ece ÖZTAŞ 22001792 olmuştum bir bakıma. Dalgaların zorlama itişleriyle, bana bağlı olmayan kararlılıkta bir sürüklenmeyle yaklaştım bugünüm olan buz dağına doğru. Beni bugünüme, bulunduğum bu uzama getiren dalgaların ise hırçın, sert ve belirsiz dalgalar olduğundan ancak beni tam olarak olmam notaya getirdiğinden şüphem olmadığını söyleyebilirim sanırım. Beni dört tarafı kapalı, zamanın geçmek bilmediği buz dağına hapseden bilge dalgalar… Elime alamadığım oyun kurucu pusulamı daha fazla elime almamı sağlayan, hayatın koşuşturmacası içerisinden çekip çıkaran durumdan bahsediyorum bu çarpıcı dalgalar olarak, evet. Çoğu kişinin bir ev hapsi olarak değerlendirmesi sebebiyle ne yazık ki ellerine geçirdikleri boş zamanları kullanamadıkları, boşlukta kaldıkları zaman ve uzamdayım. Haritanın çizilmemiş olduğu, oynayacağım hamlenin oyunda henüz belirlenemeyeceği bir noktada olmama rağmen uzun zamandan sonra ilk defa elime pusulamı alabilmenin mutluluğunu yaşıyorum. Bir anda hızlanan gündelik yaşamdan yavaşlamaya giden sonu henüz belli olmayan etrafı çevrili bir yoldayım. Elimde belki de zamandan başka hiçbir şey yok bu aşamada. Hapsedildiğim buzdan dağımda pusulamın yanında bir oyun kurucu da ben olmuşum, hayal ediyorum yolumun devamını, hedefler koyuyorum belirsiz oyunun sonu gözükmeyen yolunda… Kaynakça: Livaneli, Zülfü. Bizi Sürükleyen Nehir. İstanbul: Doğan Kitap, 2020. Baskı. 2
MEHMET EMİN SEVİNÇ Okuma Belası "Gece gündüz okumak, durmadan kitap satın almak, uykusuz kalmak... Çünkü kimse öğrenmek için okumaz. Unutmak için okur insan." Geçtiğimiz günlerde Emil Cioran'a ait bir aforizma gördüm internette: "Gece gündüz okumak, ciltleri yutmak, uykusuzluk... Çünkü kimse öğrenmek için okumaz. Unutmak için okur insan." Okumak, okumak, kitapçılara her hafta bir tomar para saymak, okuma listesi yapmak ve daha çok okumak. Uykusuz geceler, yorgun sabahlar. Cioran'ın bu sözleri ne o esnada başka bir kitap okurken denk geldim. Elimdeki kitabı bir kenara bırakıp yazarın sözlerine kulak verdim ve düşünmeye başladım. Ne için okuyordum? Amacım ve ereğim neydi? Çok okursam ne olacaktı? Hiç kitap okumayan babaannem bile 82 yaşında olmasına rağmen benden daha sağlıklı ve mutluydu. Peki ben neden bu kadar mutsuz ve hırçındım? Bu gibi sorular dönüp durdu zihnimde o akşam. Okumak üzerine bir miktar felsefe yapmama neden oldu diyebilirim Cioran. Okumak yeni hayatlara sahip olmamızı, yeni insanların yerine geçmemizi sağlar bence. Farklı dünyaların olduğunu, dünyanın tek kendimizden ibaret olmadığını anlatır. Kısacık insan hayatına birden çok hayat sığdırmaya yarar. Kurmacayı bu anlamda önemsiyorum. Fakat okumaktan çok daha mühim bir şey daha var: Yaşam. Ne edebiyat ne ekonomi ne politika, yaşamın yerini tutabilir. Kendi öznel tecrübelerimden hareketle meseleye açıklık getirmeye çalışayım: 21 yaşında bir insan olarak bu 21 yılın uzun bir bölümünü okumaya, yazmaya ayırdım. Karşımda konuşmam gereken biri yoksa hemen bir şeyler okumaya başlardım. Yemek yerken, banyodan çıkıp kurulanırken, gece yatmadan, ayakkabımı bağlarken, her an her saniye bir şeyler okurdum. Boş zamanlarında futbol maçına giden, Eymir Gölü'ne yürüyüşe giden insanlara acırdım. Dostoyevski'nin muhteşem şekilde tasvir ettiği St. Petersburg'daki Neva Nehri'nin güzelliklerinden mahrum kaldıkları için üzülmeleri gerektiğini düşünürdüm bu insanların. Ancak bilinçaltım fokurdardı bu anlarda. Bendeki esas sorunun apaçık farkındayım zira. Kitaplarla hayattan kaçıyordum ben. Korkaklığımı okuduğum kitaplardan inşa ettiğim kalelerle örtmeye çalışıyordum. Kendi sorunlarımı örtbas etmek için, zihnimdeki kanayan yarayı görmeye katlanamadığım için kaçmayı seçmiştim. Fakat kaçtığım şey neydi? Neden kendime yazık ediyordum? Ortada görünür hiçbir sorun yokken neden kendime bunca acı çektiriyordum? Şimdilerde duruma birkaç adım geriye çekilip daha objektif bir gözle bakabildiğim için diyebilirim ki benim sorunum hayatın ta kendisiydi. İnsan hayatıydı, insan hayatının bu kadar kısa olması beni delirtiyordu. Madem süre bu kadar kısıtlı, o zaman bu hayatı daha dolu, daha donanımlı, daha entelektüel bir şekilde yaşamak için dur durak bilmeden okumam gerekiyordu. Yani hayatın doğal seyrinde, dünyayı daha iyi anlayabilmek için giriştiğim bu okuma macerası, bir noktadan sonra hastalıklı bir hal almaya, adeta obsesyona dönüşmeye başladı. Ancak sonraları okumayı pat diye bıraktım. Birkaç yıl boyunca çok az kitap okuyup olabildiğince çok seyahat etme ve yeni insanlar tanıma fırsatı buldum. Artık kendimi daha ferah hissediyorum. Kitaplarım üstümdeki basıncı azaldı. Dahası okumaktan daha çok verim almaya başladım. Zira hayat hakkında düşünmek, bir insanın kendine yapabileceği en büyük kötülüklerden biriymiş meğer. Hayat hakkında düşünülmez, hayat bizzat acısıyla tatlısıyla yaşanarak tecrübe edilirmiş. Huzur, ip üzerindeki cambazlarMEHMET EMİN SEVİNÇ gibi o hassas dengeyi sağlayabilmekte saklıymış. Ne kitapların dünyasına girip izole bir hayat yaşayarak hayatın ta kendisine uzak bir noktadan kıskanan gözlerle bakalım; ne de kitapların hayatımıza binlerce renk, tat, koku, tecrübe, duygu katan o büyülü dünyasını görmezden gelelim. Tüm mesele dengeyi kurabilmekte.
Köklem Seren Yaşamaya Değenler Hiç çok sevdiniz mi? Her şeyin ötesinde tüm çıkarların, hesapların ama en önemlisi kendinizden de öte sevdiniz mi? Bazen küçük bir çocuğun yeni oyuncak görünce sevinmesi kadar bazen yeni doğan bir bebeğin masumiyeti kadar... Eski zamanlar varmış, anlatılırken duyuyorum. Günümüzle kıyaslanamayacak kadar efsane eski zamanlar. İnsanlar iyi niyetli, sevgiler safmış. İnsanlar arasında güven varmış. Sadece sözde dile getirilen değil, içimizde sıcaklığını hissettiğimiz… İnsanlar sevdi mi, sevgilerini kendilerinden de öne koyarlarmış. Bugün o hikayeler anlatıldığında, derinlerdeki hiç dolmayacak ve bir daha asla anlam kazanmayacak olan o boşluk varlığını hissettiriyor, her defasında biraz daha sert, biraz daha fazla can yakararak. Kanayan, gittikçe derinleşen, günden güne onarılabileceği düşünülen, hatta geçti sanılan lakin etkisini en az ilk günkü kadar hissettiren ve asla yitirilmeyecek olan kalbimizin en az cam kadar keskin kırıkları... Eskiden insanların yaşamaya kıyamadığı, sakındığı hayatları bugün ne kadar da pervasızca harcıyoruz. Ne kadar da acımasızca kullanıyoruz zamanımızı, oysa hiç farkında değiliz geri alamadığımız tek şeyin zaman ve zamanın her saniye bizden birazcık daha çaldığı hayatlarımız olduğunu. Sonuçta bir saniye sonra yaşayacaklarımızın bile garantisi yokken biz bu kadar boş yaşamaya nasıl oluyor da bile bile lades diyebiliyoruz? Harekete geçmek neden bu kadar zor geliyor? Harekete geçtiğimiz anda sonbahar renkleriyle dolu olan donuk hayatlarımızın yaz sıcaklarına kavuşamayacağını nereden bilebiliriz ki? Kendimizden sakladıklarımızı, dışarıya vuramadıklarımızı kendimize bile itiraf edemeyeceğimiz durumlara zaten giriyor iken niye bu zorlama? Güneş kadar iç ısıtan ve içten gülümsemelerle donatılmış olan hayat ve harcanan zaman, zamanların en güzelidir. Tadında ve tam da zamanında yaşanan anılar ise hayatlarımızın unutulmazlarındandır. Zaman elimizden akıp giderken belki de farkına varmak zorlaşıyordur fakat herkesin hayatının “keşke”ler yerine “iyi ki” lerle donatılmış olmasına ve eskiye dönüldüğünde tebessüm ettirecek anılara ihtiyacı vardır. Tam olarak da bu sebepten yapılması gerekenler, zaten kendisi bulmaca gibi karmaşık olan bu aşkın bizleri içinden çıkılması zor durumlara sokmasına izin vermemek ve en uygun zamanda, olabildiğince hızlı bir şekilde duygularımızı gün yüzüne çıkarmaktır.Hayatlarımızda fazlasıyla zorluklarla dolu yokuşlar varken, hayat ve hayatta rol alanlar bizi bir an bile düşünmeden üzebiliyorken, hiçbir zaman hayatın yollarımıza güller döşemediği bilinmeli, bilinmiyorsa bile öğrenilmesi gereken bir tecrübedir. Yaşadıkça gülümsemelerden sorumlu olduğu kadar dökülen gözyaşlarının da sorumlusu olan hayatı geciktirmek tecrübe edilebilecek en büyük pişmanlıktır. Karşılaşılması muhtemel olan bir ikinci pişmanlık ise aşkımızı ertelemek olacaktır. Ertelenen hayatlar ve devamında geç kalınan aşklar… Tüm pişmanlıklar ve memnuniyetlikler aslında bu ikisi arasında dolanıp durur. İşte yaşanması muhtemelen bütün anıları ve hayatta tecrübe edebileceğimiz her şeyi korkusuzca karşılamak, yaşanması olası bütün zorluklara ise dimdik durarak ve kocaman gülümseyerek karşılık vermek bu hayatta başarması en zor olan ama bize gerçek mutluluğu sağlayacak olan derstir. Unutulmaması gerekir ki şu an zirvenin tadını çıkaranlar tıpkı bir dağcının zirveye ulaşmaya çalışırken zorluklar karşısında gösterdiği sabrın yarısından fazlasını gösteren insanlardır. Kolay değildir, içimizden geldiği gibi davranmak ve olduğumuz gibi yaşamak. Yapılması gerekenler de aslında tam olarak budur. Hayatımızın bizlere ait olduğunu unutmamak, hayatı istediğimiz yönde, istediğimiz insanlarla ve istediğimiz duygularla değiştirebilmek ve bu yönde tadını çıkarabileceğimiz zamanlara şahit olmak verimli yaşamanın anahtar kelimesidir. Anahtar kelimenin bizlere açamayacağı hiçbir kapının olmadığının bilincinde olup, boşa harcanmış bir hayatın pişmanlıklarla dolu anılarla dolmasına izin vermemek, bizlere sunulan bir fırsat olan hayatı en doğru şekilde yaşamanın da altın kuralı olacaktır.
KÖMÜR KARASI 19. yüzyılın ortalarında kuzey Fransa’ da kömür madeni işçilerinin maden ocağının sahibi tarafından sömürülmesi ve bir gün işçilerin greve gitmeye karar vermesi üzerine işçilerin otorite tarafından bastırılmalarını anlatan Emile Zola’ nın kitabı “Germinal” in filme uyarlaması olan “Tohum Yeşerince” içimizi hüzün ile kaplıyor. Filmi izlerken bir insanın yaşamaması gereken koşullarda yaşayışına tanık oluyor ve yaşananların gerçekliği içimizi acıtıyor. Beni en çok etkileyen ve hüzünlendiren sahne ise filmin ana karakterlerinden Mahau’ nun öldürüldüğü sahneydi. Mahau, filmde izlediğimiz ailenin babası, hakkını aramak için gittiği maden ocağına girmesine izin verilmiyor ve askerler tarafından vuruluyor. Mahau’ nun vurulması hiç beklenilmeyecek ve etkileyici bir sahneydi çünkü olayların seyrini değiştirip grevin sona ermesini sağladı. Beni en çok etkileyen karakterlerden biri ise Mahau’ nun kızı olan Cathrine’di. Tam olarak karakterini çözemediğim için bana ilginç gelmişti. Filmin başlarında bir anne kadar güçlü olduğunu ve çocuklarını yetiştiren annesine destek olduğunu düşünmüştüm. Oysaki her zaman birilerinin ilgisine muhtaç ve ona bakıpkollayacak birilerini arıyordu. Üstelik sadece karnının doyup doymamasını umursuyor ve gerçek aşkının peşinden gidecek cesareti de yoktu. En önemlisi ise geleceğe dair hayalleri ve idealleri yok. Bu nedenlerden dolayı filmde hayata en çok yabancılaşmış karakterin Cathrine olduğunu düşündüm. Filmin geneline bakacak olursak film, Sanayi Devrimi sırasında gerçekleşen sosyal değişime karşı çıkan isyanı ele alıyor. Teoriler geliştirerek sanayileşmenin etkileri ile ilgilenen üç önemli toplum bilimci var. Emile Durkheim, Max Weber, Karl Marx toplumdaki sosyal değişmeleri anlamak için birbirlerinden farklı fikirler üreterek sorularına yanıt aramışlardır. Filmdeki sosyal durum daha çok Marx’ ın analizleri ile ilgili olduğundan filmi, onun bakış açısı ile inceleyebiliriz. Sanayileşme ile gelişen kapitalist sistem sayesinde sanayi toplumlarında iki ana sınıf ortaya çıktı. Bu sınıflardan biri zorlu şartlar altında çalışarak emeğini düşük ücrete satan işçi sınıfı. Diğer sınıf ise işçileri, adil olmayan maaşlar karşılığında tehlikeli koşullar altında çalıştıran sermaye sahipleri. Filmde bu sınıfları maden işçileri ve maden ocağı sahipleri olarak görmek mümkün. Marx’ ın fikirlerine göre filmde de gördüğümüz gibi bu sınıflar arasında sürekli anlaşmazlıklar mevcut. İşçilerin oldukça düşük olan maaşları patronları tarafından iyice azaltınca işçiler, grev yapıyor fakat otorite tarafından önce ciddiye alınmıyorlar daha sonrasında ise işin ciddiyetini anlayan patronlar otorite üstünlüğü ile grevi bastırıp grev yapan işçilerin yerine yeni işçiler alıyor veya grevleri başarısızlıkla sonuçlanan işçiler daha az maaşla çalışmaya razı oluyor. Karl Marx, için bu gibi anlaşmazlıkları ortadan kaldırmanın çözümü sınıfsız bir toplum yaratmaktı. Her ne kadar bir ütopya gibi görünse de ilerde bizi neyin beklediğini tahmin edemeyiz ve ne kadar doğru bir çözüm olduğunu sadece hayal ederek bulabiliriz. Filmde yaşanan olaylar ve günümüz dünyası arasındaki benzerlikler gözden kaçmıyor. Maalesef ki bu yıl içerisinde ülkemizde gerçekleşen Soma Faciasında birçok maden işçisi hayatını kaybetti. Oysaki hükümet tarafından kazadan 20 gün önce reddedilen maden ocağı denetlemesi onaylanıp gerekli önlemler alınsaydı bu facia gerçekleşmeyecekti. Bu kazadan sonra gerekli mercilerin yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği sorgulanmalı ve gereği yapılmalıydı. Maalesef ki birçok vakada olduğu gibi yozlaşmış otoriteler üstünlüğünü korumaya ve sistemi olması gereken düzenden çıkartmaya devam ediyorlar. En çok içimi acıtan şey ise bu kazadan sağ kalan işçilerin tekrar orada çalışacaklarını duymaktı. Benimse tek söyleyebileceğim, bazen bir hayatı değersiz kıldıranı sorgulamak gerekiyor.
Merve Ersavaş Kaygının Kedisi Sakin geçen bir günün ardından, kulaklığından gelen huzur verici müziğin eşliğinde, evinin merdivenlerinden yukarı çıkmak paha biçilemez bir his. İnsan böyle bir monotonluğun içinde kaybolsa bile bundan şikâyetçi olmaz herhâlde. Anahtarımı çıkarıyorum, kapıyı açar açmaz evin tanıdık bir o kadar da sıcak havası yüzüme çarpıyor. Ben tüm bu tanıdık hisleri düşünürken, mutfaktan annemin çığlığı yükseliyor. ‘’ Rıfaaaatt! İn çabuk oradan aşağıya, delirtme beni!’’ İşte tam bu nokta, monotonluğumun bittiği yer oluyor. Hızlıca ayakkabılarımı çıkarıp mutfağa doğru koşuyorum. Yerlere saçılmış pirinç tanelerinin üzerinden atlayarak, Rıfat’ı kucağıma aldığım gibi odama koşuyorum. Arkamızdan fırlatılan terlik neyse ki bize yetişemiyor. Kapıyı kapatıp onaylamayan bakışlarımı, kaygılı bir şekilde halıda duran kediye çeviriyorum ama o bunu umursamadan patilerini yalamaya başlıyor. İşte, bizim sonsuz döngümüzün küçük bir parçası… Tek çocuk olmanın insana kazandırdıkları ve kaybettirdikleri herkes tarafından farklı yorumlanabilse de ben her zaman bu durumu sevmişimdir. Geçen yıllar ile birlikte artan farkındalık ve hissedilen yalnızlık, evimizdeki kedi sayısının da doğru orantılı olarak artmasına sebep olmuştu. Belki de bu yüzden seviyorum tek çocuk olmayı, büyüdükçe kedilerim bana, insanların kattığından daha çok şey katmaya başladı. Hatta elime kalemimi aldığımda yazacak çok fazla hikâyemin olmasını bile onlara borçluymuşum gibi hissediyorum. Aslında bu durum üzerinde düşünürsek, bunun imkânsız olmadığını fark ederiz. Ernest Hemingway, Jean Paul Sartre gibi birçok başarılı yazara ilham veren kediler nasıl edebiyatın dışında tutulabilir ki? Kim ne derse desin, kediler edebî varlıklardır ve içinden geçtikleri şairlere, romanlara kendi ruhlarını bulaştırırlar. Rıfat’ı bulmadan yaklaşık bir ay önce bitirdiğim kitabı okurken fark etmiştim ki Barış Bıçakçı da buna inanan, bu bağı kurabilen yazarlardan. Seyrek Yağmur’u okurken bunu anlamamak çok zor olurdu zaten. Kitapçı Rıfat’ın parçalanmış anılarını, kendine has fikirlerini ve bitmek tükenmek bilmeyen dertlerini paylaşırken o dükkâna uğramak ve Rıfat’ı karşısına alıp demli bir çay içmek istiyor insan. Rıfat’a göre kedisiz kitapçı olmaz, her derdin çaresi bulunmaz ve günler aynı kaba damlamaz. ‘’Hiçbir şey eksik değil. Kapının açıldığını kendi dünyasına dalmış Rıfat’a bildiren bir çıngırak ve tabii kitapların üzerine tünemiş uyuyan bol tüylü bir kedi var.’’ (Bıçakçı 7) Bu cümleye bakarken kuruyorum Rıfat ile aramdaki bağı. Bir kez daha istiyorum dükkâna girmeyi, o kediyi kucağıma alıp hafifçe okşarken satırlar arasında kaybolmayı. Rıfat da karşımdaysa eğer başka ne isterim? Gittikçe bu mükemmel karaktere daha fazla bağlanıyorum. Öyle çok istiyor ki sevilmeyi, öyle muhtaç ki dükkâna girip yalnızca test kitapları sormayacak insanlara… Hayatı anlamaya karşı bitmek tükenmek bilmeyen arzusu, çektiği aşk acısı, anlamlandıramadığı sosyal düzen ve hatta tanrıyı sorgulayışı bile hepimizden bir parça barındırıyor gibi. Buna rağmen, hiçbirimiz Rıfat değiliz. Ancak, hepimizi birleştirirsek ortaya bir Rıfat çıkabilir gibi geliyor bana. O, hayatın tam ortasında, herkes ile hiç kimse arasında kaybolmuş kedili bir kitapçı sadece. Hani, bazıkitapları öyle kolayca bitiremeyiz içimizde, okunacak sayfaları kalmasa bile o kitap günlük hayatımızın içinde ufak anlarda hatırlatır kendini bize, benim için Seyrek Yağmur tam olarak öyle kitaplardan oluyor işte. Aylardan Ocak, havanın iyiden iyiye soğumaya başladığı yağmurlu bir akşamda eve yürüyorum. Arka caddemizdeki sinemanın önünden geçerken, tiz ve sık miyavlamalar duyuyorum, kafamı çevirdiğimde yağmurdan sırılsıklam olmuş cılız bir yavru kedi görüyorum sinemanın ince tabelasının altında duran. Öyle yalnız, öyle kaygılı ki aklıma gelen satırlara engel olamıyorum. ‘’Rıfat zavallı kedisinin arka ayakları sağa sola savrularak kitapçıdan kaçışını her nasılsa görmüştü, unutamıyor. Ne yiyecek bu kedi ne içecek, nasıl koruyacak tehlikelerden kendini? Kitapların verdiği güven olmadan nasıl yaşayacak? Bir kedi kitapsız yaşayabilir mi?’’ (Bıçakçı 97) Bir kedi kitapsız, evsiz daha önemlisi Rıfat olmadan yaşayabilir miydi? Neredeyse hiç düşünmeden alıyorum kediyi, montumun içine sarıyorum ve hızlı adımlarla eve gidiyoruz. İyileşmesi zaman alsa da bizi tanıdıkça, evi öğrendikçe iyiye gidiyor durumu kaygısı geçen günlerle birlikte azalıyor hayata karşı. En sevdiği minderi kütüphanenin yanındaki peteğin altında, canı isterse tüm gün uyuyor canı isterse bütün evi alt üst ediyor. Tüm kediler gibi o da kalıplara sığmıyor ve kendine has zevklerinden, kişiliğinden asla ödün vermiyor. Sırf onunla aynı evi paylaşıyoruz ya da ona yemek veriyoruz diye uysallaşsa, keyifsiz olduğunda kollarımızı tırmalamaktan vazgeçse onu yine böylesine sever miydim bilemiyorum. Ben tüm bunları düşünürken, o temizlenmesini bitirmiş güzellik uykusuna dalmıştı bile. Ben de raftan yeni bir kitap alıp yanına kıvrıldım. Âdeta satırlardan fırlamışçasına hayatıma giren Rıfat, ona her baktığımdan içimdeki şefkati, güveni ve inancı tazeliyordu. Artık seyrek yağmurlara, umutsuzluklara ve kaygılara birlikte şemsiye açıyorduk, korkmadan. Kaynakça: Barış, Bıçakçı. Seyrek Yağmur. İstanbul: İletişim Yayınları, 2016. 1.Baskı.
Merve Deniz BİR MUCİZE OLSUN Kitap okumak, insanın hayatını renklendiren aynı zamanda sorgulatan bir eylemdir. Okuduğumuz her kitapta onlarca insan ile tanışırız ve onların hayat hikâyelerine şahit oluruz. Eğer iyi bir okuyucuysak her sayfada başka bir karaktere bürünürüz. Öylesine benimseriz ki o insanları, acılarıyla hüzünlenip sevinçleriyle neşeleniriz. Fakat her kitapta aynı etkiyi bulamayabiliriz; bazı kitapların kapağını kapattığımızda onları orada bırakıp hayatımıza devam ederiz. Kimi kitaplar vardır ki karakterleri farkında olmaksızın sayfalardan hayatınıza süzülür. Tıpkı Canan Tan’ın Pembe ve Yusuf kitabındaki Kader, Pembe ve Yusuf gibi... Kitabı okuduktan sonra onların sadece birer roman karakteri olmadığını, aslında hepsiyle daha önce hayatımın bazı anlarında tanıştığımı fark ettim. Bir insanın adı tüm ömrünü etkiler mi? Bir baba neden erkek beklerken kız olduğu ve babasının öldüğü gün doğduğu için kızına bu ismi verir? Kader… Sanki sen beni varlığınla mutsuz ettin, sen de ömrün boyunca bu ismi her duyduğunda kahrol der gibi. Evet, gerçekten de öyle oldu. Kader’in yüzü bir kez gülmedi, yüreği yaşayamadıklarının acısıyla kavruldu durdu. Özellikle evlendikten sonra hem psikolojik hem de fiziksel şiddetin de olduğu bir esir hayatı sürdü. Hangi kadın hak eder bunu? Çocukken dedemlerin köyünde kocasından şiddet gören bir kadın vardı. Daha da kötüsü herkes o kadının işkence gördüğünü biliyordu ve buna rağmen kimse sesini çıkartmıyordu çünkü erkek adam döverdi, söverdi ama sevemezdi. O kadınla bazen sokakta oynarken göz göze gelirdik, çok şey söyleyecekmiş gibi bakardı ama hiçbir şey söylemeden içeri girerdi. Kader’in hayatını okudukça o kadını anımsadım. Kim bilir bir bakışıyla anlatamadığı neler yaşamıştı? Pembe ise okumaktan büyük hüzün duyduğum bir diğer karakterdi. Biliyorum ki abla kelimesi sözlükteki anlamından daha fazlasıdır. Kardeşim, nefes alırken ciğerlerimi alabildiğine doldurduğum havadır benim için. Onun varlığı, beni resmen hayata bağlıyor. Onun bir an üzülmesini istemiyorum sanki onun tırnağının ucu kırılsa, kopan o parça benim yüreğime batacak. Pembe ile bu noktada çok benziyoruz aslında. Onun da hayattaki en değerlisi erkek kardeşiydi ve sırf Yusuf hapse girmesin diye kendi hayatına son verdi. Aslında kitabı, Pembe’nin fedakârlıklarla dolu ablalığında kendimi bularak okuduğumu itiraf etmeliyim. Pembe’nin intihar şokunu atlatamadan ben olsam ne yapardım diye düşündüğümü anımsıyorum. Evet, ben de aynısını yapardım. Kardeşim üzülmesin diye ben de gözümü kırpmadan kıyardım canıma. Peki, aldığımız bu karar geride kalanları nasıl etkileyecekti? Yusuf ablasının kaybından sonra daha mı mutlu olacaktı yani? Yusuf bu hikâyenin neresindeydi? Bu hayata sırf ablasını öldürmek için mi gelmişti? Toplumdan ve ailesi tarafından, Pembe hariç, nedenini bilmediği bir şekilde resmen dışlanmıştı. İnsanlar işi olmadığı zamanlarda Yusuf ile konuşmazlardı bile. Gökyüzündeki bulutlar gibiydi Yusuf, insanlar var olduğunu biliyorlar fakat görmeleri için bakmaları gerekiyordu. Hepimiz hayatımızın bazı anlarında Yusuf’un yerinde olmuşuzdur, ben de Yusuf gibi dışlandığımı hatırlıyorum. Üniversiteye ilk başladığımda içime sinen bir arkadaş grubu bulamamıştım. İnsanların bazı davranışları bana yanlış geliyordu ve bu yüzden çok fazla insan tarafından dışlanmıştım. Yusuf’un mücadele ettiği yalnızlığı gördükçe aklıma o günlerim geldi. O anlarda hep annemi aramıştı gözlerim; keşke yanımda olsa demiştim. Kim bilir belki Yusuf da böyle anlarında ablasını istiyordur yanında ama maalesef artık kalan hayatında Pembe diye biri yoktu.Tüm yaşanılanlar, gözümde domino taşlarının düşüşünü canlandırdı. Kaderin yanlış evliliği ilk hamleydi ve bu kararın kurbanları hem kendisi hem de çocukları oldu. Kader kendisinde yaşadıklarına engel olma gücünü bulamadı. Bazen tıpkı Kader gibi elimizden hiçbir şey gelmez ve alın yazımıza razı geliriz. Ama bakarsınız bir gün bir mucize olur ve yeryüzündeki tek ağlama sesi yeni doğan bebeklerden gelir, köşeye sinmiş içli içli ağlayan Kader’lerden, Pembe’lerden, Yusuf’lardan değil. Kaynakça Tan, Can. Pembe ve Yusuf. İstanbul: Doğan Kitap, 2014. Baskı.
Ecem Genç 21101251 TURK 102- 16 Assignment 3 / Draft 1 Aynadaki Sen Ayna, Aykut Oğut’un “Evrenden Torpilim Var” adlı eserinin devamı niteliğinde yazılmış, fakat ondan çok daha geniş vizyonlu bir kitap . Kitabın bir ismi yok, ona “Ayna” dememin sebebi kapağında sadece bir ayna olması. Aynanın bana verdiği etkiyi, başka herhangi bir kitap ismi veremezdi diye düşünüyorum. Bu da zaten kitabı sadece bir kez değil, defalarca okumamın en büyük etkilerinden biri. Maalesef ki, Türkiye’de kitap okumayı seven insan kesiminden biri olarak, kişisel gelişim ya da deneme kategorisinde Türk yazarları genelde tercih etmiyordum. Dünya çapında ünlü yazarların bu kategorilerdeki eserlerini okudukça, kişisel gelişim kitaplarından beklentilerimin arttığını ve yerli eserlerin beni bu alanda tatmin etmeyeceğini düşünüyordum. Hepimizin bildiği gibi, ülkemizde bu alanda yazılan kitaplar çoğunlukla alıntılardan hatta bazen çalıntılardan oluşuyor. Okuduğum her kitaptan aynı klişe mesajları almaktan hiç memnun değildim, ta ki bu kitabı keşfedene kadar. Yine aynı fikirlerle okumaya başladığım bu kitap benim bu konudaki ön yargılarımı yok etmem için bir adım oldu. Kitap, öğreticiliğinin yanı sıra çok da sürükleyici. Her kesimden insanın anlayabileceği, gayet basit bir dille yazılmış, fakat aynı zamanda herkesin anlayamayacağı kadar da derin. Gerçek hayattan örnekler verilerek pekiştirilen temalar, kitabın akılda kalıcılığını büyük ölçüde arttırıyor. Zaten kitabı okurken adeta karşınızda biriyle sohbet ediyormuş gibi hissediyorsunuz. Ben, okurken yorulmadığım kitapları sevdiğim için, bu kitabı okumak benim için bir nevi meditasyon niteliğindeydi. Her bir sayfasını, bir öncekinden daha büyük bir keyifle okudum ve okumaya devam ediyorum. Bana göre, Aykut Oğut’un kitapta asıl vermek istediği mesaj “farkındalığın önemi”. Çünkü ilerleyebilmek, düzeltebilmek ve yenilenebilmek için önce mevcut durumumuzun farkında olmamız gerekiyor. İçinde bulunduğumuz gerçekliğin tam olarak farkına varmadığımızda, kişisel gelişimimiz de mümkün olmuyor. Ama bu süreçte en önemli şey “gerçekten farkında olmak” ve “farkında olduğunu zannetmek” arasındaki ayrımı yapabilmek. İnsanlar kendilerini daha iyi hissetmek için zaman zaman farkında olmadan kendilerini kandırabilirler. Çok derinlerde aslında emin oldukları bir şeyi, kendilerine yüksek sesle itiraf etme cesaretini gösteremeden, onu çok daha derinlere gömerler. Yüksek sesle söyledikleri şey ise o problemin farkında olduklarıdır. Bunu hepimiz yapıyoruz, ve yaptıkça daha fazla yapmaya devam ediyoruz. Bir şeyin tamamiyle farkında olmak demek, o şeyin olumlu ve olumsuz bütün yönlerini görebilmek ve o şeyin kendi üzerinde yarattığı olumlu ya da olumsuz etkinin tamamiyle farkında olmak demektir. Bizler genelde “o şeylerin” sadece olmlu yanlarını alıp, olumsuz yanlarını görmezden geliriz ve kendi kendine düzelebilmesini bekleriz. Ve bu nedenle ilerleyebilmemiz de pek mümkün değildir. Ayna, okuyucuyu kendiyle yüzleşebilmesi içindestekliyor ve dolayısıyla gelişim sürecini hızlandırıyor. Kapağındaki aynanın da asıl amacı bunu sağlayabilmek. Kitap, okuduğumuz ve anladığımız her mesajdan sonra dönüp aynaya bakıp sonra tekrar devam etmemizi istiyor. Çünkü kendimize baktığımız her saniye kim olduğumuzu yeniden hatırlıyoruz. Kendi gözlerimizin içine bakabildiğimiz tek yer aynalardır. Ve bence insanın ihtiyacı olan gerçek güç, gözlerindedir. Bu nedenle aynaya her baktığımızda yeniden güçlenip daha güçlü bir şekilde devam edebiliriz. Oğut, aynı zamanda bizlere “istemenin önemi”nden de bahsediyor. Klasik bir cümle olan, fakat hayatımızın her alanında kullanabileceğimiz bir mesaj tekrar veriyor; “istemek başarmanın yarısıdır.” Zaten mantık olarak da, insan gerçekten istemediği bir şey için çaba sarfetmez. Çaba sarfedilen çoğu şey de, çok büyük aksilikler olmadığı sürece, başarıyla sonuçlanır. Dolayısıyla zaten istemek ve başarmak birbirlerinden doğan iki eylemdir. Bir şeyi önce isteriz, sonra başarırız. Kitap bana daha önce bilmediğim bir şey katmadı, fakat bildiğim her şeyi yeniden ve yeniden öğrenmem, daha iyi uygulayabilmem bir basamak oldu. Bu nedenle etrafımdaki herkese tavsiye ettim ve bana tavsiye eden arkadaşıma da çok teşekkür ettim. Umarım bu alanda ülkemizde daha kapsamlı kitaplar yazılır ve biz de zevkle okumaya devam ederiz.
Umut Can Uludağ RÜZGÂR (Sakin ol. Nefes al, nefes ver. Tekrarla… Durgunlaş… Gül önce, kontrolü kaybedince her zaman yaptığın gibi gül. Rahatsız edici, çirkin, bir buçuk saniyelik bir tebessüm ve alakasız bir homurdanma gelecek devamında, biliyorsun. Sanki her şeyin en iyisini biliyormuş gibi gizli bir kibir taşıyor gülüşün, masken o senin. Ancak dudakların büzülecek devamında. Gözlerin dolacak, ağlayamayacaksın. Sen ağlayabilen birisi değilsin. Güçlü olmak zorundasın ama neden? Bilmiyorsun ve bilmemen saçmalık. Neye inandığını bile bilmiyorsun. Sadece inanıyorsun çünkü savunmasız hissetmeyi sevmiyorsun. Kontrolün sende olmamasını sevmiyorsun. Güçlü olması gerektiğine inanan bir korkaksın. Hayattan aldığı en büyük ders rol yapmak, zayıflıklarını gizlemek olan biri… Peki ama neden?) Yine bilgisayarın karşısındayım. Kendimle yüzleşiyorum. Harfler bir ayna. Garip bir ayna kendileri, görüntüyü simetrik bir şekilde yansıtan bir aynadan çok farklı. Ruhu asimetrik bir şekilde yansıtan bir ayna. Çirkini güzel yapamaz, ama değerli yapabilir bu ayna. Acıyı dindiremez, ama ifade edebilir. Bu aynada kendime baktığımda bir boşlukla karşılaşıyorum. Bir şeyler eksilmiş benden, fark ediyorum. Çok güçsüzleşmişim, çok dengesizleşmişim. Kontrolümü yitirmişim. ‘’Peki ama neden?’’ diye soruyorum kendime. Bugüne kadar bu soruyu cevaplamaktan çok kaçtım, ama artık çok geç. (Çünkü kontrolünü kaybettin.) Bir insan inancını kaybettikçe eksilir, güçsüzleşir, kontrolünü kaybeder. Bu savım her konuda geçerlidir. İnanç insanı ayakta tutar. İnanmak, bilmekten güzeldir çünkü içinde ümit ve güven taşır. Birisi söz verdiğinde ona inanmak, sözünü tuttuğunda apayrı bir tatmin hissi yaratır üzerimizde. Pes etmeyiz mesela zor anlarda, düşmemek için direniriz ve ayakta kalırız. İnandığımız, uğruna savaşacağımız, direneceğimiz şeyler vardır çünkü bu hayatta. Başarılıolacağına inanmayan birisi başarılı olabilir mi? Aşkı düşünelim mesela. Kaç insanı hayata bağladı kim bilir… Kaç kişiye bir yaşama amacı verdi? (Sayısız!) Aşka inanmayan insanlar da var, biliyorum. Ben onlardan değilim, hiçbir zaman da olmayacağım. Benim lanetim çok daha beter. Aşkın gerçek olduğunu bile bile âşık olamayacağına inanan aciz bir korkağım çünkü. Duruldum, köreldim, soğudum. Kırıldım. Güçsüzleştim. Güven problemleriyle boğuşan, kırılgan birisine dönüştüm. Dengesizleştim. İçime sığmayan, sağlıklı düşünmemi engelleyen öfkelerimi Bukowski pervasızlığı takip etti, vurdumduymaz ve kibirli bir biçimde. Hatalarımı düşündüm, geçmişte olduğum canavarı hatırladım. Çirkin, öfkeli, özgüvensiz bir âşık olmuştum. Herkesten çok sevmiştim. Beceriksizdim. Saygısızdım. Şimdi düşününce, keşke böyle bitmeseydi diyorum kedime olan inancım. ‘’Aşkın sonu mutluluk olsa, aşkın sonu olmazdı.’’ diyor Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri, Hikmet Hükmenoğlu (28). Derin bir nefes alıyorum. Öyle ya da böyle, mutlu kaybetmek diye bir şey nasıl olabilir ki zaten? Bir sona varacaktıysa bile bu son mutluluk olmayacaktı. Mutluluk hiçbir zaman varılacak bir yer olmadı ki! Mutluluk yolun kendisiydi, sonunda varacağım bir yer değildi. Mutluluğa ulaşmayı denersen mutlu olamazsın (Çok basit.) çünkü asla varamazsın. Hayat sana mutluluğu sen ona bakarken vermez. Utangaçtır hayat. ‘’Bana bakma, soyunuyorum.’’ der âdeta. Sırtını döndüğünde, her şeyden vazgeçtiğinde, işte o zaman gülümseyecek sana tüm sıcaklığıyla. (İnan!) Ben artık buna inanıyorum. Rüzgâra direnemeyeceğimi biliyorum. Kırılganım, güçsüzüm çünkü. Kendimi rüzgâra yani hayatın akışına bıraktım o yüzden. Evet, ayakta duramıyorum, ama rüzgâr beni taşıyacak, biliyorum. Artık maskelerimi takmıyorum. Gülümseyen, alaycı maskelerim… Zayıflıklarımı saklayan o zavallı değilim artık. Zayıflıklarımla bugüne geldim ben. Beni ben yapan şeyler onlar. Beni insan yapan güzel yanlarım aslında zayıflıklarım. Duygusal bir insan zayıftır çünkühayat onun için çok daha zordur. Daha çok üzülür, canı daha çok yanar, daha hassastır. Ama bu onu herkesten daha insan yapar. Sonuç olarak aşk beni terk etti, evet canımı acıttı, ama rüzgâr hâlâ benimle… Kaynakça Hükmenoğlu, Can. Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öküleri. Can Yayınları, 2018.
Hatıralarda Yaşamak Sonsuzluğa uzanan, engin bir evren içerisinde yaşıyoruz. Kocaman bir devin sırtında, ne dev ne de taşıdığı insanlar farkında olmadan geleceğe ulaşmaya çalışıyor. Geniş bir perspektiften bakılınca görülmeyecek olan bizlerin varoluşu sadece solup gidecek mi? Kozmos sürekli değişerek zamanda ilerlemeye devam ediyor. Bu sürekli değişim hali var olmuş ve olan her şeyi karanlığa itiyor. İnsanoğlu da sesini karanlıkta sonsuz ekosuyla sürdürmeye mi çalışacak? Evren amansız bir dev olabilir, kendisinden başka her şeyi yok olmaya sürükleyebilir ancak insanoğlu buna yaratılışından itibaren aksi yönde bir psikolojik tutum sergilemiştir. Bizler ölmeyi istemeyen fâni varlıklarız. Arkamıza baktığımızda kendimizden parçaları ve kendi yarattığımız etkileri görmeyi isteriz. Bunu başarabilmek için hep çabalarız. Firavunlar ölümsüzlük için haşmet kelimesinin sınırlarını zorlayan piramitleri yaptırmışlar, kendilerini mumyalatmışlar. İmparatorlar herkes adlarını duysun diye tüm yeryüzüne hâkim olmaya çalışmışlar. Yüzyıllar boyu maddesel şeylerle kendimizi ölümsüzleştirmeye çalışmışız ama hiçbir şeyin Acun’da sonsuza kadar kalamayacağını hepimiz biliyoruz. Esas ölümsüzleşme insanların akıllarında gerçekleşir. Kendimizi akıllara kazımaya çalışırız. Anılar insanı insan yapar, anılar insanı ölümsüz yapar. Yaptıklarınızı görecek gözler, anlatacak diller yoksa hikâyeniz sadece sizinle kalır. Yıkılıp giden harabeler, yakılan şehirler değil onları anlatanlar tarihi yaşatır. Anılar sadece hükümdarları ya da tüm tarihe etki eden olayları yaşatmaz. Arkadaşınızla güldüğünüz bir anınız bile sizinle beraber zamandan bağımsız olacaktır. İnsanın dokunuşu saniyelik olayları sonsuzluğa götürür. Annenin çocuğuna baktığı her an onun yaşamını tarif eder, anılarına sonsuz mutluluğunu katar. Bir baba evladının ilk kez baba deyişini yüreğinin resmi olarak görür. Arkadaşlarınızla delicesine gülüşleriniz size ortak paylaşılan bir anın farklı insanları nasıl birlikte tutabileceğini gösterir. Bu ve daha nice kişiliğinizi oluşturan hatıraları daha hatırlanabilir kılmada fotoğraf, resim, heykel gibi araçlar yardımcı olabilir. Nazım Hikmet Saman Sarısı şiirinde ünlü ressam Abidin Dino’ya sorar: “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin işin kolayına kaçmadan ama?”. İşte bu yüzden anılar ve onların kişiliklere dökülmüş halleri içimizde yer edinir. Hatıralar zaman ve mekân tanımadan dünyanın farklı uçlarındaki insanları bir araya getirir .O zaman da anlarız ki hatıralarımız sadece zamandan bağımsızlaşmamış, bir yere sabitlenmekten de kurtulmuşlar. Baturalp İlkay Gülten günümüz dünyasında benliklerimize toz pembe bir pencereden bakmamış ve kendi düşünce dünyasında anıları başkaları bilmeden alıp, onlardan çalabilseydik gibi soruları sorarak anıların bizlerdeki etkisini eşsiz bir şekilde anlatmış. Kitapta anı hırsızları olarak isimlendirilmiş kişiler insanların anılarını başkalarına para karşılığı satıyorlar. Bu sayede paranızla başka hayatlara dokunuyorsunuz. Anılarla beraber yaşamınızı genişletiyorsunuz ancak başkarakter aldığı bir anıda tanımadığı bir bayanın dram dolu hayat hikâyesiyle özdeşleşiyor. Yaşadığı duyguların ağırlığına dayanamayan karakter intihar ediyor. Yaratılan metaforun gücü korkulacak derecede ciddiyet içeriyor. Birinin yaşadığı anılar yüzünden ona ait olan kişiliğinin parçalarıyla intihar ediyor. İnsan, silah ya da bıçakkullanılmadan kelimelerle öldürülüyor. Yazar, anı kavramının beynimizde ne kadar derinlere işlediğini kavramamızı istiyor. Söylenen bir söz ile hayattan kopulabileceğini, duyulan hikâye ile hayattan vazgeçilebileceğini vurguluyor. İşte biz ölümlüler de hayatlarımızı anılara taşıyoruz ve bunları önem verdiğimiz kişilerle paylaşıp, yok olmayacak bağlar oluşturuyoruz. Geçmişin hatıraları olarak kalıcılığa ulaşıyoruz. Ölümden kaçış yokken kendi kurallarımızla evrenin acımasız oyununa katılıyoruz. Anıların önemini bir de Abidin Dino Nazım Hikmet’in sorusunu cevaplayarak anlatıyor. Birbirine kavuşamayan dostların eski günlerini ve hayalini kurduğu hayattan bahsedip, o anılarda yaşayabilselerdi diye düşünürken ünlü soruyu cevaplıyor : “ İşte o zaman yapardım Nazım mutluluğun resmini. Buna da ne tual yeterdi; ne de boya…”. Anlaşılan o ki hepimiz ebediyen kendi hatıralarımızda hiç ölmeyecekmişçesine yaşıyoruz. Atakan Özcan
BİR KİLO VİCDAN MI DAHA AĞIRDIR BİR KİLO BASKI MI? Açlıktan ölmek üzere küçücük bir çocuk. Başında da bir akbaba -akbabaların namını bilirsiniz-. Bunu fotoğraflayan ve hiçbir şey yokmuşçasına oradan uzaklaşan, seneler sonra vicdan azabına dayanamadığını iddia eden ve intihar eden bir fotoğrafçı. Fotoğrafın özeti bu. Birkaç kare sonrasını bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Bildiğim tek şey biraz ileride bir yardım kampı bulunduğu ve bu zavallı yavrunun oraya gitmeye çalıştığı. Ulaşabildi mi bilmiyorum. Fotoğraftaki halinden ulaşamadığını tahmin etmek zor değil. Kevin Carter -fotoğrafçı- çantasındaki suyundan bir yudum, cebindeki yiyecekten bir lokma vermiş olsaydı tablonun değişeceğinde hemfikiriz, değil mi? Fotoğraf üzerine diyecek başka bir şeyin kaldığını düşünmüyorum açıkçası. Ben fotoğrafın arkasındaki hikaye ile ilgili konuşmak istiyorum. İşi fotoğraf çekmek olan bir adamdan bahsediyorsak bu fotoğrafı çekmiş olmasında hiçbir sakınca yok tabii ki. Aksine çeksin, çeksin ki uyanalım, ses çıksın; evlerimizdeki huzurun, tokluğun her yerde olmadığının; her çocuğun basitçe şeyler için ailesine şımarıklık yapamadığının, hayatın daha acımasız da olabildiğinin farkına varalım. Fakat böyle bir fotoğrafı çekip arkasına bakmadan, hiçbir şey yokmuş gibi oradan uzaklaşmak hangi vicdana sığar? Amaç az önce bahsettiğim gibi bir bilinç yaratmaksa fakat bu durumu insanlara yansıtmayı amaçlayan fotoğrafçının kendisi durumdan kaçıyorsa bu haince yapılan bir reklamcılık değil midir? Kevin Carter’ın çocuğa yardım etmeyişini öğrenen insanların verdiği tepkiyi tahmin edersiniz. Bu tepkileri öncelerde ‘‘Ben profesyonel bir fotoğrafçıyım.’’ diyerek geri püskürtmeye çalıştığı halde bunların önüne geçemeyince seneler sonra ‘‘Çok kötü bir şey yaptım ve yaptığım şeyi kaldıramıyorum, intiharımın sebebi budur.’’ diyerek hayatını sonlandırmak gerçekten vicdan ürünü müdür yoksa baskı sonucu mu? Açıkçası benim burada gördüğüm tek şey son derece umursamaz ve toplum baskısına dayanamayıp kaçmak isteyen acınası bir insan. Vicdan azabının ömrü yıllara yayılabilir mi? Carter’ın ölümü sonrası pek çok insan bu durumu ‘‘asil bir son’’ olarak nitelendirdi. Peki zamanında onun için deklanşöre basmak kadar kolay olan bir şeyi yapmayıp sonra bunu aşamayıp intihar etmek alkışlanması gereken bir davranış mıdır? Bir konunun altını çizmekistiyorum: Aşamadığı şey gerçekten çocuğa yardım etmeyişi midir yoksa maruz kaldığı baskı mıdır? Baskı deyip geçmeyin. Şimdi buraya örneklerini yazmayacağım fakat eminim ki sizin de aklınıza örneği, hatta örnekleri gelmiştir. Kendi yakın çevrenizde dahi olabilir. Dolayısıyla rahatça söyleyebiliriz ki bu durum insanı intihara götürebilir. Peki ünlü bir fotoğrafçıyken ve en azından başında akbabanın beklediği, kemiklerinin üzerinde sadece incecik derisi kalmış minicik çocuğa ve ondan pek de farkı olmayan binlercesine nazaran daha yaşanabilir bir hayat için yeterli her şeye sahipken Carter’ın bu tavrı için şımarıklık demek sizce de yerinde olmaz mı? ‘’Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!’’ düşüncesinin de örneği değil midir aynı zamanda bu fotoğraf? Aslında başından beri anlatmak istediğim şeyi, fotoğraftaki durumla alakalı olduğu için Carter üzerinden açıklamaya çalışıyorum. Öyle insanlar var ki bu ve benzeri sorunlar kalplerinde bir sızı yaratmasa dahi çevresindekiler, haklarında benim Carter için düşündüklerimi düşünmesin diye bu tarz durumların onları derinden etkilediği konusunda sahte bir hassasiyet sergiliyorlar. Kimileriyse bu durumlara çok üzülse bile, üzüntülerini icraata dökemeyecek kadar üşengeç ve umursamazlar. Yani fotoğrafçının yaptığı zalimlikle bu ve buna benzer görüntüleri görüp sadece üzülen fakat bu durumda olan binlerce insana küçücük de olsa herhangi bir yardımda bulunmaya teşebbüs dahi etmeyen insanların arasında bir fark yok. Ben özelleştirerek her gün hatta her saniye yaşanan bir trajediyi eleştirdim. Gözümüzü açmamızın vakti geldi, geçiyor. Dünyamızın en büyük sorunlarından biri açlık, diğeri susuzluk. Kimi yerde çocuklar havuzlarda yüzüp hamburgerlerini yerken başka yerde çocuklar bırakın oyun oynamayı bir yudum su, bir lokma yemek bulamadıkları için ölüyorlar. Bizse Carter gibi umursamaz bir şekilde yaşamımıza devam ediyoruz. Sonuç olarak tek bir birey olarak da aslında her şeyi değiştirebileceğimizi idrak edip olaylara bakış açımızı bu şekilde değiştirmeliyiz. Toplumsal, dünyasal sorunları ancak bu şekilde iyi yönde değiştirme şansını yakalayabileceğimizi bilmeliyiz. Çaresizlikten yere kapanmış bekleyen o miniğin, onun gibi binlercesinin ve yaptığı bir düşüncesizlik sonucu kendi celladı olmuş Carter’ın ruhu şad olsun. Kimsenin hakkının kimsede kalmadığı, herkesin huzur, tokluk ve doygunluk içinde yaşadığı bir dünya temenni ederim.
AlperenYıldırım 21502998 PSYC Yukarı Bakabilmek Cesaret,birinsanınyıllarboyuncahayalettiğibirşeyigerçeğedönüştürmesinisağlayabilirken, aynızamandaohayalinsonsuzadekyokolmasınanedenolabilecekçokgüçlübiretmendir.Büyükbir cesaretgösteripkalkıştığımızbirişiniyiveyakötü,muhteşemyadaberbatbitmesininarasındadaçok incebirçizgivardır.Bukalkıştığımız,bircesaretgöstererekyapmayabaşladığımızbüyükişasla ortalamabirşekildetamamalanmaz.Çünkü,normalhayatımızdarutinolarakgerçekleştirdiğimiz eylemlerdecesaretinbirörneğinigöremeyiz.İnsanınsürekliolarak,spontanebirşekildeaçığa çıkardığıbirşeydeğildircesaret.Uzunzamanüzerinedüşündüğümüzbirşeyiyapmamıziçinbizleri hareketegeçirengizlibirgüçtür. Ben,buyazımdacesaretörneklerininyalnızcabirineodaklanmatarafındayım.Geçenlerde izlediğimveçoketkilendiğimfilmTheDanishGirl,cesaretüzerindetekrardüşünmemeyolaçtı.Film, çoktehlikeliolsabile,sırfobedenekendiniaithissetmediğiiçincinsiyetinideğiştirmeye“cesaret” edenLiliElbe’nin,büyüleyicivebirokadardatrajiköyküsü.Hayatınınsonunakadar,başınaherne gelirsegelsinvargücüylesavaşmayadevamediyorLili,hiçbirtaşatakılmadan.Dahadoğrusuyoluna çıkanbüyüktaşlarıgözardıederek,sonunakadarsavaşıyor.İnsanlarnedersedesin,tekkaynağı olarakkendindenyolaçıkıyorveensonundasonnefesiniversebile,istediğiinsanadönüşerekmutlu birşekildebudünyadanuçuyor.Buşekildekendinigerçekleştirmesi,belkidecesaretiçinverilebilecek enbüyükvebanagöreenkutsalörneklerdendir.İnsanıaldığıbüyükrisklerdirmutluyapanaslında. İstediğişeyuğrunagerekirseherşeye,herkesegöğüsgerebilmesidir.Lili’ninyaptığıdatamolarak buyduvebaşkasınınvücudundakapanakısılmışbirkadınolarakölmektense,kendivücudunda huzurlubirkadınolaraköldü.Bizlerdeçevremizinyadakendimizinördüğüçirkinkapanasıkışıp kalmamakiçinbunuyaşamamızgerekiyorbazen.Yukarıyabakmayacesaretetmedikçe,ilerleyip karşılacağımızşeydenkorkupolduğumuzyerdesaymayadevamettikçekafeslerehapsedilmişkuşlar gibiadınayaşamdediğimizşeydesürünmeyedevamedeceğiz.Kafeslerdenkurtulmakiçinbirşeylerin biziitmesini,tutabileceğimizbiryardımelinibekliyoruzherzamanancakbiranöncebuitme kuvvetinin,yanicesaretiniçimizdengeldiğinianlamalıyız.Denildiğikadarkolaybirşeyolmadığını kendimdendebiliyorumancakbukaostankurtulmakistediğimizde,eğerkimsebiziitmiyorsabiz kendimiziitmeliyiz.Sonuçlarıneolursaolsun,bilinmeyenbirşeydençekinipkafesinkorkuluklarından aşağıyabakıpnelerolabileceğinihesapetmemeliyiz.Kanatlarımızıikiyanagüçlübirşekildeaçıp, süzülmeliyizkorkmadan.Korkununkorkusuenberbatşeydirbelkidevebuberbatşeybiziteslim almadanbiranöncecesaretetmeliyizbirşeylere.Ayaktakalmaya,savaşmaya,sevmeye,değişmeye cesaretetmeliyiz.Sesimiziçıkarmayacesaretetmeliyizkimnedersedesin.İlerlemeyedevam etmeliyiz.Düşersinyadauçarsın;buçokaçıkvekeskinbirşeydir.Ancakdüşmekbile,korkmaktan korkupaynıyerdesaymaktançokdahaiyibirsonuçtur.İnsanahiçbirzamanyaşamadan öğrenemeyeceğibirdeğeriöğretir.Sonundacanımızyansabile,içimizdesıkışıpkalmışşeyleriserbest bırakmışolmanınverdiğirahatlıkbelkiyaşadığımızacıyıunuttururbizlere.Üzerimizdekikasvetlive boğukhavadançıkarırbizi.Oyüzdendiyebilirizkiaslındacesaretetmeninsonuçlarıhiçbirzamançok kötüyadaçokacılıolmaz,olamaz.Çünkükazandığımızşeyçokdahafarklıvegüçlüdür,hiçbirşeylekıyaslanamaz.Herkes,hayatındabirkereLiliElbegibicesaretedebilmelibirşeylere.Hayalettiğişeyin peşindenkoşup,eldeetmektençekinmemeli.Yaşamalı.
Simge Aydın Mutluluğun Sırrı Hayatım boyunca mutluluk kavramı üzerinde düşünüp durdum. Mutluluğun tanımı neydi aslında? Günlük yaşadığımız olaylar bizi mutlu edebilir miydi, yoksa bu hayatın geneline bakıp, terazinin hangi ucu ağır basıyorsa ona göre karar verdiğimiz bir duygu muydu? Dianne Dengel’in Home Sweet Home adlı eseri tam da insana mutluluğu çağrıştırıyor. Kötü bir evde, küçücük bir yatağı 8 kişi paylaşan bu aile; tüm bunlara rağmen oldukça mutlu görünüyor. Gören her insanın içini ısıttığını düşünüyorum bu tablonun. Tabloyu ilk gördüğümde, uzun bir süre düşüncelere dalmıştım. Zor şartlar altında olan bu aile nasıl böyle mutlu? Mutluluğa, küçük şeyler için şükretmeyi bilince mi ulaşılıyordu? Bu ne kadar basit gibi görünse de insanın şükretmeyi öğrenmesi gerçekten zor bir süreç. Dolasıyla mutlu olduğunu söyleyebilmesi de. Günlük yaşantımızda, gün içinde bir sürü farklı duygular hissederiz. Biraz önce ağlıyorken, bir saat sonra kendimizi gülerken bulabiliriz. Günün farklı saatlerinde “Mutlu musun?” diye sorulsa farklı cevaplar vereceğini düşünüyorum çoğu kişinin. Eskiden ben de öyleydim fakat son birkaç yıldır bu sorunun cevabı her zaman “evet” oldu benim için. Beni ağlarken görseniz bile “evet” derim büyük ihtimalle. Çünkü artık mutluluğu belli kriterler çerçevesinde değerlendirmeye başladım. Ailem yanımda, sağlığım yerinde, çok iyi arkadaşlarım var, maddi durumumuz iyi, çok iyi bir okula gidiyorum ve sağlıklı bir ilişkim var çok şükür. Tüm bunlara rağmen insanın üzüldüğü birtakım şeyler olabiliyor tabii ki. Derslerim iyi değil, arkadaşımla tartıştım... Düzeltilebilecek ama o anki ruh halimizi olumsuz yönde etkileyen olaylar bunlar. Ama mutlu musun sorusu anlık duygularımızı kapsayan bir şey değil genel yaşantımızı değerlendirip cevap verebileceğimiz bir soru. Böyle düşünmeye üniversiteye geçtiğim ve eski sevgilimden ayrıldığım sıralarda başladım. Bana kalırsa ilişki, mutluluğu büyük ölçüde etkileyen bir durum. Birini seviyor olabilirsiniz ama o ilişki sizi yıpratıyor ve size zarar veriyorsa mutluyum demeniz olanaksız. Arkadaşlık ve aile ilişkileri böyle değildir. Aşk, hormonlardan dolayı olsa gerek, tüm ruh halinizi değiştiren bir şeydir. Bu nedenle sizi üzen ve önemsemeyen birine âşık olmak yapabileceğiniz en büyük engel mutluluğa. Şu an sevgilimle neredeyse bir yıldır birlikteyiz. Ve hayatıma girdiğinden beri daha özgüvenli ve pozitif bir insan oldum. İlişkimiz hem kendimi hem de hayatımı daha çok sevmemi sağladı. Bu hislerin beni daha mutlu biri yaptığını düşünüyorum.Geçenlerde Aristo’nun mutluluk hakkındaki düşüncelerini açıklayan bir makale gördüm. Aristo’nun; mutluluğun, mutlak iyi olduğunu savunduğunu söylüyordu. Mutlak iyiyi tanımlamak gerekirse, tüm iyi duyguların başı diyebiliriz. Bana kalırsa kesinlikle doğru bu. Daha önce de bahsettiğim gibi mutluluk her duygunun toplamı gibi bir şey. Yaptığımız her şeyi kendimizi mutlu etmek için yapıyoruz. Mesela yapılan herhangi bir fedakârlığı bile bunu yaptığımızda kendimizi daha iyi hissedeceğimizi bildiğimizden yapıyoruz. Bu nedenle hayatın amacı diyebiliriz mutluluğa. Mutlu olmak için yaşıyoruz. Mutluluk bu denli önemli bir şey ise anlık bir duygu değil bir süreç olmalı. Eğer bir gün size de bu soruyu yöneltirlerse siz de bu çerçevede değerlendirin cevabınızı. Böylelikle üzgünken bile mutluyum dediğinizde kendinizi daha iyi hissedeceksiniz. Sahip olamadıklarınızı değil, sahip olduklarınızı düşünüp ne kadar şanslı olduğunuzu anlayacaksınız. İşte o zaman Home Sweet Home’daki aile gibi en zor şartlar altında bile gülümseyebilirsiniz. Kaynakça: Dengel, Dianne. Home Sweet Home. 20 Haziran 1974. Kartpostal. Adler, Mortimer. “Aristotle’s Ethics: The Theory of Happiness – I”. Makale. 2015
YAŞLILIK VE ÖLÜM ÜZERİNE Otuz beş yaş... Yolun yarısı... Ölümün adım adım yaklaşması... Karamsar, üzücü ve bir o kadar da gerçekçi bir benzetme... Elbette şairin insan ömrünü yetmiş yıl kabul etmesine karşı çıkabiliriz ama hiçbir şey, otuz beş yaşında birisinin yaklaşık olarak ömrünün yarısını yaşamış olduğu gerçeğini değiştirmez. Yaşlılık ve ölüm... Her canlı doğar, büyür ve ölür. Kendimizi bildiğimiz günden beri bu gerçeği de öğreniriz bir şekilde. Üstelik bunun ne zaman, nerede ve kim tarafından öğretildiğini çoğu kez fark etmeyiz. Doğuştan gelen bir bilgiymişçesine bunu kabulleniriz. Doğru olan da bu değil midir zaten? Ölümü kabullenmemek, ondan kaçmaya çalışmak saçmadır. “Otuz Beş Yaş” ölümün soğukluğunu anlatıyor, evet. Fakat eserin bende uyandırdığı hisler o kadar da karamsar değil. Okurken ölüm gerçeğini bir kere daha fark ettim ama korkarak değil. Ölüm hepimizin eninde sonunda karşılaşacağı gerçek fakat bundan bu kadar korkmak niye? Şairi işte bu noktada anlamıyorum. Yaşlanmak her zaman çirkinleşmek demek değildir, ölüm ise korkunç bir son olamaz. Bazı şeylerden aşırı derecede korkmak, onları sadece gözümüzde birer canavar hâline getirip zaten göz açıp kapayıncaya kadar geçen hayatımızı keyif içinde yaşamamıza engel olur. Peki ya keyif? Yaşlanınca hayattan eskisi gibi keyif alamamak herkes için geçerli midir? Şair o kadar karamsar ki daha ölmeden kendini ölüme mahkûm etmiş. Bu kadar gençken kendimi yaşlı birinin yerine koyamadığımın farkındayım, henüz yaşanacak çok şey var önümde. Belki de bu yüzden olsa gerek, yaşlanınca bir insanın hâlâ neşeli olabileceğine inanıyorum. Yaşlılık güzel bir hayatın heyecanı bitmiş ve üzücü sonu olmamalı, olamaz. Hayatta her dönemin farklı bir yeri vardır. Nasıl ki güneşin doğuşu ayrı, batışı ayrı güzelse hayat da öyledir. Olgunluğun insana kattığı birçok şeyin yanında dolu dolu ve bilinçli bir şekilde geçirilmiş güzel bir ömrün son demlerindeki o huzur da yaşlılığın güzel yanlarından biri olmalı. Bu noktada da şairi fazla umutsuz görüyorum. Üstelik bir insanın daha otuz beş yaşından bahsederken bu kadar karamsar olması da ilginç. Elbette, genç birinin yaşlılık ve ölüm gibi konular hakkında yorum yapması için erken olabilir. Şu anda gördüğüm hayat daha her şeyin başlangıcı ve önümde upuzun bir yol var. Ama ben bu yola çıkarken ölüm gerçeğinin zaten farkındayım ve bundan on beş sene sonra, otuz beş yaşına geldiğimde, aynı şekilde hayatım sona ermiş gibi davranmayacağımı düşünüyorum. Ne olursa olsun bir insanın hayatı ölüm gerçekleşmeden sona ermez. İnsan yaşlılıkta da birçok şey öğrenir ve her gün kendini geliştirmeye devam eder. Okurken asıl dikkatimi çeken şey, şairin bu kadar karamsar olması ve yaşlılık ve ölümden bu derece korkması. Belki de asıl sorun şiirlerde de bahsedilen yalnızlıktır. Kimse yalnız ölmek istemez ve gittikçe yalnızlaşmak, insanların en büyük korkularından biridir. Şaire katıldığım tek nokta bu sanırım. Yaşlandıkça insanın çevresinde kimsenin kalmaması gerçekten zor bir durumdur. Yine de bir ihtimal uğruna hâlâ yaşanabilecek olan güzel şeyleri feda mı etmeliyiz? Yalnız kalırım korkusuyla hayatı kendimize zindan etmek ne kadar mantıklı? Elbette konu korkular olunca mantık devre dışı kalıyor olmalı. Zaten mantık noktasına geri dönersek hepimiz ölüm gerçeğini çoktan kabullenmiş olmalıyız. Bir şiire hâkim olan duygu genelde okuyucuyu da etkisi altına alır. Ne var ki ben şairle aynı duyguları paylaşamadım. Belki fazla gerçekçiyim, belki de şairi anlamak için fazla gencim. Yine de şairin korkularının yersiz olduğunu düşünüyorum. Ölüm üzerine düşünüp endişelenmektense elimizde fırsat varken yaşanacak güzelliklerin tadını çıkarmalıyız. Selen İmamoğlu
Berkay Koçer Section-10 DİSTOPYADA DİBE ÇAKILMAK İnternette aldığınız puanlar ve beğeniler gerçek hayatta olsaydı ne olurdu? Black Mirror’un “Nosedive” bölümü tam da bu soruyu cevaplıyor. İnternette size verilen puanların tüm hayatınızı belirlediği bu distopya günümüze çok da uzak değil. Bugün bile insanlar sosyal medyadan sürekli birbirlerini değerlendiriyor ve hatta birbirlerine yaklaşımlarını bu değerlendirmelere göre yapıyorlar. Sosyal medyada fazla takipçisi olan saygı görüyor; en fazla tıklanan haberler doğru, en fazla izlenen filmler en iyiler olarak görülüyor. Peki sosyal medyanın hayatımıza sahtelik ve gösteriş merakı getirdiğini söylersek yanılır mıyız? Dizide olduğu gibi günümüz dünyasında da mutluluk arayışıyla gelen bulaşıcı bir sahteliğin olduğu su götürmez bir gerçek. İnsanların birbirlerine sahte davranışları, zoraki gülümsemeleri ve yapay ilişkileri bu “sahtelik ağının” dışında olanların gözüne batıyor. Eh, bu ağın dışında olanlar olarak sayımız çok çok az olduğu için onu değiştiremiyoruz da. Bölümde de bu ağın merkezindekilerle dışındakilerin birbirine olan uyuşmazlığını sık sık hissediyoruz. Tıpkı bölümde olduğu gibi gerçek hayatta da birçok insan yaptığı birçok eylemi göstermelik ve çıkar için yapıyor. Arkadaşınıza kahve ısmarlıyorsunuz çünkü ondan ders notu alacaksınız, öğretmeninize türlü şirinlikler yapıyorsunuz çünkü dersinden geçmek istiyorsunuz. Artık günlük hayatımızın büyük bir kısmını kaplayan bu sahtelik herkes tarafından bilinse de görmemezlikten geliniyor. Karşıdakinin sahte davrandığını bildiğiniz halde siz de bu davranışı devam ettiriyorsunuz. Sosyal medyada gönderilerinizi beğenenleri seviyor, beğenmeyenlere düşman oluyorsunuz. Günümüzde bile bu kadar sahtelik varken diziye distopya demenin ne kadar doğru olduğu tartışılır zira zaten dizideki hemen her şeyle günlük hayatta yüzleşiyoruz. Sosyal medya hayatımıza sahtelikle birlikte gösteriş merakı da getirdi. İnsanoğlunun gösteriş merakı tarihin her döneminde zaten vardı ama sosyal medyanın yayılması ve her saniyemizi tüm dünyayla paylaşabiliyor oluşumuz bize daha fazla gösteriş yapma fırsatı verdi. İnsanlar artık yaptığı her şeyi sosyal medyada paylaşıyorlar ve herkesi ne kadar mutlu bir hayat yaşadıklarına ikna etmeye çalışıyorlar. Bir şeyi yaptıklarını kanıtlamazlarsa idam edilecekleri korkusuyla yaşıyor olabilirler. Ailenizle haftasonu Uludağ’a gidip bu geziyle ilgili sosyal medyada onlarca fotoğraf ve video paylaşmanın başka açıklaması olamaz çünkü. Fakat bu aileler çok önemli bir şeyi kaçırıyolar: anı yaşamak. Anı yaşamak yerine anı kaydediyorlar, daha sonra tekrar tekrar izleyebilmek ve daha önemlisi bunu çevrelerindeki yüzlerce insana duyurmak için. Oysaki anı yaşasalar bunun onlar için çok daha değerli ve hatırlanabilir olacağını bilmiyorlar. Yani bu insanlar hem anı kaçırıyor hem de gösteriş budalası bir hale geliyorlar. Dizide ana karakterimizin çocukluk arkadaşı “zengin Naomi” ile görüntülü görüşme zengin ve “elit” görünmek için büyük bir çaba sarf ediyor. Günlük hayatta da gösteriş merakı üst seviye olan insanlarla sık sık karşılaştığımız için ana karakterimizin bu hareketi de bize çok tanıdık geliyor. Hatta ana karakterimiz işi abartıp puanı düşük olan arkadaşlarının yüzüne bile bakmıyor ve günümüzün “takipçiye göre yargılama” hastalığına hiç de ince olmayan bir gönderme yapılıyor. Toparlamam gerekirse, insanlık olarak teknolojiyi çok yanlış kullanmamız neticesinde sonu hiç de iyi görünmeyen bir yola dengesizce saptık ve savrularak ilerliyoruz. İnsanların birbirini sosyal medya hesaplarına ve sosyo-ekonomik durumlarına göre acımasızca yargıladığı bu düzen, dizi ve filmlerdeki distopyalardan hiç de uzak sayılmaz. Teknolojinin hayatımıza getirdiği yenilik ve kolaylıklar elbette inkar edilemez ama biz insanlar olarak yüzyıllardır yaptığımızı yine yaptık ve teknolojiyi çıkarımız yerine tamamen zararımıza kullanılacak hale getirdik. Bu durum düzelir mi yoksa daha da kötü hale gelip bizi bir felakete sürükler mi bilinmez ama uzayda salınan soluk mavi ve küçücük bir noktada yaşayan ve nispeten zeki canlılar olan yedi milyara yakın insanın kendilerine bir çekidüzen vermesi kesinlikle gerekli.
Kemal İnecik 21301923 TURK 101 - 26 Ali Turan Görgü “Babam” Demek İsterdim Okuyucusunu bazen yüksek bir dağın tepesinde yaşayan güzel kokulu bir çiçekle sohbet ettirebilen, bazen de okuyucuya on üçüncü yüzyılda yaşayan Avrupalı bir seyyahın gizemli yolculuğuna eşlik etme fırsatı veren yazarların, eserlerini hangi ruh halleri içerisinde yazdıklarını her zaman merak etmişimdir. Yazdığı eserlerin birçoğunu okuduğum bir yazar olan Franz Kafka’nın yaşadıkları hakkında çevremden duyduğum birtakım bilgilerin beni yeterince doyuramadığını fark ettiğimde, bir biyografi olarak da görülebilecek Babaya Mektup isimli, Kafka’nın en yakın arkadaşının kabul edilebilir bir hainliği sonucunda yayınlanan eseri okumaya karar verdim. Bir önceki yazımda bahsetmiş olduğum sahaflara ziyaretimizde aldığımız iki koli kitaptan biri olan Babaya Mektup, beni sadece Kafka’nın yaşadıkları ve ruh hali hakkında değil, dönemin şartları ve birtakım kavramlar hakkında düşünmeye itti. İçeriğinden Kafka ile ilgili ciddi ruhçözümsel yorumlamaların yapılmasının da mümkün olduğunu düşündüğüm bu eserdeki birkaç farklı konu hakkındaki fikirlerimi aktarmak istiyorum. “Her hâlükârda biz öylesine farklı ve bu farklılığımızla birbirimiz için öylesine tehlikeliydik ki benim, yani yavaş yavaş gelişmekte olan çocuğun, seninle, gelişimini tamamlamış erkekle nasıl bir ilişki içinde olacağı önceden hesaplanabilseydi eğer, beni geriye benden hiçbir şey bırakmayacak şekilde ezip geçeceğin düşünülebilirdi.”(28) Avcı toplayıcı ilkel insan toplulukları, toprağa ekilen bitki tohumlarının kendilerine yiyecek sağlayabileceği gerçeğini keşfetmelerineticesinde toprağı kutsallaştırmışlar ve ana rahminin bu bağlamda toprağa benzerliği dolayısıyla toplumlarını dişil kültürün hakim olduğu bir yapıya dönüştürmüşlerdir. Fakat ilerleyen çağlarda, tarım topluluklarında kutsallaştırılan toprağın mülkiyeti, erkeklerin katıldığı savaşlarla korunması ve elde edilebilir olması sebebiyle zamanla erkeğe geçmiştir ve toprak kutsallığını yitirmiştir. Zenginliğin dolayısıyla gücün ve otoritenin kaynağı olarak düşünülen toprağın mülkiyetine sahip olmasıyla ataerkil yapıyı kuran erkek, ölümünden sonra gücünün mirasçısı olacağını düşündüğü oğullarına toprağı devretmesiyle ataerkil toplum yapısının devamlılığı sağlanmıştır. Gücünü temelde toprak mülkiyetinden alan ve otoritesinin devamlılığını erkek varisleriyle sağlayan kralların bulunduğu feodal siyasal yapının hakimiyetinin yüzyıllar boyunca sürdüğü Avrupa’da, on sekizinci yüzyılın başlarında ortaya çıkan sanayi devrimi sonucunda kadınların üretimden çekilmesiyle ataerkil toplum yapısı daha da belirginleşmiştir. Eril kültürün üstünlüğü temel alınarak oluşturulan bir toplum yapısı içerisinde yetişen Çek asıllı bir Avustralyalı olan Hermann Kafka, yirminci yüzyılda hızlanan modernleşme çabaları neticesinde hayata bakış açısı kendisinden büyük oranda farklı olan oğluyla yaşadığı ciddi iletişimsizliğin temel nedeni kuşaklar arası zihniyet farklılığıdır. Aslında iki tarafın da belirgin bir suçunun olmadığını düşündüğüm bu baba oğul çatışmasında, babasına karşı beslediği büyük bir hayranlık ve korku sebebiyle, Franz Kafka çoğunlukla fikirlerini ifade edememiş ve kendini suçlamıştır, babası ise her zaman kendini yüksek görmesi sebebiyle hatalarını kabul etmemiştir. “Bir Yahudi çocuğunun tiyatro hakkında hiçbir şey bilmemesi gerekirdi, bu yasaktı. Tiyatro sadece Goyiniler ve günahkârlar içindi. Bu cevap bana yeterdi, başka soru sormadım, ama artık bana rahat yüzü de yoktu ve ileride bir gün bu günahı işlemeye yazgılı olmaktan, büyüdüğümde tiyatroya gideceğimden çok korkuyordum.”(92) Yirminci yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’da artmakta olan Yahudi karşıtı hareketler sebebiyle egemen katolik kültürünün içerisinde var olma savaşı veren bir Yahudi olan Hermann Kafka’nın, oğluna uyguladığı din baskısı, Franz Kafka üzerinde derin yaralara yol açtığını görüyoruz. Bu baskı babasının istediği şekilde Franz Kafka’yıdaha dindar bir insan yapmamış, aksine dinini birçok yönden sorgulamasına ve dininden soğumasına yol açmıştır. Kafkanın durumuna benzer bir şekilde, günümüzde, siyasal İslamcı olarak tanımlanabilecek hükümetlerin devlet otoritesini İslamı halka dayatma aracı olarak gördüğüne tanıklık ediyor ve siyasal İslamcıların bu tutumunun aslında kendi hedeflerine en büyük zararı verdiğini görüyoruz. “Benim, yani kölenin, yalnızca benim için icat edilmiş ve üstelik bilmediğim bir nedenle asla tümüyle yerine getiremediğim yasaların boyunduruğu altında yaşadığım bölüm, sonra senin, yöneterek, emirler yağdırarak ve bunlara uyulmadığında öfkelenerek yaşadığın ve benimkinden alabildiğine uzak bir ikinci dünya ve nihayet tüm diğer insanların, emirler ve itaatten bağımsız, mutlu yaşadıkları üçüncü bir dünya.”(22) Gece yarısına kadar eve gelmezse başına bir bela gelebilir, denizde yüzerken sahilden fazla uzaklaşırsa ayağına kramp girebilir, pırasa yemezse yeterince sağlıklı olamaz, yanlış insanlarla arkadaşlık kurarsa hayatı mahvolur… Bunlar ve bunlara benzer çeşitli sıradan endişelere sahip olan bir baba, çocuğunu bir takım kısıtlamalarla korumak ister. Gerekliliğinin tartışılamaz olduğunu düşündüğüm bu meşru kısıtlamalar, Hermann Kafka’nın yaptığı gibi çocuğun özgürlüğünün ve dolayısıyla çocuğun sağlıklı bir benlik oluşturmasının engellenmesine yol açabilecek kısıtlamalarla dönüştüğünde baba oğul çatışması ortaya çıkarır. Sözünü tutmadığı için tebrik edilmesi gereken ender insanlardan biri olan Max Brod’un sayesinde okuma imkanı bulduğumuz bu eserin Can Yayınları baskısında, mektuptan sonra kitapta yer verilen notlar Kafka’nın yazdıklarının daha iyi anlaşılması açısından çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Kafka’nın herhangi bir eserini okumuşsanız mutlaka Babaya Mektup’u da okumanızı tavsiye ederim.