text
stringlengths 0
17.6k
|
---|
Farklılaşmak Yahut Aynılaşmak
Bugün bir kahve yaptım kendime. Filtre kahveydi ve biraz da acıydı. Ama
ben suyunu fazla koydum biraz. Biraz daha az acı olsun istedim. “Ama filtre
kahveni içerken biraz acı gelmeyecekse ağzına, neden filtre kahve içiyorsun ki?”
diyorsunuz belki de. Doğru söylüyorsunuz. Neden böyle yapıyorum ki? Keşke acı
içseymişim değil mi? İyi de neden?
Acısı pek de gelmeyen, suyun, acısını bastırdığı filtre kahvemi içerken dedim
ki kendi kendime: “Bu yetmez, bir de çay içeyim ama şeker değil de tuz atayım
içine.” Kalktım, öyle yaptım ben de. Her yudumda bu kararımdan biraz daha da
pişman oldum ama kararlıydım ben… Bir de çorba yapacaktım ama soğuyunca
içecektim. Alarmımı uyanmam gereken saatten 1 saat ileriye kuracak, dişlerimi
yemekten önce fırçalayacak, kitabımın ayracını kaldığım yere değil de alakasız bir
sayfanın arasına koyacaktım.
Evet, huysuz tarafımdan kalkmıştım bugün. Gerçi bu sadece bu güne özel bir
şey de değil ya, neyse. Normal olasım yoktu ya bugün. Yokuş yukarı inesim vardı
bugün benim.
Ne olurdu ki acaba, normal olmasam? Hiç olmasam ama böyle… Mesela
tımarhaneye mi kapatılırdım? Sahi ya şöyle bir düşününce ya asıl tımarhane
dışarısıysa ve asıl akıllılar bize, bizim akıllı olduğumuzu düşündürerek kandırıyorsa
yıllardır bizi? Birisinin tımarhaneye kapatılacağına kim karar veriyor ki zaten? Neye
göre karar veriliyor? Ben pek akıllı değilim bence mesela. Bazen bir şeye kafam
bozuluyor ama niye olduğunu bilmiyorum. Bazen de bir sürü sebep buluyorum da
kafam bozulmuyor. Takmıyorum. “Aman!” diyorum, “ne olacak?” “Bugün de
çalışmayayım sınava.” “Ne olacak ki doğru dürüst bir işe giremesem de zengin
olamasam?” Onca şey olur ama aslında değil mi? Binemem mesela hayalini
kurduğum arabalara. Belki de deniz kenarında bir villam olmaz. O arabaya binmeli
ve o evde oturmalıyım o halde. Ancak, bunlar için çabalarken de ben, birçok
arkadaşlığımı bir kenara bırakmalıyım. O güzel villama davet edebileceğimarkadaşlarım olmayacak benim. Şanımı, şöhretimi duyan birkaç kıskanç meslektaş
ve birkaç tane de benden faydalanmaya çalışan fırsatçı olacak.
Birkaç tane mutluluğu bir kenara bırakmamız gerekecek bence her zaman.
Sıkıldıysa canın sıradanlıktan mesela; çayın tuzlu, kahven sulu olacak. Güzel bir
evde yaşarken bunu paylaşabileceğin arkadaşların, dostların değil; egonu tatmin
edeceğin düşmanların olacak. Haydar Ergülen de dememiş miydi “Ve bilmezden
gelir kısalığını, bilseydi yarışmazdı yollarla, göğe evler yükseltmezdi.” (9). Diyorum
ki bazen: “İçimizi de mi görüyor acaba Haydar Ergülen’in gözleri?” Çünkü bizi
böylesine iyi tanımasının başka bir yolunu göremiyorum. Ancak bizi tüm
çıplaklığıyla gören gözler yazabilir bu dizeleri. İçimizdeki kendini yüceltme ve
sıradanlıktan kaçma isteğini ve bunun sonucunda da herkesten farklılaşmaya
çabalarken aynılaştığımızı ancak bu kadar güzel gösterebilirdi Haydar Ergülen.
Oysa insanların asıl yapmaları gereken belki de kısa kalmalarıydı. Oysa hepimiz bir
diğerinden daha iyi yahut yüksek olmaya çabalıyoruz ve bunun sonucunda ne
farklılaşabiliyoruz ne de en yükseği olabiliyoruz. Her zaman daha yükseği ve daha
iyisi çıkıyor çünkü.
Muhakkak ki bir bedeli olacak her bir isteğin, arzunun… Acaba diyorum
normal bir insan olmanın bedeli ne olacak bize? Bir hastanenin odasında doğup, 5-
6 yaşında okula başlayıp o dönem hangi meslek iyi para kazandırıyorsa o mesleğe
yönelmek, sonra bir eş bulmak sonra çocuk yapmak ve sonra da kendi çocuklarına
bunların hepsini yaşatmanın ne gibi bir maliyeti olacak bize? Büyük büyük dedemiz
görseydi belki de halimizi ve aramızdaki tek farkın teknoloji olduğunu, hepimizin
aynı oyunu yalnızca daha iyi oyuncaklarla oynadığımızı görseydi belki de yeni bir
çağa girerdik. Böylece birisi ayağa kalkıp “Yahu biz ne yapıyoruz?” derdi belki de.
Çay aslında tuzlu içilmeliydi belki de. Kahve de hiçbir zaman acı olmamalıydı.
Oysaki biz böyle öğrendik ve aksini hiçbir zaman düşünmedik. Korktuk, çekindik…
“Ya bizi dışlarlarsa?” diyerek bizi dışlamasından çekindiğimiz insanlara dönüştük.
Kimim peki o halde ben? Bu kişiliğe bürünmeyi ben mi seçtim yoksa
korkularım bu kararı benim yerime mi veriyor? Kimin kişiliğine bürünmüşüm şu an
ben? Yüzlerce belki de binlerce yıl önce ilk defa bu kararı kim verdi de herkes ona
dönüşmeye başladı? Bir ihtimal, böylesi bir ortamda gerçekleşmiştir bu olay.Herkes birbirine benzerken, birisi öylesine farklı bir kişiliğe bürünmüştür ki insanlar
değişebileceklerini, farklı olabileceklerinin farkına varmış ve korkmadan kendileri
gibi olmaya başlamışlardır. Oysa “Yine de çok da farklı olmayayım da insanlar
yadırgamasın beni.” diyerek herkes ilk değişen kişiye dönüşmüştür. Hatta kim bilir,
ilk farklılığı yaratan kişi deliydi belki de. Davranışlarının sebebi de kendi kafasındakurduğu bir fanteziden fazlası değildi belki de. Veyahut da tek akıllımız oydu
binlerce yıldır ve bu düzenin dışına çıkabilmeyi bir tek o başarmıştı. Kim bilir?
Yazan: Atakan Sakallı
Kaynakça:
Ergülen, Haydar. Sen Güneş Kokuyorsun Daha!. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları,
2017. Baskı.
|
CAN UMUR AKMAN
DUYGU DURUMUNUN MUCİZELERİ
Şartlar her ne kadar hayat standartlarımızı ve duygusal durumumuzu etkilese
de duygularımız ve inançlarımız, biz onların bizde olmalarını arzu ettiğimiz
sürece bizle kalırlar. Bu zengini mutsuz, fakiri de mutlu yapabilecek kritik bir
normdur. Bu duygulardan biri de umuttur.
Kendimden örnek verirsem ben umudu ilk kez izlediğim futbol maçlarında
hissetmişimdir. Benim üzerimde en büyük etkiyi yaratan 3 sene önce
izlediğim şampiyonlar ligi çeyrek finalinde Barcelona’nın PSG’ye karşı yaptığı
geri dönüştür. Herkes maçın bittiğini zannetmişken ben Barcelonalı
oyuncuların halen bütün güçleriyle saldırdıklarını görmüş, bütün tüylerim
diken diken olmuştu. Maçı gerçekten son dakikalarda attıkları gollerle
galibiyete çevirmişlerdi. Umut en basitinden futbolda görülebilir hale gelir
çünkü dakikalar içinde olan şeyler bir takımın tarihini değiştirebilir. Burada
umutlu olmak bence gerçek hayattaki sıkıntılara karşı umut beslemekten
daha kolaydır. Bahsedeceğim filmde dakikalar değil yıllar boyu umutlu olması
gereken bir insanoğlu vardır mesela; Shawshank Redemption adlı filmin baş
figürü Andy Dufresne, düşünülebilecek en kötü şartların altında olmasına
rağmen uzun yıllar umudunu kaybetmemesi ile bize umudun gücünü gösterir.
Umut göreceli bir kavram olmuştur hep benim için. Bazı konularda talihsiz,
bazılarında talihli olduğumu düşünürüm. Umut etmek için harekete geçmek
gerektiğini, hiçbir zaman armudun pişip ağzıma düşmeyeceğini belki daha
yeni bilinçli bir şekilde kabul ettim. Benim gözümde umut aslında bir araçtır,
vizyonlu olmak demektir. Bu yüzden çok işe yarayabilir. Ancak bazı durumlar
vardır ki “umutsuz vaka” diye adlandırılırlar çünkü ne kadar uğraşsak da
çıkmaz sokağa gireceğimizi düşünürüz. Filmde Andy’nin hapisten kaçışına, o
kaçmadan önce kaçış planını biri duysaydı eminim ki ona “umutsuz vaka”
derdi. Ancak filmin sonu bize her şeyin denemeye değer olduğunu gösteriyor.
Hayat bize sırtını dönmüş gibi hissedebiliyoruz bazen. Andy de işlemediği bir
suçtan dolayı hapishaneye giriyor. Onun durumunda olsak çoğumuz bahtsız
olduğumuzu ve hayatın bize sırtını dönmüş olduğunu düşünürdük büyük
ihtimal. Böyle durumlarda herkes ayakta kalamaz, hayata küser. Ama Andy
böyle biri değil. O ipin ucunu kolay bırakmayanlardan, mücadeleden
korkmayanlardan. Bunların hepsi umut ağacının meyveleridir. Dahası,
dünyaca tanınmış yazar Tolstoy gibi ölümü bile bir tecrübe olarak gören
insanlardır bunlar. Hepimizin etrafı hırslı insanlarla doludur ancak bu
“hayatın bize sırtını dönmesi” fenomeniyle başa çıkabilmek için hırstan çok
daha fazlası gereklidir bir bireyde. Sabır olmadıkça bence hırs beyhudedir.
Geçici hırs dediğimiz olguya yol açar. Andy sabırlı olduğundan dolayı yıllarCAN UMUR AKMAN
boyu kaçışı için tünel kazmaktan bunalmaz. Sabırlı bir derviş olduğundan,
muradına da filmin sonunda erer. Bütün bu bahsettiğim erdemler
birbirleriyle ilişki içindedir. Sabır, umut ve hırs. Biri olup diğeri olmazsa şifre
kırılmaz.
Film aslında düalist bir bakış açısıyla ilerler. Umutsuz birçok insan vardır
hapishanede. Yıllar boyu hapishanede olmaktan dolayı resmen oraya bağımlı
olmuşlardır. Umutsuz vaka dediğimiz şey tam da bu. Konfor alanından
çıkamayan insan beğenmediği standartlara mahkum olur. Kısmen vizyonla da
ilişkilidir bu. Örneğin filmde hapishaneden çıkmak istemeyen yaşlı bir adam
vardır, dışarıda olmak onu korkutacak dereceye gelmiştir onca yıl hapisten
sonra. Bu örnek umutsuz vakayla değil, daha fazla dar vizyonlu olmakla
ilintilidir ve bu durumda tabii ki kişinin suçu değildir. Saydığımız faziletlere
bir de vizyonu katmış olduk. Görüldüğü gibi filmde umutsuzluk duygusuyla
yaşayanlar da vardır. Hatta ben Andy dışında geniş vizyonlu biri gördüğümü
bile anımsayamıyorum. Ancak yine de filmin sonunda umutlu olanın yüzü
nispeten daha fazla gülüyor.
Sonuç olarak, Shawshank Redemption kötü şartlar altında umudun bireye
neler getirebileceğini anlatır. “En azından denedim” demek bile ne kadar
değerliymiş onu anlarız. Sürecin atlatılması için ne kadar çok erdemin
insanda zorunlu kılındığını, bunların da bazen o süreçte öğrenildiğini
görürüz. İbretlik bir filmdir Shawshank Redemption. Bakış açısının insanın
yaşamındaki etkisini gösterir bize.
Kaynakça:
Darabont, Frank. The Shawshank Redemption. Columbia Pictures, 1994.
|
Elif Nur Demir
21501199
BÜYÜMEK
Yıllar geçtikçe, yaşımız ilerledikçe “keşke şimdi çocuk olsam” diye düşünmeyenimiz yoktur.
Çocukluğumuza geri dönmek, bütün sorunlarımızdan kaçış gibi gelir çoğu zaman. Belki de bu yüzden
bu kadar çok isteriz tekrar çocuk olmayı, saf ve temiz kalmayı. Çünkü içten içe biliyoruz ki her geçen
gün, sorumluklarımız, sorunlarımız ve acılarımız artıyor. Oysa bize bu sorumluklar, acılar yerine bir
çocuğun renklerle dolu, sorunlardan uzak hayatı lazım. Tek üzüldüğümüz şeyin, istediğimiz oyuncağın
alınmaması olması lazım. İroniktir ki çocukken de hep büyümek istemişizdir. Bir an önce anne ve
babamız gibi yetişkinler olmak, hayata onlar gibi atılmak istemişizdir. Çocuk aklı işte. Büyüyünce
bedenimiz hariç hiçbir şey değişmeyecek sanmışızdır. Yıllar sonra önümüze serilecek olan
sorumluluklardan, acılardan haberdar değilizdir. Bu noktada, yazar Isabel Huggan, Kanada’nın küçük
bir kasabasında büyüyen genç bir kızın gençlikten yetişkinliğe geçiş anılarıyla Büyümenin Sancısı’nı
bize tekrar hissettiriyor.
Kitabı okumaya başladığımdan beri aklımda hep bir soru vardı. Gerçekten büyümek sancılı
mıydı? Cevabın kişiden kişiye değişmesi muhtemeldir ama çoğunluğa vurduğumuzda sancılı olduğunu
söyleyenler çok olacaktır. Neden mi? Bunun cevabı, gittikçe artan acılar ve sorumluluklar olabilir.
Şimdi bir düşünelim. Sıcacık evinden ayrılıp ilk kez okula başlayacak çocuklar için okul, kabus gibi
görünür gözlerine. Gitmek istemezler. Aslında haklıdırlar. Kim evde çizgi film izleyebileceği veya oyun
oynayabileceği saatte, çarpım tablosunu ezberlemek ister ki? Bu aslında, gelecek günlerin ve
sorumlulukların habercisi niteliğindedir ama çocukken bunun da farkında değilizdir. Zaman
ilerledikçe, sınavların ortasına bırakılırız. İyi bir derece yaparsan, iyi okullara girersin denir hep. Bu
durumun, yavaş yavaş üstümüze sorumluluk yüklediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sonra bir
bakmışız, lisedeyiz ve önümüzde yine bir sınav var. Daha büyük bir sınav. Yani daha büyük bir
sorumluluk. İyi bir üniversite için savaşırız. Öğretmenler hep üniversiteye geçince rahatlarsınız, o
zaman hayatınızı yaşarsınız diye sınav için hırslandırmaya çalışırlar. Aslında kocaman bir yalandır bu.
Üniversiteye geçtiğinizde, değil rahatlamak, hiçbir şeyi yetiştirememeye başlarsınız. Üstünüzdeki
sorumluluklar giderek artmıştır ve ailenizinde sizden beklentileri vardır. Sonrası, malum iş hayatı. Yine
bir koşuşturmaca, para kazanma telaşı ve yeni sorumluluklar... Bunun üstüne bir de evlenirseniz, işte
çıkın işin içinden. Ev geçindirme, çocuklar, eşim derken; o kaosun içinde kendinizi “şimdi çocuk
olsam” demekten alamazsınız. Hayatın kuralı bu, zaman asla kimse için durmuyor. Her saniye, bizi o
yetişkin hayatına doğru sürüklüyor.
1Yukarıda bahsettiklerim büyümenin sancısını anlatmak için büyük ihtimalle yeterli
olmayacaktır. Artan sorumlulukların yanında, büyümenin bir de acıyı tatma hali vardır. Çocukken,
oyuncağınız elinizden alındığında duyduğunuz türden bir acı, üzüntü değil bu. Çok sevdiğin bir yakınını
kaybetmek mesela. Acıların en büyüğü belki de. Elinden bir şey gelmeyeceğini bilse de yıpratıyor,
üzüyor insan kendini. Gidenin, geri dönmesini istiyorsun ama aslında biliyorsun ki giden asla geri
dönmüyor. Belki bir umut diyorsun ama geçen zaman, umutlarını söndürmeye yetiyor bile. Sonra
yerini, acıya bırakıyor. Zaman yine bu acıya alıştırıyor ama kalbindeki yaralar, izler asla silinmiyor. Tam
o an, büyümenin aslında çokta matah bir şey olmadığının yeniden farkına varıyorsun.
Büyümek, böyle bir şey işte. Çocukken göründüğü kadar havalı değil. Aksine acılarla dolu. Gün
geçtikçe bu acılar daha da artıyor ve çocukluğunuzdaki pembe dünyanızı, arkasında bir toz bile
bırakmadan yıkıp götürüyor ve geriye karanlık bir boşluk kalıyor. Çocukluğun verdiği heyecan da yıllar
geçtikçe yerini acının verdiği derin yaralara bırakıyor. Bu da hayatın bir parçası aslında. Geriye sadece
sabretmek, beklemek ve her şeye rağmen yaşamak kalıyor...
2
|
MELİH SÜNBÜL
ÖLÜMÜN GİZEMİ
Bu aralar düşünmeye çok vaktim oluyor. Malum salgının hayatımı çevrelediği bu
günlerde kendimle beraber tüm insanların sağlığını korumaya çalışıyorum. Zihnen korumacı
yapısı olan bu hareketin mantığını hiç sorgulamıyorum çünkü doğru olanın bu olduğunu
düşünüyorum. Hâlbuki insanlar içerisinde herhangi bir zamanda ne durumda olduğunu ne
düşündüğünü umursamadığım hatta benden farklı göründüğü, düşündüğü ve inandığı için
nefret ettiğim birçok kişi var. Bunlar aklıma hiç gelmiyor çünkü şu an bütün bu sebeplerden
daha önemli bir şeyle hiç olmadığı kadar yakın pozisyondayım: ölüm.
Ölüm benim için hep sırrını korumuştur. Aklıma geldiği zaman bazen rahatladığım
bazen de ürktüğüm bir konudur ama çoğu zaman hayatı ve onun detaylarını düşünmeme ve
sorgulamama sebep olur. Düşünmeye ayırdığım her vakitte o zamana kadar sahip olduğum
anıları düşünürüm. Her seferinde anıların bir başka boyutunu keşfederim. Kimi zaman üzülür
ve kızar, kimi zaman ise bir sevgi pıtırcığı olurum. Tabii ki bazen de yaşama fırsatını kaçırdığım
anları hatırlarım. Çoğu zaman bunun sebebi sağlığımın yerinde olmaması yani hastalık olur.
Bunu fark ettiğimde garip bir his içimi kaplar çünkü bu olgu ölümle çok yakın bir ilişki
içerisindedir.
Bahsettiğim gibi üzüldüğüm bazı hatıralarım vardır. Bu anılardan bazılarında üzülmeme
ya da sinirlenmeme sebep olan kişiler genelde ailem ve arkadaşlarımdır yani hayatta en yakın
olduğum kişiler. Bu durum her aklıma geldiğinde fark ettiğim şey ise ne kadar küçük şeylere ne
kadar aşırı tepkiler vermiş olduğumdur. Hayatın büyük kısmında onlara değer verdiğimi
anlatan sözcüklerle iletişim kurmama rağmen o anlarda düşmana bile söylenmeyecek sözler
ve yapılmayacak hareketlerde bulunmuş olurdum. Sonra düşündüğümde ise bugün sanki
hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam ettiğimizi ve aynı bağı koruduğumuzu fark ederim.
Ne de olsa “Öfke en yakın olduğunuz kişilere, kızgınlık ve çirkinliği affedeceklerini bilecek kadar
yakın olduklarınıza karşı daha rahat zincirlerinden kopar.” (McCullers 140).
Tabii ki her zaman bu tarz kırgınlıklar çabucak iyileşmiyor ve unutulmuyor. O anları
düşündüğümde sonrasında hep hayatımın daha farklı bir evreye geçtiğini ve içeriğinin
değiştiğini fark ederim. Bazı insanlar hayatımdan çıkarken bazıları da hayatıma girer. Kimi
ilişkilerim güçlenirken kimileri ise zayıflar. Bence hayat dediğimiz kavram tamamen bize insan
olduğumuzu hissettiren diğer insanlarla olan ilişkilerimizden oluşuyor. Bundan dolayı bu tarz
değişimlerden sonra farklı bir dünyada yaşamaya başladığımı düşünüyorum. Sonra bunun
olması için ölmem gerektiği gerçeğinin farkına varıyorum ama bu beni düşüncemin
doğruluğuna inanmaktan alıkoymuyor çünkü “İnsanların birbirlerine duydukları anlayışta ve
duygudaşlıkta bir kopma olması da aslında bir tür ölümdür.” (McCullers 34).
“İnsanların ne doğumda ne de ölümde seçme hakkı vardır. Yalnızca intihar edenler,
hayatın capcanlı hâlini hor görüp mezarın hiçliğini yeğleyerek bir seçim yapabilirler.”
(McCullers 190). Bu söz benim için çok anlamlıdır çünkü insanın elinde olanın sadece
yaşayacağı hayata karar verebilmek yani bir tür nasıl ve ne şekilde öleceğini dizayn etmesidir.
Ben geçirdiğim ve geçiriyor olduğum vakte baktığım zaman onların ben yok olduktan sonra da
var olabilmesi için ölümümün anlam ifade etmesi gerektiğine inanıyorum. Aslında budüşüncenin çok da garip olduğunu düşünmüyorum çünkü eğer ölüler birilerinin yüreklerinde
yaşayabiliyorlarsa aslında ölmemişlerdir (McCullers 94). Hayatın anlamını yaşım ve içinden
geçtiğimiz salgın nedeniyle yoğun bir şekilde sorguladığım bu dönemde artık yeni bir şeye
inanıyorum: aldığım son nefesin bile anlamlı olması gerekliliği. Kimilerine göre bu düşünce
ölümün gizemini artırmaktan öteye gitmiyor olsa da bence “Ölüm her zaman aynıdır ama
herkes kendi usulünce ölür.” (McCullers 1).
KAYNAKÇA
McCullers, Carson. Kadransız Saat. Çev. Can Moralı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 1. Baskı.
|
Mehmet Ali Hoşkan
YAŞAMI HİSSETMEK
Her zaman gerçekten kim olduğumu tanıdığıma inanırdım. Her zaman kim olduğumu
bildiğimi, kim olduğum konusunda asla kendime yalan söylemeyeceğimi iddia ederdim. Asla
diğerleri gibi olmayacağıma, asla yalan bir hayat yaşamayacağıma söz verdim kendime hep.
Ama ne kadar gerçek bir hayat yaşıyorum ki? Ne kadar hissedebiliyorum, ne kadar
yaşıyorum? Neden yaşıyor olduğumuz tabi ki çok büyük bir merak konusu. Her gün
yaptığımız işleri yapmak için mi yaşıyoruz, 6 yaşında okula başlayıp 22-24 yaşına kadar farklı
okullara gittikten sonra mezun olup, sonrasında bir iş sahibi olup, evlenip aile kurmak için mi
yaşıyoruz? Gerçekten hayatın en büyük anlamı olan mutluluğu elde etmek için yapmamız
gerekenler bunlar mı? Olağanüstü Bir Gece tam olarak Stefan Zweig'ın bu sorulara verdiği bir
cevap niteliği taşımakta.
Hayattaki en büyük hedeflerden biri daha güzel, daha rahat bir hayat yaşamaktır.
Kimse yaşadığı hayatı beğenmez; hep daha iyisini, hep daha kusursuzunu ister. Hep
kazanmak ister. Kaybetmek için kumar oynayan birisini gördünüz mü hiç? Yaptığımız her
hareket kazanmak içindir, daha fazlasını kazanmak için. Elimizdeki imkanlar yeterli iken
neden daha fazlasını isteriz ki? Bana kalırsa bu hırsın tek sebebi insan olmamız, insanın
doğası budur. İnsan bir topluma doğar, doğduğunda ağlar, çünkü doğduğu toplum dünyanın
neresinde olursa olsun insanların yargılarından oluşan duvarlar ile kaplıdır. İnsanın en bilinçli
olduğu an doğduğu andır, bu yüzden ağlar doğduğunda insan. Yeni doğan bir insan her
şeyden daha saftır, hiçbir yargı ile kirlenmemiştir ama kirlenecektir büyüdüğünde.
Kirlenmemiştir, çünkü onun için sınırlar yoktur. Kimse ona nasıl giyinmesi gerektiğini, nasıl
davranması gerektiğini, güzel olması gerektiğini, başarılı olması gerektiğini söylemez, söylese
bile umurunda değildir. Sadece temel ihtiyaçları vardır. Tek ihtiyacı olan altının temizlenmesi
ve karnının doyurulmasıdır. Başka her şeye kapalıdır yeni doğan insanın kulakları, gözleri.
Sonra büyür insan, diğer insanların, toplumun beklentileri vardır ondan. Okulda başarılı
olması beklenir, herkes tarafından sevilmesi beklenir. İyi bir iş sahibi olması beklenir. Bunlar
için çabalar insan, beklentileri karşılayabilmek için çabalar. Beklentiler uğruna yaşadıkça,
başkalarını memnun etmek gayesi ile nefes aldıkça da mutlu olamaz. Çünkü başkalarının
onun için belirlediği bir hayatı yaşıyordur. Başka bir şeyi değil. Aynı Baron Friedrich'in
yaşadığı hayat gibidir insanın yaşadığı hayat, kendisinden beklenenleri karşılamak uğruna,
yaşadığını hissetmeden yaşamaktır.
Gerçekten yaşamak için tek yapmamız gereken biraz sınırların dışına çıkmaktır belki
de. Tek yapmamız gereken, kahramanımızın da yaptığı gibi, biraz 'yanlış' şeyler yapmaktır.
Tek yapmamız gereken kendimizi bulmaktır, "Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu
yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün
insanları anlar." Hayatı anlamak için, yaşamın amacını anlamak için tek yapmamız gereken
kendimizi bulmaktır. Sırf toplumun bizi eleştirmesinden korktuğumuz için yapamadığımız
şeyleri yapmalıyız belki de bu bizi dibe çeken zincirlerimizden kurtulmak için. Bizi biz yapan
şeyleri yapmalıyız; sesimiz toplumun güzellik kavramına uymadığı için şarkı söylemekten
korkmamalıyız, el yazımız toplumun güzel olarak gördüğü yazı tipleri kadar güzel olmadığı
için yazmaktan vazgeçmemeliyiz, hayatımız toplumun uygun gördüğü hayatlar gibi olmadığı
için mutlu olmaktan vazgeçmemeliyiz, düşüncelerimiz toplum tarafından doğru bulunmadığı
için düşünmekten vazgeçmemeliyiz.Olağanüstü Bir Gece bir insanın hayatını değiştirmek için, bir insanın bazı şeylerin
farkına varması, kendini bulması için yirmi dört saatten kısa bir sürenin yeterli olacağını
gösteren bir eser. Ne kadar küçük olsa da bazı şeyler öyle bir anda aklımıza düşer ki, öyle bir
farkındalık yaratır ki yaşadığımızı hissederiz. Farkına varırız bazı şeyleri neden yaptığımızın.
Bilinçli bir varlıktır ya insan, bu bilinci kazanmak bizim elimizde. Hayatımızda küçük
'yanlışlar' yaparak yaşadığımızın farkına varmak, yaşamı hissetmek, ona dokunmak, onu dolu
dolu yaşamak bizim elimizde.
KAYNAKÇA
Zweig, Stefan. Olağanüstü bir gece. Çev., İlknur İgan. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları: 2015.
|
Mustafa Raşit BOYRAZ
21102604
Suçlu mu Mağdur mu?
Hukuk felsefesiyle yakından ilgili bir hukukçu olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim
ki, çağdaş ceza hukuku sistemlerinin en temel problemlerinden biri cezai müeyyide
belirlenirken suçlunun mu mağdurun mu daha fazla göz önünde bulundurulması gerektiği
sorunsalı üzerinde yoğunlaşıyor. İdamın kaldırılmasından suçluya uygulanacak müeyyidenin
belirlenmesine kadar tartışmalı olmaktan bir türlü kurtulamayan pek çok problem, kanaatimce
aslında tek bir ilişkinin çözümlenmesine dair farklı yaklaşımlardan ileri geliyor: mağdurun
hakkının savunulması ile suçlunun adalete uygun olarak yargılanması arasındaki komplike
bağlantı.
Necip Fazıl Reis Bey’de, bu çok tartışmalı mevzuya, içinde bulunduğu konjonktürün
de etkisi altında cevap arıyor. İnsanların sorgusuz sualsiz cezaya mahkûm edilebildiği, idam
cezalarının bir çırpıda verilebildiği, adaletin yalnızca duvarda yazılı bir hayal olarak
algılanmaktan öte geçemediği koşullar içinde hâkimin ceza yargılaması boyunca sanıkla
arasındaki ilişki masaya yatırılıyor.
Yargılama boyunca ceberut, sert, suçlayıcı tavrıyla hem hâkim hem savcı olan Reis
Bey, önce karara varıp ardından yargılamaya geçiyor ve nihayet bir masumun idamına gözünü
kırpmadan hükmediyor.
İşte tam bu noktada idamın ceza hukukundaki yerine ilişkin sorular belirmeye başlıyor
kafamda. Belki de idamın sistem içinde yeri olmasaydı o masum yaşıyor olacaktı, Reis Bey
de ömrünün kalanını vicdan azabı duyarak geçirmeyecekti. Belki, bu bir piyes ama gerçekte
buna benzer nice haksız hükümler ölümle neticelenmeyecekti. Maalesef hukuk sistemimizin
bu noktada sicili oldukça kabarık, idam sehpasına gönderilen masumlar ciddi bir yekûn
tutuyor.
Peki, bunları göz önünde bulundurarak “İdam, iki hece, dile kolay olsa da bir insanın
hayatına son vermeyi öngören insan haklarına aykırı bir yöntemi, bahşedilen nefesi ondan bir
an evvel almayı, yaşam hakkını gasp etmeyi simgeliyor.” diyebilir miyiz acaba? Bu cümleyi
gönül rahatlığıyla kurabilir miyiz?
Barışsever, masum, mağdur vatandaşları büyük bir soğukkanlılıkla öldürüp
hapishanelerde devletin kanatları altında yaşamaya devam eden binlerce caniyi düşününce bu
cümleler yine dökülür mü ağzımızdan? En iğrenç, en aşağılık, en barbar muameleye layık
görülen, yakılarak öldürülen Özgecan’ı ve onun gibi nicelerini hatırımızda tutarak yine idama
karşı çıkabilir miyiz? Çantasındaki para, kolundaki bilezik için motosikletin arkasında
metrelerce yerde sürüklenerek can veren hamile kadınları bile bile idamın insan haklarına
aykırılığını savunabilir miyiz? On binlerce şehidin, beşiğinde can veren bebeklerin ağıtına
kulağımızı tıkayarak bunun en büyük müsebbiplerinden Öcalan’ın İmralı’da çayını içerek
televizyon izlemesinin “daha insani” olduğunu ileri sürebilir miyiz?Günümüz ceza hukuku sistemlerinin çoğu, hayatında bir kez dahi bir suçluyla muhatap
olmamış, hapishane ortamını görmemiş, psikoloji alanında bilgi sahibi olmayan, suç ile suçlu
arasındaki bağlantıyı çözümlemekten çok uzak ceza hukukçuları tarafından yazılmış gibi
gözüküyor. Cezanın ehlileştirici, ıslah edici özelliği ön plana çıkarılarak mağdurun
psikolojisini göz ardı eden bir yaklaşımın Türk Ceza Hukuku’nda da modern ceza hukuku
sistemlerinde de giderek yaygınlaşan biçimde kabul görmeye başladığını gözlemliyorum.
Özgecan’ın faillerine insan hakları çerçevesinde(!) merhamet ve şefkatle muamele ederken
mağduru, ailesini ve onların yaşadığı travmaları göz ardı eden bir sistemin içinde
bulunuyoruz. Özgecan’ın faillerinin nefes almaya devam ediyor oluşunun başka iğrençliklere,
başka hamamböceklerine cesaret verdiğini inkâr eden bir sisteme muhatap oluyoruz.
Özgecan bir simge; onun gibi on binlerin bozuk adalet sistemi içinde kaybolduğunu,
unutulmaya yüz tuttuğunu, harcandığını da belirtmek lâzım.
Öyleyse ne yapmalı? Şirazesine güvenemediğimiz hâkimlerin eline idam fermanı
yetkisini vermek de mazlumların ahına kulak tıkayarak zalimlere yaşam hakkı tanımak ve
böylelikle yeni zulümlerin önünü açmak da âdil gözükmüyor.
Öyle zannediyorum ki problemin düğümü toplumsal olarak ahlaki bir kalkınmada
yatıyor. Hâkimlerin adalet ve nefaset eğitimlerine tabi tutulduğu, toplumun küçük yaşlardan
başlamak üzere aile ve devlet eliyle, gerekirse kamu spotlarıyla yüksek bir ahlaki olgunluğa
eriştirilmesi için profesyonel çalışmaların yürütüldüğü bir düzenle birlikte idamın geri
getirilmesi tek çıkar yol gibi gözüküyor. Zira ceza hukuku doğrudan toplumsal düzene etki
eden, direkt olarak toplumsal dinamikleri yönlendirme yeteneğini haiz bir alan olarak daha
fazla göz ardı edilmeye tahammül edemeyecektir.
|
Makbule Berfin BAYDAR
Hüznün Tüketilmişliğine
Bazen sadece bir saniyeliğine, beynimin tamamını kullanabilmeyi istiyorum. Herkesi,
her şeyi, tüm bedenimi hücre uçlarıma kadar kontrol edebilmeyi… Tüm dünyayı ve hatta tüm
evreni de… Burayı yaşanılabilir bir yer yapabilirim belki. Tüm insanlık öyle mutsuz ve
umutsuz ki bu zehrini yanında, yöresinde kim varsa ona kusmaktan çekinmiyor. Herkesin
mutlu, en azından memnuniyet içinde ve huzurlu yaşamasını dilerdim. Devletler ve sınırlar
olmasa mıydı? İnsan soyu bu kadar kavgacı olur muydu yine de? Yine de her şeye karşı bu
kadar nefret dolu olur muyduk? Böyle bir dünyada yaşamaktan öyle korkuyorum ki. Bırakın
bir şeyler yazıp söyleyip de haklarımı savunmayı, sokağa çıkmaktan, dolmuşa ve otobüse
binmekten, öyle bir arkadaşımın koluna girip de aylak aylak gezip dolaşmaktan, hatta
yaşamayıp sadece nefes alan bir varlığa dönüşmüş olmaktan korkuyorum. Yolda yürürken
sürekli göz ucuyla arkamı kollamaktan, bir elim bağrımda gezmekten, çevremdeki herkesi ve
her şeyi bir tehdit unsuru olarak görüp sürekli kendimi korumaktan öyle yoruldum ki. Sanki
yaşadığımız bu hayat bir ömür değil de bir yaşam mücadelesi haline geldi. Yaşamak nefes
alıp vermekten mi ibaret sadece? Tüm insanlık koca bir taşa döndü bugünlerde.
Eskiden her 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda okuldaki
müsamerelere katılır, şiirler okur ve o günü tüm arkadaşlarımla coşkuyla kutlardım. Bir şiir
okumanın, halk oyunu ekibinde görev almanın dünyanın en büyük görevi gibi sorumlulukla
ve hevesle yapıldığı günlerdi galiba onlar. Çocuk olmak mı böyle bir şeydi yoksa zamanın
azizliğine mi uğradık kestiremiyorum. Aidiyet duygumu henüz kaybetmemiştim, belki de
sınırların ve devletlerin ne kadar korkunç bir canavara dönüşebileceğinin henüz farkında
olmadığımdandı bu duygum. Çocukların devletler eliyle öldürüldüğü, yakıldığı, kimyasal
gazlarla zehirlendiği, başından bir gaz fişeğiyle vurulduğu, bir mülteci botuyla okyanuslar
aşmaya çalışıp da deniz kıyılarına vurduğu bu kirlenmiş ve yozlaşmış dünyada çocuk bayramı
kutlamak sahtekârlıktan öte bir şey gibi gelmiyor bana. Herkesin dört gözle gelmesini
beklediği o yeni yıl akşamları aslında o kadar da umut vermiyor artık. Gece yarısı olup da
havai fişekler atılmaya başladığında ilk kez ben de ağlamaya başladım bu sene çünkü
korktum, çok korktum. Bizden neyi çaldıklarını anlıyorsunuz değil mi? Bizden
çocukluğumuzu, gençliğimizi, umudumuzu ve arkadaşlarımızı geri kalan her şeyle birlikte
çalıyorlar. Havai fişeklerle mutlu olabilen insanlar var mıdır hala? Çünkü ben her “BOM!”
sesinde yine neresi kan gölü olacak diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bütün bu gürültülerin ve “BOM!” seslerinin ardından kulağıma çok güzel sözler
fısıldayan biri düşüyor aklıma. Bana çok güzel sözler öğreten çok güzel kalpli bir arkadaşım
olmuştu bir zamanlar. Kendisiyle internet üzerinden tanışmış, çok güzel sohbetler etmiştik.
Lisede anarşist bir insan olmamın en büyük sebeplerinden biri onun bana anlattıklarıdır, ne
yazık ki ona sıkıca sarılmak bana nasip olmadı. Ben ona hiç bitmeyen sorular sorardım,
sadece ben de değil herkes sorardı. Hepsine sabırla ve özenle cevap verirdi. Uzun uzun…
Geçiştirmezdi kimseyi, insanlara öyle değer verirdi. Onu hiç kanlı canlı karşımda
göremediğimden kendisini, çok sevdiğim bir dizideki devrimci bir adama benzetirdim
zihnimde. Çemberimde Gül Oya dizisinin Mehmet’i, bizim Alper’imiz. Alper de aynıMehmet gibi öyle güzel kalpli bir devrimciydi ki üniversiteye hazırlanan gençleri toplar
onlara dersler verirdi, hiçbir karşılık beklemeden hem de. Mehmet’in dizide devrimci
düşünlerini gördüğümüz pek çok sahne olmuştur ve bir bölümünde Mehmet’in zihnimden
silinmeyen şu sözleri geçiyordu:
“Mühim olan, ölümü hayatın birinci sırasına yerleştirmemektir, onun üzerinden politika
yapmamaktır, propaganda yapmamaktır, bana ölüme özgü övgüler anlatma Vedat!
Bana insanları nasıl yaşatacağını anlat. Nasıl mutlu, adil ve özgür yaşatacağını…”.
Alper de öldürmeye karşıydı ki ben bu dünyada canını yaktığı tek bir canlı olduğunu dahi
sanmam. “Dava” uğrunda ölmeye inanmazdı, hatta ölüme bile inanmazdı, üstelik “…
ölümsüzdür.” sloganlarından da nefret ederdi. Ölüme ve savaşa karşı gelmek için baş
koyduğumuz bir davada ölüme gidenlerimiz de oldu aramızdan. Çocuklar gülsün diye yola
çıkan gençlerin vardığı yer ölüm mü olmalıydı sahiden? Tıpkı Ankara’da barış için bir araya
gelenlerimiz gibi, oradaki bir çocuk yani Veysel gibi ya da bir otobüs durağında sadece
yurduna gidebilmek için sıra bekleyen Ozancan gibi, birkaç günlüğüne gittiği İstanbul’da tek
suçu o güzergâhı kullanan bir takside olmak olan Berkay gibi… Hepsi benim canım,
arkadaşlarım, hiçbir ilgileri olmayan bir savaşın kurbanları. Ve Alper çocuklara oyuncak ve
umut götürmek için çıktığı yoldan bir daha geri dönemedi ve bizi onun arkasından “Alper
Sapan Ölümsüzdür!” sloganları atmak zorunda bıraktı.
O kadar kötü ki ve o kadar acımasız, adaletsiz bir dünya ki bu. Nereye kadar
katlanacağız, ne zaman sıramız gelecek bizim de ve daha ne kadar acı göreceğiz bilemiyorum.
Gencecik bedenlerin, o güzelim insanların toprak altına hapsedildiği günler ne zaman bitecek?
Ölüm o kadar alelacele ki artık. Hüznümüz bile yarım, o bile çabuk. Öyle hemen gelip
geçebilen bir şey gibi… Alıştık. Sonra unutmak da öyle… Birkaç hafta, birkaç gün, gittikçe
azalan bir süreye döndü yas. Yine de bazen bir an geliyor ve tüm unuttukların üstünde
birikiyor gibi hissediyorsun. Yaşadığın için suçlusun gibi, o ölmüş, sen yaşamışsın ya ne
büyük suç! Farkına varmadan da katlanılmaz hale gelebiliyormuş hüzün de bazen. Yazdıkça,
ağladıkça tükenmeyen bir acıya da dönüşebiliyormuş bir gün, öyle çabuk unutuyorsun
sanırken. Sıra sana gelene kadar böyle kendini tekrar eden bıçak gibi günler. Tekrar ve
tekrar… Yine yeniden bir gün daha…
Kaynakça
Çemberimde Gül Oya. Çağan Irmak. 2004. Web.
|
YILLAR SENDEN ÇOK ŞEY GÖTÜRMÜŞ İSTANBUL
8-‐9 yaşlarındaydım sanırım. Hem İstanbul’a hem Fenerbahçe Stadı’na ilk
gelişimdi. O zamanlar stat inşaattaydı, karşıdaki maraton tribünü yıkılmış kocaman
bayraklarla boşluklar kapatılmaya çalışılmıştı, tam o tribünün arkası denize bakıyordu
ve maçta takımlar birbirlerine hücum ederken, sanki rüzgar da bize hücum
edercesine insanın suratını jilet gibi kesiyordu. O yaşta maçta yaşadığım bir sürü olay
beni etkilemiş ve şaşırtmıştı ama hiçbirini İstanbul’da geçirdiğim anlardaki hissettiğim
duygular kadar net hatırlayamıyorum. Son düdük çaldığında tabelada skor 2-‐1
yazıyordu, dönüş yolunda ilk maçımdan galibiyetle dönmenin verdiği mutlulukla
İstanbul’da geçirdiğim iki günü düşünürken, ilk defa o zaman İstanbul’a ve
Fenerbahçe’ye olan aşırı sevgimi fark etmiştim. O günden bu güne yaklaşık 12-‐13 yıl
geçmiştir herhâlde , stadın inşaatı tamamlandı, o anki halinden bambaşka bir hal aldı.
Aynı stat gibi zamanla birlikte ben, babam, Fenerbahçe gibi İstanbul da değişti. Keşke
aynı kalsaydı diyorum... Yaşlıların her zaman geçmişe karşı bir özlemi vardır ya bunun
değişikliğin kötülüğünden değil de hep yaşlanma korkusundan olduğunu
düşünmüşümdür fakat bu düşüncemin her zaman da doğru olmadığını büyüdükçe
anladım. Değişim bazen kötüdür, çirkindir, bunu İstanbul’da karşıya geçerken
kafamızı çevirip İstanbul’a bakarak görmek kolay. Tarihi İstanbul silueti tanınmaz
halde... Yakalım eski İstanbul kartpostallarını, yenilerini basıp plaza, gökdelen, iş
merkezleri ekleyelim. Bir de Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları’nda zamana yolculuk
yapıp 1800’ün sonlarındaki İstanbul’a gidince görüyorsunuz değişimin çirkinliğini.
Kitabı okurken o anlara gidiyorum sanki bundan 120 yıl öncesinde yaşıyorum gibi,
kafamda hep bir karşılaştırma tabii ki. Şu an ki dükkanların yerine o zamanın
dükkanlarını koyuyorum, insanların üzerindeki kıyafetleri hayal etmeye çalışıyorum,
Ahmet Rasim’in betimlemelerinden. Bazen kayboluyorum şehrin içinde, bilmediğim,
yıkılmış semtlerde geziyoruz. Ahmet Rasim’le beraber adalara uğruyorum, bir de
adalardan bakıyorum İstanbul’a. Evler alçacık sokaklar dar, olabildiğine yeşil her yer.
Bazen sinirleniyorum okurken Fransızcanın hakimiyetine İstanbul’da, hâlbuki kime
kızmaya hakkım var ki şimdi Türkçe bir dükkan kalmamışken. Satırları okurken bazen
8-‐9 yaşında ilk defa İstanbul’u gördüğümde hissettiğim duyguları hissediyorum.
Bazen Ahmet Rasim’den kopup kendim geziniyorum şehirde, kafamda yeniden inşa
ediyorum şehri, fark etmeden yazarın betimlemediği yerleri kendi bilgilerimle, şu
anki İstanbul olarak dolduruyorum, boşlukları tamamladıkça çirkinleştiriyorum şehri.
Bu yüzden kitabı olduğu gibi okumaya başladım, kendimden hiçbir şey katmadan,
İstanbul’u o yıllarda yaşamaya çalıştım ve şehrin değişimini görmeye çalıştım. Benim
ilk kez şahit olduğum İstanbul bile 11-‐12 yıl içinde bu kadar değişmişken, 100 yıl
içinde bir şehrin değişmemesini beklemek saçma olurdu tabii ki ama beni rahatsız
eden tam olarak bu değildi aslında. Beni asıl rahatsız eden şehrin benliğinin silinmiş
olmasaydı, karakterini kaybetmiş olmasıydı. Üzerine destanlar, şiirler yazılmış, kaç
söz söylenmiş bir şehrin kendi benliğini, tarihini kaybetmesiydi değişiminin çirkin,
beni üzen ve rahatsız eden tarafı. Benim geçmişe özlemim de büyümemden mi yoksa
değişimin kötülüğünden mi bilmem ama konu İstanbul olunca değişikliğin tek sebep
olduğundan gayet emin olabiliyorum. Yıllar İstanbul’dan o kadar çok şey götürmüş ki,
bunu kitaplardan ve eski fotoğraflardan çok daha iyi anlıyorum. Belki de İstanbul’a
boşuna ‘yaşayan şehir’ demiyorlar, o da biz insanlar gibi git gide yaşlanıyor. Tabii
yıllar bir insanı veya şehri çirkinleştirip kendi benliğinden söküp alır mı bilmem amabiz insanlar yıllar içinde bir şehre bunları yapabilirmişiz yoksa zaman ve geçen yıllar
bir şehri çirkinleştirebilir mi? Sanmam...
|
NOTADAKİ UMUT
Uzun ve yorucu bir günün ardından ruhumda halsizlik, üzüntü ve hepsinden
önemlisi gelecek adına ümitsizlik var ise müzik dinlemek beni kendime getiriyor.
Müzik benim için, ruhumu besleyen ve mantık yollarımın ışıklarını elektrik
sigortası atarcasına hızlı bir şekilde söndürüp duygularıma doğru giden yolları
aydınlatan ender sanatlardandır. Müziğin aydınlattığı yollar ile bana hayat enerjisi
veren ışık, müziğin türüne göre bana beraberinde farklı hisler ve duygular getirir.
Türüne göre duygularımla oynuyor olsa da beni yönetemiyor, sadece
yönlendiriyor çünkü müziğin getirdiği ışığın arkasından gölgem, yani mantığım
arkadan ister istemez her daim gelmektedir. Gelen karanlığa rağmen, hala uğraşıp
çaba gösterdiğim işler uğruna bir umudun olduğunu ve o umut ile birlikte bana
ilerdeki günlere heyecanlı, bir o kadar da mutlu girmemi sağlayan; umudun
sağladığı tatlı sevinci yansıtan ender sanatçılardan biri Ennio Morricone’nin Once
Upon A Time In The West adlı şahane bestesidir.
Sanatçıyı ilk defa, çoğumuzun bildiği, İyi, Kötü Ve Çirkin filminde
öğrenmiştim. Filmin aksiyon sahnelerine ve hikâyesine kattığı besteleri beni bir
hayli heyecanlandırmakta ve filme daha çok bağlamaktaydı. Bir filmde bestekârın
değerini o zaman daha iyi anlamış ve hissetmiştim çünkü duygulu sahnelerin arka
planında bir müzik olmadığı zaman sahne bana kuru ve yavan gelmekteydi.
Özellikle Vahşi Batı film türlerinde bulunan silah çekiş sahnelerine bir nakış gibi
işlenmiş olan besteler, beni o ortamın içine çekip çölün kuru sıcaklığını yüzüm de
hissettiriyor ve sanki silahını çekmeye hazır olan kovboy benmişim gibi yoğun
duygular içerisine girmekteydim.
Sanatçının Once Upon A Time In The West bestesinin başlangıcındaki çalgı
aletinin tınısı bana, üzüntülü veya karamsar olarak devam etmekte olan bir
hikâyede hala bir umudun olduğunu düşündürmekte. Giderek artan tınılar ile
meleğimsi sesin yükselişi ile de hikâyenin başlangıcından gelinen noktaya kadar
yaşanan duyguları özetlemekte. Meleğimsi ses, bu serüvenin hala devam etmekte
olduğunu ve serüvenin sonunun iyiye doğru gittiğini her seferinde
yaşattırmaktaydı. Bestenin başlangıcındaki müzik, adeta üzüntüden dolayı boynu
bükük yürüyen birinin düşünce ve duygularıyla verdiği savaş sonucunda boynu
dik ve kararlı olarak yola devam etmesi gibi bir his vermekte.
Bestenin ilerleyen kısmında keman seslerinin hikâyeye kattığı tizlik ve canlılık
ile besteyi daha şiddetli hissetmemi sağlayan parça, farkındalığımı harekete
geçirip, sanki beni derin bir uykudan aniden uyandırırmışçasına kaldırıp atağa
geçiren hisler vermekte. Bunların yanı sıra keman seslerinin arasından duyulan
meleğin sesi üçüncü kişi gibi olayları izleyip, duygulu bir şekilde olayları
anlatmakta ve bunların unutulmaması için bir anı defterine aktarıp gelecek için
tecrübe olarak kalsın diye not etmekte.Besteyi dinlediğim vakit kendimi yoğun ve karmaşık duygular içerisinde
bulmaktayım. Sanki bir başka evren ve zaman dilimindeymişim gibi kendimi
gerçek dünyadan izole etmiş olarak yaşamaktayım. Bu ortamda, düşüncelerimi
farklı açılardan değerlendiriyor, duygularımı tartıyor ve hislerimle
özdeşleşiyorum.
Bestenin son kısmına geldiğim vakit, duyduğum borazan sesi her şeyin geçici
olduğunu; her olayın iyisiyle veya kötüsüyle sonuçlanacağını ve yoluma devam
edeceğimi bana düşündürmekte. Beste bittiğinde, artık izole ortamımdan çıkmış
bulunmakta, yaşamakta olduğum zaman ve evrene kaldığım yerden hayatıma
dönmüş, farkındalık düzeyi artmış ve kanımca en önemlisi de motive olmuş bir
şekilde hayatıma idame etmekteyim.
Zaman zaman beni düşünceye sürükleyen şahane besteci Ennio Morricone’nun
elinden çıkan Once Upon A Time In The West bestesi bana, yorumlarımın yeterli
olamayacağını sadece verdiği hisleri hissederek anlaşılabileceğini düşündürüyor
ve kendisini saygıyla anıyorum.
KAYNAKÇA
Ennio Morricone. Once Upon A Time In The West (1968). Once Upon A Time
In The West Theme (Ennio Morricone). https://youtu.be/i3Q8h-fDfEI
Cihan Kemal Sevinç
Turk102 Assignment 1
|
Sonu Gelmeyenİnsan hayatını ve dünyada olup bitenleri tamamen anlamak çözülmesi imkânsız bir oyun gibidir.
Çünkü insanın doğası ve yaşadığımız topraklar gizemlerle doludur. İnsanlar doğaları gereği sırlarını içine
atmaya meyillidir, tıpkı üstünde yaşadığımız toprakların üstünü örtmeye meyilli olduğu gibi. Benim için
ise gizem hayatımı güzel kılan duygulardan bir tanesidir. Gerek heyecan gerek merak duygularını bir
arada yaşama şansı verir gizem. Ama her şeyden önce sırlar, hislerin ötesinde bilinmezliklerle dolu iyi
veya kötü sonsuz bir yolculuk sunmaktadır. Tepeden herhangi bir şehir manzarasına baktığımda
düşünürüm, bu ışıklar nasıl bir karanlığı aydınlatıyor diye. Uzaktan gözümüze güzel gelen o aydınlık bir
kişinin sevgilisine evlenme teklifine tanıklık ediyor da olabilir veya bir insanın başına silah doğrultulmadan
önce gördüğü son ışık da olabilir. Bizim ise yapabileceğimiz tek şey ise manzarayı bir tepeden izleyip neler
olabileceği hakkında tahminler yürütmektir, tıpkı yıldızlar hakkında varsayımlarda bulunduğumuz gibi.
Bizden milyonlarca ışık yılı uzaktadırlar ve romantizm ile anılırlar genelde yıldızlar. Fakat bilinmeyen bir
gerçek vardır, o da şudur ki yıldızın o can alıcı güzelliğindeki bir parlamasının ardında korkunç patlamalar
gerçekleşmektedir.
Genellikle de bu tür gizemli çelişkiler dizi-film tarihinde önemli yer tutmaktadır. Özellikle de
dedektiflik ve polisiye türlerinde derin yer etmiştir. Benim ise küçüklüğümden beri gelen gizemli olayları
çözmeye olan merakım bu türlere yönelmemin en büyük sebebidir. Ne zaman dedektiflikle ilgili bir çizgi
film veya film izlesem elime bir büyüteç alıp evde ipucu aramaya girişirdim. Çünkü biliyordum ki halıda
bulduğum küçük bir kırıntı bir bütünden ayrılmıştır ve o parça beni bütüne götürecek yol oldurdu.
Seneler geçtikçe Sherlock Holmes ve Pembe Panter serileriyle polisiye türüne olan sevgim daha da
artmıştı. Son yıllarda ise filmlerin ve dizilerin kendini tekrarladıklarını düşünüyordum. Özgün bir konusu
olan ve merak duygusunu üst seviyeye çıkaran yeni yapım bulma peşindeydim. Bu arayışım Matthew
McConaughey ile Woody Harrelson’ın başrollerini paylaştığı True Detective adlı diziyi görene kadar sürdü
ve daha ilk bölümünü izlememle aradığımı bulduğumu fark etmem bir olmuştu.
Matthew McConaughey’nin oynadığını görmek dizinin kalitesini daha izlemeden hissettiriyordu.
Dizinin daha ilk bölümünden anlamıştım ki 1995 yılında başlayıp sonlanması için on yedi yıl gereken bir
maceraya ilk adımımı attığımı hissetmiştim. True Detective başlıca 1995’te vahşice bir ayin ile
öldürüldüğü düşünülen Dora Lange cinayetini çözmeye çalışan iki dedektifi Rustin Cohle (McConaughey)
ve Martin Hart(Harrelson)’ı anlatıyor. Gizem duygusunun içindeki o çelişki dizinin bütün noktalarına
işlenmiş âdeta. Özellikle de karakterlerin kendi iç dünyalarındaki ikilemler geniş yer tutmuş ki bence bu
böyle bir dizide yapılması gereken bir şey. Böyle bir dizide hem suçlunun hem de suçu çözen kişinin
düşünce ve duygu dünyasında ne olduğunu izlerken öğrenmek, izleyiciye dizinin içinde hissi yaratır. Ya
da en azından bana böyle oluyor. Rustin dizi boyunca gizemli tavırları ve insanı düşünmeye zorlayan
derin sözleri ise çok ayrı bir hava katmış. Söylediklerini geri alıp tekrar tekrar izleyesi geliyor insanın. Ve
her izlediğinde insanın aklına “Acaba başka bir şeyi mi imâ ediyor bunu söylerken?” sorusunu getiriyor.
Geniş yer tutan masonik hayvan figürleri ise Rustin’in yanına eklenince diziye insanı heyecanlandıran
mükemmel bir felsefi ortam yaratılmış. Dizi her bölümünde beni âdeta sorgulamaya davet ediyor ve
zihnimde yeni ufuklar açıyordu. Aslında hayattaki en büyük hayvan insanın ta kendisidir söylemi geniş
yer tutmaktaydı ve bunu her duyduğumda farklı bir şekilde etkileniyordum.
Müziklerin ise büyük bir ustalıkla seçildiğini de söylemek isterim. Her bir melodi dizinin sıra dışı
havasına yakışan ve hatta onu daha üst seviyelere çeken tınılardan oluşmuş. Şarkıların sözleri ve ritimleri
dizideki o an hâkim olan duyguyu söz yerindeyse beni hissetmenin de ötesine götürüyordu. Sahnelerin
çekim kalitesi ise şu ana kadar izlediğim diziler arasında tartışmasız en iyisiydi. Özellikle mekânların insanaverdiği derinlik duygusu kaliteyi başka bir seviyeye çekiyordu. Ne zaman ilk bölümdeki o yukarıdan
çekilmiş ormanı hatırlasam o yeşil yaprakların neleri gizlediğini aklıma gel.
True Detective’in bir sezonu geride kaldı ama bir gizem çözülür, hemen arkasından yenisi gelir.
Polisiye türü altında özgün tarzıyla True Detective söz yerindeyse dizi tarihine damgasını vurmuştur. Eğer siz
de o yeşil yaprakların aslında neleri gizlediğini öğrenmek istiyorsanız hemen kendinizi bu derin maceraya
atmanızı tavsiye ederim.
|
Mehmet Nail Gören
Yitirmeden Önce Son Çıkış
"Yitirmeden anlamaz insan." diye başlıyor Pinhani’nin o içimizi ısıtan şarkısı. Bu
şarkıyı ilk kez canlı dinlediğimde konser alanında insanların hep bir ağızdan eşlik ettiği o anı
unutamıyorum. Sanki o anda herkes insanları, hikâyelerini ya da yaşayamadıkları ihtimalleri
yitirmiş olmaya karşı bir sitemde bulunuyordu. Konserden sonra eve gidip bunun üzerine
biraz düşündüm. Ne anlatıyordu bu cümle?
“Yitirmeden anlamaz insan.” Bu cümle; insanın içinde, yüreğinin en derin ve karanlık
köşelerinde bir yerlere dokunan, geçmişe duyduğumuz özlemlerin açtığı yaralara tuz
basarcasına içimizi yakan bu cümle aslında herkesin kendinden bir parça bulduğu o tarifsiz
duyguyu anlatıyor: Yitirmenin hüznünü ve o kayıptan sonra ortaya çıkan çok bildiğin bir
şehirde kaybolmuşluk hissini. Çünkü çoğu zaman sahip olduklarımızın kıymetini, yanımızda
olanların değerini ancak yitirdiğimizde, ellerimizden kayıp gittiğinde anlıyoruz.
“Yitirmeden”, insanın aslında bazı şeylerin değerini ne kadar geç fark ettiğini, o kaybolan
parçanın hayatımızdaki yerini doldurmanın ne kadar güç olduğunu dile getiriyor.
Bir insanı, bir dostu, bir sevgiliyi, bir anıyı ya da belki bir hayali kaybettiğinde anlıyor
insan. Elimizden kayıp giderken aniden durdurmaya çalışıyoruz zamanı ama o çoktan gidiyor,
yanında da o çok değer verdiğimiz insanı, sevgiliyi ya da anıyı alıp götürüyor. Zamanın bize
bıraktığı ise içimizde koca bir boşluk ve bin pişmanlık oluyor. Hayat o an gelince sanki bizi
hiç bilmediğimiz, kapkaranlık bir sokakta tek başımıza bırakıyor. Zamanla evimizin yolunu
buluyoruz tabii ki ancak yolumuzu bulmaya çalışırken yitirdiğimiz şeyler eve dönünce gün
yüzüne çıkıyor. Pinhani’nin söylediği gibi, insan yitirmeden neyin değerli olduğunu
anlamıyor. Belki her gün yanı başımızda olan bir dostumuzun varlığı, bir gün yanımızdaolmadığında içimizin nasıl paramparça olduğunu gösteriyor. Annemizin yaptığı eve sinmiş o
güzel yemek kokuları, babamız ile yaptığımız salon sohbetleri, kardeşimiz ile oynadığımız ve
kazanmak için pembe yalanlar söyleyip küçük hileler yaptığımız o oyunlar ya da düşününce
bizi geçmişe götüren değerli bir anı, bunların değerini yitirmeden anlayamıyoruz maalesef.
Varlığında bize normal gelen bu durumları yitirdiğimiz anda bir panik basar bizi. Ne
yapacağımızı bilemez, etrafa bakarız diğer yitirenler ne yapıyor diye. Tıpkı varlığını yıllar
önce unuttuğumuz hevesimizi alıp kenara attığımız eski bir eşyamızı hatırlayıp onu ararken
etrafı yaygaraya vermemiz gibi. Bu küçük zenginliklerin kıymetini bilmeden hayatımızın
sonuna kadar bizimle ve bizim olarak kalacaklarını sanarak yaşıyoruz.
Bu şarkıyı dinlerken insan belki kendi hikâyesini düşünüyor. Belki de söylenmemiş
sözleri veya cümlenin sonuna koyamadığı noktayı düşünüyor. “Keşke” dediğimiz anlar bir
film şeridi gibi gözümüzün önünden geçiyor. Keşke diyoruz kendi kendimize, son kez arkamı
dönüp sarılsaydım. Keşke o son sözü söyleseydim ve o noktayı koysaydım diye düşünüyor
insan. Her insanın bu şarkıda kendine dair bulacağı bir şey var; çünkü hayatın bize attığı en
büyük kazık ya da verdiği en özel hediye, yitirdiğimiz şeylerin bıraktığı izlerdir. Kimimiz
çocukluğumuzu, kimimiz gençliğimizi, kimimiz ise hayatın getirdiği yorgunluklarla
kaybetmek zorunda bırakıldığımız hayallerimize sarılırız. O izler bize hem bir lanet hem de
bir lütuftur. Lanet mi lütuf mu olduğuna o ize nasıl baktığımız karar verir. O yüzden
"Yitirmeden anlamaz insan." diyerek aslında herkesin içinde bir yerlere dokunuyor Pinhani.
Sevdiğimiz insanlar, hayat yolculuğumuzda bize yoldaşlık eden dostlarımız, ailemiz,
bazen en beklemediğimiz anda hayatımızdan çıkıveriyor. O çıkış bize bir anlık kaybolmuşluk
veya yoldan çıkmışlık hissi yaşatıyor. Bir zamanlar her gün yanımızda olan o kişi, belki bir
şehirde ya da bir anı defterinde kalıyor. Belki de bu konser bana bir lütuftu. O an bana neyapıyorsam bırakıp o anın tadını çıkarmam, anı biriktirmem gerektiğini hatırlatan güzel bir
jestti bana.
“Yitirmeden” bize, aslında hayattaki anların ve anıların ne kadar değerli olduğunu ve
sevdiğimiz şeyleri kaybetmeden önce kıymetini bilmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü
belki de son kez annemize onu yitirmeden sarılacağız, babamızla son kez o sıcak salon
sohbetini yapıp son kez kardeşimizi babamıza şikâyet edeceğiz. Peki böyle yaşanır mı? Tabii
ki, sadece her şeyi son kez yapıyormuş gibi tutku ve aşkla yapacağız. İşte o zaman bir şeyi
yitirdiğimizde “Keşke şunu da yapsaydım.” yerine, huzurlu bir şekilde “İyi ki yapmışım ya.”
diyebiliriz.
Kaynakça
Pinhani. “Yitirmeden.” Başka Şeyler, Doğan Music Company, 2006.
|
Candan Budak
21302601
TURK 102-12
İsmail Uygun
…NEREDEN NEREYE…
70.00 yıl önce atalarımız Neandertaller dünya üzerindeki herhangi bir canlı türünden
ibaretlerdi. Sürüngenler, balıklar, kuşlar ya da maymunlarla kıyaslandığında ciddi farklar
yaratacak, onları öne çıkaracak, üstünlük sağlayacak herhangi bir fiziksel özellikleri yoktu.
Dünya üzerinde bıraktıkları izler karşılaştırıldığında ise durum farksızdı. Bu binlerce yıllık
yolculuğun sonunda ise dünyaya hükmeden tür insanoğlu oldu. Peki, binlerce yıllar önceki
atalarımız sıradan bir memeliden farksızken bugün bulunduğumuz noktaya nasıl geldik? İşte
bu soruyu cevaplamaya çalışıyor Yuval Noah Harrari Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens- İnsan
Türünün Kısa Bir Tarihi adlı kitabında.
Bu sorunun cevabını ararken aklıma ilk gelen yanıt, insanoğlunun zekâsı yani düşünce gücüyle
fark yarattığı oldu. Bu sayede diğer hayvan türleri arasından zaman içerisinde sıyrılarak
sürünün bir parçası olmaktansa yöneten ve hükmeden konumuna geçebildiğini düşünmüştüm.
Oysaki Yuval Noah Harrari’nin ortaya koyduğu veriler aksini iddia ediyordu. Aslında bir insan
ve maymun ele alınarak incelendiklerinde ortak gen havuzlarının çok yüksek olduğu tespit
edilmiş. Yani aslında bireysel ölçekte kıyaslandığımızda maymunlara çok benziyoruz hatta bir
maymunun bir insanoğluna göre vahşi ortamda hayatta kalma olasılığı çok daha yüksek.
Fiziksel üstünlükleri vahşi doğaya uyum sürecini kolaylaştırıyor. Peki, nasıl oldu da bu kadar
vahşi bir doğada hayatta kalmayı başardık ve daha da önemlisi bu vahşi doğanın ve diğer
hayvan türlerinin üzerinde bir kontrol sağladık?
Aslında bu sorunun cevabı bugün dünya üzerinde kurduğumuz sistemin özünde saklı. İnsanoğlu
dünya üzerindeki varlığını soyut bir yapı olarak tasarladığı devlet sistemi sayesinde sürdürüyor.
Bu sistemin özünde ise görev paylaşımı ve gelişmiş bir organizasyon ağı var.
Atalarımız da binlerce yıl önce aynı şekilde bir araya gelerek ve birikmiş bir bilgi havuzu
oluşturup koordineli çalışarak hayatta kaldılar. Beş maymun beş insana üstün gelebilir ancak
beş yüz insan beş yüz maymundan üstündür çünkü insanlar gruplar halinde tek bir hedef için
bir olup çalışabilirler. Bu kadar üst düzey bir çalışma ve bilgi ağı başka hiçbir türde mevcut
değil. Cevap aslında net ve basitti. Biz bir bütün olarak bir araya gelerek diğer türlere üstünlük
sağlamış ve hükmeden olmuştuk bu gezegende. Ancak bu cevap benim aklımda farklı bir
pencere aralamıştı. Binlerce yıl boyunca bizi hayatta tutan güç birlik olmamızsa şimdi niye bu
kadar ayrımcı ve acımasızız birbirimize karşı?Tüm bu cevaplar gösteriyor ki birbirine muhtaç bir canlı türüyüz ve ancak bir araya
geldiğimizde güçlüyüz.
Oysa şuan dünyadaki en önemli problemlerin temelinde ötekileştirme yatıyor. Hemen hemen
her millet, devlet ya da en basit ifadesiyle bir topluluk diğerlerini ondan olmayan, farklı ya da
öteki olarak tanımlıyor. Evet, hiç birimiz aynı değiliz ama aynı geminin üzerindeyiz. Her
birimizin kendine özel yetenekleri ve özellikleri var. Aslında bizi zengin, çeşitli ve güçlü kılan
nokta bu. Hepimiz farklı bir konuda özel yeteneklere sahibiz ve eğer bu özelliklerin üzerine
gidersek farklı alanlarda uzmanlaşarak mükemmel bir bütünün vazgeçilemez parçaları olarak
sistemde yer edinebiliriz. Şunu unutmamalıyız ki her birimiz sadece kendimiz için değil
diğerleri için de varız. Tüm bunların ışığında, insanlığın en çok ayaklar altına alındığı
konulardan biri olan ırkçılığa da değinmek gerekir. Bu dünya üzerinde hiçbir insan bir
diğerinden üstün değil aksine bir diğeri olmadan eksik. Farklı kültürel kökenlerden geliyor
olabiliriz, farklı ten renklerine sahip olabiliriz, farklı iklim şartlarına uyumlu olabiliriz, farklı
diller konuşuyor olabiliriz ama tüm bunların üzerinde ortak bir paydada buluşuyoruz. Hepimiz
dünyalıyız ve bu gezegende hep beraber var olmaya mecburuz.
Bireysel ve toplumsal egolarımızdan kurtulup, birbirimizi bu farklılıklar nedeniyle yargılayıp
ötekileştirmekten, kendimize benzemeyeni yok etme eğilimimizden vazgeçip atalarımız gibi
bir bütün olarak hareket edersek farklı yeteneklerimizin olduğu alanları keşfedip bu noktalarda
birbirimizi beslersek uygarlık anlamında daha da ileriye gidebiliriz. Çünkü aksi takdirde
dünyaya hükmeden tür olarak birbirimizi ve daha da acı olanı üzerindeki bütün canlılar ile
beraber bu güzel gezegeni yok edeceğiz.
KAYNAKÇA
Harari Yuval Noah ,2011. Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens- İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi.
Kolektif Kitap.
|
Kendini Kaybetmek
İnsanoğlu,diğer canlı türlerinden ayrı olsa da çok ilginç bir varlıktır.Hem var eder hem de
yıkar...İnsanoğlunun iyi özellikleri dünyayı yaşanabilir kılar.Küçük yaşlardan itibaren insana
iyilik,dürüstlük,hoşgörü,saygı,sevgi öğretilir.Ama nedense iyi insan sayısı dünyada çok azdır.Çünkü
dünya ile yüzleşemeyip kötülüğü seçerler.İnsanlar “iyi” olduklarında çevrelerindeki huzuru da
arttırırlar.Bu huzur ile birçok güzel şey yaşanır.Herkes içindeki insani değerleri öldürmeden önce bir
kez daha düşünse dünyada hiçbir savaş,yıkım,ölüm,facia olmazdı.Küçük yaştan beri verilen “iyilik ve
sevgi” eğitiminde herşeyden önce çocuğun iyilik kavramını içselleştirmesi gerekmektedir.Böylece
hayatta doğru yolu bulabilir.
İnsanoğlunun hep iyi bir yanı var olsa da, kötülüğü, kötü yanı hep daha baskın gelir.Kötü yanının
sebebi de dünya ile yüzleşememesidir.İnsanlar kötü olduklarında aynı zamanda çok acımasız
olurlar.Bu acımasızlık,kimi zaman en değerli varlığına eziyet etmektir, kimi zaman çalmak,kimi zaman
öldürmek,kimi zaman ise savaş çıkarmak... İnsanoğlunun içindeki iyilik gibi var olan kötülük insanı
korkunç durumlara sürükleyebilir.Bu durumları engellemek insanın elindedir ancak çoğu zaman
kendine hakim olamaz.Bir insanı çekirdekten itibaren kötülükten uzak tutmak için,ondaki bütün içsel
hırsları yok etmek gerekir.Çünkü hırs insanı kötülüğe,yanlışa,umutsuzluğa,içsel çöküşe sürükleyen en
büyük etkenlerden biridir.
Bireyi birey yapan en büyük etkenlerden biri de bir aileye sahipi olmasıdır.Aile bireyin kolu
kanadıdır.Ailesiz birey kanadı kırılmış bir kuşa benzer.Sevgi dolu, güven ortamı olan bir ailede
yetişmek insanın kişiliğini büyük ölçüde etkiler,özsaygısını geliştirir.Çocukluk çağında bireyin ailesiyle
olan ilişkisi insanlar ile olan ilişkisinde büyük rol oynar.Çocukluk çağında ailesiyle ilişkisi kötü olan
hatta şiddet gören bireyler yetişkinlik döneminde çevrelerine karşı çok öfkeli olurlar.Bu nedenle,
ebeveynlerin çocuklarına karşı tutumu çok ama çok önemlidir.Yetişkinler yani ebeveynler hayat
şartları ne kadar çetin de olsa,hırslarını,öfkelerini,mutsuzluklarını,hayal kırıklıklarını,umutsuzluklarını
çocuklarından çıkarmamalılar.Ancak karşılıklı sevgi-saygı çerçevesinde güvenli,huzurlu bir aile ortamı
oluşabilir.
Önceki üç paragrafta, iyilik-kötülük ve aile kavramlarından bahsettim çünkü başrollerini Nergis
Öztürk,Mert Fırat, Sema Çeyrekbaşı, Sercan Badur ve Zeynep Oral’ın üstlendiği,senaristliğini Mert
Fırat ve İlksen Başarır’ın yaptığı ,
yönetmenliğini yine İlksen Başarır’ın üstlendiği 2010 yapımı 47.Altın Portakal Film Festivali ödülü
sahibi “Atlıkarınca” adlı filmde Türkiye’nin acı gerçeklerinden biri olan aile içi cinsel istismar(ensest)
ele alınmıştır.Özellikle Türkiye gibi Müslüman ve muhafazakar ülkelerde aile içi cinsel istismar üstü
kapatılan kimsenin kabullenmek istemediği , kabullendiğinde ise aile ve toplum içinde fırtınalar
koparan çok acı ve korkunç bir konudur.Muhafazarkarlığın getirdiği cinsel tabular bireyin insani
değerlerini yitirip kendini kaybetmesine adeta bir canavara dönüşmesine neden olmaktadır.Filmin
özetini kısaca belirtmek isterim.Erdem (baba) , Sevil (anne) ,Edip ve Sevgi dört kişilik bir ailedir.Küçük
bir kasabada yaşadıkları sırada, Sevil’in annesi felç geçirir ve İstanbul’a taşınırlar.İstanbul’daki yaşam
hayatlarında değişime sebep olur.Evin oğlu Edip,çocukluğunda babasının cinsel istismarına maruz
kaldığı için evden uzaklaşıp yatılı okula yerleşmiştir fakat gidiş sebebini sadece babası ve kendisi
bilmektedir.Baba Erdem ise iyi bir yazar olma çabası içindedir.Anne Sevil,kızının tuhaf tavırlarından
evdeki gizemi çözmeye uğraşır.Çözdüğünde ise herşey tamamen değişir.Atlıkarınca,Türkiye’nin kanayan yaralarından biri olan ensest sorununu ele almasıyla 47.Altın Portakal
Film Festivali “En İyi Senaryo” ödülüne layık görülmüştür.Film gerçekten çok düşündürücü ve
çarpıcı.Müzikleri de bir o kadar etkileyici. “Sevgi” rolündeki Zeynep Oral’ın permormansı tüyleri diken
diken ediyor.Hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biriydi diyebilirim.Mert Fırat (Erdem) ise gerçekçi
bir performans sergiliyor.Bir yetişkinin, bir babanın “kendini nasıl kaybedebildiğini” incelemesi
açısından özellikle psikolog ve psikiyatristlerin seyretmesi gereken bir film.
Deniz Dicle Arman
21402142
Bankacılık-Finans
|
KALIPLARI YIKMAK
Bazı görüşler toplumda o kadar yaygın bir hâlde ki tartışmaya açık bir sürü konuyu
sorgulamadan ve genel geçer bilgilermişçesine kabul ediyoruz. Bu görüşlerden sadece bir
tanesi zenginlerin hissizleştiği, hayattaki hiçbir şeyden keyif alamadıkları ve herkesten yalnız
oldukları görüşü. Bu görüşün Olağanüstü Bir Gece yapıtında da dolaylı yoldan aktarılması
sonucu yıllar boyunca bu durumu bir gerçeklik olarak kabul ettiğimi ve ne kadar yanıldığımı
fark ettim. Ben de dâhil olmak üzere bir sürü insan büyük bir zenginliği tatmamış iken nasıl
oluyor da bu konu hakkında bu kadar emin olabiliyoruz? Sorgulamıyoruz çünkü hazırı
seviyoruz her yerde bize beslenen kısa ve akılda kalan anlamsız sloganları seviyoruz.
Sorgulasak bile yüzeysel bir şekilde “zengin olunca istediğini elde edersin, istediğini elde
edince heyecanlanamazsın, sonuçta duyarsızlaşırsın” iç çözümlemesiyle bir dakikadan kısa
bir sürede sonuca varıyoruz. Sorgulamamak insanların hem kolayına gidiyor hem de
kendilerine gerçeklikten bağımsız bir şekilde teselli etmelerini sağlıyor, aktörlere ve
futbolculara bakıp sahip olduklarına imrenenler onlar aslında mutlu değil diyerek kendilerini
teselli ediyorlar. Teyzemin bile magazin izlerken “ünlülerin hayattı aslında çok sıkıcı” demesi
sonucu anladım ki insanlar bilinçsizce kendilerini ve birbirlerini kandırarak, yıllardır
süregelmiş bağnaz düşünceleri yayarak bilinçsizliği her geçen gün besliyor ve yıkması zor bir
hâle getiriyorlar.
Toplumdaki bilinçsizlik beraberinde 2 büyük ve yüzlerce küçük sorun getiriyor. Bu
büyük sorunlardan bir tanesi bu bilinçsizliğin aynı anda sömürülüp pekiştiriliyor olması.
Firmalar reklamlarında ürünlerini değil adeta mutluluğu pazarlıyorlar, meşrubat firmalarının
içecekleriyle alakası olmayan “hayat paylaştıkça güzel” gibi alakasız cümlelerle beyinleri ele
geçirmesi, yaşlı insanlar ve küçük çocukları kullanarak aile duygusunu sömürmeleri,
toplumdaki bilinçsizlikten beslenen kapitalizmin küçük boyutlu bir örneği. Kapitalizm
düşünceleri ve fikirleri orijinallikten uzak reklamlar ve sakız falından çıkmış cümlelerle
tekdüzeleştirirken de farklı fikirlerin oluşması çok zor bir hâle geliyor. Bu fikirler oluşsa bile
bireyler toplumdan dışlanma korkusu ile bu fikirleri paylaşamıyor ve herkes gibi
farksızlaşmak, dayatılan saçmalıkların bir parçası olmak zorunda kalıyor.
Bunun sonucunda toplumun tekdüzeleştirilmesi orijinalliği ortadan kaldırdığıyla
kalmıyor ve farklılığı aşağılar bir hâl alıyor maalesef. İnsanların kişilikleri dışındaki değerler
üzerine değerlendirildiği ve sınıflandırıldığı bir toplum ortaya çıkıyor. O zengin, o mutlu
değil, bilgisayar mühendisinin yaptığını elektrik elektronik mühendisi de yapıyor gibi
anlamsız ağızlara sakız olmuş bir sürü cümle bu tekdüzelikten doğuyor. Bu cümlelerle yapılan
muhabbetlerin hepsi önceden binlerce kez yapılmış, insanlar sıradanlaştırılmış ve kategorilere
ayrılmış… Bu sisteme karşı çıkmak da bir güvercinle satranç oynamaktan farksız olacaktır,
hiçbir şey anlamayan güvercin-sistemin yıkadığı beyin-satranç tahtasına pisleyip şahınızı
devirip kazandım diyecektir. Böyle bir ortamda ne yeni bir şey doğabilir ne de insanlar mutlu
olabilir. Bu ortamda ancak son tüketim tarihleri gelene kadar ürünü oldukları sistemin
raflarında yer kaplayan ürünlerin meydana getirdiği bir market elde edilebilir.
Gözlemlerim sonucu anladım ki ulaşılması imkânsız standartların dayatılması,
insanların günlük hayatlarında dahi eksik ve yetersiz hissetmelerine neden olup hedeflerinideğiştirmekte; yerleşmiş sistem her bireyi aynı şahıs olmaya iterek toplumda çeşitliliği
azaltmakta. Reklamlarda yaratılan standartlar da bu sistemi besleyerek kısır bir döngü haline
getirmekte ve yaratıcı düşünceyi yok etmektedir.Böylelikle doğru kabul edilen yanlışlar
etrafımızı sarıyor ve farkında olmadan en akıllı kişi bile bu yanlışları sorgulamadan doğru
sanabiliyor. Bu da değerli hayatların ve kıymetli fikirlerin harcanmak suretiyle önüne
geçilmesi anlamına geliyor ve sistemi yönetenlerden başka hiç kimseye bir fayda sağlamıyor.
Kimseye bir faydası olmayan bu saçmalığın, sorgulamaktan mağdur kimselerin farkına
varamadığı çok basit bir çözümü var: Aklınızı kullanmak.
Ege Özcan
|
Ceren GÜVEN
DÜŞÜNCE DENİZİNDE KAYBOLMAK
Titanic benim şu zamana kadar defalarca kez izleyip, bir o kadar daha izleyebileceğim
sayılı filmlerdendir. Her izleyişim sanki ilk defa izlemişim gibi etkiler bırakıyor benim
üzerimde. Aynı zamanda da kendime sorular soruyor ve kendimi orada ki insanların yerine
koymaya çalışıyorum. Filme tekrardan başlamadan önce her defasında şu soruyu soruyorum
kendime: Acaba ben o gemide olsaydım kurtulanlardan mı olurdum yoksa
kurtulamayanlardan mı ? Her seferinde de cevabım değişiyor diyebilirim. Ayrıca bu denli lüks
bir gemide böyle bir kaza olması, bana her zaman hayatta büyük konuşmamak gerektiğini ve
herkesin başına her türlü şeyin gelebileceğini bir kez daha hatırlatıyor.
Geminin su almaya başlamasından hemen sonra, ben de kendimi o anları
yaşıyormuşçasına filme kitlenmiş bir şekilde buluyorum. İnsanların yüzünde ki o korkmuşluk
ve çaresizlik ifadesi beni bir adım daha yaklaştırıyor filmin biraz daha içine girmeye. Hemen
düşünüyorum, ben o anda korkularımın esiri olup çaresizce beklermiydim yoksa hayatta
kalma iç güdülerimi devreye sokup, kurtulmaya yönelik bir şeyler mi bulmaya çalışırdım diye.
Gerçekten söylebilirim ki, hiçbir zaman düşüncelerim aynı olmuyor. Mesela, bir seferinde hiç
bir şey yapmadan beklerdim diye hayal etmiştim fakat bir seferinde ise o küçük botlara binip,
gemiden kurtulmak için her şeyi yaparım demiştim. Şimdi düşünüyorum da bu farklı
düşüncelerim benim o an filmi izlerkenki ruh halimle doğrudan bağdaşıyordu. Mesela bir
seferinde hayatımın çok zor bir dönemindeydim ve okulumu değiştirmeyi düşünüyordum
fakat bu seçeneğin de bana iyi gelmeyeceğinin farkındaydım. Karar vermeden önceki gece
filmi izledim ve kesinlikle kurtulan arasında olamayacağımı düşündüm. Bir keresinde ise çok
mutlu olduğum bir dönemde filmi izlemeye karar verdim ve tekrar olayı içimde yaşadığımda
herkesten önce karaya ulaşabilmiştim düşüncelerimde. Başka bir deyişle o an yorgun
veyahut üzgün isem kurtulamayacağımı hayal ediyordum fakat tam tersi duygular
barındırdığım zamanlar da ise bir şekilde kendimi kurtulmuş bir halde karada buluyordum.
Kısacası, ruh halimin değişkenliği filmde kendimi hangi tarafta gördüğümün en büyük
etkenlerinden bir tanesidir diyebilirim.
Ben hep büyük konuşmaktan çekinen bir insan olmuşumdur. Çünkü, ne zaman bir
şeyi asla yapmam ve bu benim hayatta başıma gelmez dediğim çoğu şeyi yapmış yada
yaşamışımdır. Hani böyle bir algı vardır ya, aman büyük konuşmayayım da başıma gelmesin
diye, işte tam bu yüzden büyük konuşmaktan da kaçınmaya devam edeceğim. Bu yüzden
filmdeki yan karakterlerden bir tanesinin sürekli bu gemiye hiç bir şey olmaz demesi beni her
izlediğimde inanılmaz bir derecede rahatsız eder. Hep derim içimden, büyük konuşuyorsun
ve kötüyü çağırıyorsun diye.
Ayrıca, orada tanışıp aşık olan iki insanın, aşklarını yaşayamadan ayrılmaları da beni
her seferinde üzer. Hemen kendimi onların yerine koyarım ve hayatın hiç adil olmadığından,
sonlarının böyle olmaması gerektiğinden bahseder dururum. Fakat, ne kadar isyan edersemedeyim de, kaderimizde ne yazılıysa onu yaşayacağımızı bilir, bunu kabullenmeye çalışırım.
Sanırım burda Rose karakteri ile kendimi yakından bağdaştırdım. Karakter de aynı benim
düşündüğüm gibi sevgilisinin ölmesini engelleyemeyeğini fark edip bir yerden sonra bu
durumu kabul etti. Hatta o an filmdeki en çok benzediğim karakterin bu kadın olduğuna emin
oldum. Bir nevi yapılacak bir şey kalmadığında olanı kabul etmek benim doğamda var
sanırım. Kendimi karakter yerine koyduğumda içimde hissetiğim hüzün ölçülemez
derecedeydi ama gerçeklerin de fazlasıyla farkındaydım. Aslında bakılırsa kaderimize doğru
giderken geçtiğimiz yollarımızı değiştirebileceğimize inanlardanımdır. Fakat dediğim gibi
bilirim ki son her zaman aynı yazılan gibidir ve bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.
Bu filmi defalarca kez izleyebildiğim için kendimi hep şanslı hissettim çünkü her
seferinde farklı düşüncelere sahip olmak benim için gerçekten çok önemliydi. Ayrıca film
benim de kendi içimdeki bazı saklı iç güdülerimi dışarı çıkartmama yardım etti ve hatta onları
dışarıdan izleyebilme fırsatı verdi bana. Kısacası, ben de orada ki insanlar gibi her şeyin
bittiğini düşündüğümde içimden çıkabilecek olan gerçek benliklerimi görebilmiş oldum
diyebilirim. Son olarak diyebilirim ki, bazı değiştiremeyeceğim olayları ve gerçekleri kabul
edip sindirmek, hayatımı bir nebze de olsa kolaylaştırdığını fark ettim.
Kaynakça
CAMERON James (Yön.), Titanic, Paramount Pictures (Yap.), 1997.
|
YANDIM, KÜL OLDUM, BEN OLDUM
Meğer o gün hayatımı boydan boya değiştirecek olan bir çift gözmüş gördüğüm. Kapıdan içeri
girdiğimde aydınlık mavi bir holde gördüğüm yabancı yüz zamanı durdurdu ama kalbimi çarptırıp
anlamsızca heyecana boğdu. En son ne zaman biri beni saniyelik ama çok uzun süren bir duygu
yolculuğuna çıkardı hatırlamıyorum bile. O günden sonra o gözler uzun süre üzerimde kaldı ve gün
geldi kömür karası gözler gitti, kalbimde sadece karası kaldı.
Öyle güzel bakılmaz ki içini görür gibi, saçını okşar, yüreğini öper gibi. Hiç beklemiyordum böyle
bir şeyi. Zaten en olmadık şeyler böyle olmadık anlarda olur. Yıllardır kapalıydı kalbim aşk içeren
bütün duygulara. Ne oldu şimdi bir anda alacaklı birileri var gibi yumruklanıyor taş kesen yüreğimin
kapıları. ‘’ Hiçbir kuşkuya yer vermemek üzere ona bir kez daha bakıyorum. İçimde bir titreşim,
dalgalanma, hafif bir çınlama duyuyorum. Dizlerim titriyor. Duruşum bana hiç yakışmaz oluyor
birden. Yüzüm, ellerim, bakışım, ne zamandır dik durmak için biriktirdiğim her şey beni bırakıyor.
Kendimi yokluyorum, öyle mutluyum ki neredeyse acı duyuyorum. Durulmuşluk ve sakınmayla
oluşturduğum ve içinde dinginlikle sakladığım çemberin bu kadar hızlı ve hazırlıksız kırılması çok
şaşırtıcı.’’ ( Aral, Aşkın Güzelliği,41). Birden kendime gelip silkeleniyorum ve o bir anlık yolculuktan
çıkıp gurumun içerisinde hapsolduğum hayatıma fırlatıyorum kendimi. O ana dair ne varsa hiç
olmamış var sayıyorum bir süreliğine. Karşılaşıyoruz sık sık ve dudaklarımızdan dökülen
kelimelerimiz yok ama gözlerimizden tutku akıyor. Gözleri üzerimde geziyor ve kalbimi tutmaya
çalışıyor. Bağırmak istiyorum, anlatmak istiyorum. Yaralarımdan bahsetmek istiyorum ‘’kanatacaksan
aynı yerden sakın gelme! Ölürüm.‘’ demek istiyorum ama bir selamımız bile yok ya içime
haykırıyorum. Söyleyeceklerim içimde yankılanıyor kalbimin duvarlarına çarpıp beynime vuruyor.
Mantığım çalışmıyor ve ellerini görüyorum birden bana uzanan, ne kadar da güzel elleri var. Uzun
parmakları ve bakımlı tırnakları ne kadar da temiz görünüyor. İsmini söylüyor, ben bakakalıyorum
dudaklarına, ne kadar yumuşak ve kırmızı görünüyor. Sesi en sevdiğim şarkının melodisi gibi
yumuşacık, insanın yüreğine işliyor.‘’ Tehlikeli bir alanda ateş altında geziniyormuşum gibi
ürperiyorum. Sonra birdenbire ona bütün acılarımı anlatabileceğimi sanıyorum. Ellerine bakıyorum,uzun parmaklı, iri ellerine. Tarih öncesinde birlikteydim bu ellerle. Birlikte yaşıyorduk. Sonra bir
volkanın lavları altında kalıp yok olduk. Ama işte şimdi yeniden doğuyoruz ve ben onu yeniden
amansız bir korkuyla ve umutsuzca özlüyorum.’’ ( Aral, Aşkın Güzelliği, 39).
O gün ve devam eden günlerde adını hiç koyamadığım ama heyecanından yere göğe sığamadığım
bir ‘’şey’’ yaşadım. Evet, evet yaşadığım sadece bir ‘’şey’’di. Adı yok anlamı çok ve ruhumu bağladı.
Gitmek istedim, gidemedim. Kalmak istedim, kalamadım. En başında olduğu gibi yüreğim ağzımda
bakakaldım serin bir Haziran gecesinde. Sımsıcak kumlardan, karlı tepelere atıldım. Haziran’da çok
üşüdüm. Haziran böyle soğuk olmaz ki. Gözleri, hani nerede gözleri? Çekmiş gitmişler. İçimde karası
kalmış. Kalbim önceden sadece kırıktı, şimdi ise karanlık ve buz gibi. Canım çok acıyor, gözümden
akan yaşım yok ama karalara bulanmış kalbim yana yana kanıyor. Duygularımı, içimdeki o boşluğu
yok sayıp yeniden aklımın gerçekliğine ulaşıp yaşamıma dönmek için uzun bir savaş veriyorum.
Heyecanım kalmadı ve her şey eskisinden daha sıradan ve nedense o günü hatırladığımda içime
gölgeler üşüşüyor. Kalbim buz gibi, kalbim taş gibi. Kalbimdeki soğuk bakışlarımı donuklaştırıyor.
Sıcacık bakan gözlerimin üzerine aşkın karası çöktü. Ne baktığımı görüyorum ne de gördüğüme
bakıyorum. Keşkelerim karabasan misali tepeme dikildi. Nefes almam gerek, içimdeki karanlığı
yenmem gerek. Çaresizce çareler aradım kendime aylar boyunca. Sabah uyanıyorum, zihnimde uzun
parmaklı büyük eller dolaşıyor, kulağımda kadife bir ses ismimi söylüyor. Gözlerini görmek istiyorum
karası içimde kalmasın, gözüme baksın istiyorum. Gözümü açmaya korkuyorum. Korktuğum başıma
geliyor ve sanırım artık deliriyorum. Maskeler takıyorum yürüdüğüm yollarda, mutluluk oyunu
oynuyorum ve eve gidiyorum oyun paydos diyor. Dudağımın kenarları yukarıya kıvrıktı az önce,
gözümden düşen yaş dudağımın kenarına düşüyor. Kenarıma gözyaşım ağır geliyor. Hem gözümün
yaşı hem de dudağımın kenarı düşüyor.
‘’ Mutsuz aşk yoktur;
sahip olamadığımıza sahibizdir yalnız.
Mutlu aşk yoktur;
sahip olduğumuza sahip değilizdir artık.’’( Aral, Aşkın Güzelliği,135).Ve bir gün uyandığımda sadece ben vardım.
Ben bugünkü güçlü, mağrur ve yenilmez kadına yana yana dönüştüm. Zamanında kalbimi ve
bedenimi yakıp beni küle çeviren kömür gözler. Bugün görülen güçlü ve dağ gibi duruşumun altında
yatan madenim oldu. Onu severken öğrendim kendimi sevmeyi ve gözyaşlarım boş yere dökülürken
anladım kendi değerimi. Zümrüd-ü Anka kuşuyum ben, yandım kül oldum, aşk ile kavrularak aşkın
kendisi oldum.
Ağlıyorum aslında gözümün yaşı yok,
İçime attım bütün yakarışlarımı,
Sitemim dünyadaki üç güne,
İsyanım kısa süren sevdaya,
İki güvercine benzeyen beyaz ellerimin içi döner semaya,
Şikâyetimi taşır bulutlara,
Kömür karası gözleri unutamadım halâ.
Kaynak: İnci Aral, Aşkın Güzelliği (2019). Kırmızı Kedi Yayınevi
MERVE ULUSOY
TURK 101-21
21602995
|
Berrak Müftüoğlu
Bakış Açısı
Her konuya herkes farklı noktalardan bakar, mesela birimiz bir olayın öznelerine takılı
kalırken diğeri yüklemlerle daha çok ilgilenir, bir başkasınınsa umurunda bile olmaz belki o
olay. Biz kendi olduğumuz yerden bakarken göremeyiz diğerlerinin gördüklerini ya da bazen
görmek istemeyiz kendimizi haksız duruma düşürmemek için. Kendi haklılığımızı düşünmeyi
bırakıp başkalarının dünyayı gözlerinden görmeye çalışınca fark ederiz ki bu
düşündüğümüzden daha zor bir işmiş. Kendi düşüncelerimizden sıyrılmak da başkalarının
seslerine kapımızı açmak da bizim yanlış olduğumuz anlamına geliyor gibi hissederiz, kendi
doğruluğumuzu kanıtlamak için kapatırız o kapıları. Aklımızda bizim görüşlerimiz dışındaki
en ufak düşünceye yer olmaz. Sizi bilmem ama ben sürekli kendi sözümün yanlışlığını
araştırmaya çalışırım, diğerlerinin ne gördüğünü, farkında olmadığım ne olduğunu bulmaya
çalışırım. Her zaman kolay bir iş olmuyor tabii ki bu, kendi yanlışını kabullenmek kolay bir iş
değil yaratılışımız gereği, yine de bu durumun sadece bizim için değil başkalar içinde
geçerliliği olduğunu hatırlamak gerekiyor, kimse elinde onu haklı gösterecek bir kanıt
olmadan bir şeyi savunmaya başlamıyor sonuçta.
Kitap okumak da bu başkalarının düşüncelerini kabullenmeyi kolaylaştırıyor bence, farklı
anlatım şekillerinden farklı karakterlerin hikâyelerini öğreniyoruz kitaplarda. Başka birinin
düşüncelerinin içine dalıyoruz, kendi düşüncelerimizin pek bir önemi kalmıyor o evrende.
Kitaptaki karakterlerle bütünleşip onlar gibi düşünmeye çalışıyoruz ve biz ne düşünürsek
düşünelim kitabın sonu, bizden bağımsız olarak, yazarın düşüncelerine göre şekilleniyor.
Suzan Bilgen Özgün’ün Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız kitabı ise farklı bakış açılarının
önemini gösteriyor bize bence. Kitapta karakterin de yazarın da ağzından yazılmış öyküler
var, hatta bazı öykülerde aynalar, duvarlar, ölüler oluyor anlatıcımız ve onların bakış açısını
öğrenmiş oluyoruz.
Öykü kitapları çok sarmıyor beni, ben olaya alıştığım anda bitiyor hikâye, bir şeyler eksik
kalmış gibi hissediyorum. Yine de bu kitapla olayları farklı gözlerden görmek güzel bir histi.
İlk öykü sanırım en çok dikkatimi çekenlerdendi. Dikkatimi çeken şey öyküdeki kadın veya
onun hayatı değildi, anlatıcıydı. Ben ilk başta duvarlar anlatıyor sandım ama son kısımdan
anladığım kadarıyla duvar değil ayna anlatıyordu hikâyeyi. Duvarların dili olsa da konuşsalar
derler ya o söz aklıma geldi ilk önce, sonra kendi odamı düşündüm. Ne yaparsam yapayım
sorunlar geçinceye kadar beklediğim sığınağımı, hoşuma gitmeyen olaylardan saklanmak için
altına saklandığım yorganımı düşündüm, acaba onlar neler anlatırdı benim hakkımda diye.
Eminim ki beni benim anlatacağımdan daha iyi anlatabilir o duvarlar; korkularımı,
mutluluklarımı, en saçma anlarımı o duvarlar biliyor sonuçta.Aklımda yer edinen diğer bir öyküyse bakım evinde kalan çocuğun gözünden olandı.
Okuldaki toplumsal duyarlılık projelerinde aktif gönüllüyüm ben, orada hangi projede olursa
olsun koordinatörler sürekli çocuklara söz vermememiz gerektiği, onların bizi bekleyeceğini,
sözlerimizi gerçekleştiremezsek üzüleceklerini hatırlatıyorlar. İlk başta bunun sürekli
söylenmesi gereksiz bir durum gelmişti bana, biraz zaman geçince fark ettim ki az bile
söyleniyormuş, farkında olmadan ne kadar çok söz verebiliyormuşuz. Zaten o çocuklar öyle
bir durumdaki ağzımdan çıkacak en ufak sözü kendi dünyalarında çok farklı anlamlara
getirebiliyorlar; onlar o kadar kırılganken onlara tutmayacağımız sözler vermek acımasızca
oluyor, dediklerimiz gerçekleşmesini bekliyor o çocuklar. Öyküdeki çocuk da o çocuklardan
biriydi belki de hepsiydi. Annesinin gelip onu almasını bekliyor, neden olduğu küçük
kazaların bile annesinin onu almayacağı anlamına geldiğini düşünüyordu. Bizim çocuklar da
öyle ya, her gittiğimde ailelerinden bahsediyorlar, ben çıkarken benden de “haftaya yine
geleceğim” sözünü duymayı bekliyorlar. Öyle bir söz söyleyip gidemezsem de en çok
kendilerini suçluyor onlar.
Her şey baktığımız yerle alakalı işte. Bir duvarın, bir çocuğun, bir ölünün bile olayları
açıklamaları farklı oluyor. Bizse kendi düşüncelerimizin çizdiği sınırın dışından dünyaya
bakmayı unutuyoruz. Oysa görüşlerimizin daha iyi anlaşılabilmesi için bizim de bu farklı
bakış açılarına dikkat etmemiz gerekiyor, birim söylediğimiz bir kelime başka biri tarafından
tamamen farklı anlaşılabiliyor sonuçta. En yakınımızla bile tartışmalar birbirimizi
anlayamamamızdan doğuyor zaten. Oysa her şeyin bizim davranışlarımıza kendilerine göre
anlamlar yüklediğini kendimize hatırlatsak belki de bu kadar kavga olmaz etrafımızda.
Kaynakça
Özgün, Suzan Bilgen, Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız, Dedalus, İstanbul:2015
|
VanGogh’unÖzgürTutsakları
GökhanEğri
“Ne farkımız var bizim bu tablodaki tutsaklardan?” Cevap oldukça basit: Özgürüz. Çemberler çizerek yürüyen,
kafaları önlerine eğik, kendilerine ait bir bilinçten sıyrılmış, insanlıkları ellerinden alınmış bu tutsaklardan farklıyız
kesinlikle. Sadece farklı değiliz hatta, üstünüz de aynı zamanda onlardan. Görüşlerimizle, kazançlarımızla,
yaptıklarımızla,sevdiklerimizleüstünüz;çünküözgürüzbiz,onlarınaslaolamayacaklarıkadar.
“Peki özgür müyüz gerçekten?” Cevaplanma amacını kaybetmiş bir soru bu günümüzde. Bu soruyu tartışmak bile;
bir rengin kokusu, bir şarkının tadı kadar anlaşılmaz ve uzak geliyor bize. Belirli bir düzene karşı çıkmak, karşı bir
düşüncenin karamsar etkilerini göz önüne sermek için kullanılan bir protesto kalıbı artık bu, gazetelerde okuyup
ikinci bir düşünceye değer görmeden üzerine sayfayı çevirdiğimiz bir yardım çağrısı. Çünkü her sorulduğunda,
cevabını da kendi içinde taşıyor: “Yeterince özgürüz.” Tüm dünyanın içtenlikle benimsediği bir zıtlık, barış adına
yapılan bir savaş kadar ironik. İnsanlığın en acı dramına işaret ediyor belki de, gerçek özgürlüğü düşleyecek kadar
özgürolmayışımıza.
Gerçekten de sandığımız kadar farklı mıyız tablodaki tutsaklardan? Onların taştan duvarlarını kendi ellerimizle inşa
etmiyor muyuz etrafımıza önyargılardan, bencilliklerden özenle yonttuğumuz tuğlalarımızla? Peki ya çemberler
çizerek dolaşmıyor muyuz kendimizi üstün olduğuna inandırdığımız düşüncelerimizin peşinden? Yoksa utanmamız
gereken yerde gururlanmıyor muyuz olmayan özgürlüğümüzle? En sonunda mutlu olmuyor muyuz duvarlarımızı
bulutlarakadaryükselttiğimizde?
Ancak bu tabloyla ilgili olarakşu ana kadar anlattıklarımdan başka bir şey daha var burada. Bahsettiğim her şeyden
daha önemli bir ayrıntı. Kale duvarları gibi tutsakların üzerine kapanan avludan, kafasını yere eğmiş tutsaklardan,
tutsakları gözeten gardiyanlardan, üzerinde yürünmekten parçalanmış yerden daha anlamlı. Anlamlandırılması en az
fark edilmesi kadar güç olan, karamsarlığın içindeki iki som beyaz kelebek; arka avlu duvarının üzerinde belirli
belirsizikibeyazleke.
Benim için tek bir anlamı var bu iki kelebeğin: Umut. Van Gogh’un som beyaz kelebekleri tipik bir karamsarlık
portresini;birumutışığına,dahaiyibirgeleceğeduyulanbirgüveninaktarımınadönüştürüyor.Pekibukadarönemli
birduygunedenumurasamazcasınatuğlalarınarasınabirsilüetolaraksaklanmış.BelkideVanGogh,umudunancak
aranarak, çaba gösterilerek bulunabileceğini anlatmak istiyordu bu kelebekleri saklayarak, belki de sadece küçük
etmenlerin bütüne ne kadar anlamlı bir etkide bulunabileceğini göstermek için sadece küçük bir ışık demeti olarak
göstermişti tablonun belki de en önemli parçasını. Belki de saklamıştı ki umuda sadece kafasını kaldırıp gökyüzüne
bakanlarınerişebileceğinianlayalım.
Peki ne oldu Van Gogh’un som beyaz kelebeklerine? İnşa ettiğimiz duvarların tozu altında kirlenip ışıltılarını mı
kaybettiler, yoksa koyduğumuz sayısız tuğlanın arasında ezdik mi onları fark etmeden? Kaç kelebek geçti avlu
duvarlarımızın içinden, kaç şansımız vardı umuda tutunmak için ve kaçını kaybettik önyargılarımız,
ayrımcılıklarımız uğruna? Daha ne kadar kelebek gelecek önümüze bilemiyorum, ancak şundan eminim ki
savaşlarımız, göçlerimiz, açlıklarımız devam ettikçe hızlanarak; duvarlarımızı göğe uzatacağız. Bir gün gelecek ki
devleştirdiğimiz duvarlarımız birleşerek kubbeleşecek. O zaman Van Gogh’un som beyaz kelebekleri değil, güneş
ısığı bile giremeyecek içeri. Duvarlarımızı da uzatamayacağız artık, ancak koyduğumuz tuğlaları parlatacağız,
herbirini özenle birer aynaya çevireceğiz ki bize kendimizi göstersin, göstersin ki varlığımızla gururlanalım. İşte o
zamanavlumuzunaynadanduvarlarındanyansıyıpgözümüzükamaştırankaranlığımızdakörolacağız.
Gogh,V.V.(1890).TutuklularÇemberi[Resim].PuşkinMüzesi,Moskova
|
Berrin Özcan
21502230
İstanbul ve İki Yüzyıldır Değişmeden Kalan Şeyler
On dokuzuncu yüzyıl İstanbul’unun otuz dört mahallesini İstanbul Mahallelerinde Bir
Gezinti adlı anlatısında içten ve çarpıcı bir şekilde kaleme alıyor Hagop Baronyan. Yalnızca
İstanbul’un mahallelerini değil, burada yaşayan insanları, kendi halkını ve İstanbul’un belki
de birçok kişi tarafından bilinmeyen yönlerini açığa çıkarıyor yazar. Hagop Baronyan, şehre
ait gözlemleriyle hem geçmişteki İstanbul’u kafamızda canlandırmamıza hem de insanların
yaşam tarzlarını anlamamıza yardımcı oluyor. İlginç tespitleri, eleştirel unsurları ve mizahi
yönüyle zaman geçirmek ve on dokuzuncu yüzyıl İstanbul’unu yakından tanımak için
herkesin okuması gereken çok güzel bir gezi yazısı İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti.
Gitmek için herhangi bir sebebimin olmaması ya da şanssızlığım nedeniyle yolumun
hiç düşmediği ancak birçok insanın dilinden düşürmediği İstanbul’u çok güzel anlatan bu
eser, bana ilham verdi diyebilirim. Her ne kadar iki yüz yıl öncesinin mahallelerinde
gezintiye çıkmış olsa da insanlar arasındaki anlaşmazlık, yozlaşma ve adaletsizliği çok güzel
gözlemlemesiyle beni etkileyen bir eser oldu İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti. Bir gezi
yazısından çok daha fazlasını içinde barındırması, örneğin eleştirel ve mizahi bir üslupla
insanları çok güzel bir şekilde gözlemlemiş olması hem sarsıcı hem de gerçekçi bulduğum
yönüydü bu anlatının. İnsanların yaşantısı geçmişte ve günümüzde çok farklı olsa da
aramızda bir türlü gerçekleştiremediğimiz uzlaşmayı ve her fırsatta farklı şekillerde karşımıza
çıkan toplumsal çatışmayı ele alan eser, bana da gerçekten geçmişten geriye kalan şeylerin
başında bu çekişmenin olduğunu düşündürdü. Aynı zamanda, günümüze dek değişmeden
gelen şeylerden diğerlerinin de fakir ve zengin arasındaki uçurum ve adaletsizlik olduğunu
bir kez daha bana hatırlattı bu eser. Tüm bunları mizah ve hicvi bir araya getirip anlatarak
kendi kendime soru sorup ardından cevaplarını aramaya teşvik etti diyebilirim. Hiç
bilmediğim bir kültürün, yaşantının ve toplumun sorunları hakkında da fikir yürütmemeyardımcı olan İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti, her bir adımda farklı bir öyküye mekân
olan İstanbul hakkında benim için son derece aydınlatıcı oldu.
Söylediğim gibi, daha önce gitmeye fırsat bulamadığım İstanbul’u, bu eseri
okuduktan sonra gözümde canlandırdığımda geçmişteki ve günümüzdeki halinin her ikisi de
bana bir şekilde ürkütücü geliyor. Şu anda da büyük bir şehirde yaşamama rağmen İstanbul
gibi daha büyük bir şehirde insanların, duyguların ve şehrin yapaylığına, yalnızlığına ve
samimiyetsizliğine daha sık rastlayacak olmak beni endişelendiriyor. Yazarın kitapta
bahsettiği gibi yaklaşık iki yüz yıl öncesinden rengini ve soluğunu kaybetmiş ve yozlaşmış
bir İstanbul ile karşılaşmak beni her zamankinden biraz daha düşündürüyor bu eserden sonra.
İnsanların giderek sorgulamak ve kendisine soru sorulmasını istemeyerek yaşamını devam
ettirmek istediği bir dünyada her ülkede, her şehir ve sokakta adaletsizlik, yozlaşma ve
çatışma var aslında. Bu olayın bir örneğini okuduğumuz bu gezi yazısında olduğu gibi
İstanbul da bunlardan sadece bir tanesi. Bu sebeple bence, sorulması gereken soru da
şehirlerin neden böyle olduğu değil, insanların niçin bu hale geldiği olmalı. İstanbul
Mahallelerinde Bir Gezinti de bende bu farkındalığın oluşmasına katkıda bulundu.
Hem yergi hem de güldürüyü bir araya getirerek yazarın İstanbul’unu ve önemli tespit
ve gözlemlerini bize sunan İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti, şehrin duyulmamış yönlerini
çok güzel anlatan bir eser. Geçmişi yorumlamak ve bugünün yaşantısıyla ilişkilendirmek için
okunması gereken yararlı, gerçekçi ve çok iyi bir yapıt. Hagop Baronyan, insanı ve şehri
birlikte ele alarak okuyucuyu hem eğlendiriyor hem de keskin gözlemleriyle bizlere
düşünmeye giden yolda ışık tutuyor.
Kaynakça
Baronyan, H. (2014). İstanbul Mahallerinde Bir Gezinti. İstanbul: Can Sanat Yayınları.
|
Yase(cid:373)i(cid:374) Ay(cid:271)üke Öğüt
Eksik Kalan Yapboz Parçası
Baze(cid:374) (cid:271)ir (cid:271)oşluğa düşer i(cid:374)sa(cid:374). Deri(cid:374) (cid:271)ir kuyuya hapsol(cid:373)uş gi(cid:271)i... Ya da (cid:271)ir hiçliği(cid:374)
ortası(cid:374)da gi(cid:271)i... A(cid:373)a aslı(cid:374)da hiç(cid:271)ir şey (cid:271)e(cid:374)ze(cid:373)ez o (cid:271)oşluğa (cid:448)e o(cid:374)u(cid:374) sa(cid:374)a hissettirdikleri(cid:374)e.
O (cid:271)oşluğu(cid:374) (cid:271)ir sürü kur(cid:271)a(cid:374)ı ol(cid:373)uştur. O (cid:271)oşluğu(cid:374) aza(cid:271)ı(cid:374)ı çoğu kişi çek(cid:373)iştir. Stefa(cid:374) Z(cid:449)eig
da Olağanüstü Bir Gece adlı kita(cid:271)ı(cid:374)da (cid:271)u kur(cid:271)a(cid:374)larda(cid:374) (cid:271)iri(cid:374)i (cid:448)e o kişi(cid:374)i(cid:374) içi(cid:374)i döküşü(cid:374)ü
a(cid:374)lat(cid:373)ıştır. Daha (cid:271)elki (cid:271)a(cid:373)(cid:271)aşka ko(cid:374)ular (cid:448)ar (cid:271)u kitapta a(cid:373)a kitapta (cid:271)e(cid:374)i ke(cid:374)di(cid:374)e çeke(cid:374)
ada(cid:373)ı(cid:374) içi(cid:374)deki (cid:271)oşluk oldu. Çü(cid:374)kü (cid:271)a(cid:374)a (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) (cid:271)oşluğu(cid:373)u (cid:448)e o (cid:271)oşluğa ola(cid:374) duyarsızlığı(cid:373)ı
hatırlattı. Varoluşu(cid:373)la yokoluşu(cid:373)u...
Bu (cid:271)oşluk i(cid:374)sa(cid:374)ı (cid:448)arke(cid:374) yok eder. Bir (cid:271)aşka deyişle yaşaya(cid:374) ölü hali(cid:374)e getirir. İ(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)
bütün hayallerini ve ümitlerini soldurur ve insanda bir duyarsızlık hali oluşturur. Hiç(cid:271)ir şeyi
tak(cid:373)az olursu(cid:374). Ö(cid:374)(cid:272)ede(cid:374) sa(cid:374)a ze(cid:448)k (cid:448)ere(cid:374), güzel gele(cid:374) her şey sa(cid:374)a Nokia 33(cid:1005)(cid:1004)’a yapıla(cid:374)
koru(cid:373)a kılıfı gi(cid:271)i (cid:373)a(cid:374)asız (cid:448)e gereksiz gözük(cid:373)eye (cid:271)aşlar. Hiç(cid:271)ir şeyi a(cid:374)la(cid:373)la(cid:374)dıra(cid:373)azsı(cid:374). Git
gide daha da duyarsızlaşırsı(cid:374) hayata. Peki, (cid:271)u (cid:374)ede(cid:374) olur? Maalesef ki (cid:271)u(cid:374)u(cid:374) da (cid:272)e(cid:448)a(cid:271)ı(cid:374)ı
(cid:271)ula(cid:373)azsı(cid:374). A(cid:374)sızı(cid:374) gelir, kapı(cid:374)ı çalar. Arsız (cid:271)ir (cid:373)isafir gi(cid:271)i de hiç sa(cid:374)a sor(cid:373)ada(cid:374) e(cid:448)i(cid:374)e dalar.
Se(cid:374) daha (cid:374)e olduğu(cid:374)u a(cid:374)la(cid:373)ada(cid:374) (cid:271)ütü(cid:374) hayatı(cid:374) siyah (cid:448)e (cid:271)eyaza (cid:271)ürü(cid:374)ür. Se(cid:374) ola(cid:374)ları(cid:374)
farkı(cid:374)a (cid:448)ardığı(cid:374)da ise iş işte(cid:374) geç(cid:373)iştir. O a(cid:374) sa(cid:374)a sade(cid:272)e (cid:272)e(cid:448)a(cid:271)ı (cid:271)ulu(cid:374)(cid:373)aya(cid:374) sorular sor(cid:373)ak
düşer. Bu (cid:272)e(cid:448)apsız soruları(cid:374) ardı(cid:374)da(cid:374) da hayatı(cid:374)ı(cid:374) a(cid:374)la(cid:373)ı(cid:374)ı ara(cid:373)aya (cid:271)aşlarsı(cid:374). El(cid:271)et (cid:271)ir
yerlerde hayatı(cid:374)ı a(cid:374)la(cid:373)la(cid:374)dıra(cid:272)ak şeyleri (cid:271)ula(cid:374)lar (cid:448)ardır. A(cid:373)a (cid:271)a(cid:374)a kalırsa (cid:271)u kişileri(cid:374) sayısı
(cid:271)ir eli(cid:373)i(cid:374) par(cid:373)ağı(cid:374)ı geç(cid:373)ez. Çü(cid:374)kü (cid:271)u (cid:271)oşluğu(cid:374) özelliği (cid:271)u. Se(cid:374)i soru işaretleriyle (cid:271)ırak(cid:373)ak...
Dışarıda(cid:374) (cid:271)aka(cid:374) (cid:271)ir i(cid:374)sa(cid:374) sa(cid:374)a (cid:271)u ruh hali(cid:374)de(cid:374) kurtul(cid:373)ak içi(cid:374) ça(cid:271)ala(cid:373)a(cid:374)ı ta(cid:448)siye eder (cid:271)ir de.
Sa(cid:374)ki se(cid:374) (cid:271)il(cid:373)iyor(cid:373)uşsu(cid:374), (cid:271)u(cid:374)u hiç düşü(cid:374)(cid:373)e(cid:373)işsi(cid:374) gi(cid:271)i. O i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) içi(cid:374)i ke(cid:373)ire(cid:374) (cid:271)oşluğu(cid:374)
yarattığı duyarsızlıkla (cid:373)aalesef (cid:373)ü(cid:272)adele de ede(cid:373)ezsi(cid:374). Ke(cid:374)di(cid:374)i hayatı(cid:374) akışı(cid:374)a (cid:271)ırak(cid:373)akta(cid:374)
(cid:271)aşka çare(cid:374) kal(cid:373)az.
Belki de çok a(cid:271)artılı oldu (cid:271)u(cid:374)lar a(cid:373)a i(cid:374)sa(cid:374) de(cid:374)eyi(cid:373)leyi(cid:374)(cid:272)e daha deri(cid:374)de(cid:374) hissediyor (cid:448)e
kelimelere ancak böyle dökebiliyor. Herkesi(cid:374) de(cid:374)eyi(cid:373)i farklıdır ta(cid:271)ii. Mesela kita(cid:271)ı(cid:374)
(cid:271)aşkahra(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) de(cid:374)eyi(cid:373)iyle (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) de(cid:374)eyi(cid:373)i(cid:373) (cid:374)e yö(cid:374)de(cid:374) (cid:271)akarsa(cid:374) (cid:271)ak farklı. A(cid:373)a i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)
e(cid:373)pati kur(cid:373)ası (cid:448)eya (cid:271)ir şeyleri hatırla(cid:373)ası içi(cid:374) e(cid:374) ufak (cid:271)ir (cid:271)e(cid:374)zerlik (cid:271)ile yeter (cid:271)e(cid:374)(cid:272)e. Çü(cid:374)kü
i(cid:374)sa(cid:374) hep dert yoldaşı arar kendine. O yüzden en ufak benzerlikte atlar hemen. Bende de
öyle oldu işte. Kahra(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) (cid:271)oşluğu(cid:374)u ke(cid:374)di (cid:271)oşluğu(cid:373)la doldurdu(cid:373). Şu a(cid:374) ta(cid:373) da (cid:271)u
(cid:271)oşlukta(cid:374) (cid:373)uzdaripke(cid:374) (cid:271)u kita(cid:271)ı oku(cid:373)ak derdi(cid:373)i hafifletti de diye(cid:271)iliriz. (cid:862)Dert paylaştıkça
azalır.(cid:863) derler so(cid:374)uçta. A(cid:373)a (cid:271)u (cid:271)oşluğu gider(cid:373)eye yet(cid:373)ez ta(cid:271)ii. İçi(cid:374)izdeki karadeliği
kapat(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) yolları(cid:374)ı da göster(cid:373)ez. Sade(cid:272)e size (cid:862)Hiç yokta(cid:374) iyidir.(cid:863) dedirtip içi(cid:374)izi
ferahlat(cid:373)aya yardı(cid:373)(cid:272)ı olur. O deliği kapat(cid:373)ak (cid:271)izi(cid:373) eli(cid:373)izdedir çü(cid:374)kü. Eski tatlarda(cid:374) haz
ala(cid:373)ıyorsak ye(cid:374)ileriyle değiştir(cid:373)eliyiz (cid:271)elki de. Her za(cid:373)a(cid:374) ye(cid:374)iliklere açık (cid:271)iri olarak e(cid:374)
(cid:373)a(cid:374)tıklı çözü(cid:373) yolu(cid:374)u(cid:374) (cid:271)u olduğu(cid:374)u düşü(cid:374)(cid:373)ekteyi(cid:373). Duyarsızlığı(cid:373)ız (cid:271)elki de
doyu(cid:373)suzluğu(cid:373)uzda(cid:374)dır. Bu(cid:374)u gider(cid:373)e(cid:374)i(cid:374) tek yolu ise lezzet a(cid:448)ı(cid:374)a çık(cid:373)aktır.
Baze(cid:374) (cid:374)e kadar çok şeye sahip olursa olsu(cid:374), (cid:271)ir ya(cid:374)ı hep eksik kalır i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374). O eksikliği
de (cid:374)e ile gidere(cid:272)eği(cid:374)i (cid:271)ile(cid:373)ezsi(cid:374). Bu duru(cid:373) (cid:271)ul(cid:373)a(cid:272)ada (cid:271)ildiği(cid:374)i sa(cid:374)dığı(cid:374) keli(cid:373)e(cid:374)i(cid:374)
kutu(cid:272)uklara uy(cid:373)a(cid:373)ası gi(cid:271)idir. Neyi koy(cid:373)aya çalısırsa(cid:374) çalış o (cid:271)oşluğu kapata(cid:373)azsı(cid:374). He(cid:373)
(cid:271)e(cid:374)i(cid:373) he(cid:373) de (cid:271)aşkahra(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) yaşadığı duru(cid:373) da ta(cid:373) (cid:271)u işte. Ö(cid:374)e(cid:373)li ola(cid:374) dert yakı(cid:374)(cid:373)ak
(cid:448)eya (cid:271)ir (cid:373)u(cid:272)ize ol(cid:373)ası(cid:374)ı (cid:271)ekle(cid:373)ek yeri(cid:374)e geç(cid:373)işe (cid:448)eda edip gele(cid:272)eğe (cid:271)ak(cid:373)aktır. Çü(cid:374)kü (cid:271)elli
ki geç(cid:373)iştekileri(cid:374) sa(cid:374)a artık (cid:271)ir faydası yok. Ye(cid:374)ileri lazı(cid:373) sa(cid:374)a. Her ye(cid:374)i de uy(cid:373)aya(cid:271)ilir a(cid:373)a
o (cid:271)oşluğa. Tek yap(cid:373)a(cid:374) gereke(cid:374) o pa(cid:271)u(cid:272)u(cid:374) sahi(cid:271)i(cid:374)i (cid:271)ul(cid:373)ak. Eğer se(cid:374) de külkedi(cid:374)i (cid:271)ulursa(cid:374),
hayatı(cid:374)ı(cid:374) re(cid:374)kleri(cid:374)i geri kaza(cid:374)(cid:373)ışsı(cid:374) de(cid:373)ektir.
|
BENLİĞİMİZİ KEŞFETMEK
Özgürlüğünüzün, hayatınızın kontrolünün başkalarının elinde olduğunu düşündüğünüz oldu mu?
Birçok canlının aksine, insan doğduğu andan itibaren birilerine muhtaç olarak yaşamaya başlar.
Henüz yeni doğmuş bir bebekken beslenebilmek, sevgiyi hissetmek, yaşamsal faaliyetlerimizi
sağlayabilmek için ebeveynlerimize bağımlıyızdır. Fakat zaman geçtikçe bu bağımlılığımız
azalmaya başlar, örneğin ilkokul çağına gelmiş bir çocukken yemeğimizi kendimiz yiyebilmeye
başlarız, eylemlerimizin birçoğunu kendimiz gerçekleştirebiliriz, fakat bir noktada hala ailemize
bağımlıyızdır. Ailemize, ebeveynlerimize olan bağımlılığımız zaman geçtikçe azalır ve bir gün
ortadan kaybolur. Artık onlara bağımlı değilizdir fakat insan doğası gereği kendini bir şeylere
veya birilerine bağlı hissetmek ister. İşte tamda bu noktada Jorge Bucay ‘Kendine Giden Yol’
adlı kitabında sağlıksız bir biçimde kendimizi çevremizdeki insanlara, onların ilgisine veya
sevgisine bağımlı hale getirmek yerine kendimizi keşfederek ‘kendine bağımlı’ olma olgusunu
benimsemekten bahsediyor.
Jorge Bucay kitabında kendine bağımlı olma olgusunu farklı örneklerle açıklıyor. Bu örneklerden
bir tanesinde insanın verdiği kararlarda, seçtiği yollarda kendine bağımlı olması ve bu sayede
seçimlerinin sorumluluğunu üstlenebilmesinden bahsediyor. Yaşadığım bu hayatın bana ait
olduğunun ve bir birey olduğumun farkına vardığım günden beri kendimi geliştirmek, kendimi
keşfetmek için çabalıyorum ve bu kitabı okurken kendine bağımlılık olgusuna sahip olduğumu
fakat bazı noktalarda bunu yanlış şekilde yönettiğimi fark ettim. Kitapta şöyle bir cümle geçiyor
‘Eğer kendimi eleştirel bir bakış açısından aramaya başlarsam, kendimi asla tanıyamam.’ , ve
işte bu cümle tam olarak benim yaptığım yanlıştan bahsediyor. Hayatım boyunca attığım her
adımın sorumluluğunu üstlenmeyi bildim, yaşadıklarımla ilgili kendimden başka kimseyi
sorumlu tutmadım fakat yaptığım en ufak hatada kendimi gereğinden fazla cezalandırdım.
Yaptığımın hata olduğunu fark ettiğim anda kendimi aşağıladım, kimi zaman salak olduğumu
düşündüm, ‘Nasıl başaramadın?’ , ‘Nasıl böyle bir hata yapabildin?’ gibi sorularla köşeye
sıkıştırdım kendimi. Bu kitabı okurken fark ettim ki hatalarımın sorumluluğunu üstlenebiliyorum
bu oldukça iyi bir şey ve eğer yaptığım bu hatalar karşısında daha kabullenici, daha yumuşak bir
tavırla durabilirsem işte o zaman kendimi keşfetmem ve hayatımı kontrol etmem çok daha kolay
olabilir.
Kitaptaki etkileyici bir diğer örnekte ise aslında her yıl yeni bir yaşa sahip olsak bile,
benliğimizin değişmediğinden bahsediyor Jorge Bucay. Bir diğerinin aksine kitaptaki bu örneği
okurken tam olarak kendi doğrularımla, inandıklarımla karşılaştım. Her yıl bir yeni yaşa adım
atıyor olsak da geçmişteki benliğimizi, bizi biz yapan korkularımızı, mutluluklarımızı,
deneyimlerimizi, anılarımızı geride bırakmıyoruz. Yeni yaşımızda onlara bir yenilerini ekliyor ve
kendimize keşfedecek yeni benlikler katıyoruz. Aklınıza şöyle bir soru geliyor olabilir ‘Madem
geçmişimizi beraberimizde yeni yaşımıza taşıyoruz o halde nasıl bağımsız olabiliriz, nihayetinde
içimizdeki çocuk ancak birilerine bağımlı olarak yaşayabiliyor.’ Evet, haklısınız ve işte tam
olarak bu nokta Jorge Bucay’e tam anlamıyla katıldığım nokta.İçimizdeki o çocuk yine içimizdeki yetişkin bize bağımlı olarak yaşamaya başlıyor, bu sayede
tam olarak ‘kendine bağımlılık’ olgusunda yaşıyoruz. Ne içimizdeki çocuğu kaybediyoruz ne de
onu başkalarına bağımlı halde bırakıyoruz.
Bana sorarsanız insan işte tam olarak o zaman gerçekten kendini buluyor, çünkü düşünsenize
doğduğunuz günden beri sizi siz yapan şeyler hala sizinle, hala içinizde o saf ve temiz duygulara
sahip çocuk yaşayabiliyor çünkü siz onun ihtiyacı olan bağlılığı ona yine kendiniz veriyorsunuz.
Öte yandan artık olgun bir birey haline geliyorsunuz, düşünebiliyor mantığınızı
kullanabiliyorsunuz. Ve kendinize bağımlılığınızın sonucunda insanları ve kendinizi o tertemiz,
çocukça duygularınızla seviyor; bir yandan da mantığınızı, olgunluğunuzu ve tecrübelerinizi
kullanarak karar verebiliyor, seçim yapabiliyor ve en önemlisi tüm bunların sorumluluğunu
alabiliyorsunuz. İşte bu yüzden ben insanların sevgisine, düşüncelerine bağımlı yaşamaktansa
kendime bağımlı, kendi kararlarını verebilen, kendini sınırlarını çizebilen, içindeki çocuğu ve
sınırsız sevgiyi kaybetmeyen bir birey olarak yaşamayı seçiyorum. Bu yolda kendimi keşfediyor
ve keşfetmeye devam etmek istiyorum.Kaynakça:
Bucay, Jorge. Kendine Giden Yol (2015)
|
Abdurrahman Soyoğlu
21401487
TURK102 - 8
NE KADAR ÖZGÜRÜZ?
Hayat bizi nereye sürüklüyor? Kendi seçimlerimizi kendimiz mi yapıyoruz yaşayıp giderken?
İnsan, en meşhur cümleleri süsleyen “özgürlük” duygusunu gerçekten de tadabilecek midir bu dünyada?
Hemen her birey, gelecek ile ilgili planlar yapıp onların peşinden koşmak ile meşgul. Kariyer hedefleri, bir
üniversite öğrencisinin gündemini en çok meşgul eden konuların başında geliyor. Bu yaşlarda olan
neredeyse her öğrenci, iyi bir iş peşinde koşuşturuyor. Bunun yanında bu topluluğun büyük çoğunluğu,
“mutluluk” yerine “para, makam” vb. olguları ön planda tutarak tercih yapmakta. Hal böyle olunca da
gösterişli gökdelenlerdeki bir şirketten önemli bir pozisyon kapmak, meşhur iş yerlerinden manzaralı bir
odada çalışmak gibi hayaller, hedeflerin başında geliyor. Peki, kaçımız hayalini kurduğumuz yaşamın bizi
mutlu edip etmeyeceği üzerine kafa yorduk? Gelecek planları yaparken en çok da bu nokta üzerine
eğilmek gerektiğini düşünmekteyim. O şekilde de mutlu olabileceğimiz yönünde kendimizi şimdiden ikna
etmek, sorun çözmekten çok dönüşü bir hayli zor olan bir yola kapı aralamaktadır. Kim bilir, belki de
içimizden bazıları böyle gösterişli ve bir o kadar da yoğun bir hayattan ziyade sade ama kendine daha çok
vakit ayırabileceği bir hayatı tercih edecektir. Belki de onlar “horoz sesiyle uyanmak için para vermek”
dahi isteyebilirler ve bu türden hayalleri olanlar için ise şimdilerde popüler olan hedefler yerine daha
mutlu olacakları bu yolu tercih etmek daha isabetli olacaktır (Caymaz 47).
Yaşamını şekillendirebilme açısından tercih hakkına sahip insanlar için durum bu şekildeyken,
hayatlarını devam ettirebilmek için önlerinde tek yol bulunan bireyler için ne demeli? Onlar, kendileri ile
birlikte bakmakla yükümlü oldukları ailelerinin geçimlerini sağlamak için onca zahmete katlanmak
zorunda kalıyorlar. İşte bu gruptaki insanların büyük çoğunluğunu ise madenciler oluşturuyor. Evet,
Soma’dan, Ermenek’ten, Karadeniz Ereğli’den söz ediyorum. Birçok insana iş kapısı her biri… Çalışanların
neredeyse tamamı ise asgari yaşam koşullarına sahip ve asgari ücret ile aile geçindirmeye çalışıyorlar. Her
ne kadar madencilik mesleği zor ve kir içinde olsa da çalışanların alın teriyle temizleniyor o ocaklar.
Çalışanların hayallerini süsleyen meslek miydi peki madencilik? Onlar gerçekten “özgür” müydü bu hayatı
tercih ederken? Hele her birinin o kadar temiz bir kalbe sahip olduğunu duyup okudukça dünyanın ne
kadar adaletsiz bir yer olduğunu düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Bir işçi düşünün ki facia sonrası
enkaz altından kurtarılsın ve ambulansa binerken “Çizmelerimi çıkarayım mı, kirlenmesin sedye…”
cümlesini kurabilsin (Caymaz 115). Bu ülke birçok maden faciası atlattı şimdiye kadar. “Atlatmak”
demişken kim atlattı sahiden bu üzüntüyü, felaketi? “Bu işi 301’de kapatırız.” Cümlesini rahatlıkla
kurabilen devlet büyükleri mi, yoksa sadece açıklamalara yansıyan “Hepimizin başı sağ olsun.” benzeri
sözleri kullanmaktan geri durmayan 80 milyona yakın Türk halkı mı? İçi su dolmuş maden ocağı enkazı
başında beklerken “Benim oğlum yüzme bilmezdi.” feryadı ile yüreklerimiz dağlayan o gözü yaşlı teyze ile
kendimizi bir tutamayız galiba. Evet, bu ülkenin evlatları olarak hepimiz yas tuttuk o günlerde ama o acıyı
en yakından hissedenlerin acıları hala tazeyken biz çoktan unuttuk o madencileri. Türkiye şartlarında bu
derece tehlikeli olan bir mesleği kim, neden “özgür” olarak seçer?Kısacası, Onur Caymaz’ın “Herkes Yalnız” adlı hikaye kitabındaki iki hikaye, beni insanların hayat
tarzını seçme özgürlüğü üzerine derin düşüncelere yönlendirdi. Bir tarafta yığınların beğenisinin esiri
olmuş insanların sahip olmadığı özgürlük, diğer yanda ise kendilerini bir yöne yönlendiren hayatı yaşamak
zorunluğu ile kaybedilen özgürlük…
|
Kazansak da kaybetsek de...
Haruki Murakami
Ne demiş Murakami: “Nedendir bilmem, eskiden beri bir başkasına üstün gelmek ya da
yenilmek pek umurumda olmadı. Bu özelliğim bir yetişkin olduktan sonra da değişmedi.
Hangi konuda olursa olsun bir başkasını yenmeyi ya da ona karşı yenilmeyi kafama takmam.”
(32) Bu kısım benim gibi kendini „avutanların‟ ilgisini çekiyor olmalı ki yenilmeyi pek de
kayda almayıp eksikliklerimin üstünü örtebileyim. Küçükken sokakta oyunlar oynardık. Bu
oyunları oynarken çoğumuzda kazanma gibi bir hırs yoktu. Oyundan keyif alıyorduk ve başka
da önemli bir şey yoktu. Elbette kazanmak için hırs yapanlar da vardı. Bu insanlar bana hep
anormal gelmiştir. Neden Murakami gibi olamıyordu herkes? Bu kadar önemli olan şey
neydi? Zamanla bu hırs yapan çocukları yendiğimiz olurdu. Yenmenin verdiği hazzı çok
doğru bulmuyordum. İçimi haz yerine üzüntü kaplıyordu çünkü yenmeyi, kazanmayı çok
istiyorlardı. Oyunun sonunda bu hırs, çocukların yüzünde yerini öfke, kırgınlık ve nefretebırakmıştı. Bunu yüzlerinde okuyabiliyordum. İçten içe kazanamadıkları için kendilerini
yiyorlardı. Halbuki benim umrumda değildi. Ortada ciddi bir şey yoktu. Kaybeden taraf ile
dalga geçilir ve herkes evinin yolunu tutardı. Bu hırslı insanların bazıları yakın çevremde yer
alıyor ve onların beni „yenmelerine‟izin veriyorum diyebilirim. Keşke bu hırslarından
vazgeçseler de yalan söylemem ve böyle yollara başvurmam gerekmese. „Senin şimdi hiç
hırsın yok mu?‟ sorusunu alıyorum. Hiç hırsım olmadığını söylediğimde ise şaşkın bakışlarla
birlikte bunun doğru bir şey olmadığını ima eden kelimeler duyuyorum. Hırs olmadan başarı
olmazmış. Tembeller hep hırsı olmayanlardan oluşurmuş.
Başarı denince akla yazarlık da geliyor. “Ödül dediğimiz şey, ister akademik olsun
ister Nobel Edebiyat Ödülü, değerlendirme kriterlerinin sayısal değerlere dayandıklarını bir
kenara bırakırsak, objektif hiçbir dayanağı olmayan bir şeydir” (50-51) Aldığım soruda geçen
başarı da aynı hırs gibi subjektifti. Kime göre neye göre başarılıydı. Başarı bir ödül mü
kazanmaktı yoksa yüksek konumlara gelip çok para mı kazanmaktı? İkisi de olduğunu
sanmıyorum ki bunları yapmak için „gereken hırs‟ bende yoktu. Bir gün Nobel Edebiyat
Ödülü`nü kazanmış olsam hayatımda büyük gelişmeler ve değişiklikler olacağını
düşünmüyorum. Dünyanın geleceğine ve başka insanların hayatlarına da bir etkisi
olmayacaktır. Peki durum böyle ise neden bunlar başarı olarak sayılıyor? Bu durumdan
Murakami sıklıkla yakınıyor. Murakami`ye göre “roman yazmak zor bir iş değildir.” (15)
Madem zor değil neden yazmıyorsun dediğinizi duyar gibiyim. Bu konuda denemelerim de
oldu elbette ancak „ringde kalmak‟ göründüğü kadar kolay değil. Hırslı olmayan birey iyi
yazılar çıkaramaz diye düşünüyor olabilirsiniz ancak burada yenen ve yenilen ortadan
kalkıyor ve yazar kendisiyle başbaşa kalıyor. Burada hırs ile kendini yiyip bitirmek yerine
kendi kafamın içinde bir dünya kurabilmenin daha önemli olduğunu anlıyorum yazarlığı
meslek olarak yapabilmek için.Kitapları bir kar küresine benzetiyorum. İçlerinde hapsolmuş ya da muhafaza edilmek
istenen bir şey var. Sanki bir ruh kapanı gibi. Kitapların aslında ruhu yok. Kitabın yazarı ,
ruhunun bir parçasını sayfaların arasına saklamış ve okurlarının bunu görmesini heyecanla
bekliyor. Hepimizin dünyasında sıradışı şeyler oluyor ve biz bunlar normalmiş gibi yaşamaya
devam ediyoruz. Kafamda tasarladığım şeyler üzerine saatlerce kafa patlatsam da diyorum ki:
bunlar sıradan şeyler, kimsenin ilgisini çekmez ki. Böylece hiçbir şey olmamış gibi
geçiştiriyorum. Bunlar benim aklımdan geçenler.Bazılarının kafasından sahte samimilikler ve
yapmacık gülüşler geçiyor. Bazılarınınkinden ise „hiçbir şey umrumda değil, dünya da yansa
aklımdakini yapıyorum‟ geçiyor. Kaybedenler kulübüne yazılacaksam başkan olmak için
aday bile olabilirim.
Sonuçta iş, kazanmak ya da kaybetmek değil roman yazabilmek için. Yazar, romanını
yazarken birileriyle mücadele etmiyor, başkalarına rakip olmuyor. Yapmak istediği tek şey
kendi iç dünyasını okurlarına aktarabilmek. “Peki nasıl yazar olunur” soruma da Murakami
sayesinde cevap buluyorum. Yazar olma hayali artık o kadar da uzak değil benim için. Ben de
belki bir gün kendi dünyamı anlattığım romanımda hırslı insanlar tarafından yargılanıp
başarısız olarak yansıtıldığım bir manzara görmek istemem. Hayatta olduğu gibi yazarlıkta da
insanlar kazananlar ve kaybedenler olarak ayrıştırıldıkça insanların bana neden uzaylı gibi
baktıklarını anlıyorum. Hırsı olmayan insanların başarısız, hırslı olmamanın anormal olarak
görüldüğü bu dünyada kazansam da kaybetsem de yazmaya başlamam gerektiği gerçeğiyle
yüzleşiyorum. Ancak o zaman bir „yazar‟ olabilirim.
KAYNAKÇA
Murakami, Haruki. Mesleğim Yazarlık. Çev. Ali Volkan Erdemir. İstanbul: Doğan Kitap,
2019. 1. Baskı.
|
GELECEĞİ SEÇMEK
Olasılıksız romanını ilk defa bundan iki yıl önce okumuştum. Geçenlerde
tekrar elime aldım ve iki gün içerisinde bir solukta okudum. Dürüst olmak
gerekirse roman okumayı çok seven biri değilim. Genelde kitabın yarısına
gelmeden sıkılırım ve okumayı bırakırım. Ama Olasılıksız kesinlikle istisnalardan
biri…Okumayı bitirdiğimde bittiği için üzüldüğüm romanlar arasında Olasılıksız...
Bu kitaba olan merakım ilk defa bir öğretmenimin övgüyle bahsetmesinden
sonra oluştu. İnternetten de roman ile ilgili bazı forum sitelerinden araştırmalar
yaptım ve sonra okuma kararı aldım.
Kitabın ortalarına doğru içten içe yazara hayran olmaya başlamıştım çünkü
kitaptaki fikirler gerçekten olağanüstüydü ve beni başka evrenlere götürmüştü.
Yazarın İstatistik profesörü olduğunu duyduğumda hem şaşırdım hem de
böylesine dahiyane bir kurgunun ancak bu konuya böylesine hakim birinin
yazabileceğini düşündüm. Özellikle determinizm ve olasılık üstüne bildiği her türlü
akademik bilgiyi , Adam Fawer , hikaye ve olay kurgusuna çok iyi aktarmış.
Açıkçası romana ilk başladığım zaman ilk sayfalar bana çok anlamsız gelmişti.
Kitabın konusunu bile çözememiştim ve sonra bir süre kitap odamdaki rafta
kaldı. Boş bir zaman bulduğumda tekrar okumaya başladım ve kendimi
durduramadım. İnternette okumayı sakın bırakmayın, ilerledikçe ne kadar tat
aldığınızı göreceksiniz yazıyordu ve tam olarak ne denilmek istenildiğini o
zaman anladım. Zaten ertesi gün kitap çoktan bitmişti ve işin ilginci iki ay
geçmesine rağmen romanla ilgili her detayı rahatlıkla hatırlayabiliyordum. Bana
sorarsanız bunun sebebi kesinlikle Adam Fawer’in okuyucuya bilgiyi
aşılayabilmesi. Okuduğunuz sayfalardaki bilgilerin hepsi birbiriyle öylesine
bağlantılı ki resmen kuantum fiziğinin büyük kısmını kavramış oluyorsunuz. Her
sayfayı çevirmeden önce durup kendi kendime düşüncelere daldığımı
hatırlıyorum. Romanı okurken yer yer öyle aydınlanmalar yaşadım ki bir anda
kainatın tüm sırlarını çözmek istedim. Belki de beni bu kitaba böylesine
bağlayan benim yıllardır fiziğe olan ilgimdir. Kitaptan sizlere yer yer kesitler
göstersem ve sizce bu romandan mı yoksa bir fizik kitabından mı alınmış diye
sorsam eminim çoğunuz fizik dersiniz. İşte belki de Adam Fawer’ı
eleştirebileceğim tek nokta burası. Yer yer – istatikçi olmasından dolayı – fazlaakademik bilgiye yer vermiş ve bu, romanı edebi özelliğinden biraz olsun
uzaklaştırmış.
Kitabın sonlarına doğru gelirken, aklımda birçok soru işareti kaldı ve bunların
hepsini araştırıp dahasını öğrenmek istedim ve yaptım da. Kitapta Adam Fawer
bazı kimyasallardan dolayı beynindeki frekansları etkilenen bir ana karakter
yaratmış. Frekanslardaki bu değişim karakterin geleceği görmesini sağlıyor ve
kitabın adı da – olasılıksız – tam olarak buradan geliyor. Sonra kendi kendime
sormaya başladım. Gerçekten de geleceği bilebilmek mümkün olabilir mi ?
Şimdi bunları düşündüğümü hatırladıkça kendime gülüyorum Ama yazar her
şeyi o kadar güzel ve mantıklı bir şekilde bağdaştırmış ki, yarın okusam yine aynı
soruları kendime soracağıma eminim.
Aslında bu muhteşem eserde her ne kadar anlatılanlar fazla karmaşık ve
kafa karıştırıcı olsa da bana göre ana fikir çok basit. Hayatımız boyunca
yaptığımız ve yapmakta olduğumuz bütün seçimler bizim ve çevremizdekilerin
geleceğini belirler ve bu tamamen bizim elimizde. İnsan kendi kaderini kendi
çizer ve her hareketimizin sonucunu görebilirsek geleceği görebilmek hiç de
zor değil. Anlaşılan yazar bu basit ana fikri okuyucuya aktarmak için biraz sıra
dışı bir yol seçmiş Eser hakkında bu kadar ipucu yeterli ve daha fazla
uzatmayacağım. Bu romanı kesinlikle ve kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum.
Eminim pişman olmayacaksınız ve ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Lütfen kitabı bitirdiğinizde bu yazımı bir daha okuyun
Hoşçakalın, iyi okumalar…
|
Yavuz Arda Yakut
Ya Çocuk?
“Ben artık dayanamıyorum Tarık, çocukları da alıp annemlere gidiyorum”, hepimizin
hayatımızın herhangi bir anında tanıklık ettiğimiz, alışık olduğumuzu düşündüğüm bu cümle
Kramer vs. Kramer filminde bambaşka bir biçimde karşımıza çıkıyor. Artık kocasının
ilgisizliğine dayanamayan Bayan Kramer ne annesine gidiyor, ne de gittiği yere çocuğunu
götürüyor. Aynı evde yaşamalarına rağmen aslında birbirini hiç tanımayan bir genç adam,
Billy ile hikayenin Tarık’ı Ted’i yapayalnız bırakıyor. Bayan Kramer kocasının kendisine
olan sevgisinin azaldığını düşündüğü için kurulu düzeninden vazgeçebiliyorsa, bence
evliliklerde temeli sevgi oluşturuyor.
Hollywood filmleri başta olmak günlük hayatımızda da iki insanın birbirini sevmesi
ve ardından evlenip yuva kurmalarına çokça şahit oluyoruz. Yalnız burada şuna değinmeden
edemeyeceğim, filmlerde işlenen aşk ve sevgi gerçek hayata uyarlandığında pek de sahici
durmuyor(bu yorumuma şiddetle karşı çıkanlara yağmurun altında sırılsıklam vaziyetteyken
öpüşmeye, kaçımızın teoride sıcak bakıp da pratikte uygulamaktan kaçındığını soruyor ve
köşeme çekiliyorum). İki insan birbirini severek evleniyor ama, bu evliliğin devamında aşk ve
sevgi bence gündelik hayatın koşuşturmaları, iş hayatı, karşılıklı saygının tükenmesi gibi
nedenlerle sona erebiliyor. Boşanma oranları ülkemizde ve dünya genelinde artmaya devam
ediyor. Boşanmanın semptomatik tedavisi için bir ilaç bulmak günümüz koşullarında pek de
mümkün olmuyor.
Aranızdan bazılarının “tedavi bulunamazsa ne olur kardeşim, boşanırlar”, dediğini
duyar gibiyim. Peki ya bu çiftin çocuğu varsa bu kadar rahat “boşanırlar, olur biter”, diyebilir
miyiz? “Kangrenli kolu keseriz, hallolur” şeklinde bir yaklaşım sergileyebilir miyiz? Kendi
adıma konuşmak gerekirse anne ve babamın boşanma sürecinde önce korku ardından da bir
bilinmezliğin içinde bulmuştum kendimi. Benzer duyguları pek çok annesiyle babası
boşanmış çocuğun da hissetmiş olduğunu düşünüyorum. Ortaokulda bir arkadaşım yaptığımız
sıradan bir telefon konuşmasında anne ve babasının boşanacağını ilk kez bana söylemiş ve
“nasıl bir his”, demişti. O anki şaşkınlığım ve üzüntümle hemen bir cevap bulmaya çalışmış
ve ona “iki odan oluyor abi, aslında çok güzel yanları da var”, şeklinde çocukça bir cevap
vermiştim. Bu cevabım her ne kadar şimdi bakınca çocuksu gelse de, ona tıpkı Ted Kramer
gibi, bu sürecin elle tutulur yanlarının da olduğunu göstermeye çalıştığımı düşünüyorum.
Yani çocuğun bu sürece alışması, alışabilmesi sevdiklerinin desteğine ve özellikle de anne
babasının ona karşı olan tutumuna dayanıyor.
Bana kalırsa boşanma sürecinde anne ve baba çocuğa ne kadar destek olursa çocuğu
da aslında o kadar iyi tanıyor, onun isteklerine, düşüncelerine daha çok önem vermeye
başlıyor. Artık iş veya günlük hayatın koşuşturmalarından ötürü anne veya baba “çok işim
var” diyerek çocuğu başından savamıyor( tabiri caizse bir eş diğer eşe çocuğu paslayamıyor),
işlerini değil çocuklarını hayatlarının merkezine koymayı tercih ediyorlar. Bu şekilde bence
hem kendileri mutlu oluyor hem de çocuğun daha mutlu ve huzurlu büyümesini sağlıyorlar.
Filmde çocuğunu neredeyse hiç tanımadığını gördüğümüz Ted’in de bu süreç içerisinde oğlu
ile daha çok yakın olma fırsatı bulması bunun güzel bir örneği bence. İyi hoş ama, bu güzel
örneğin gerçekleşmesi için illa da bir boşanma mı gerekiyor, sizce anne ve baba(bu tutumu
evliyken de sergileyen anne babaları hedeflemediğimi belirteyim) boşanmamışken neden
çocuklarıyla bu kadar ilgilenmiyor?
Bence çocuk nasıl hayatı öğrenmeye çalışıyorsa, anne ve baba da ilk kez ebeveyn
olmayı öğreniyorlar ve bazı şeyleri doğru yapabilmeleri için ilk önce yanlış yapmalarıYavuz Arda Yakut
gerekiyor. Her ne kadar film “Kramer Kramer’e Karşı”, şeklinde Türkçeye çevrilmiş olsa da
anne ve baba ayrılığın ardından birbirlerine karşı olmamalı, çocukları için beraber hareket
etmeli ve ona hala onun anne ve babası olduklarını hissettirmeli bana kalırsa. Yani “Kramer
Kramere’e Karşı” olmamalı, Kramer ve Kramer beraber hareket etmeli.
Kaynakça:
- Benton, Robert. Kramer vs. Kramer. 1979. Columbia Pictures. Film
|
KÖSE 1
HAZAL KÖSE
21302574 SECTION:001
TÜRKÇE DERSİ
BAŞAK BERNA CORDAN
09.07.2015
KELİMELERE SIĞMAZ AŞK
Birbirlerini seven, birbirlerine âşık iki insanın, Abidin Dino ve Güzin Dino
arasında geçen mektuplarından oluşan Sensiz Her Şey Renksiz adlı eser, isminin
dikkatimi çekmesi nedeniyle merak edip okuduğum ve beni çok etkileyen bir kitap. Bir
mektupta Abidin Dino’nun Güzin Dino’ya ‘’ Can, sensiz her şey renksiz.’’(12) diyerek
yaptığı aşk seslenişi kitaba adını vermiş. Her satırı aşkla yazılmış bu mektuplar adeta
beni alıp başka diyarlara götürdü. Öyle duygusal bir anıma denk geldi ki kitabı
okurken daha da çok etkilendim ve aşk denen duygunun gücünü bir kez daha
anladım. Kitabı okumayı bitirdikten sonra ise derin düşüncelere daldım ve aklıma Sait
Faik’ in o ünlü sözü geldi: ‘’ Bir insanı sevmekle başlar her şey.’’
Eski zamanlarda mektuplaşma vardı. Bir mektup atılırdı ve sonra cevabının
gelmesi günlerce beklenirdi. Seven insanlar beklerdi, sabrederdi, heyecanını hiç
yitirmeden merak ederdi. Cevap gelince ise o mektubu ellerine bir alışları vardı ki,
gerçekten anlatılmaz yaşanır dediklerindendi. O duyguyu onları izlerken bile
anlayabilirdik. Onlar heyecanları gözlerinden okunan, sevgileri satırlara sığmayan
çiftlerdi. Ne güzeldi aşkları, birbirlerine bakışları, yüzlerindeki samimiyetleri… Onlar
utangaçtı, gözlerini kaçırırlardı, yanakları kızarırdı, adeta dilleri tutulurdu da
konuşamazlardı. Bu hâlleri sevimliydi, ilişkileri sıcacıktı. Peki, şimdiki ilişkiler de böyle
mi? Bu kadar samimiler mi? Sevgileri kelimelere sığmasa da en güzel betimlemeleri
sevdikleri için seçip mektupların içerisine serpiştiren sevenler gitti de o sevdalar bir
mesaj ve telefonun tuş takımıyla basitleşmedi mi sizce de? Önceden, mektubun
gelme süresi sabırları ölçerdi ama onu beklemek bile çok güzeldi, heyecan vericiydi.
Şimdi öyle değil ki. Artık bir mesaj birkaç dakika bile gecikse sinirlenen,
sabredemeyen nesil var. Sevginin anlamı ve gerçekliği ise tartışılır bir kavram oldu.
Bu kitaptaki mektuplarda o kadar derin duygularla karşılaştım ki bazı şeyleri
sorgulamadan edemedim. Bu sorulardan en önemlisi ise elbette şuydu; sevgi nedir?
Sevgi emektir, sesini duyunca bile kalp atışlarına hâkim olamamaktır, yazdıklarını
tekrar tekrar okumak ve her defasında aynı ölçüde mutlu olmaktır. Her gece
uyumadan en son düşündüğün ve her sabah uyandığında ilk aklına gelendir. O mutlu
olsun diye fedakârlıklar yapmak, bazı şeylere göz yumabilmek, moralimiz bozukken
bile bazen sadece o üzülmesin diye gülümsemektir. Sevince onun gülümsemesi
enerji kaynağın, onun varlığı ise hayatına renk katmana sebep oluverir. Bir çocuğun
elindeki oyuncak gibidir sevdiğin, elinden alınınca üzülürsün, boşlukta hissedersin,KÖSE 2
ağlarsın. Tek farkı ise çocuğun eline yeni bir oyuncak verince durum düzelir ancak
sen kimseyi sevdiğinin yerine koyamazsın. Sevgini verdiğin değer ölçer. Adını
duyunca bile heyecanlanırsın, sana göre her yüzde onun siması vardır. O uyurken,
yemek yerken, gülerken onu izlemek sana keyif verir. O denli keyif alırsın ki bu işten,
o film izler bir köşede, sen ise onu izlersin diğer köşede. Öyle boş boş değil,
gözlerinin içine, en derinlere dalacaksın. Hem de öyle bir kaybolacaksın ki gözlerinde
o konuşurken, onun ağzından çıkanları kaçıracaksın bir an. Ne kadar süredir yanında
olduğun değil, ne kadar süredir onu görmediğin belirler özlemini. Çok sürmez, hemen
özlersin. Doyamaz ki insan sevdiğine. Kokusunu içine çeke çeke öpersin, gönlünü
ayrı tenini ayrı bir seversin. Eğer bunlar olmuyorsa mı? O hâlde sevgiden, aşktan
bahsedemezsin.
Sevgiliye yâr da denir, yâr ise uçurum demektir. Hem seni en çok
heyecanlandırabilen hem de en çok üzebilecek olandır. Ne zaman ne olacağı belli
olmayan bu hayatta, kaybetmeden sevdiğinin değerini bilmek gerekir. Aşk, herkesin
tatması gereken bir duygudur ve bu barındırdığı gücünü hep koruyacaktır.
|
KENDİMİ BULDUĞUM SATIRLAR
Dürüst olacağım. Eskiden şiir okumayı pek tercih etmezdim. Varsa yoksa roman. Çünkü şiir
okurken kendimden bir parça bulmam gerekirdi mutlaka. Yıllarca bu parçayı bulmaya
çalıştıysam da bulamadığım için şiirin üzerinde pek durmamıştım. Fakat şiir okumak son
birkaç senedir hoşuma giden bir etkinlik hâline geldi. Artık okurken kendimi bulduğumu
hissettiğim, içimde bir sıcaklık duygusu uyandıran ve beni oldukça heyecanlandıran bir uğraş
oldu şiir.
Bir şiir kitabını okurken çoğu insan gibi gerçekten ilgimi çeken şiirler sayılı oluyor, dahası
içinde yaşanmışlıklarımı veya hislerimi bulamadığım satırları gerçek anlamda
özümseyemediğimi düşünüyorum. Kaldı ki tüm şiirlerde kendimi bulmam veyahut kendi
hayatımdan benzer bir duyguya rastlamam olanaksız. Bu yüzden de okuduklarımın etkisini
hissetmem için öncelikle kendi izimi sürmeliyim kitabın yapraklarında. Bilge Karasu’nun
‘Şiir Çevirileri’ adlı kitabını okuduğumda tahmin ettiğim gibi içinde kendimi bulduğum
satırlar vardı. Kitapta daha çok aşk üzerine olan ve renklerin kullanıldığı canlı şiirler
dikkatimi çekti. Üst üste birkaç kez okuma ihtiyacı hissettiren dizelerdi bunlar. Hemen
çeviremedim sayfaları. Bazı satırlarıysa hemen kısa kısa alıntılar yazdığım defterime geçirdim
ki ara sıra açıp okuyabileyim. Kitapta şiirlerde kullanılan renkler oldukça dikkat çekici.
Renklerin çoğu sevgiliyi betimlemek için ki bu da beni en çok etkileyen kısım. Mesela
Rimas’ta şu şekilde geçiyor:
“-Şiir ne ki? -diyorsun, mavi
gözlerini gözlerime mıhlarken.
Şiir ne mi? Soracak mıydın sen de?
Şiir… sensin ya! …“ (Becquer, 21)
Bu kitaptaki en sevdiğim satırlardan. ”Şiir sensin ya!”. Ne müthiş bir iltifat. Her kadının
duymayı isteyeceği türden kelimeler bunlar. Buradaki renk mavi, şiirlere en yakışan
renklerden birisi. Öyle ki mavinin şiire kattığı ahenk kırmızı ve siyahla yarışır benim için.
Bana göre iletişim en başta gözler arasında olur. Mavi renk burada sevilen kadının göz rengi.
Bu sayede okurken o gözlerin yazarda uyandırdığı etkiyi hayal edebiliyorum ve şiir biraz daha
kişisel hale gelmiş oluyor. Çünkü gözler mavi renkle kısıtlandı ki bu da bu şiirde hayal
etmemiz gereken sevgili betimlemesini açıklığa kavuşturuyor. Huzurun rengidir mavi fakat
daha birçok duyguyu ve düşünceyi taşıyabilir. Bazen bir annenin gözyaşı olur, bazen bir
çocuktaki mutluluk, bazen de dingin ve alabildiğine uzanan deniz. Belki de sevgilinin gözleri
olur, sözleri olur veyahut saçları…
Yeşilin satırlarıysa bunlar:
“…Teni yeşil, yeşil saçı,
Gözü soğuk, gümüşten.
Yeşil istedim seni…”(Lorca,25)
“…Gözleri yeşil,
Menekşe sesi...” (Lorca,35)
Yeşil temiz renk, hep doğayı getirir aklıma. Ağaçlar ve bitkiler sayesinde doğanın yarısından
çoğudur yeşil. İnsanların üzerine de yansır bu yeşil enerjisi. Belki yazar da bu yüzden kadınıntenini, saçlarını ve gözlerini yeşil olarak betimlemiş. Saflığı ve doğallığı temsil ettiği için.
Menekşe sesi tamlamasını okuyunca da kadının sesindeki zarafet ve yumuşaklığı
hissediyorum. Bir çiçeğin adıyla özdeşleşmiş olduğundan dolayı sesinin doğallığı için
kullanıldığını düşünüyorum. Belki menekşelerin sahip olduğu farklı renklere de gönderme
yapmıştır şair. Mor dingin ve yorgun bir sesi, beyaz umutlu ve huzurlu bir sesi, sarıysa canlı
ve mutlu bir sesi temsil edebilir. Özellikte ilk şiirde yeşile bir ısrar var. Diğer yeşil nesnelere
de gönderme yaparak şiirin güzelliğini pekiştirmiş. Okurken ferahladığımı hissettim ister
istemez ve bu renklerin şiirdeki gücünü kanıtlıyor.
Şiir okumak kendimi yeniden tanımamı sağlıyor. Farklı yanlarımı keşfediyorum çoğu zaman
satırların içinde. Şiirde en güçlü temanın da aşk olduğuna inanıyorum. Daha çok okutuyor
kendini çünkü. İçinde kendi ateşini ve tutkusunu barındırıyor ve kaçınılmaz bir şekilde
satırlara da yansıyor bu tutku. Ben de bu duyguları bulabilmek için şiir okuyorum ve ruhumun
şiire karşı büyük bir açlığı var.
Sima ALKAN
KAYNAKÇA
Şiir Çevirileri. Çev. Bilge Karasu. Haz. Tunç Tayanç. İstanbul. Metis Yayınları. 2014
|
Özgürlük Sokakta
“Başkaldırıyorum öyleyse varım.”1 diyerek Descartes’ı anan Albert Camus geliyor
aklıma. Hayatım boyunca, toplumun bana öğretmeye çalıştığı tüm değerleri kabul etmeden
önce sorgulamam gerektiğini küçük yaşta öğrendim. Üç yaşımda elime oyuncak olsun diye
süpürgeyi tutuşturup bana kadın olarak yerimi öğretmeye çalışan toplum, bana kendisine
güvenmemem gerektiğini küçük yaşımda öğretmişti. Bir baskı altında büyüyen insanları
düşünüyorum. Bu insanlara üzülüyorum ancak bir noktadan sınra karşı koymadıkları için bu
insanlara kızmaktan kendimi alı koyamıyorum. Belki de ben şanslı bir insandım, bunun yanlış
olduğunu küçükken kavradım. Ancak, “ben babamdan böyle gördüm” diyerek at gözlükleriyle
dörtnala koşan insanlar her yerde, bunun farkındayım. Son zamanlarda izlediklerim
gördüklerim yaşadığım çevreye dayanma eşiğimi giderek düşürmeye başladı. Kırk beş
çocuğun tacize uğramasını “bir kereden bir şey olmaz” diyip sineye çekenlerden, devletin
yarattığı terörü meşru görenlere kadar o kadar çok şeye kızıyorum ki. Öfkem bana sürekli bir
şey yapmam gerektiğini söylüyor. Ancak öyle bir zamandayız ki bir katliamın hesabını
sorarken başka bir katliama kurban gider olduk. Peki, bu şartlar altında Camus’nün öğütlediği
gibi canımız pahasına başkaldırmaya devam edebilecek miyiz? İşte La Haine, canından başka
kaybedecek hiçbir şeyi olmayan üç gencin her şeye rağmen devlet terörüne karşı
ayaklanmasını anlatıyor. Film, zamanında ırkçılığı ve sosyal sınıf farklılıklarını eleştirmesiyle
büyük ses getirmiş. Bu ses yıllardır hor görülen, ezilen azınlıkların çığlığı desek hiç yanlış
olmaz. Filmde en sevdiğim sahne şüphesiz ki Said’in billboarddaki “Bu dünya sizindir.”
yazısını “Bu dünya bizimdir.” diye değiştirmesi. Çünkü biliyorum “siz” dili her zaman
ötekileştirir. Direnişin dili ise her zaman “biz” olacaktır.
Devlet mi birey için vardır, birey mi devlet için? Bu yıllardır süregelen bir tartışma.
Benim için bu sorunun cevabı apaçık ortada. Daha büyük amaçlar için kendini feda eden
daha doğrusu başkalarının kendisini feda etmesini isteyen insanları bir türlü anlayamıyorum.
Son zamanlarda belki de duyduğum en doğru düşünceyi tekrarlıyorum “Uğruna ölünecek
davalar vardır, ama hiç biri uğruna öldürmeye değmez.”2 Takım tutar gibi fanatikçe insanı değil
devleti tutan insanlar var çevremde. Bu insanlar her yerdeler. Benim gibi düşünen insanlar da
azınlıkta ve delirmenin eşiğindeler. Azınlığın haklı sesini fütursuzca bastırmaya çalışan bu
kalabalığa inat bizi ayakta tutan tek şey ise öfkemiz. Belki de filmle aramdaki bağı en çok ana
karakterlerde kendi öfkemi görmem kurdu. O haklı öfkeyi ben her gün yaşıyordu. Gözü
dönmüş bir devlet tarafından katledilen kardeşlerimi düşünüyorum. Bu insanlar şuan
aramızda olsalar bize ne derlerdi bu soruyu her gün kendime soruyorum. Bu insanlar neden
öldü? Aklıma Cemal Süreya’nın şu dizelerinden başkası gelmiyor: “Yaşayanlar unutmuştu bizi
/Biz öldüğümüzle kalmıştık” Gerçekten, biz bu insanları neden unutuyoruz? Biz bu insanların
hesabını niye sormuyoruz? Niye sorgulamıyoruz? Niye çocuklarımızın da böyle yetişmesine
izin veriyoruz?
1 Camus, Albert, Başkaldıran İnsan. Can Yayınları, İstanbul, 2014.
2 Camus, a.g.e.La Haine bana kendi toplumum gibi düşüş halinde olan bir toplumu gösterdi. Bir
sahnede polislerin, protestocuları dövmek için sokağa çıkan kalabalığa müdahale etmemesi
filmdeki nefretin benim ülkemdekiyle tıpatıp olduğunu kavramamı sağladı. Filmdeki insanlar
aslında benim her gün sokakta yanından geçtiğim insanlardan farklı değildi. Bu yüzden filmin
sonunun bizim yaşayacağımız son olduğundan emin oldum. Filmin en zekice kurgulanmış
noktası ise şüphesiz ki Vinz’in "Önemli olanın düşüş değil, yere çarpıştır." sözü. Çünkü film,
anlatmak istediğini dolandırmadan, açık seçik bir şekilde anlatırken insanoğlunun düşüşünü
çok net bir şekilde göstermiş ve inişte yere ne kadar sert çakıldığımızı gözler önüne sermiş.
Film belki izleyenin canını yakıyor hatta ciddi bir umutsuzluğa sürüklüyor ancak izleyici
izlediğinin gerçekliğinden şüphe duymuyor.Kaynakça
Kassovitz, Mathieu. Protesto. 1995
Camus, Albert, Başkaldıran İnsan. Can Yayınları, İstanbul, 2014.
|
Fikri Tuğberk Kara
21301991
Turk102-sec.028
KÜÇÜK SİGARALAR VE BÜYÜK HAYALLER
Hayatı boyunca sigara içmeyi bir kez olsun denememiş birisi olarak, bu kitabı ödevim için
seçmeden önce araştırıp kitabın genel çizgisini öğrenince, bu kitap tam benlik dedim.
Etrafımdaki insanların çoğu bu zehiri içerken benim sorularıma ve yorumlarıma maruz
kalmıştır. Bir bağımlı için benim söylediklerim bir şey ifade etmeyebilir; çünkü arkadaşlarıma
her yorum yapışımda aldığım cevap: “ sen nereden bileceksin ki?” . Evet ben sigarayı içime
çekmenin nasıl bir duygu olduğunu bilemem ama bildiğim kadarıyla George Orwell bu hissi
verdiği “hazzı” biliyordu ve ortaya koyduğu rakamlarla ve yorumlarla beni çok iyi bir biçimde
aydınlatmayı başardı. Okumuş olduğum bu eser deneme türünde yazılmış bir eser
olduğundan dolayı yazımın geri kalanını bana en çok hitap eden iki denemenin konularını ayrı
ayrı değerlendirerek devam edeceğim
1- Kitaplar ve Sigaralar
Bu denemede açık bir biçimde 20. Yüzyılın başlarındaki İngiltere’yi kitap okuma açısında
eleştiren bir George Orwell ile karşılaştım. Eline geçen kitapların fiyatlarını teker teker
hesaplayarak ve İngiliz halkının sigaraya, içkiye ve gece eğlencelerine harcadığı ortalama
meblağları karşılaştırarak, çarpıcı gerçeği gözler önüne seriyor. George Orwell’ın beni bu
konuda aydınlatmasından sonra kendi kendime : “ İngiltere’de durum böyleyse, herhâlde
Türkiye bu konuda içler acısı hâldedir.” dedim ve araştırmaya koyuldum. Türkiye’de yaklaşık
on yedi milyon sigara bağımlısı insan var. on yedi milyon insan günde bir paket sigara içse (
bazı insanların günde 3, 4 paket içip, bazılarının bir paketi 3 günde bitirdiğini düşünerek
aldığım ortalama değer ) ve ortalama bir paket sigaranın fiyatını yedi Türk Lirası olarak kabul
edersek, karşımıza büyük bir meblağ çıkacak ( bu miktar paranın sadece zehire harcandığınıdüşünürsek ) , yüz on dokuz milyon Türk Lirası. Bu miktar para ile alabileceğimiz kitapları
düşünelim, kitap ücretinin ortalama yirmi Lira olduğunu varsayarsak ( bazı kitaplar yüz Lira
iken sahafların çoğu üç veya beş lira gibi düşük ücretlerle kitaplar satıyorlar ) , günde yaklaşık
altı milyon kitap satın alabiliyoruz. Bu miktarda kitabın, kitap okuyanların nüfusa oranının
yüzde 0,01 olan Türk halkı üstünde bırakacağı olumlu etkileri düşünmek cidden içimde
kelebekler uçuşturdu. Büyü ihtimalle okumayan insan kalmaz, insanlar daha çok okumaları
için teşvik edilmiş olur, orijinal kitaba verecek param yok diyen insanların sayısında azalma
olur ve bu tip insanların yöneldiği korsancılık sektöründe böylece yok olur. Yani bir çeşit
zehire verilecek parayla kitap alınmasıyla çok şey değişir, çok…
2- Kitapçının Anıları
George Orwell’ın bu kadar bilgili olmasındaki en büyü etken zamanında bir süreliğine sahaflık
yapması olduğunu düşünüyorum. Eminim, eline geçen çoğu kitabı da okuyarak kendine
birçok şey katmıştır.
Yaklaşık 10 yıldır Ankara’da yaşıyorum ve sahaf denince aklıma Zafer Çarşısı ve Kitapçılar
Çarşısı aklıma gelir. Oralara işim düşmeden önce, açıkça söylemek gerekirse, sahaflara fakir
insanların gittiğini düşünürdüm, oraları kötü yerler olarak bilirdim. Hafızam beni
yanıltmıyorsa, 10. Sınıfta bir kitabı sadece zafer çarşısında satıyorlardı, oraya gitmek
zorundaydım, tabii ki yerini bilmiyordum ve dedemle gittim . Gittiğimde gördüm ki kitap
okumayı seven birisi için sahaflar tam bir cennet. Sebep belli : Çeşitlilik ve ucuzluk.
Goerge Orwell’ın deneyimleri bence çok değerli .George Orwell sahafın aynı zamanda bir
insan sarrafı olduğunu da bana açık bir biçimde gösterdi . Sahaf bir bir çeşit insanı
gördüğünden, kimin kendini tatmin etmek için kitap ayırttırıp bir daha gelmeyeceğini , kimin
iyi kitapla kötü kitabı ayırt edebileceğini rahatlıkla anlayabilir.sahafların bu özelliklerini bir
dünya yazarından duymak, bendeki sahaf profilini olumlu bir yönde etkiledi . artık sahafkavramını , insanlara bir dolu bilgi aşılamaya çalışan bir hemşire gibi görüyorum .eğer gönüllü
bir biçimde gidersen hemşirenin yanına , eminim kendine birçok şey katacaksın.
Sonuç olarak , bu kitapta üstte yorum yaptığım 2 deneme gibi birçok deneme bulunmaktadır
ancak bu iki deneme benim ilgimi daha çok çektiği için bu denemeler hakkında yorum
yapmak istedim . Benim için , o zamanlarda yaşanan sorunların birinci elden anlatılması
cidden önemli bir edinim olduğundan herkesin bu denemeleri okumasını tavsiye ederim .
|
Akkuş | 1
21302255
Ceylan AKKUŞ
TURK 101 - 11
Neslihan DEMİRKOL
NEDEN HAYATIMIZI ERTELERİZ?
Semih Gümüş’ün Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz kitabını
elime aldığımda “bu kitap bir şeyleri ertelemekle ilgili” dedim. Okuyup
bitirdiğimde hiç de haksız olmadığımı gördüm. “Ben acaba bir şeyleri
erteliyor muyum?” diye sorgulamaya başladım. Aklıma ertelediğim o
kadar çok şey geldi ki elime kağıt kalem alıp bir liste yapmaya başladım.
Liste sayfalara dönüşmeye başlayınca ürktüm ve kalemi bıraktım.
Ertelediğim bu kadar fazla şey varsa ben sanırım hayatımı baştan sona
erteliyorum kanaatine vardım. Kendime neden bir şeyleri ertelediğimi
sordum. Yani beni neler bir şeyleri ertelemeye, bir ileriki tarihe o şeyi
yapmaya itiyor onu düşündüm. Sonuç olarak üç sebep buldum; korku,
kafa karışıklığı ve sabırsızlık.
İçimde varlığını uzun süredir unuttuğum bir korku taşıdığımı fark
ettiğimde epey afalladım. “Bu kadar büyük korkulara sahip olmak beni
korkak bir insan yapıyor bu yüzden anı yaşamaya cesaretim yok ve her
şeyi erteliyorum” diye düşündüm. Gördüğünüz gibi kendimle yüzleşirken
bile korkaklık yapıp erteleme alışkanlığımı anlamlı kılabilmek için
bahaneler uyduruyorum. Korkuyorum çünkü yaşadığım ülke bana güven
vermiyor. Korkuyorum çünkü kötü koşulları değiştirmek için bir
girişimde bulunmadım şimdiye kadar. Korkuyorum çünkü bu girişimleri
yaparsam sahip olduğum şeylerden mahrum kalacağımı düşünüyorum.
Kısacası vurdumduymazlığım, ümitsizliğim ve bencilliğim beni korkak
bir insan yapıyor. Bu korkularım da anı yaşamaktan beni alıkoyuyor ve
ben kendimi güvende hissetmek için bir şeyleri ertelemeyi seçiyorum.
Korkularım kafamı karıştıran en bütük sebep. Ama kafamın karışık
olmasının bir diğer nedeni de kendimi iyi ifade edememem. Yazarken bu
durumla çok karşılaşmıyorum çünkü durup kim olduğuma dair kendi
kendime düşünme zamanım oluyor. Ama konuşurken iş böyle değil. Her
şeyi söyleyip hiçbir şey anlatmamış oluyorum. Kendimi iyi ifade
edemediğim için beni rahatsız eden şeyleri belirtemiyorum, beğendiğim
şeyleri paylaşamıyorum ve sonuç olarak karşımdaki insanın beni
dinlerken dikkatinin dağılmasına sebep oluyorum. Başka bir deyişle
kendi kendimi dinlenmeye değmez bir insan yapıyorum. Bu nedenleAkkuş | 2
hayatta en çok yapmak istediği şeyleri ifade ederken kesin olamıyorum,
bu şeyleri ileriki bir tarihe atmak zorunda kalıyorum. Çünkü bu hayatta
en çok gerçekleştirmek istediğim şeyler benim hayallerim ve ben
hayallerimi kaybetmektense onları hiç ulaşamadığım bir geleceğe
hapsederek güvende tuttuğumu sanıyorum.
Son olarak sabırsız bir kişiliğe sahip olduğum için çoğu zaman
doğru yerde doğru şeyleri yapamıyorum. Sonuç olarak bu erteleme
refleksimi harekete geçiriyor. Her şey istediğim zamanda olmayınca
çabuk vazgeçiyorum ve başka zaman yeniden denemek için erteliyorum.
Bu noktada da hiçbir şekilde yapmak istediklerimi tamamlamış
olmuyorum. Olan harcadığım zamana ve enerjime oluyor. Ertelemenin en
kötü yanının da bu olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi yapmayı ne kadar
ertelerseniz erteleyin sonuç olarak kaybettiğiniz zaman ve enerjiyi geri
alamıyorsunuz. Sadece zaman öldürmüş oluyorsunuz.
Sonuç olarak kendimle ilgili şu karara vardım. Öncelikle
korkularımla yüzleşmeliyim. Mesela herkesin aksine ben bu terör
ortamında okulun tatil edilmesine kesinlikle karşıyım. Terörün en büyük
nedenlerinde biri cahillik. Bu cahillerin bizim de eğitim ve öğretim
hakkımıza müdahale etmesine izin vermiyorum. Kendimi iyi ifade
edebilmek için daha çok kitap okumaya karar verdim. Kitap okuma süreci
hem kelime dağarcığımı geliştirir hem de sabretmeyi öğrenmemi sağlar
diye düşünüyorum. Ne de olsa kitap okumak film izlemek gibi değil.
Sonuca ulaşmak için bazen bir kitap için iki saat değil iki ay bile yetmez.
Artık hayatımı ertelemek istemiyorum. Yapmam gereken çok şeyim ve
belli ki çok az zamanım var. Anı daha çok yaşamak ve yapmak
istediklerimi tam anlamıyla yapmak istiyorum.
Ceylan Akkuş
KAYNAKÇA
1. Gümüş, Semih. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz.Can
Yayınları,2014.
|
Körleşmenin Getirdiği Kazanım
“Körlük, zamanı ve mekânı alt etmeye yarayan silahtır, varlığımızın tek dayanağını
duyularımızla, gerek yapıları gerek kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla
kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur.
Evrende egemen olan kuram, körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri hâlinde beraberlikleri
düşünülmeyecek nesnelerin ve yaratıkların yan yana bulunabilmelerine olanak tanır.
Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada
koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir.” (94) diyor Elias Cannetti Körleşme
isimli kitabında. Bu cümle beni birbirinden farklı düşüncelere sevk etti ve aslında yazarın ne
kadar haklı bir noktaya parmak bastığına kanaat getirmeme sebep oldu. Bazı durumlar bizim
gerçeklere bakmak istemediğimiz anlarda bile gerçekliklerini devam ettiriyor. Kafamda olan
bu kabullenme hâli de çeşitli örneklerle desteklenebilir aslında. Uzay gerçeğini veya modern
fiziği bir körlükle kabul ettiğimiz aşikâr olmakta beraber birçok bilgiyi bir varsayım daha
doğrusu körlük halinde kabul ediyoruz ve bu körlük aslında bize açmaya yetkin olamadığımız
birçok yeni kapıyı açmamıza müsaade ediyor. Ve bu durum aslında evrenin egemen
kuramının körlük olduğunu da bizlere ispat ediyor.
Öğrenme sürecimizde büyük bir atılımı bu körlük öğretisi sayesinde yaşadığımızı
düşünüyorum. Ancak her insan kendi körlük sürecine ulaşıp içindeki benliği çıkarabilmeli
bence. Bunun için Elias Cannetti şöyle diyor “Kien’e göre insanlar özgür oldukları sürece
hiçbir şey öğrenmek merakına kapılmazdı; ancak özgürlüklerinden olup zindanların dört
duvarı arasına girdikten sonradır ki, bir şeyler öğrenebilmek, kültürlerini artırmak konusunda
eşi bulunmaz bir fırsat elde etmiş olurlardı.” (88) Bana burada zindan kelimesinden çağrışım
yapan kitapta bahsedildiği gibi körlük gerçekliği. İnsanın görmek için önce görmemenin ne
demek olduğunu anlaması bilgiye ulaşabilmek için de etrafındaki diğer olgulara karşı kör
olabilmesi ile gerçekleşiyor olmasa da benim bilgi edinme sürecim böyle gerçekleşiyor.
Örneğin bir konuda araştırma yapmaya konmadan önce kesinlikle zihnimin arınması ve bu
araştırmayı sonuca ulaştırabilmek için de kafamın içindeki diğer olguları yok etmem yani
dünyadan irtibatımı koparmam gerekiyor. Bu durumu düşününce de aslında kısa dönemli bir
körlüğe ulaşma hâli benim kişisel ilerlememde yol alabilmem için en önemli kaynak olup
çıkıyor. Bunu her bilgiye ulaşırken yaptığım bir kaynak olarak söylemiyorum çünkü insanın
gözlem yeteneği ile de hiçbir basılı kaynakta ulaşamayacağı bilgilere sahip olabileceğini
biliyorum. Ancak herhangi bir okuma yapmak gerektiğinde veya aklı yormak gerektiğinde
insan körleşmeli ve dünyanın güzelliklerine yüzünü çevirmelidir bence. Bunun hem bilgiyi
edinmede hem de bilgiyi yorumlamada insana inanılmaz bir motivasyon olacağını
düşünüyorum. Bizleri bu dünyada diğer varlıklardan ayıran aklın temel çalışma prensibini de
duyularını istediği gibi yönlendirmesine bağlıyorum. Diğer varlıklar çevresindeki gelişmelere
tüm koşullarda bağlı olmasına rağmen insan hem kendi elverişli çevresini oluşturmakta
muvaffak hem de kendi çevresinde kendini çevreye kapatabilmekte başarılı, bu koşullarda
insanoğlunun gelişmesindeki en önemli pay bence.
İnsan bilinci ile düşünebilen bir varlık ve bilinç insana bazı imkanlar sunuyor daha fazlası
insan bu imkanları ne derece değerlendirebilirse o kadar bilgiye sahip olabiliyor. Ben bilincin
sağladığı en önemli imkânın körleşme olduğunu düşünüyorum, biliyorum ki insan
ulaşamayacağı gerçekliklere bir körlük hâli ile ulaşmış ve bu durduğu yerde kalan
gerçeklikleri ispatlamakta başarılı olmuş bir yapıdır. Aynı şekilde insanın öz gelişiminde de
kendini dünyaya karşı körleştirerek gelişebileceğini daha doğrusu kendini dört duvar arasına
kapatarak bazı bilgilere ulaşabileceğini ve yorumlayabileceğini düşünüyorum.Kaynakça: Cannetti, Elias. Çev. Ahmet, Cemal. Körleşme. Sel Yayıncılık, 2015
Mustafa Berk
|
YARGILAMA!
Onca yıl çalışma, ün peşinde koşma, saygı açlığında bir arayıcı olma, çaba ve
daha birçok şey. Ve hepsi küçük bir kaza ile saniyeler içinde gidiyor ve insanlar
hakkınızda konuşmaya başlıyor. Nedir bu, kader mi? Tanrı`nın bir yaptırımı mı? O
kadar çalışmanın, uykusuz gecelerin sonucu bu mu olmalı? İnsanların boş laflarına,
çıkarımlarına, acıyan bakışlarına boyun mu eğmeli? Hiç sanmıyorum. Hep beraber
düşünelim hadi sebeplerin ne olabileceğini. Her ne kadar insanlar bunun kaderin bir
cilvesi olduğunu düşünse de, asıl sebep bence çok daha farklı ve bir bakıma da çok
önemli. Ne mi olabilir?
Bir doktor olduğumuzu varsayalım. En iyilerinden biri. Hayatımız boyunca
çalışıp kendimizi geliştirme, en iyiye ulaşma yolunda pratik yapmışız ve hiç
beklenmedik bir günde trafik kazası geçirince ellerimiz işlevini yitirmiş. Ardından
insanlar konuşmaya başlar. Kazazedenin artık işe yaramayacağını iddia ederler.
Gayet olağan bir olay. Aslında her gün bu tarz olaylar başkalarının başına geliyor, illa
ki bir doktorun başına gelmesi gerekmiyor tabii ki. Her gün insanlar kendileri için
önemli olan varlıkları kaybediyorlar ve başkalarının yargılamalarıyla karşı karşıya
kalıyorlar. Aileleri, sevdikleri, hatta manevi değerleri olan hatıraları uçup gidiyor
hayatlarından. Komik geliyor biliyorum ama çok sevdiği bir arkadaşından hediye
gelen bir kalemi kaybedince günlerce ağlayıp kalemi arayan bir arkadaşım var.
Dürüst olmak gerekirse onu yargılamıştım. Bir kalemin bu kadar önemli olabileceğini
düşünememiştim. Daha sonradan öğrendim ki arkadaşını kısa süre önce bir trafik
kazasında kaybetmiş. O gün anladım ki, küçük gibi gözüken bu tarz şeyler başkaları
için çok önemli olabiliyor. Bunları her zaman göz önünde bulundurmak lazım tabii
birini yargılamadan önce.
Neden birilerini yargılarız? Nedir amacımız? Amacımız kendimizden farklı
olan birini kendimize benzetmeye çalışmaktır. En azından benim fikrime göre budur
insanların birini yargılamadaki amacı. Başkaları tarafından çok yargılandığımı
söyleyebilirim. Neden olduğunu anlamadığım bir şekilde davranışlarım, konuşma
şeklim ve olaylara bakış açım başkalarınınkinden çok daha farklı imiş. Bunu da banayakın bir arkadaşım çok kibar bir dille izah etti. Komik olan şu ki, bunu öğrenene
kadar kafamda devamlı yeni şeyler kuruyordum neden bana garip bir şekilde
davranıldığı ile ilgili? Sanırım yengeç burcu olmamdan kaynaklanıyor bu problemim.
İnsanların neden böyle davrandığını onlara sormandan önce kendi kendime fikirler
üretiyorum. Bu davranışımdan kurtulmak için çok uğraştım ve çabalarım sonucunda
kurtulduğumu mutlulukla siz okurlarımla paylaşabilirim. O günden beri kimseyi
yargılamıyorum ve çok mutluyum. Ne gerek var ki başkalarının sorunlarını,
kusurlarını kendimize dert etmeye. Hem bizim yaşam enerjimizi götürüyor hem de
çevremizin. Başkalarını hiç sıkılmadan yargılayıp, onların heveslerini kırmak üzere
eleştirenler genelde yapacak hiçbir şeyi olmayan, hayattan sıkılmış, zavallı insanlar.
Bu eski alışkanlığımın bana onlardan geldiğini düşünüyorum. Onları hayatımdan
uzaklaştırmamla birlikte hayatım güzelleşti, aydınlandı. Her gün çok daha rahat
uyuyor, çok daha rahat, sevinçle uyanıyorum. Size de aynısını tavsiye ediyorum.
Eğer çevrenizde varsa böyle insanlar, devamlı başkalarını yargılayan ve onların
kusurlarını yüzüne vurup bundan zevk alan, onlardan uzaklaştırın kendinizi. Arkanızı
dönün ve koşmaya başlayın. Çok daha mutlu hissedeceksiniz.
1
Biz insanlar sadece ve sadece kendimizden mesulüz. Neale Donald Walsch2
’ın dediği gibi “Başka bir ruhun yolculuğunu yargılamak sana düşmez.” Bir insanın
kendini yargılaması başkalarını yargılamaktan daha zordur. Kendini yargılamayı
başarabilen insan bilgelik mertebesine her geçen gün daha da yaklaşır ve bizim de
1 Google Resimler
2 Pinterest.comamacımız bu olmalı. Her zaman başkalarından önce kendimizi yargılamalıyız.
Başkaları tarafından ne kadar yargılansak, ne kadar eleştirilsek de hiçbir zaman
onlarda kusur aramamalıyız. Bilakis kusur örtmeliyiz. Başkaları ne düşünürse
düşünsün, ne söylerse söylesin gerçek olan bir şey var ki “hiçbiri bizi ilgilendirmez.”
Mutlu olmak istiyoruz değil mi? Çok kolay. İnsanları üzmeyip, kalp kırmayacağız. Bir
kere onları ve onların kusurlarını koşulsuz sevmeyi başarabildik mi çok daha mutlu
hissedeceğiz. Bu yüzden bebekler çok mutlu. Ne olursa olsun onlar koşulsuz
severler ve bu dünyadaki en güzel şeydir. Koşulsuz, saf sevgi.
3
Adilhan ADİL
3 Pinterest.com/Neale Donald Walsch
|
Korkularımı Yenmeyeceğim
Biz daha doğmadan, anne karnında suyla haşır neşir oluyoruz, suyun içinde yaşıyoruz âdeta.
Bunu öğrendiğimden beri insanların suya, denize olan korkusunu hiç anlamam. Belki de beni 5
yaşımda denize bırakıp artık kendi kendine yüzeceksin alış artık buna demelerindendir. Suya, denize
olan bağımlılığım, sevgim bir başkadır benim. Asla korkmadım, korkmamda bir sürü kötü tecrübe
yaşamama rağmen. Yaşayabilir, şu an bende sudan korkan ve saatlerce denizde kalmayı bırakın,
ayağını bile sokamayan bir insan olabilirdim. Ama ne yazık ki insanlar birbirlerini korkularıyla
yargılarlar. Çünkü korkularıdır insanları güçsüz kılan. Aynı zamanda korkularıdır insanları insan yapan.
Defalarca sevdikleri tarafından kırılan, en yakını tarafından dolandırılan ya da en basitinden geçmişte
yaşadığı kötü bir anısı yüzünden yavru bir kediden bile korkan insanın ne kadar üstüne gidip
‘korkularında yüzleş, onları yen artık’ diye emir verebiliriz ki? Aldatılan bir kadının tekrar aldatılma
korkusunu yenip size körü körüne bağlanmasını nasıl sağlayabilirsiniz mesela siz erkekler? Ya da
küçükken onu terk eden kedisi yüzünden kazandığı terk edilme korkusunu nasıl bir anda silip hayatına
devam etmesini isteyebiliriz bir düşünsenize. Bunlar verebileceğim en basit örnekler elbette.
Daha önce de dediğim gibi korkular insanı hem güçsüz kılar hem de insanı insan yapan en
önemli şeylerdir, hayatı şekillendirir, yönlendirir. Balık Öyküleri kitabında Grey’in şöyle bir notu var; ‘’
Önemli olan, balığın peşinde denizler, dalgalar açmaktır, onları öldürmek değil...’’(syf.53). Bu cümlede
geçen balıkları korkularımıza, denizleri ve dalgaları da bizlerin hayatına benzettim ben. Korkularımızı
yenmek, dahası onları öldürmek zor ve zaten böyle bir şeye de gerek olduğunu sanmıyorum. Önemli
olan korkularımızı yenme safsatasından kurtulup onlarla yaşamayı ve onları kabul etmeyi öğrenmek.
En azından daha basit ve sancısız bir yol bu bana göre. Çünkü insanların bana neyi yapmalıyım ya da
neyi yapmamalıyım diye verdikleri gereksiz öğütlerden ve korkularımla var olup onları kendi çapımda
kabullenmeme rağmen insanların hâlen bu korkularıma aşina olmak istememelerinden aşırı
bunaldım. Uçsuz bucaksız denizlerde, sonsuz okyanuslarda korkusuzca yaşamak, beni ben yapan,
zayıflıklarımla, hatalarımla, kusurlarımla var olup kimseye hesap vermeden uzun ve huzurlu bir
uykuya dalmak istiyorum artık. Her ne yaptıysam ve neyin bedelini ödüyorsam bu cezanın bir sonu
olmalı artık. Çünkü ben çok yoruldum ve bu yorgunluğun getirisi olan asık suratım ve zehirli
kelimelerimle insanları daha fazla incitmek ve onlara laf yetiştirmekle harcadığım zamanımı beni hak
eden ve bana değer veren kişilere veremediğim için pişmanlık yaşamak istemiyorum daha fazla. Bazı
insanlar etrafındaki güzellikleri göremeyecek kadar kör, bazı insanlar ise fazlasıyla acımasız ve
gereksiz geliyor artık. Zamanında hayatımı ne kadar mahvedecek, korkularımla alay edip güçlü
yanlarımı değersiz kılacak ve zayıflıklarımı gün yüzüne çıkarmayı görev bilecek insanları hayatıma
soktuysam, bunun cezasını yeterince çektiğimi düşünüyorum. Artık ben de mutlu olmak, etrafa ışık
saçmak, yaptığım ufacık hatalardan pişman olup bedel ödememek ve iç huzurumun eski hâline
dönmesini istiyorum. Bunların gerçekleşmesi için de en ufak bir çaba sarf etmek istemiyorum
açıkçası. Çünkü ben bunları çoktan hak ettim! Herkesten çok hak ettim hem de. Sadece bana uygun
en mavi okyanusta beni seven ve bana değer veren, beni korkularımla kabul eden ve bu korkularımın
başıma açtıkları sorunlarda bana destek olan insanlara ihtiyacım var. Artık bu dünyada yaşamaya
değer ve yaşadığım her dakikaya minnet duyacağım anlara ihtiyacım var.
|
Ayça Sert
21802061
YİRMİNCİ YAŞ GÜNÜ
Çocukken doğum günlerinin anlamı hediyelerle sınırlıydı. Ne kadar fazla hediyeniz
varsa, ne kadar çok kişi tarafından doğum gününüz kutlanıyorsa ve isteklerinizin ne kadarı
yerine getiriliyorsa o kadar çok sevildiğinizi düşünürdünüz. O zamanlar yirmili yaşlar biz
çocuklara uzak görünürdü. Oysa şimdi yaşım yirmi eşiğine dayandı dayanacak. Yetişkinlik ve
çocukluk çatışmasının gürültüsünü zihnimde hissedeceğim yıllara ayak basmak üzereyim.
Derler ya hep “Belli bir yaşa geldik artık,” diye, şimdilerde o yaşın yirmi olduğunu düşünmeye
başladım. Bu yaş kapısının eşiğine adımımı attığım gibi yirminci yaşın kalan yaşamımızın bir
provası olduğu hissiyatına kapılıyorum. Büyümek denen bu çıkmazı da şu sözlerle anlatıyor
bize Murakami: “Ben henüz yaşam denen şeyi tam olarak kavramış değilim. Gerçekten de.
Yaşamın nasıl işlediğini tam anlayabilmiş değilim,” (Murakami, 2019, s. 47). Bir genç kızın
yirmi yaşına girdiği akşam başına gelen ilginç bir olayı konu edinen bu kısacık öykü yüreğime
azıcık da olsa su serpemeye yetiyor ve doğum günlerinin gerçek anlamını yüreğimizde
değiştiren bir büyü yapıyor sanki Murakami.
Doğum gününü enteresan kılan şey evrensel bir konu olmasıdır. Bu dünyada doğum
günü olmayan bir kişi bile yoktur. Doğum gününü bilmeyen, doğum günü kayıtlara geçmeyen
insanlar da olabilir fakat, elbet bir gün doğmuş olduklarını biliyoruz. Bu yüzden “Bugün benim
doğum günüm olsun,” diye karar verdiklerinde kimse onlara karşı çıkmaz. Birisi de çıkıp “Sen
o gün doğmadın ki o günü doğum günün seçemezsin,” diye itiraz edemez. Doğum günlerinin
güzelliği budur işte, Adaletsiz ve acımasız zihniyetli insanların yaşadığı bu dünyada herkese
eşit bir şekilde dağılan ve herkesin empati kurmayı başarabildiği tek şey olarak kalmasıdır.
Dünyada adil olan nadir şeylerdendir. Doğum günleri renk, din, ırk, cinsiyet ayırmadan tüm
insanlar için o yirmi dört saati özel kılar. Zengin de olsanız fakir de olsanız, sadece o günden
bir tane sahip olabilirsiniz. Ünlü de olsanız tanınmayan bir kişi de, o gün sizin için sadece bir
kere kutlanılabilecektir. Doğum günleri aynı zamanda bağışlayıcıdır da. İyi de olsanız kötü deAyça Sert
21802061
olsanız sizi bu özel günden mahrum etmek istemez asla. Herkese bu “özel gün” adaletli olarak,
herkes için sadece bir gün olacak şekilde eşitçe dağıtılmıştır. Bu durumun bu kadar adil olması
muhteşem bir şey değil midir?
Doğum günümü kutlamayı oldum olası sevmezdim. Çünkü ortada kutlamaya değer bir
şey olmadığını düşünürdüm ve bu gün için çıkan yaygaraya asla anlam veremezdim. Oysa bir
yaştan gün alıp almamak ya da yaşınızın artması değil konu. Çünkü kutlanan aslında yaşınız
değil ya da bugüne kadar hayatta kalabildiğiniz için bir tebrik kutlaması değil. Konu dünyadaki
varlığınızın başlangıcını kutlamaktır, yani kutlanan varoluşunuzdur. Eğer doğmamış olsanız,
sizi tanıyanların varlığını algılayamadığınız için onlar sizin için asla doğmamış olacaktı ve eğer
ki onlar doğmamış olsaydı sizin varlığınızı, varoluşunuzun başlangıcı olan doğumunuzu
kanıtlayan tek bir ipucu bile olmayacaktı. Aslında doğum günleri bu basit nedenden dolayı
kutlanıyor: Sizi tanıyanlar varoluşunuzu, siz de onları algılamış olmayı kutluyorsunuz.
Klişeleşen bu geleneğin temelinde “Evet, buradasın ve iyi ki beraber var olabiliyoruz!”
heyecanı yattığını anladığımız zaman doğum günlerinin enteresan dünyasının kapısını
aralayabiliyoruz. Bu kapıdan içeri adımımı attığım zaman Murakami’nin bana o günün benim
için gerçekten özel bir gün olduğunu ve bu güzel eşitliği kutlamamız gerektiğini düşündüğünü
fısıldadığını şimdiden işitiyor gibiyim.
Doğum günlerini konu edinen öyküleri içeren bir seçki oluşturmaya karar vererek çıkar
bu yola Murakami ancak kitabın eksik kaldığını düşünüp bir tane de ben yazayım der. Bir
yazarın seçkileri okurken faydasını gördüğü şeylerden biri de budur. Bir tema üzerine seçkiler
okunurken sizin de zihninizde âdeta bir ışık yanar. O yüzden Murakami büyülü değneğini
yüreğime dokundurunca ben de bir tane yazıvereyim diyorum. Son ana dek o akşam büyük bir
değişim olmasını bekleyen doğum günü kızı gibi ben de o günümü hatırlanabilir kılacağım.
Sahi, peki siz yirminci yaş gününüzü hatırlıyor musunuz?Ayça Sert
21802061
Kaynakça:
Murakami, Haruki. Doğum Günü Kızı. Çev., Ali Volkan Erdemir. İstanbul: Doğan Kitap,
2019.
|
Saadet Selen Arıduru
İNSAN OBJE VE KUTSALLIK
İnsanoğlu değiştirmeye ve dönüştürmeye meraklıdır. Düşünebilen varlıklar olarak,
hayatta sürekli birtakım şeylere yeni anlamlar yüklemeye, onları farklılaştırmaya ve hatta
yozlaştırmaya meyilliyiz. Elimizin değdiği yere güzellik götürebildiğimiz gibi; kötülüğe,
acıya da boğabiliriz şu dünyayı. Kitap beni çok eski ve “kutsal” bir yolculuğa çıkardığında
aklımdan bu düşünceler geçiyordu. Çok büyük anlamlar ve değerler yüklenmiş kutsal
şamdanın peşinden yaşlı adam (acıyla sınanmış kişi) Benjamin ile birlikte ben de oradan
oraya sürüklendim. Benjamin şamdanı kurtarmanın derdine düşmüşken, ben de kutsallık
olgusunu sorguladım. Kutsal olan, belki de sadece insanlar kutsallaştırdığı için kutsaldı.
Şamdan gerçekten Tanrısal bir şeyle bezenmiş miydi bilmiyorum ama tarihsel ve dinsel
açıdan bir toplumun kalbinde yer ettiği ve tüm haşmetiyle onları aydınlattığı belliydi. Ortak
bir değer uğruna insanların dünyanın her neresinden olursa olsun, ister küs ister barışık, ister
tanıdık ister yabancı, ne denli birleşebileceğine ve mükemmellikle organize olabileceğine
şahit oldum.
Yolculuk boyunca yaşlı ve bitkin Benjamin ile şamdanın sonunu merak ederken,
benim için değerli olan şeyleri düşünmeye başladım. Bir obje için değil belki ama bir insan
için bir sürü sıkıntıya katlanabilir ve şehirler, ülkeler arasında sürüklenmeye razı olabilirdim
belki. Çünkü bazen bazı insanlar var olduğu için yaşadığımızı düşünürüz, onlarsız bir hayat
düşünemeyiz ve yokluklarını hayal bile etmek istemeyiz. Gönülden, coşkunlukla bir sevgi
besleriz ki sevgi dünyayı ayakta tutan elementlerden biridir. Sevgi tıpkı kutsallık gibi dünyevi
olmanın ötesinde bir şeydir. Değerli olanı değerli yapan ona duyduğumuz sevgidir. Sevmek
ve sevilmek uğruna onca sıkıntıya katlanıyoruzdur belki de. Aslında her zaman hayat
tarafından sevilmek ve hayatı sevmek için çabalıyoruz. Başımıza gelen tüm kötü şeylere isyan
ederken aslında hayat bizi sevmiyor diye hayıflanırız. Sevgi arayışlarına gireriz ve asla
doymayız. Kim sevgiye doyabilir ki?
Birçok insan hayatta bir amacı olduğuna inanır. Sadece yaşamış olmak için yaşadığını
düşünmez. Hayatı önemsemeyen biri bile kendine mutlaka küçük küçük hedefler belirler.
Ama dünyevi ama ilahi herkes kendine edindiği işleri veya başkalarının (belki de Tanrı’nın)
verdiği görevleri yerine getirmek için uğraşır. Ben bana verilen bir görev var mı, Tanrı beni
niye yarattı bilmiyorum ama hayatı her daim sevgiyle kucaklamaya ve sıkıntılarla mücadele
ederek yaşamaya gayret ediyorum. Benjamin’in görevi kutsal olanla sınanmak, şamdanaşahitlik etmekti. Ne kadar kutsal olursa olsun bir eşyaya bu kadar saplantılı kalmanın kötü bir
şey olduğuna inansam da, Benjamin’in sabırla ve azimle görevini tamamlama istediğine,
yaşlılığa ve yorgunluğuna aldırmadan tek başına bütün bir halkın sorumluluğunu, kaygısını
üstlenmesini saygıyla ve hayranlıkla karşıladım. Kutsal olanı koruma amacı ve sevgisi,
görevini tamamlama aşkı Benjamin’e dayanma gücü vermiş ve hatta ömrünü uzatmıştı.
Şamdanın yolculuğunun başlangıcına da bitişine de şahit olan ilk ve son kişi oydu ve şamdanı
huzura kavuşturunca kendi görevi de hayatı da son buldu.
Kutsal bir eşyaya adanan bir ömür aslında kulağa o kadar ürkütücü ve anlamsız
geliyor ki… “Kutsal”a değil de “eşya”ya çekilen dikkatim belki de bana anlamsız olduğunu
söylüyor. Romanda şamdanın bir eşyadan çok daha fazlası olduğu aşikar. Şamdan sadece bir
simge; birliğin, güzelliklerin, huzurun ve acının son buluşunun simgesi. Şamdan yaban
ellerdeyken halk da darmadağın,düşman memleketlerde. Ne zaman ki şamdan güvende, o
zaman insanlar da güvende. Ancak yine de sormadan edemiyorum, bir eşyaya yüklenen bu
denli anlam ve değer, duygulara düşüncelere veya insana yüklenseydi daha doğru olmaz
mıydı?
|
Hüsna Kübra Yeşildal
KORKMA, SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK1!
Türk milletine ait destanları okuma fırsatı
buldunuz mu hiç? Her biri, ayrı ayrı ve çok
yüklü hazineler barındırır. O duygu, her birinde
inanılmaz bir incelikle okuyanın içine işlenir.
Türk tarihini biraz övmekte haklıyım galiba bu
durumda. Çünkü tarihimiz hep destansı
mücadeleler ve zaferle dolar taşar. Parlayan gözlerimiz gururumuzu ele verirken, diğerlerinin gıpta
ile baktığı ve adından sürekli söz ettiren tarih bizimkisi işte. Olabildiğince, her zaman ve her yerde
övünmeliyiz bu değerlerimizle. Mustafa Kemal’in de dediği gibi “Ne mutlu, Türk’üm diyene!”2. Yalnız
bu önemli özdeyişten çıkarılan yanlış anlaşılmaları da aklımızdan silmeliyiz. Öyle ki, burada
kastedilen, ülkesi ve ülkesinin tarihi için savaşan her Türkiye vatandaşının ruhunda, Türk tarihi ve
şerefinin, inceden inceye var oluşudur. Bu gururu yüreğinde taşıyan bizler; ülkemiz topraklarında
paylaştığımız tüm değerleri önümüze koyarız ve tek ortak sevincimiz vatan sevgisi dahi olsa,
kardeş sayarız birbirimizi. Hepimiz, tarihimiz ile ilgili hatırlatmalar yapıldığı her an duygulanırız ve
bu bizim milli birlik ve beraberlik duygumuzun, içlerimize ne kadar da güzel işlendiğinin bir
göstergesidir. Biz, vatanımız ve bağımsızlığımızın göklerde dalgalanan simgesi, bayrağımız için,
tek vücut olmuşuzdur çünkü. Arif Nihat Asya ne kadar da güzel söylemiş, burunlarımızın direğini
sızlatan Bayrak şiirinde;
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.3”
1 Mehmet Akif Ersoy-İstiklal Marşı(şiir) bkz. ilk dize
2 Mustafa Kemal Atatürk tarafından ilk kez 10. Yıl Nutkunda kullanılmıştır. Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1972 yılında öğrenci andına da eklenmiştir.
3 Arif Nihat Asya-Bayrak(şiir) bkz. ilk kıtaTürk milletinin her ferdi, feda edebileceği tüm maddiyatını bir kenara bırakmış ve vatanı için,
bayrağı için, canını ortaya koymuş. Böyle kahramanlıklarla bütünleşen, işte böyle bir aşktır vatan
ve bayrak Türk töresi için. Bir sevgi değil, sevgiden de öte…
O ay yıldızın yere düşmesi ise korku değil, korkudan da öte,
ölümcül bir illete yakalanmak gibidir. Bizler öyle bir nesiliz ki,
vatan uğruna feda edilmiş binlerce nefesden emanet
almışız bugünümüzü. Şehitlerimizin, yitip giden hayatların
arkasından, ateşin düştüğü küçücük hanelerde dahi, tek bir
söz işitilir; “Vatan sağ olsun…” Bugün, her şehrimizde,
başımızı çevirdiğimiz birçok yerde; zaferlerimizin,
bağımsızlığımızın ve şehitlerimizin anısına, göndere çekilmiş şanlı bayrağımızı her gördüğümüzde,
dualarımızı eksik etmememiz gerekir. Kanımızda dolaşan, bu asalet dolu şan ve şerefimiz için her
birimiz şükür borçluyuz Allah’a. Şairlerimiz, elbette ki, benim onlarca kelime ile anlatamadığımı,
birkaç dize ile anlatıp titretiveriyorlar ruhumuzu. Orhan Şaik Gökyay diyor ki;
“Bu vatan, toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır;
Bir tarih boyunca, onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir…4”
Mithat Cemal Kuntay’ın bir deyişinden de yola çıkarak gururlu bayrağımızdan bahsedeyim
biraz. “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.5”
demiş değerli ustamız. Ay yıldızlı, al bayrağımız; bu sözü birebir yaşatan cinsten bir örnek teşkil
ediyor bana sorarsanız. Her ülkenin bayrağı bütünüyle bir bağımsızlık sembolüdür ancak, üzerine
işlenen detaylara da ayrı ayrı anlamlar katılır. Türk bayrağında gördüğümüz kırmızı renk,
düşünmeden vatanı uğruna canını feda eden Türk askerinin kanını temsil ederken, hilal
Müslümanlığımızın simgesi ve yıldız ise büyük çabalarla kurtuluşa erdirilmiş Türkiye
Cumhuriyeti’dir. Nasıl da güzel sembolize ediyor milletimizi güzel bayrağımız…
4 Orhan Şaik Gökyay-Bu Vatan Kimin(şiir) bkz. ilk kıta
5 Mithat Cemil Kuntay-On Beş Yılı Karşılarken(şiir) bkz. son beyitBiz ki, zamanında üç kıtaya birden sahip olmuş ve önderlik etmiş, adıyla sanıyla şanlı Türk
milletinin torunlarıyız. Ecdadımızın, topraklarımızı “vatan” haline getirirken içerisine girdikleri
vaziyeti ve bu bağımsızlık mücadelelerine, canları pahasına girerek, bayrağımızın ufukta göğsünü
gere gere dans etmesini sağladıkları gerçeğini, tüm hücrelerimizle hissedebilmeliyiz.
Unutulmamalıdır ki bu milletin alnı açık birer üyesi olarak; sahip olduklarımız, yaptığımız veyahut
yapacağımız her şey bize emanettir. Öncelikle yolumuzun açık olmasını diliyorum ve milli
şuurumuza ters düşebilecek her şeyden olabildiğine uzakta seyredilmesini temenni ediyorum.
Saygılar…
KAYNAKÇA:
https://tr.wikipedia.org/wiki/Ne_mutlu_Türküm_diyene
http://www.siir.gen.tr/siir/o/orhan_saik_gokyay/bu_vatan_kimin.htm
http://www.dersimiz.com/siir-2303-On-Bes-Yili-Karsilarken-Mithat-Cemal-KUNTAY.html
http://www.siir.gen.tr/siir/a/arif_nihat_asya/bayrak.htm
|
Gaye Aşkın
EVRİM BİR TEORİ DEĞİL, GERÇEKTİR
Evrim, çok uzun süredir tartışma halinde olan ve gündemden düşmeyen bir konu
günümüzde. Kabul edenler olduğu kadar etmeyenler de var. Özellikle, evrimin din ile çeliştiği
iddiası en bilinen tartışma konusudur. Bunun yanı sıra birçok bilimsel bulguya rağmen
evrimin saçma olduğunu iddia eden ayrı bir grup insan da bulunmakta. Elbette bu eleştiriye
açık bir konu fakat evrimi göz ardı etmek de bir yanılgıdan ibarettir sadece benim gözümde.
Bu konu, 14-15 Ekim tarihlerinde Bilim ve Ütopya dergisi tarafından düzenlenen Evrim
Dersleri seminerinde detaylı bir şekilde tartışıldı ve incelendi. Evrimi anlamaya meraklı birçok
farklı insanı bir arada görmek ve onlardan biri olmak beni de hayli mutlu etti.
Evrim, üzerinde düşünülmesi ve muhakkak irdelenmesi gereken bir konu. Çünkü yanlış
yerlere çekilmeye ve manipüle edilmeye çok açık. Yani sonucunda evrimi kabul etmeyen biri
olsanız bile önce anlamaya çalışmanız, okumanız ve sorgulamanız gerekiyor. Zannımca zaten
bunlardan birini bile yapıyor olsanız evrime karşı bir tavır almaktansa merak edip araştırmaya
devam edersiniz. Evrim hakkındaki ilk büyük yanılgı ya da tabu: Maymundan gelme
düşüncesi. Öncelikle bu algı bir şeyleri yarım yamalak okuduktan sonra çıkarılan bir sonuçtan
ibaret. Birçok insanın “Benim atam nasıl bir maymun olabilir?” gibi yakarışları ve akabinde
Darwin’i suçlamaları en alışılageldik durumlar. Fakat asıl olan, yani Darwin’in kast ettiği
durum şudur: Evrim, canlıların ortak ata/atalara dayanan köklerinin milyonlarca yıl boyunca
birbirinden türeyerek ve gelişerek oluştuğunu açıklamaktadır. Yani insan ile şempanze
yaklaşık 6 ila 7 milyon yıl önce ortak bir ataya sahiptiler. Kısacası insanlar maymundan
gelmedi sadece ortak bir ataları vardı. Tek hücreli canlılardan itibaren başlayan bu serüven
milyarlarca senelik sürecin ardından insanda son buldu. Tabii bu demek olmuyor ki evrim
artık yok elbette ki var hatta öncekinden çok daha hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. Özellikle son
yıllarda evrimin hızının 100 katına çıktığı söylenmektedir. Ayrıca genel olarak baktığımızda
evrim sürekli gelişim içinde ve bizler de bunun bir parçasıyız. Evrimi sadece fizyolojik bir
değişim ve gelişim olarak düşünmemeliyiz. Aynı zamanda sosyal, dilsel ve psikolojik gelişim
açısından da düşünmemiz gerekir. Genelde evrimin tek bir odak noktası varmış gibi algılıyor
çoğu kişi fakat bu bahsettiğim diğer değişimlerde evrimi evrim yapan temel taşlardır. Bu
değişkenleri yok sayarak yani evrimin tek bir açıdan değerlendirmek, tabular üzerinden
eleştirmek ve sorgulamadan araştırmak evrime zarar veren yaklaşımlardır.
Bir başka açı ise evrim ile dinin çeliştiği düşüncesi. Bu bakış açısı, belli bir kesim insanın ön
yargı ve tabularıyla besleniyor ve yayılıyor. Seminerin ikinci gününde de sıklıkla değinilen bu
konu birçok İslam aliminin, evrimin mümkün olabileceği ile alakalı varsayımlarını ve bununla
birlikte bir kısmının da uzun sürmüş araştırmalarının olduğunu gözler önüne seriyor. Bu
bizlere açıkça gösteriyor ki inanç sistemlerimiz, dinimiz evrimi anlamaya bir engel değil.
Seneler evvel daha az kaynağa ulaşılan bir dönemde araştırmaktan, sorgulamaktan
vazgeçmemiş bilim insanlarına karşın günümüzde bu kadar çok kaynağa kolay erişiminGaye Aşkın
olduğu bir ortamda ön yargılarla hareket etmek ilkel bir davranış olmaktan öteye geçmez.
Kaldı ki Darwin dindar bir protestandır. “Evrimin babası” olarak bilinmesinde büyük katkısı
olan Türlerin Kökeni kitabının sonunu şu şekilde sonlandırmıştır.“Yaradanın başlangıçta
bütün özünü birkaç ya da bir biçime üfürdüğü yaşamı böyle anlayan ve böylesine basit bir
başlangıçtan en güzel, en olağanüstü biçimlerin türemiş ve türemekte olduğunu kavrayan bu
yaşam görüşünde gerçekten yücelik vardır.”(519) Buradan anlaşılacağı üzere, başta Darwin’i
hedef göstererek onu ve evrimi kabul eden tüm insanları dinsiz olmakla suçlamak asılsız bir
iddiadır sadece. Dindar olup evrim kabul etmek aykırı bir davranış değildir. Veyahut evrime
inanıp ateist olmak da mümkün. Evrim üzerinden bu etiketleri yapıştırmak çok daha kolay
zedeleyebildiği için insanları, belli bir kesim de bunu prim yapmak için kullanıyor. Halbuki her
iki durumda insanların kendi değerleriyle ve onlara verdikleri önemle alakalı şeylerdir. Yani
ikinci veya üçüncü şahıslara yorum yapmak ve eleştirmek onlara düşen görevler değildir.
Evrim bütünüyle düşünmeye, araştırmaya ve sorgulamaya teşvik eden bir olaydır. Bunu
reddetmek mesela bunu evrim konusu müfredattan çıkararak yapmak bilimsel düşünce
tarzına vurulan bir kettir. Maksadın eleştirel ve analitik düşünme becerilerini geliştirmek
olması gereken bir dünyada evrim gibi bir gerçeği reddederek, varlığımıza dair şüphelerin bir
safsatadan öte olmadığı fikrini dayatıyor bizlere. Fakat halen saygıdeğer bilim insanlarımızın -
Aziz Sancar- gibi evrimin bir inanç meselesi olmadığını bir gerçek olduğunu dile getiriyor
olmalarını bu konuya yaklaşımları olumlu etkileyen bir gelişmedir. Halen evrimi anlamak ve
anlatmak için uğraşılıyor olması ve zamanla da ilginin artıyor olması ben ve benim gibi
meraklıların hayli tatmin eden bir durum. Bunun giderek artmasını dilemek ve anlamak-
anlatmak da bizlere düşen bir görevdir elbette.
Kaynakça
Darwin, Charles. Türlerin Kökeni. Çev. Öner Ünalan. Evrensel Basım Yayınları. 201
Evrim Dersleri, 14-15 Ekim, 2017, Ankara, Bilim ve Ütopya Dergisi.
|
Cennetten bir parça: Datça
//* Nehir Erdem
Datça, Akdeniz ve Ege'nin kesiştiği noktada bulunan, Muğla'ya bağlı bir belde, benim
tanımımla ise, cennet ön gösterimi. Üç yaz kadar önce aklıma koymuştum Datça'yı
görmeyi. Ne var ki kimseyi ikna edememiştim benimle gelmeleri için. Malum, birçok
insanın tatil anlayışı bütün gün güneşin altında uyuyup arada denize “batıp çıkıp”, akşam
olunca da gece hayatına karışmak. Ben ise tatil olarak huzur arayanlardanım. Sahilde ya da
havuz başında Demet Akalın'ın ya da başka bir mevsimlik şarkıcının şarkılarını ezberlemeye
mecbur kalmaktansa, yaşlıların kurallarının geçtiği bir beldede huzurdan ölmeyi tercih
ederim. Tatil demek, dinlenmek demek değil mi? Şehrimde de eğlenebilirim ama şehirde
huzur nerede? Bu yüzden emekli mekanı olarak tabir edilen beldelerden vazgeçemiyorum.
Yıl içinde kirlenen ruhumu buralarda temizliyorum işte, bir nevi meditasyon yani.
Sonunda, annemi ikna edebildim, merkezde bir otel buldum ve Datça'ya biletlerimiz alındı.
Bu otobüs biletlerinin ayrıca birer “roller coaster” bileti olduğunu ise dokuz saatlik
yolculuğumuzun son iki saatinde anladık. Ama ne demişler, cefa çekmeden sefa sürülmez.
Muğla'ya varana kadar her şey sıradandı. Muğla'da verilen molanın ardından tırmanmaya
başladık. Dağları tepeleri aştık, korkunç uçurumlardan geçtik. Tek şeritli dar bir yol,
kocaman bir otobüs ve bu otobüsü uçurumdan aşağı yuvarlanmaktan koruyacak yarım
metrelik bir bariyer. Sonunda, tek parça olarak Datça'ya girdiğimizde bütün bu eziyete
değdiğini anladım. Böyle bir güzelliğin yol üstünde olması beklenemezdi; ona ulaşmak
biraz zahmetli olmalı ki öyle herkes gelmesin, keşfetmesin burayı.
Doğa ananın dağların arkasına sakladığı bu cennet parçasının halkı da keşfedilmekten,
Bodrum ya da Antalya gibi bir turizm mekanı haline gelmekten kaçınıyor. Gözlemlediğim
kadarıyla, yerli halk burada pek misafirperver değil, insanlar geliyorsa gelsin ama çok
kalmasın, hemen gitsin istiyorlar. Çünkü potansiyel görülen her alana beş yıldızlı bir otel
kondurmak, kocaman bir tesis inşa etmek alışkanlık haline gelmiş bizde. Oysaki Datça'da bu
tarz büyük otellere rastlayamazsınız. Bunun en önemli sebebi Datça'yı kirletmemek,
bakirliğini korumaya çalışmak. Ayrıca halk, gelen insanların Datça'yı artık sömürmeye
başlamasından da şikayetçiydi. Bir otobüs firmasının bürosunda çalışan doğma büyüme
Datçalı bir abi ile sohbet ettik, biz ona sormadan o bize söyledi Datça sakinlerinin veesnafının neden dışardan gelenleri hoş görmediklerini. Datça'da restoranlarda, otellerde,
dükkanlarda, hemen hemen her tarz yerde çalışmış yıllardır. Artık gelen müşterilerin
gittikleri restoranlarda masaya oturmadan önce pazarlık yapmasından, esnafı zarara
uğratmasından yakındı bize. Gerçekten birkaç kez buna şahit olmuştum. Sanırım insanlarda
bu küçük beldenin daha ucuz olması gerektiği gibi bir algı var. Ancak alınan hizmet
İstanbul'dakinden farklı değilken daha ucuza mal edilmesi nasıl mümkün olabilir? Ayrıca
babasının incir yetiştirdiğinden bahsetti. Gözü gibi baktığı ağaçlarda yetiştirdiği incirleri,
insanlar izinsizce ve torbalarca topluyorlarmış. İnsanların bunun hırsızlık olduğunun
farkında olmadıklarını söyledi bize. Oysaki babası o incirleri satarak geçimini sağlıyormuş.
Turistlerin yararından çok zararı olduğunu söyledi durdu.
Gelelim, ben Datça'nın nesine böyle hayran oldum?
Tam olarak havasına ve suyuna... Sıcak ama bunaltmayan, nem seviyesi düşük; oksijeni bol
bir havası; bir bardak sudan daha berrak bir denizi var. Öyle ki, sahilin üstündeki çeşmeler
için koyulan “içilebilir su” manasına gelen tabelayı, ilk anda deniz için “bardağa koy iç”
anlamında koyulduğunu düşündüm. Limanında bile temiz olan deniz, koylarında ciddi
anlamda sürahide yüzüyormuşsunuz gibi hissettiriyor.
Birkaç Datça koyu görme fırsatım oldu ve hayatımın geri kalanını Karaincir'de geçirmeye
karar verdim. Karaincir incecik kumu olan bir sahile sahip. Datça'da taşlık olmayan ve
böylesine berrak olan tek deniz buradaydı. Ayaklarımın altında ipek dokulu bir halı hissiyle
50 metre, belki daha fazla, yürümeme rağmen hala sığ kalabilen bir deniz... Dalga da
olmadığı için insanlar istedikleri kadar açılıp uçsuz bucaksız denizde özgürlüklerini
hissedebiliyorlar. Bir de Palamutbükü ünlü Datça'nın. Ancak burası taşlık ve denize girerken
biraz acı çekiliyor. Buna rağmen Palamutbükü'nü neden bu kadar sevdim bilmiyorum.
Karaincir rüya gibiydi ama Palamutbükü daha samimi, daha gerçekçi geldi belki.
Otelde ayırttığımız günlerin sonuna gelince, mecburen Ankara'ya dönmek zorunda kaldık.
Roller coester maceramız bu sefer yolculuğun başındaydı ve ucunda Ankara olduğu için
daha korkutucu geldi. Tatilimin sonunda kendime yeni bir yaşama amacı edinmiştim, bir an
önce emekli olup Datça'ya yerleşmeliydim.
|
Sümeyra Üstün
Avrupa Ne Kadar İzin Verdiyse O Kadar
Günümüzde Türklerin Avrupa'ya ait olup olmadığı birçok yabancı medya unsurları tarafından
her gün itina ile tartışılmaktadır. Bunun üzerine Sayın Onur Bilge Kula'nın detaylı ve açıklayıcı
incelemesini okuduktan sonra, benim de kafamda bazı şeyler belirdi. Medyada ele alınan konular
çoğu zaman tutarsız bir şekilde yansıtılmaktadır. Bunlara örnek olarak şu gösterilebilir; Türkiye,
Avrupa'ya uygun kültürel bir yapıya sahip değildir. Açıklar mısınız, sevgili Avrupa, sizin kültürel
yapınız nasıldır? Genelgeçer bir kültüre sahip olmadığınız apaçık ortadadır, neden hâlâ kültür
konusu üzerinde ısrarla tepiniyorsunuz? Finlandiyalı bir vatandaşın Portekiz bir insanla aynı kültürü
paylaştığı iddia edilemediği gibi, Avrupa'nın belirli bir kültürel yapıya sahip olmadığı gözle görülür
şekilde bellidir. Avrupa'yı oluşturan da nice farklı kültür, insan ve dildir. İtiraf edilmelidir ki,
Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi durumları geçtiğimiz yılda iyice karmaşık bir hale gelmiştir. Zor bir
dönemden geçen Türkiye, âdeta bir hedef tahtası haline dönmüştür. Avrupa devletlerinin medya
unsurlarının, Türkiye'nin içişlerini felaket bir şekilde göstermeye yönelik çalışmaları maalesef hep
başarılı olmuştur. Almanya'da doğup büyümüş bir Türk olarak şunu söyleyebilirim ki, son birkaç yıl
içerisinde Alman televizyonu ve haberleri Türkiye'yi kapsayan çeşitli konularla dolup taşmıştır.
Dolup taşmakla kalmaz, mübalağalı bir biçimde olayların aktarılması söz konusudur. Bu sadece
Alman medyasına has bir durum değildir, Avrupa'nın farklı devletleri de Türkiye'nin içişlerini
kendilerine dert edinmişlerdir. Haberleri büyük bir şaşkınlıkla, aynı zamanda da olağanüstü bir
sinirle izliyordum. Fakat artık içeriğinin büyük bir kısmını ezberlediğim için, haberleri ve gazeteleri
es geçiyorum. Ve eminim ki, Almanya'da yaşayan Türkler de benimle aynı fikirleri paylaşıyordur.
Var olan ile yansıtılan arasında dağlar kadar fark var, bu farkı Avrupa insanının görmesi mümkün
değildir, çünkü Türkiye'yi yansıtıldığı kadar bilir ve kendi medyasına güvenir. Hal böyle olunca,
Almanların ve tabii ki Avrupalıların bizi kabul etmek istememesi ve barbar bir millet olarak
algılaması ne yazık ki gayet normal bir durum haline gelmiştir. Türk milletinin yaşadığı bu
olumsuzlukları kullanarak, 'kültürel yapı olarak Avrupa'ya uymuyor' demek büyük bir tutarsızlıktır
ve Avrupa Birliği'nin Türkiye Cumhuriyeti'ni kabul etmemesine yardımcı olan bir bahanedir. Buna
ek olarak Avrupa'nın büyük sorunlarından bir tanesinden daha bahsetmek istiyorum; İslamofobia.
Türkiye'nin algılanmasını büyük bir ölçüde etkileyen unsurlardandır. Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin
özgür bir ülke olduğuna inanmak istiyorum, farklı dinlerden birçok insan bir arada yaşıyoruz ve
sanılıyor ki, herkese din konusunda baskı yapılıyor. Böyle bir durum söz konusu olamaz ve
olmamalıdır. Ve tabii ki, ülke içerisinde meydana gelen zorbalıklara göz yumulmamalıdır. Avrupa'da
yapılan propagandalar ve nefret söylemleri ne yazık ki giderek artıyor, Avrupalılar da tedirgin bir
hale getirilmiş durumda. Bu tedirginliğin ana kaynağı, medyanın ve Avrupa'nın kabul etmediği
insanlara yönelik sessiz saldırılarıdır. Bu nedenle, Türkler, Avrupa'nın izin verdiği kadar Avrupalıdır.
Fakat Türkler yüzyıllar boyunca Avrupa'nın etkin bir elemanıydı, savaşlardan sonra kalkınma
yıllarında işçi göçleri Avrupa devletlerine büyük bir katkı sağlamaktaydı. Çoğu Avrupalılardan önce
gelmişlerdi. Çeşitli bölgelere göç eden Türkler, ayak uydurmada ne kadar zorlansalar da başardılar
ve hâlâ yaşamlarını başarılı bir biçimde sürdürmekteler. 1970 yılından önce bir peynir fabrikasında
çalışmak için göç eden dedem, aradan birkaç yıl geçtikten sonra ailesini de yanına alarak yeni bir
hayata adım atmıştı. Benim hikayem de tam da orada başlıyor aslında. Ve hâlâ Türklerin topluma
kabul edilmemesi ısrarla sürüyor ve düşünün, aradan o kadar yıl geçmesine rağmen! Türkiye'de
Avrupa'lı, Avrupa'da ise göçmen... bu insanların kimlikleri artık kafalarını karıştırıyordu. Özünün
hiç bir yerde kabul edilmemesi kadar kötü bir his daha yoktur fikrimce. Gittiğin her yere ayak
uydurmak zorunda kalmak, bu duyguyu en iyi anlayanlardan biri de benim.Kaynakça:
Kula, Onur Bilge. Avrupalılık Nedir? Türkler Ne Kadar Avrupalıdır?. İş Bankası Kültür Yayınları,
|
Sabiha Ulusoy
RENKLİ RÜYALAR OTELİ
“Hayatta iki tane doğru vardır. Kağıt üzerinde doğru olanlar ve doğru olduklarını
hissettiklerimiz.” (E.Baran)
Kadere ve içinde bir şemsiye gibi kapladığı derin felsefeye inanır mısınız? Yoksa siz
kaderi tamamen hür iradenizle kendi yolunuzu çizme olgusu olarak mı görürsünüz? Hayatta
tek bir doğru yok. Aksine birbirinin sağlamasına dahi zıt çıkacak birden fazla doğru var.
Hangisi daha yerindedir, hangisi daha iyidir, hangisi tamdır bilemem. Fakat en nihayetinde,
bildiklerimiz aslında olanlardan daha fazla. Buraya kadar oldukça soyut konuştuğumun
farkındayım. Aslında başka bir kapıya anahtar hazırladım. Hepimizin hayatını esir alan,
düşüncelerini sorgulatan ve mutlaka bir kez olsun çalmak zorunda olduğumuz bir kapı: Ahlâk.
Açıldıktan sonra geçtiğimiz eşikten hoşlanır mısınız, bir cevap vermek pek kolay olmasa
gerek.
“Kâğıt üzerinde doğru olanlar” derken ahlâkın bizi esir almasına değiniyor Esra Baran.
Öyle de değil mi? Attığımız her adımın temelinde kendi serbest irademizin olduğunu iddia
etsek de aslında sınırlarımız toplumun bize dayattıklarından ibaret. Giydiğimiz kıyafetler,
sıktığımız parfümler, attığımız kahkahanın tizliği karşısında bile durup tekrar düşünüyoruz
bunun doğruluğu hakkında.
Kimse bize “Sen aslında ne istiyorsun?” diye sormuyor. Kendi kendimizi büyüttüğümüzü
zannederken, hakikati irdelediğimizde toplumun bizi kendi kurallarıyla büyüttüğünü
görüyoruz. Kendi hamuru ile arzularımızı karıştırarak yoğuruyor bizi ahlâk kuralları. Ve en
sonunda hep seyreltilmiş kalıyor bütün heveslerimiz.
Çocukluğuma dair unutmadığım ve beni tiksindiren bir anı var. Elinden tutmuş birlikte
yürürken bir arkadaşına rastlıyor küçük kuzenim Mehmet. Kıza karşı oldukça kibar ve
masumane bir tavırla gülümsüyor; çocuk işte. Kızın annesi de bunu görür görmez kızını bir
hışımla kolundan tutup çekip götürüyor fakat bir yandan da Mehmet’e de tehditkar bakışlar
atmayı ihmal etmiyor. Daha çocukluğun temiz ve güzel duyguları içinde kumlarla oyun
oynamaktan ve salıncakta gökyüzüne daha fazla ulaşmaktan başka bir şey hayal etmezken
sırf doğru (!) olduğu için masumiyetleri baltalanıyor insanların. Halbuki benim çok sevdiğim
bir erkek arkadaşım vardı beş yaşındayken ama ben kötü yola düşmedim…
Ve çocukluğumuzla da kalmıyoruz; büyüyoruz.
Giydiğimiz etek uzun veya kısa fark etmeksizin edebimizin seviyesine bir ölçüt olarak kabul
ediliyor. Ne kadar kısaysa o kadar ahlaksız kabul ediliyor bir kız. Toplum denen çirkin bakışlı
yaratık bundan hiç hoşlanmıyormuş. Halbuki ben kısa etekleri çok severim. En çok da kırmızı
olanları…
Saf duygularımızı, saf arzularımızı ve sonuna kadar sadece kendi benliğimizle ortaya
çıkmış olan isteklerimizi sonuna kadar yaşayabiliyor muyuz? Özgür varlıklar olarakSabiha Ulusoy
doğuyoruz. Yaratılışımızın esasında hayvan ve bitki gibi diğer canlılardan ayrı olarak hür irade
ile dünyaya gelsek de her zaman arzularımızı sınırlayan fanus içinde ekip biçiyoruz
düşüncelerimizi. “İçimizden gelen ne varsa yaşamalı mıyız?” sorusuna yarım ağızla cevap
veriyoruz hep. Biliyoruz arzularımızın sınırlarını aştığımız an duygularımızın aşağılanacağını.
Aldığımız her kararda, attığımız her adımda önümüzdeki yegâne engel toplumsal
sorgulamalar. Yüreğimizden kopup gelen isteklerin ellerine vurulmuş bir kelepçe,
ayaklarımıza da bağlanan ağır yükler misali varoluşumuzun özüne keskin bir işkence hepsi.
Rüyalar Oteli’nin en renkli köşesinde yaşasak keşke içimizden geldiğince. Toplumun
bir türlü dizginlenemeyen ve insanlık boyunca ruhlarımızı damgalamış ahlakın kurallarına
takılmadan koşup eğlenebilsek gönlümüzce. Eteklerimizi giysek, aşık olsak, el ele tutuşup
kumdan kaleler yapsak! Kahkahalarımızı kontrol etmeden havanın tam en görkemli yerinde
patlatsak neşemizi, mutluluğumuza işaret etse dudaklarımız. Gecenin en tatlı vaktinde
sarhoşluğu yaşasak, kıyafetlerimizle denizin en derinine atlasak.
Gönlümüzce yürüsek sokakta geceleri, gülsek, ilk öpücüğümüzden sonra pişman
olmasak hiç. Eteklerimizi giyip özgürce dolaşsak toplumun kurallarına yem olmuş insanlarının
ayıplayıcı bakışlarına maruz kalmadan.
Renkli Rüyalar Oteli’nde kapatsak gözlerimizi ve fanusun içine hapsolmadan uçsak
gitsek…
Kaynak:
Baran, E. (2016). Renkli Rüyalar Oteli. İstanbul; Okuyan Us Yayınları
|
Mustafa Özkan İr
En Kıymetlilerimiz
Bu hayatta sizin için en değerli varlıklar nelerdir? Bir düşünün. Aklınıza tonlarca şey
gelebilir: para, oyun, iş, okul, internet… Ama ben öyle iki şey biliyorum ki bir tanesi oldukça
kısıtlı ve o yüzden değerli, diğeri ise onlarsız bu çetrefilli hayata devam etmemizin mümkün
olmadığı varlıklardır. Tabii ki de ben burada onların ne olduğunu söyleyip yazıyı daha da sıkıcı
hale getirmeyeceğim. Ne de olsa o değerli ve limitli olan varlığı siz de bu yazıda kaybetmek
istemezsiniz. Hazırsanız kemerlerinizi bağlayın ve kumandanıza Click diye basın.
Şimdi bir kavram düşünün. Ama öyle sıradan bir tane değil. Bu öyle bir şey ki başına
gitmek isteseniz olmaz, sonuna gidelim deseniz yine olmaz. Hatta o gerçekten var mı yoksa
sadece insan beyninin ürünü mü o bile belirli değil. Belirli olan bir şey var ise o da onun
değeri. O kadar değerli ki insanlık tarihinden bile eski olmasına rağmen insanların her zaman
ilgisini çekiyor ve felsefede önemli tartışmalara yol açıyor. Öyle eski ve felsefeye konu olmuş
dedim diye sanmayın ki artık önemi kalmadı. Günümüzde de değerini hâlâ koruyor. Hele hele
bu devirde herkes sizden bir şey beklerken aynı anda onu da vermenizi istiyor. Bazıları ise
onu sizden almak için türlü hallere giriyor. Zaten limitli olan bir şey için de bu kadar istekli kişi
olunca da değeri ikiye katlanıyor. Bu yüzden de günümüzde onu korumak ve verimli bir
şekilde kullanmak için türlü türlü yöntemler geliştiriliyor.
Muhtemelen siz neyden bahsettiğimi anladınız ama eğer aklınızdan geçen para ise
önceki paragrafı baştan okuyabilirsiniz. Ama dikkat edin çünkü onu kaybetmek istemezsiniz.
Siz düşünedurun, ben de size ikinci kıymetli varlıktan bahsedeyim. Bu varlıklar paha biçilmez
varlıklardır. Bir hayatımız varsa ve bu hayatı sürdürebiliyorsak tamamen ikinci tür değerli
varlıklarımız sayesindedir. Çünkü hayatımızı yaşanılabilir yapanlar onlardır ve onlara
muhtacızdır. Her sabah yataktan kalkmamızın nedeni onlardır. Ama farkında değilizdir bu
durumun. Onlar sadece ihtiyacımız olduğunda ya da onları kaybettiğimizde görünür hale
gelirler. Kaybedince anlarız onların değerini. Aynı yataktan kalkamayınca ve hayatın akrep ve
yelkovanı durunca… İşte ikinci varlıklar da böylesine önemli varlıklardır.
Bu iki kavram da aslında Click filminin de bir nevi ana temaları. Bu filmin on altı yıl
önce çıkmış olması da bu iki şeyin ne kadar önemli ve yaşadığımız dönemle alakalı değil de
zamansız iki kavram olduğunun kanıtı. Filmin yapmak istediği ise çok basit. Tipik bir modern
insanın hayatını nasıl geçirdiğini göstermek. Bunu ise işkolik bir mimar üzerinden yapıyor.
Onun bitmek bilmeyen yükselme hırsı yüzünden hayatındaki en önemli bu iki şeyi nasıl hiçettiğini gösteriyor. Aslında ikinci varlıklara değer verdiği ve onları mutlu etmek istese de
farkına varmadan kendini işine adadığı için onları üzüyor ve erteliyor. Sadece ikinciyi
kaybetse yine iyi bunları yaparken birincinin nasıl tükendiğinin farkına bile varmıyor.
Tanıdık geldi mi? Eğer gelmediyse ne mutlu size. Çünkü bugünlerde ben de dâhil
çoğumuzun hayatının bu mimardan en ufak bir farkı yok. Koşuyoruz, koşuyoruz ve daha çok
koşuyoruz. Hırslarımız gözlerimizi öylesine köreltmiş ki bitiş çizgisini göremiyoruz. Eğer olur
da bitiş çizgisini geçecek olursak, bir ileridekine çeviriyoruz yönümüzü. Bu sefer de hemen
ona doğru hızlanmaya başlıyoruz. Hâl böyleyken, hem birinci varlığımızı tüketiyor, ikinci
varlıklara ise onları göz ardı ettiğimiz için zarar veriyoruz ve kıymetlerini bilmiyoruz. Yine de
siz siz olun hayatın bu karmaşasında ikisinin de ne kadar kıymetli olduğunu aklınızdan
çıkarmayın ve onlara gereken değeri hâlâ nefes alıyorken verin. Ne de olsa zamanımız
tükeniyor ve sevdiklerimiz bu dünyadan birer birer göçüyor.Kaynakça
Coraci, Frank. Click, 2006. Columbia Pictures. Film.
|
Nur Safa Gündüz
Cumartesi Anneleri’nden Plaza de Mayo Anneleri’ne
Ceza Hukuku dersindeyim, telefonla uğraşmamam gerekiyordu. Hafıza Merkezi’nin bir
gönderisi düşüyor önüme, “zorla kaybetmelerin yüzde 67’sinde kaybedilenlerin bedenleri hâlâ
bulunamadı, yüzde 7’sinde ise bedenler bulundu ancak ailelerine teslim edilmedi”. Profesörse
aynı anlarda ceza hukukunun insaniliğinden bahsediyordu, “arkadaşlar, modern ceza hukuku
toplumu korur, devleti korur”. Adı ceza hukuku olan bir hukuk ve içinde iğnelerle kazıya kazıya
çaresiz hakkaniyet arayışımız. Pekâlâ, hukuku tamamdı da, zorla kaybetmeler neyin nesiydi?
Dersten çıkıyorum, dalgın dalgın fakülteyle kütüphane arasındaki yolda yürüyorum.
Zorla kaybetmek, kaybedilmek, faili meçhuller ve kayboluş... Bu kelimelerin tam olarak ne
anlama geldiğini düşünmeye çalışıyorum. Benzer bir yürüyüşü devletin insanları bir yere
kapatabilmek yetkisi üzerine de yapmıştım, görenler muhakkak “deli” diyordu kendi kendimle
kavga eden hâlime. “Nasıl oluyor da devlet insanları alıp da kapatabiliyor duvarların arasına?”
diye sorup sorup akıl erdiremiyordum. Siyasi suçlular üzerine düşünüyordum, F tiplerinin
işkence badanalı duvarlarını, hep bir önceki kuşağı daha az özgürlükçü olmakla suçlayan hiç
de daha fazla özgürlükçü olmayan insanları ve insan haklarını. Öyleyse bu iki yürüyüşümde
çok farklı yerlerde gezinmiyor, hemen hemen çok yakın iki konu arasında mekik dokuyordum.
“Hukukun bittiği yerde... Neydi o söz, hukukun bittiği yerde... ne başlıyordu? Tiranlık!”
“Pek tabii, tiranlar da hukuku kullanıyor-du, hukukun bitmesi diye bir şey yok, yani ardıllık
ilişkisi yok ortada, acaba Locke bunu düşünmüş müydü, düşünmek istememiş miydi?”
“Kaybetmek nasıl bir duygu? Kaybettiğinin akıbetini bilmemek nasıl bir duygu asıl? Hayır asıl
kaybedilmek nasıl bir duygu? Kaybettiren bunu hangi duyguyla yapıyor, gücün ona verdiği haz
ne kadar daha ileriye götürebilir onu?”
Mesela bir eşyamı kaybetmiş olduğumu düşündüm, nerede olduğunu bilmemek nasıldı diye
düşündüm, “dağınık yurt odamda eşyalarımın arasında bir yerde mi?” yoksa “yolda yürürken
mi düşürdüm?” veya “birisi onu çaldı mı?”, bunlara cevap verememek insanı mutlaka yoruyor.
Peki bir insanın kaybedilmesi nasıldı? Peki çocuğunu kaybeden bir insan ne hissederdi?
Cumartesi sabahları Galatasaray Meydanı’nı düşündüm. Öğlene doğru meydandaki
hareketliliği, beyaz örtüleriyle barış diyen, insanlara selam vererek meydana doğru üçer beşer
giden, çocuklarının nerede olduğunu altı yüzü aşkın haftadır soran anneleri düşündüm.
Kaybedilen bir insanın annesi, babası, ağabeyi, kardeşi... “Bunca haftadır insanlar gerçekten
neyin savaşını veriyor, anlayabiliyor muyum?” diye kendimi sorguluyordum.
Ben bunları peş peşe düşünürken kütüphaneye varmış, girişte kartımı okutmuş, ikinci
kattaki kitapların arasına varmışım bile. Türkçe dersi için sözde kendime kitap bakıyorum, işte
bugün burada yazacağım yazı için güzel bir roman bakıyorum ama kafamdaysa hep aynı soru
dönüyor “ne menem bir şey bu hukuk, bukalemun gibi her şeye uyuyor, kılıf oluyor”. İşte bu
soruyla kitapların arasında dolanırken beni dersten beridir kafamı kurcalayan kaybetmelere
götürecek incecik, çirkin bir kapak dizaynı olan, dürüst olmak gerekirse ilk bakışta hiç de çekici
durmayan bir kitap buldum. Bir çocuk parkında insanların hiç önemsemediği, en çirkin, en
çekinik bulduğu çocuğu izleyip de hayran kalmanın, onun zekâsını keşfetmiş olmanın
mutluluğuna benzer bir buluştu sanırım.
Kitabın adı başta hiçbir anlam ifade etmiyor: Okulcuk. Ama hemen altında yazan yazıyla
şimşekler çakıyor: Arjantin’de Kaybolma Öyküleri. Yazar Alicia Partnoy, 1976’da Arjantin’deNur Safa Gündüz
kaybedilen insanlardan bir tanesi. Yani otuz bin insandan bir tanesi ama aynı zamanda o yıllarda
kurtulan birkaç insandan da bir tanesi. La Escuelita adı verilen onlarca toplama kampı
okulcuklardan birine hapsedilmişti Alicia. Hem kaybedilendi hem kaybedilen yakınıydı Alicia.
Kurtarılmış hayatını da kaybedilen yakınlarına adadığını yazıyor, yani kurtuluş tek başına
hiçbir anlam ifade etmiyor onun için de. Tıpkı kaybedilen Cemil Kırbayır’ın ağabeyi Mikail
Kırbayır’ın eylemlerinin 654. haftasında Galatasaray Meydanı’nda “Cemil’in ölüsüne ne
yaptınız? Cemil’i katlettiniz ama öldüremediniz. Benim de 28 yaşımı, 29 yaşına çıkaramadınız.
Çünkü biz kayıp yakınları ömrümüzün kalanını onların yaşaması ve yaşatılmasına adadık”
sözlerindeki ısrar gibi.
Hikâyelerden birinde (ya da anılarından birinde demek daha doğru olacaktır) Alicia,
çocukluktan bu yana burnunun büyüklüğünü ve kemerli şeklini hiç sevmediğinden bahsediyor.
Sonraları okulcuktaki işkence dolu günlerde burnunun büyüklüğü ve şekli, gözüne bağladıkları
gözbağını yukarda tuttuğundan, ışığı ve dünyayı biraz daha fazla görmesine imkan verince
burnunu nasıl sevmeye başladığının ironik anısını paylaşıyor. Bir başkasında da kızının yüzünü
artık anımsayamadığını, anımsamak için hafızasıyla girdiği yarışı doğal ve bir o kadar çarpıcı
bir biçimde aktarıyor. Yine tıpkı aynı Galatasaray Meydanı eyleminde babası kaybedilen Zozan
İrmez’in mektubundaki sözlerini anımsatıyor: “Umutlarımız tükenmedi hâlâ. Bir gün çıkıp
gelecek ya da herhangi bir sokakta dolaşırken yanımdan geçecek ve o beni tanımazsa bile ben
onu tanıyabileceğim diyorum”. Kerevan’ın kızı Zozan’dan, Alicia’nın kızı Ruth’a doğru bir
zincir bu ve bu zincirdeki halkalar şimdi Galatasaray Meydanı’ndan Mayo Meydanı’na
uzanıyor ve direniyor. Zorla kaybetmelerin, faili meçhullerin arkasında devletlerin olduğunu
meydanlardan haykırıyorlar bizlere, özellikle de biz üniversite öğrencilerine. Çünkü bilgi öyle
kürsülerde yalıtılmış hâlde bulunmasın, hayata dokunsun diye.
İşte tam da bu hikâyeler bizim birçok şeyi anlamamıza yardım edebilir. Çünkü birkaç
saat önceki Ceza Hukuku dersinde harıl harıl not alan biz öğrenciler ve hukukun üstünlüğünden
bahseden profesör gerçekle bağını, devletin ve madalyonun diğer tarafını ancak yüzünü
sokaklara dönerek anlayabilir. Bunları açığa çıkarıp diri tutmadıkça, takipçisi olmadıkça ve
hesabını sormadıkça bu ihlâller devam edecek. Nitekim, geçtiğimiz ağustos ayında yıllardan
beridir giderek çoğalan kaybedilen insanlar listesine bir tanesi daha eklendi: Santiago
Maldonado. Hem Galatasaray Meydanı’nda hem Mayo Meydanı’nda ve tabii ki dünyanın geri
kalanında birçok insan aynı soruyu soruyor: Maldonado nerede?
Önüne modern sıfatı koyduğumuz her isim aklanıyor mu, bizi geçmişten, çok değil kırk
elli yıl öncesinden çok farklı bir yere mi taşıyor? Hukuk ve insan hakları bugün Cumartesi
Anneleri’ne ya da Plaza de Mayo Anneleri’ne bir cevap verebiliyor mu, bir cevap verilmesi için
işlev görüyor mu?
|
Burcu Ilgın Pala
22201551
BenliğimdekiİkiÇizgi
Kendimden çok uzak hissettiğim zamanlar oldu. Bu anlarda bilincine vardığım uzaklık
sadece soyut anlamda ruhuma karşı hissettiğim bir uzaklık değildi. Sanki ruhuma uzakolduğum
kadar, ruhuma ev sahipliği yapan bedenime de bir o kadar uzak hissederdim. Karşımda oturur
beni seyrederdi. Ben olduğumu bilirdim ama bir yandan ben de değildim. Yaşadığım birtakım
olaylar karşısında ya da sahip olduğumu düşündüğüm kişiliğimle hareket etmediğimi
hissettiğimde kendimi eski ben gibi hissetmez, bir suyun oluşturduğu girdapta ruhumun hafifçe
çekildiğine şahitolurdum.
Ruhumun ve bedenimin beni terk ettiğine inandığım anlardan biri, öfkemin kontrol
altından çıkıpbenipençelerinin içinehapsetmesindenoluşuyordu.Normaldesakin vesoğukkanlı,
hatta soğuk biri olarak görülüyordum dışarıdan. Zamanla hissettiğim ani parlamaları, öfkeyi,
sesimi yükseltme isteğini içime atmayı ve her ne olursa olsun dışarı yansıtmamayıöğrenmiştim.
İyi ya da kötü, kendime oluşturduğum kişilikbuydu.Kendi kurallarımakarşı çıktığımda,öfkeme
yenik düşüp sesimi yükselttiğimde bir an için kendime yabancı hissederdim. Ruhum bedenimi
yavaşça terk ederek emin adımlarla yürümeye başlardı. Sanki bir ebeveynin veya hayatımda
örnek aldığım birinin benimle hayal kırıklığına uğraması gibiydi. Dışarıdan izlediğim ben ve
içimde hissettiğim ben aynı değildi. İzlediğim ben isem, göremediğim ben kimdi? Bu anlarda
kendimden o kadar uzaklaşmış, kendime o kadar yabancı hissederdim ki ayna karşısından
geçmeye dahiutanırdım.
Sadece kendime değil, çevreme de yabancılaştığımı hissediyordum.Ensevdiğim kahveyi
yudumlarken tadı güzel gelmiyor, konuşmaktanzevk aldığıminsanlar benim içinbirer hareketsiz
tabloya dönüşüyordu. En sevdiğim aktiviteleri yapan sanki ben değildim. Haz alarak giydiğim
kıyafetler sanki birer bez parçasına dönüşmüştü bedenimden sallanan. Tanıdık olmayan bu his
ruhuma o denli ağır geliyordu ki, paralel bir evrenin içinde binlerce ben ile birlikte
kayboluyordum sanki. Murakami’nin sözleri daha yeni anlam kazanmışçasına vücudumdaki
kanım gibi pompalanıyordu: “Merdivenden çıkıp binanın önüne geldiğimde mevsim artık bahar
değildi. Gökteki Ay da kaybolmuştu. Orası artıkbenim bildiğimcadde değildi. Caddeboyundaki
ağaçlar da tanıdık değildi” (Murakami, 2022, s. 151). Benliğim, özümü kaybettiğimden şüphe
duyarken beni ben yapan her şeyin ayaklarımın altından kaydığını hissediyordum.Onlarıelimde
su gibi tutmayaçabalıyordum,eklemlerimin arasından sızıpyokoluyorlardı.
Sadece iki çizgi arasında yürümem gerektiğine dair olan inancım beni nefessiz duvarlar
arasına hapsetmişti. Yaşantının doğrusal olmadığı bilgisi aklımda yer etmiyorken bu anlamsız
koşuşturmaya devam ediyordum. Bir taraftaki çizgiden kaçarken az kalsın diğer çizgiyebasıyor,
geriye savruluyordum. Bu çizgilerden çıkabileceğimi, bunu yaparsam kendime ihanet etmiş
olmayacağımı fark edemiyordum. Benliğimi kaybetmemek için kendimi paramparçaediyordum,
bir çerçeve içine sıkıştırarak kendi kendimi yok ediyordum. Yıllarca bulunduğum alana alışmış
ve onu rahatlık alanım hâline getirmeyi başarmıştım, ancak bu rahatlık alanı benim kafesim
hâline gelmişti. Açlıktan kendi kuyruğu yiyen bir hayvana benziyordum. Rüzgârda sürüklenen
toza dönüşüyor, her yağan yağmurla birlikte yere akıp gidiyordum. Her davranışımı dışarıdanizlediğimi hissediyordum. Sadece sessizlik vardı, sessizbir yalvarış vardı,sessizbir fırtına vardı,
yağmur vardı kemiklerime kadar beni yıkayıp götüren, buz gibi tenime saplanan yağmur vardı.
Zaman bana karşı çalışıyordu sanki, bazen yanımda bazen arkamdaydı. Gözlerimin önünde bir
yabancı anlam veremediğim bir çaba içerisindeydi. Hissettiğim bu “yabancı” kişinin de benden
ibaret olduğunu bilmek uzak bir yalgındı benim için. Başkasının adına uğraştığı, kaybettiği bir
savaşvardı; benise sadece birseyirciydim.
Kaynakça
Murakami, H.(2022). Birinci TekilŞahıs.(Çev.Erdemir,A. V.).İstanbul: DoğanKitap.(Orijinal
yayıntarihi, 2021).
|
Ada Topçu
Murat İplikçi
9 April 2018
Zaman Akan Bir Nehir İse;
İkimiz de bu yazıdan nefret edeceğiz, veya, ey okuyucu, çok
seveceksin bu satırları.
Hangisi olacak bilmiyorum ama umarım sonunda nefret ettiğin şey yalnızca bu yazı olur
sevgili okuyucu, aynadaki görüntün değil.
Zaman. Her gün defalarca kere kulaklarımıza çalınır bu tanıdık kelime. Ne kadar hızlı
geçtiğinden bahsedilir, su gibi aktığı söylenir ve sonu daima tek cümleye bağlanır: “Ah! Ne
kadar da hızlı değişiyor her şey!” Oysa ki dönen şey devran, değişen şey de çevremiz değildir.
Biz değişiriz.
O yüzden birine kitap ödünç verirken daima “en başta nefret edeceksin bundan”
uyarısını yaparım. Hele de verdiğim kitap üzerine yaza yaza hem seni, sevgili okuyucumu,
hem de günlük hayatında benimle zaman geçirmeye mahkum olan (bunu kendi rızasıyla
yapanlar var, inanabiliyor musun?) bütün yakınlarımı bıktırdığım Chuck Palahniuk ise. Güven
bana sevgili okuyucu, her kelimesinden nefret edeceksin Palahniuk’un. Duyduğun öfkenin
‘tükenmişliğin yazarına’ değil de kendine olduğunu anladığında da birkaç katına çıkacak ama
güven bana; sadece en başta nefret edeceksin. Üzerinden zaman geçecek ve zaman seni
değiştirecek. Aradıkların ve kaçtıkların değişecek hatta hayatının bir noktasında ikisi aynı şey
olacak. En derin tutkuların en büyük korkularına, geçmişinin karanlık zebanileri de seni
hayatta tutan güçlü kalelere dönüşecek. Bütün bunlardan önce, sana bir yer ayırdım,
zamandan bahsetmek üzere oturmaz mısın biraz?
“Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz.”
Ne nehir aynı kalır, ne de sen. Zamanın değiştirdiği ve senin gözlemleyebileceğin tek şey
fikirlerinde oluşan değişikliklerdir. Gençler okudukları kitaplarda ayna ararlar, yaşlılar ise
sanat. O yüzden oldum olası anlamsız bulmuşumdur küçücük çocukların eline Oblomov
tutuşturulmasını. Hayatı dondurma çubuklarından çıkan tasolar ve Pokemon’un
$1yayınlanacağı saati beklemek ile geçen bir çocuk için Tom Sawyer’ın maceralarının nasıl bir
anlamı olabilir ki? İçinde kendini bulamayacağı bir yazı ve şehrin ortasındaki betonarme
evinden göremediği orman ve deniz manzarası ona ne çağrıştırabilir?
Dürüstçesi ben, büyüdüğümü Ernest Hemingway’in altı kelimelik küçürek öyküsü
anlam kazandığında anlamıştım. Şu an en sevdiğim kitaplar zamanında okumadan rafına
bıraktığım ve yıllarca tozlandırdıklarım. Değişiyorum. Zaman ve devran değil, ben. Ayrıca
yalan söyledim, en sevdiğim kitaplar hala rafta duruyor. En sevdiğim kitaplarım hala okumayı
bitiremediklerim. Bitirmeyi beklemiyorum, bitirdiğim günün biteceğim gün olduğunu
biliyorum.
Değişime karşı gelmenin öfkeli bir denizde yelken açmak kadar imkansız olduğunu
biliyorum. Sevgili okuyucu, gelecek başlı başına bir baş ağrısıdır. Akıntıya karşı yüzmek sakin
bir nehirde mümkün olabilirdi lakin sanırım zamanı akan bir nehre benzetecek olursak bu bir
yaz döneminde Dicle nehrindense, ölüler diyarını yaşayanlardan ayıran mitolojik nehir olan
Styx’e (Yunan mitolojisindeki karanlık ve ölümcül nehir) benzetilmesi daha uygundur.
Açıkcası attığım en büyük adım iki yıl öncesi ile aynı insan olmadığımı kabullenmekti sanırım.
Eğer bunlar senin için rahatsız edici bilgilerse, ey okuyucu, arkanı dönüp gitmekte özgürsün
ama uzun zamandır kendim dışında biriyle zaman hakkında konuşmak için yanıp
tutuşuyorum ve sanırım burada kalarak değişimimin bir parçası oluyorsun.
Eğer anlık bir doyum istiyorsan aynaya bak, hiç şüphesiz ki yorgunluktan çökmüş göz
altları sana çalışmış olmanın sağlayacağı ilginç memnuniyeti sağlayacaktır. Ben daha fazlasını
istiyorum. Değişimi görmek, parçası olmak istiyorum. Zaman haline gelmek istiyorum.
Biliyorum ki, sevgili okuyucu, hayatım boyunca farklı bir versiyonum tekrar tekrar eline
alacak bu kitabı. Her defasında başka bir gözle okuyacak bu satırları ve hiçbir zaman bittiğini
düşünmeyecek, çünkü ben, kendim, hiç bitmeyeceğim.
En nihayetinde ise, siz ve ben, ikimiz de bu yazıyı seveceğiz. Benim acemi kelimelerim ve
devrik cümlelerim bir gün anlam kazanacak. Benden, sizden ve bu devirden geçtiğinde,
zamanın akan sularında başka bir günde, başka bir gözde.
Teşekkür ederim, sevgili okuyucu, bu akıntıda kürek çekmeme yardım ettiğin için.
Geçmişinin yeşil gözlü kara köpeğini oyalayacağımı söylemiştim sana önceki yazımda,
hatırlıyor musun? Eh, sen de değişiyorsun aynı benim gibi, ey okuyucu, artık onu oyalamama
gerek kalmadı.
Doğrunun gücü ile sen, henüz hayattayken, kainatı fethettin.
$2Kaynakça: Yanık Diller
Derleyenler: Chuck Palahniuk, Richard Thomas, Dennis Widmyer
$3
|
AŞK DEDİĞİN “LAF” MIDIR?
Sanal ve bir gece sürüp adına “aşk” denen ilişkilerin sıkça yaşandığı günümüzde Can
Dündar, gözlerimizi yaşartan ve ağzımızda unutulmaz bir tat bırakan bir kitap hediye etmiş
okurlara. Okumayı bitirdiğinizde kitabı göğsünüze alıp bastırmak ve yaşanan o bütün güzel,
aynı zamanda buruk aşkları yüreğinizin derinlerinde hissetmek isteyişinize şaşırmam; çünkü
aynısını ben de yaptım.
Yüzyılın aşklarından biri “Latife -Mustafa Kemal”, Milli mücadele yılları…Savaş
yeni bitmiş ama asıl savaş şimdi başlayacaktır. Biri zafer kazanmış bir komutan, diğeri üç dil
bilen, piyano çalıp ata binebilen bir genç kız. O dönemde yaşanan diplomasi trafiğinde
Paşa’nın mektuplarını yazan, tercümanlık yapan, konukları ağırlayan boynunda “Paşa”sının
resmini taşıyan, Avrupa görmüş bir Latife Hanım, daha ilk görüşte Mustafa Kemal’in
dikkatini çekecektir. Mustafa Kemal ise yaşamını at sırtında geçirmiş, aile düzeni olmamış,
aklında yapmayı düşündüğü bir dolu yenilikler olan bir devrimcidir. Her iki tarafın ailelerinin
de destek vermediği bir evlilik biraz da Mustafa Kemal’in bir rol model olması gerektiği için
de gerçekleşecektir. Latife Hanım, sevdiği adamla etrafındaki tüm aileler gibi bir evlilik hayal
etmiştir. Ama farkında olmadığı eşinin bir dünya lideri ve yaşamını milletine adamış bir insan
olmasıdır. Mustafa Kemal’in bir tablonun arkasına yazarak yaptığı sürpriz evlilik teklifi ile
başlayan süreç tek taraflı olarak bitse de Latife Hanım’ın kalbinde hep yaşayacaktır. Evlilik
zordur belki ama bir dünya liderinden boşanmış bir kadın olarak yaşamını devam ettirmek
daha da zor olmuştur. Geriye kalan ömrünü görülmeyen ama hissedilen bir baskı ile sürdüren
bu acılı kadın, sessizliğe bürünerek kaderine boyun eğmiş; geriye halen açılmamış anılarını
bırakarak kalbinde yaşanmamış, yarım kalmış bir aşkla göçüp gitmiştir.
Bir başbakanın opera sanatçısı ile olan aşkı “Ayhan-Adnan”, Türkiye Cumhuriyeti’nin
Başbakanı Adnan Menderes ile opera sanatçısı Ayhan Aydan Alnar arasındaki yasak aşkın
öyküsüdür. Tanıştıklarında her ikisi de evlidir, çocukları vardır. Ayhan Alnar’ın boşanması ile
taşındığı evde devam eden bu aşk, Adnan Menderes’in devlet işlerinden fırsat bulduğunda
makam arabası ile ziyaretleri, gelemediğinde ise gönderdiği çiçeklerle ve sıkça ettiği telefon
görüşmeleriyle devam eder. Bu evde sevdiğinin yanında “Menderes” değildir; yalnızca
“Adnan” dır, huzuru bulduğu, sevdiği, sevildiği kadının yanındadır. Bu aşk, Menderes’in
başka bir kadına gönlünü kaptırması ve Ayhan’ın bu ilişkiden doğan çocuğunun kaybı ile
yavaş yavaş küllenirken, ikili Yassıada mahkeme salonunda karşılaşacaktır. Dava süresince
geçmişte yaşanılan bu sevda tüm dünyanın gözleri önüne serilecektir. Saflığın ve
masumiyetin gölgesinde olması gereken bir aşk çirkin söylemlere konu edilecektir. Ayhan
Hanım ise terk edildiği ve tüm özel hayatı delik deşik edildiği halde aşkına sahip çıkmış,
yalnızca “sevdim” diyerek ilgili dava dosyasından Menderes’in beraat etmesini sağlamıştır.
Bu aşk öyküsünde beni en çok düşündüren Adnan Menderes’in eşinin olaylar karşısında
sessizliğini koruması ve tüm davalar süresince çocuklarına ve evliliğine sahip çıkma
ağırbaşlılığını gösterebilmesi ile o dönemde muhalefette olan CHP’nin yasak ilişkiyi bildiği
halde iktidar olabilme uğruna bu söylemleri asla kullanmamasıdır. Günümüzün siyasi
olaylarını anımsarsanız, bu yaklaşımdaki asaleti sanırım algılayabilirsiniz.Müziğin bir araya getirdiği iki insan “Çiğdem-Melih”, aşklarını söz ve bestelerde
buluşturdukları şarkılarda dile getirdiler. O şarkılar ki büyük bir aşkın asil meyveleri ve hâlâ
hepimizin yüreğine işleyen melodilerdir. Alışılmışın aksine kadının yaşı büyüktür; eleştirilere,
engellemelere rağmen kalbine söz geçiremez. Aralarındaki yaş farkı zaman zaman her ikisini
de rahatsız eder ancak besteler sözleri, sözler besteleri tamamlamıştır. Aşkın büyüsü
uzaklardan bile gidip gelen mektuplarla müziklerin üzerine hissedilerek yazılan sözlerle
bütünleşerek şarkılara yansımıştır. Birlikte unutulmaz eserlere imza atılmış, birçok ödül
paylaşılmıştır. Kadının zamansız ölümüyle erkeğin arabada haykırarak ağlamasının üzerinizde
yaratacağı etki sanırım bir gözyaşı selinde kaybolmakla eşdeğer olacaktır. Günümüzde bile
unutulmayan ve dudaklarımızdan dökülenler şarkılar yüreklerini müziğe koyan iki güzel
insanın sevdasıdır.
Yüzyılın Aşkları’nda anlatılan gerçekte yaşanmış, hepsi birbirinden özel on aşk
öyküsü var. Hemen hepsi acılarla bütünleşmiş, birçoğu mutsuzlukla sonuçlanmış, hem
erkeklerin hem de kadınların yaşamlarında derin izler bırakmış büyük aşklar. İhaneti, şiddeti,
terk edilişi, gözyaşları ve acıları da barındıran bu sevdalar, geride kırık kalpler bırakmış olsa
bile aşk ile geçen bir günün bile bir ömre bedel olduğunu hissettirecek kadar büyükler.
Kaybeden hangi taraf olursa olsun diğerinin incinmesini istemeyecek kadar da yüce yürekli
aşklar okuduklarımız. Yüreklerimizde yer alacak ve mutlulukla sürecek efsanevi aşkların
içinde yer almak ve aşkın “laf” olmadığını anlayabilmek dileğiyle…
|
Nedir Gerçek Mutluluk ?
Ben insanın hayatında birinci önceliğinin mutluluk olması gerektiğine inanırım. Burda kastettiğim
bencillik seviyesinde bir mutluluk değil tabii ki. Bu yüzden bir insanın hayatındaki diğer bütün
detaylar - para, başarı vb. - mutluluğa araç olduğu oranda değerlidir bence. Yaptığım gözlemler,
edindiğim tecrübeler ise bana mutluluğun çağımızda biraz daha geri planda kaldığını, araçların
amaç olmaya başladığını gösterdi.
Günümüzde maddiyat, başarı hiç olmadığı kadar ön planda. İnsanlar, ben de dahil, hayatının büyük
bir kısmında mutlu olmak için değil para ve başarı elde etmek için çalışıyor. Bunlar mutluluğu
getirmediği için de hayal kırıklığı yaşamamak için mutluluk kavramının içini boşaltıyoruz; zengin
olmayı, başarılı olmayı mutlu olmak olarak tanımlıyoruz.
Ben mutluluğu Deanne Dengel'ın resmindeki gibi tarif ediyorum. Öyle kaygısız, basit, doğal...
Doğduğum andan itibaren maddiyat, başarı, iyi bir hayat yaşayabilmek için para kazanmak -tabii ki
bunların hiçbir önemi yok demiyorum- herkese olduğu gibi bana da çevrem tarafından en önemli
şeyler olarak aktarıldı. Bu aktarma hem aktif hem de pasif yollarla gerçekleşiyor. Okulda, evde
büyüklerimizden bu öğütleri duyuyor, çevremizde de bu özelliklere sahip insanların saygın
olduğunu görüyoruz. Yaşım ilerledikçe bu “gri” şeylerin tek başına hiçbir şey ifade etmediğini fark
ettim. Mutluluk gibi soyut bir kavramı böyle somut şeylerden ummak başından hata zaten. Bunun
her ne kadar farkında farkında olsam da arzuladığım hayatı yaşamak için harekete geçmem öyle
kolay değil çünkü başarılı olma zorunluluğu öyle bir işlenmiş ki içime onun eksikliğinden
korkuyorum, kalkıp gidemiyorum İzmir'e... Nihayetinde birçoğumuz belki o çok gerekli sanılan
başarıya ve paraya ulaşıyoruz ama yüzümüzde şu resimdeki insanlarınki gibi saf, berrak gülüşler
olmuyor sık sık.
Bugün bir genç önce liseye, sonra üniverseteye girmek için senelerini feda ediyor, birçok şeyden
fedakarlık yaparak bu sınavlara hazırlanıyor, amaç ise sürekli bitmek tükenmek bilmeyen o
“geleceğe yapılan yatırım”. Sonu gelmiyor bu yatırımın bir türlü. Dünü bugünümüze, bugünümüzü
yarınımıza yatırım yaparak, kendimizi kandırıp durarak, harcıyoruz ömrümüzü. O sırada ıskalanan
o kadar çok şey var ki mutluluğun asıl kaynağı, kendisi olan, bana kalırsa hayattaki en güzel
tecrübeler. Bunlardan taviz verseydim şimdi kahrolurdum. Lisede okuldan sonra arkadaşlarla çıkıp
çay, batak yaptığım çarşıyı, gitiğim sayısız halısahayı, gecenin bir vakti çıplak ayaklarımızı denize
sarkıtarak oturduğumuz iskeleyi, deplasman tribinünde coşkuyla izlenen bir maçı, o amatör ruhu,bunların en ufak parçasını bugüne kadar elde ettiğim hiçbir başarıya değişmem; bu çok sıradan,
basit olaylar o çok önemli ve olmazsa olmazmış gibi gösterilen başarıdan, paradan çok daha fazla
mutlu ediyor beni, kendimize biraz fazla yük yükleyerek haksızlık etmiyor muyuz? Yığınlar dolusu
paramız olsa ne çıkar ki ? Dostların bol olduğu bir sahil kasabasına yerleşip sabah kendi bahçenizde
elinizle yetiştirdiğiniz ürünlerle kahvaltı yapıp, arada balığa çıkıp, akşamları da tavla atmak
muhabbetinden en keyif aldığınız insanlarla... Mutluluk işte budur, yığın dolusu para veya başarılı
olmanız gerekmez böyle yaşamak için.
Deanne Dengel'in bu resmi bu yüzden çok hoşuma gitti, “Home Sweet Home” adlı bu tablosunda o
da mutluluğun maddiyatla bir alakası olmadığını göstermiş, Evin damı su akıtıyor, bunu bir şemsiye
kullanarak çözmüşler, bir tavuk içeride geziniyor, ayağı kırılmış bir masa altına kitap konularak
kullanılır hale getirilmiş, belli ki bu insanlar günümüzde dev bir kitlenin hedeflediği o geniş maddi
imkânlara sahip değil ama bu insanlar mutlu, bunu yüzlerinden okuyabiliyoruz, çünkü sevdikleri
insanlarla iç içeler. Asıl olay da bu zaten. Yegâne kriterimiz hayatımız hakkında, sevdiğimiz
insanlarla, ailemizle, kardeşim dediğimiz arkadaşlarımızla bir arada olmak olmalı. Onlar yanımızda
yoksa ne anlamı kalır başarının, paranın pulun. İşte bunu iyice anlayıp “gri” nin peşinde koşarken
hipnoz olmuşçasına, “yeşil” i ıskalamamak gerek, yoksa çok ah vah ederiz sonra ama zaman geri
gelmiyor değil mi ?
Kaynakça : diannedengel.com/images/new_prints/dianne_dengel_home_sweet_home.jpg
İlker DEMİREL
2 Şubat 2016
Ankara
|
Samed Toprak Güzelküçük
Ölünce Geçer Her Şey
Bu yazımda çoğu insanın hayatlarının bir döneminde karşılaşmış
olduğu bir insandan bahsedeceğim, hani hiçbir şeyden mutlu olamayan, her
şeye bahane üreten, sürekli sıkılan, keder bağımlısı bir insan vardır bilir
misiniz? Hah, işte o insan uzun bir süredir ben oluyorum galiba. Kim
olduklarını bilmediğim insanların su gibi akıp gittiğini düşündükleri, benim
içinse her günün 24 saatten fazla sürdüğü şu “kısacık” ömrümüzde nadir de
olsa gülüyorum ben de işte. 8-9 Senedir Kendimi İyi Hissetmiyorum’u
okumadan önce yüzümün güleceğini hiç düşünmezdim açıkçası. Melankoli
bağımlısı olduğumdan ismini beğenerek almıştım ilk başta fakat kitabı
okuduktan sonra “Aman, ölünce geçer her şey” demeyi başarabilen bir insan
bıraktı Feyyaz Yiğit bana.
8-9 sene olmuş mudur bilmiyorum ama ben de uzun bir süredir iyi
hissetmiyorum kendimi. Hatta bazen o kadar iyi hissetmiyorum ki, kalkıp bir
satıra tülbent sarıp, üzerine de çiğ et koyup yastığımın altına atasım geliyor,
kim bilir belki gerçekten işe yarıyordur diyorum, korkar belki bütün dertlerim
satırdan da koşarak uzaklaşır ama… Benim hikâyem de terzi kendi söküğünü
dikemez misali, birine babaanne tülbendi bütün dertlere çareymiş desem
kesin tutar o, ama ben kendim denesem sadece çiğ etin kokusu siner yastık-
yorgana. Biliyorum da ben kötü gün dostlarından değilim belki ama genellikle
insanların kötü günlerinde yanlarında olmayı tercih ederim. Her ne kadar
kendi hayatıma uygulayamasam da çare olurum dertlerine insanların o kötü
zamanlarında, şimdi Sezar’ın hakkı da Sezar’a! Hem iyi günlerinde yanlarında
olup da ne yapacaksak insanların? Beterin beteri var ama iyinin de iyisini
göremedim ben daha. Bazıları da mutluluk paylaşınca çoğalır diyor, e yedi
milyar nasıl mutlu mesut yaşıyoruz baksanıza!?
Yine insanların mutlulukları derken kendi mutluluğuma sıra gelemedi
bir türlü işte. Açıyorum bazen Feyyaz Yiğit’in şarkılarını, seçiyorum kendime
kitaptan bir sayfa, ardından gelen gün ışığı gecenin karanlığında… Tam mutlu
mu oldum acaba diye düşünüyorum, bir bakmışım saat 7, başlasın okul telaşı
her zamanki gibi. Belki de diyorum ben çok düşündüğüm için uzun zamandır
kendimi iyi hissetmiyorum. Kaybettikleri şeyleri bulamayan insanlar sürekli
bir arayış içerisinde kalırlarmış unutmadıkları bir hüzünle. Mesela yıllar önce
kaybettiğim bir çocukluk dönemi kitabımı ne zaman raflarıma baksam
hatırlarım, gözüm arar bilmediğim bir nedenden. İyilik ve mutluluk için bir
arayıştayım fakat ne bulabildiğim var kaybettiğimden bu yana ne de
etrafımdaki diğer insanlardan geleceği var o mutluluk sırasının bana. Sanki
herkesin kapısını çalıyor mutluluk denen arkadaş, insanlara altın tepsiler
içerisinde bir şeyler sunuyor, bir tek benim kapımı bulamadı. Belki de benonu aramaya çıktığım zamanlar eve uğruyordur, bilmiyorum.
Karşılaşamıyoruz pek fazla neticede, bazen yolda görüyorum selam veriyorum,
acelesi oluyor, geçiveriyor yanımdan hızlı bir şekilde. Gelirse de kapım her
zaman açık kendisine, içeride koyu bir sohbet; yanımda beni hiç yalnız
bırakmayan ahretlik dostlarım dert, tasa, keder ve altı hala yanmakta olan bir
çaydanlık…
Benim hayatım da böyle işte… Yazar olmadığımdan olsa gerek kendimi
iyi hissetmiyorum desem herkes aynı cevabı verir yüzüme: “Bunlar da geçer
Toprak merak etme.” Bunlar da geçer diye diye bitiriyoruz ömrümüzü. Hâlbuki
biter mi dert, tasa, keder; geçer mi hiç kötü günler? Kendini kaybetmiş ve bir
türlü bulamayan bir insan için bitmez kötü günler. Ya kapılmak lazım yeni
jenerasyon akımına ki bunun anlamı düşünmeden yaşa; ya da gerçekten
ölünce geçecek her şey...
Ben 3-4 senedir kendimi iyi hissetmiyorum, geçer mi bilmem bu günler.
En azından 4-5 sene kalmış Thunder & Shadows kahvehanesinde sıcak bir
oralet içmeme…
|
Beste Cebeci
Gelecek, Geçmiş ve Şu An
Hep geçmişi düşünüyoruz, yakın geçmişi. Yaptığımız hataları, pişmanlıkları, bazen de güzel
anıları… 20 yıl önce neler olduğunu çevremdeki büyüklerden duyuyorum, yaşamadığım için
çok bilmiyorum ama her şeyin çok daha zor olduğunu, duyguların çok daha yoğun
yaşandığını, zamanın çok daha yavaş geçtiğini söylüyorlar. Şimdi hayat çok hızlı, bir
günümün nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Her sene yılbaşını, doğum günümü, özel günleri
sabırsızlıkla beklerken bir bakıyorum hepsi geçip gitmiş. Ne değişti? Bundan 20 yıl sonra ne
değişecek? Ben 38 yaşında olacağım, tabii ölmezsem veya dünyanın sonu gelmezse. Ama
yaşımdan başka kesin bu olur diyebileceğim bir şey yok. 20 yıl önce de insanların bu olanları
tahmin edebildiklerini sanmıyorum.
Babaannem görüntülü konuşmayı hâlâ bir mucize olarak görüyor. Bizim de şu an hayal
ettiğimiz veya hayal bile edemediğimiz şeyler gelecekte bizi bekliyor. Uçan arabalar belki de
çoğu bilim kurgu filminde olduğu gibi uzaylılarla iletişim… İzlediğim bu Kurtuluş Günü adlı
filmde de teknoloji oldukça gelişmiş gösteriliyordu, hatta uzaylılarla sorunlar bile yaşanmıştı.
Tabii ki film birilerinin hayal gücü, gerçekleşir mi, hayal olarak kalır mı bilmiyorum. Bu hızlı
değişim içinde böyle bir tahmin yapmak zor.
Peki, 20 yıl sonra teknoloji dışında biz nasıl değişeceğiz? Birbirimizi yemekten başka
dertlerimiz olacak mı, savaşmayı kesip hepimizin insan olduğunu hatırlayabilecek miyiz?
Bence hisler yok oluyor, robotlaşıyoruz. Zamane aşkları diye boşuna demiyorlar, artık o kadar
ben merkezci olduk ki başkaları hakkındaki üzüntülerimiz bile gerçek değil, bize dokunmayan
yılan bin yaşasın değil mi? Düşünebilmek, hissedebilmek, bilim teknoloji, elimizde bu kadar
güç varken neden bunları güzel amaçlar uğruna kullanmıyoruz? Aslında bence bu kadar
teknolojiye gerek yok, hayatımızı kolaylaştırdığını kabul ediyorum ama aynı zamanda doğal
kaynaklarımıza zarar veriyor. Artık bir ihtiyaç olmaktan çıktı bence. İnsan doyumsuz bir
varlık, sürekli fazlasını istiyoruz fakat aslında tam da bu noktada, biraz isteklerimiz
doğrultusunda gelecekte çevreyi, doğayı nasıl etkileyeceğimizi tahmin edip kendimizi
durdurmamız gerekiyor. Tabii belki öyle bir teknoloji geliştirilir ki doğaya ihtiyacımız
kalmadan hayatımızı sürdürebiliriz, bilemem ama her ne yapılırsa yapılsın ağaçların,
yeşilliğin, göllerin, maviliğin yerini tutamaz bence. Zaten sadece doğaya değil birbirimize de
zarar veriyoruz. Haber izlemekten korkuyorum, bugün kaç insanın öldürüldüğünü öğrenmek
bana ağır geliyor. Bazen keşke bunları görmeme şansım olsaydı diyorum ama maalesef
geçmişte de vardı gelecekte de olacak. Hep savaşmak için bir neden var. Nedir bu neden,
anlayamıyorum. Bu kadar cana değecek sebep ne? Ortak bir nokta yok mu, çözmenin başka
bir yolu yok mu? Sanırım yok. Dünyayı, olanı biteni takip etmek çok önemli fakat bana zarar
vermeye, sağlığımı kötü etkilemeye başladığı noktada elimden de bir şey gelmiyorsa galiba en
iyisi daha fazla kurcalamamak ve biraz cahil kalmak. Cahillerin daha mutlu olduklarını
söyleyen görüşe katılıyorum. Çok şey bilmek, çok şey düşünmeye sebep oluyor. Çok
düşünmekte her zaman olumlu bir şey olmuyor. O yüzden bu konularda şu an cahil kalmayı
seçip farklı bir konuya geçmek istiyorum.
Bir tercih hakkınız olsa hangi zamanda yaşamak isterdiniz? Geçmişte mi, gelecekte mi?
Yoksa şu an olduğunuz yerden memnun musunuz? Hazırlık atlama sınavımın konuşma
bölümünde bu soruyu cevaplamam gerekmişti. Heyecandan çok düşünmeden cevap
vermiştim fakat yine aynı cevabı vereceğim. Geçmişte yaşamak isterdim. Zaten teknolojiyle
çok aram yok geleceği de o kadar merak etmiyorum, geçmişe gidip o zamanı tecrübe etmek
isterdim. Teknolojiyle çok aram yok dedim ama zamanımın çoğunu cep telefonumla
geçiriyorum, o olmasa ne yapardım merak ediyorum. Şehirler gelişmemiş olacağından
mesafeler kısa olurdu her yere yürüyerek gitmek, mektupla haberleşmek, çevredeki insanlarıtanıyıp hal hatır sormak isterdim, sokaklarda rahatça dolaşabilmek ailemin merak edeceği,
endişeleneceği bir şeylerin olmamasını isterdim. Farklı bir konuya dalmadan yazımı burada
sonlandırsam iyi olacak. İsteklerim böyle ama şu anı yaşamaktan başka bir şansım yok,
olanları değiştirmek başka bir seçenek ama bu konuda umutsuzum. Umarım hala bu konuda
umudu olan birileri vardır.
|
GÜNAH KEÇİSİ
Her insan hayatı boyunca çeşitli hatalar yapar. Kimisi bunlardan çok pişman olur, kimisi
ise bunları hayat tecrübesi olarak görür. İnsanların bir kısmı bu hataları başkalarının üzerine
yıkmayı tercih eder. Böylelikle içlerini rahatlatırlar, vicdan azabı çekmezler ve kendilerine her
zaman bir bahane bulmuş olurlar. ‘İçimizdeki Şeytan’ da bizim için bir sığınma bölgesi, bir
bahane ve avunma köşesi değil midir? Yapılan her hatayı, işlenen her suçu, yalanları, öfkeyi,
korkuyu… Toplum tarafından ‘kötü’ diye isimlendirilen her davranışı, içimizde var olduğunu
sandığımız o şeytanın üzerine yüklüyoruz. Öyle bir şeytan ki, kötü tüm özelliklerin, hataların
yüklendiği ama içinde masumiyet ve istem dışı hareketleri bulunduran küçük bir çocuk sanki.
Bu yüzden o şeytana yüklenen her hata vicdan azabını azaltıyor ve affedilmeyi arttırıyor
ansızın.
Bütün kişilik bozukluklarının bir sonucu belki de kendimize bir şeytan bulmak. Öyle büyük
sorunlarımız, korkularımız, acizlik ve acınası hallerimiz var ki, bunları insanlara göstermemek
için kendimize bir günah keçisi buluyoruz. “İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim,
fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir
mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan
korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde,
haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık
görüyordum.” (syf 249-250) Eleştirilmekten, yargılanmaktan ve sorumlu tutulmaktan öyle
çok korkuyor ki insanoğlu, sırf kendi nefsini tatmin edebilmek için hatalarını yok sayıyor
bazen de. Kısa bir süreliğine vicdan azabı çekmeyip kendini rahatlatabiliyor ancak bir süre
sonra içinde bir şeytan olmadığını, o şeytanın aslında kendisi olduğunu görüyor insan. “Bu
bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan
bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik,
bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı
var…” (syf 250) Büyük hatalar yapmış bir şeytan yerine tembel, iradesiz, bilgisiz ve yalancı bir
insan kalıyor geriye. Sorunlarla yüzleşmek yerine kolay yola başvuruyor çünkü. Tepkilerden
korkuyor, acı çekmekten, acı çektirmekten, kalp kırmaktan, gönül alamamaktan korkuyor
insan. Tüm bunlar ona hayali bir günah keçisi yaratıyor. Belki de insanın yaratılışiçgüdülerinden biri de içindeki şeytanı yaratmaktır. Tıpkı hayatta kalma, yalan söyleyince
kızarma gibi.
Başkalarına yalan söylememek için içimizde küçük bir şeytan yaratıyoruz evet, peki ya
kendimize söylediğimiz yalanlar? Belki de en büyük kötülüğü kendimize yapıyoruz. Kendimize
yalan söylüyor ve kendimizi kandırıyoruz. Sabahattin Ali’nin de dediği gibi “En korkunç yalan
da budur: Kendimize karşı bile kullanacak kadar pençesine düştüğümüz bu derin ve gizli
yalan…” (syf 209-210) Gece başımızı yastığa koyduğumuzda düşündüğümüz, rüyalarımızda ve
en çok da kabuslarımızda karşımıza çıkabilecek o büyük yalan ve derin hatalarımız…
İçimizdeki şeytan bu hata ve yalanları üstlenirken kendimizi bir kez olsun düşünmüş müydük?
Aslında en başından beri tek düşündüğümüz şey kendimizdi ancak kendimizi kandırmanın
sonuçlarını hiç hesaba katmamıştık. Çünkü insanoğlu her zaman anlık kendini kurtarmanın
peşindedir. Sonrasını düşünebilen, olay örgüsünü hesaba katabilen ve bazen duygularını bir
kenara bırakıp mantıklı düşünebilen çok az insan kaldı. Belki de içimizde bir şeytan olduğuna
ve tüm kötülükleri üzerine aldığına inanmak yerine içimizdeki canavarın hiç var olmadığına
inanmak tüm dünyayı güzelleştirebilecek bir düşünce olurdu. “İyilik demek kimseye kötülüğü
dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir.” (syf 249) İçimizde
bir şeytan yaratmak veya olduğuna inanmak yerine, bazen her insanın hata yapabileceğini,
tüm bu korkularımızla tek başımıza savaşabileceğimizi düşünüp; günah keçilerinden,
şeytanlardan ve tüm kötü özelliklerimizden arınmak belki de insanoğlu için inanılmaz bir
hayat tecrübesi olacaktır.
KAYNAKÇA
Sabahattin Ali. İçimizdeki Şeytan. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014
|
Mert Köksal
Çocuk Gözünden Dünya
Ne kadar çocuksun? Ya da çocukluğunu ne kadar özlüyorsun? Peki, içinden çocuksu bir şeyler
yapmak geldiğinde çekinmeden yapabiliyor musun? Bu kitap bence çocukluğunu özleyenlerin,
çocukluğundan bir şeyleri tekrar yaşamak isteyenlerin ya da hiç büyümeyip içinde hep o küçük
çocuğu saklayanların kitabı. İçindeki çocuğu korumak çok önemlidir aslında çünkü hayattan zevk
alabilmek, çok küçük şeylerden bile mutlu olmak ve zevk almak içindeki çocuğu ne kadar koruduğunla
alakalıdır. Çünkü çocuk demek mutluluk demektir.
Peki, aslında çocuk olmak ne demektir? Çocuk olmak; gece yarım saat geç yattığında kendini
mutlu hissetmektir, bayramda sokakta gördüğün macuncudan ya da pamuk şekerciden aldığın şekeri
yerken duyduğun neşedir, diğer insanlara saf ve karşılıksız duygularla yaklaşmaktır. Bir insanı ırkına,
cinsiyetine, yaşına ve etniğine göre değil de iyi ya da kötü olmasına göre değerlendirmektir bence
çocuk olmak. İçindeki yaşam enerjisinin zirvede olmasıdır ve belki de en büyük derdinin dışarıda hangi
oyunu oynayacağını düşünmek olmasıdır. Aslında bu yüzden özler çoğu insan çocukluğunu çünkü
çocukluğunda her şey daha güzel olmasa bile küçük şeylerden zevk almayı bilir insan. Çocukluğundaki
neşeyi, dertsizliği ve belki de rahatlığı özler insan yoksa neden herhangi bir insan hayatının parasının
olmadığı ve hiçbir şekilde özgür olamadığı dönemine dönmek ister hatta ve hatta onu özler ki?
‘Keşke çocukluğuma geri dönebilsem.’ lafını büyük ihtimalle yukarıda saydığım sebeplerden dolayı
gerek orta yaşlı insanlardan gerek de yaşlı insanlardan bu kadar çok duyarız.
Bence yaş olarak çocukluğa dönemesek bile çocuksu ruhumuza her yaşımızda dönebiliriz elli
yaşında hatta doksan yaşında bile. Bazılarınız ‘Çocukluktan sonraki yaşadığımız acılardan, dertlerden,
sorunlardan ve uğraşlardan sonra çocukluğa dönmek imkânsızdır.‘ diye düşünebilir aslında zaten biz
bu sorunlarla karşılaştığımızda çocukluğumuzdan çıkarak büyüme yolunda bir adım atmış oluruz. Yani
aslında bizim büyümemize neden olan asıl şey bu sorunlarla karşılaşmamızdır ya da bir bakıma gerçek
hayatın zor şartlarıyla tanışma olarak da yorumlanabilir.
Sizce içindeki çocuğu koruyabilenlerin sırrı ne olabilir peki? Çok basit aslında: Mutlu olmayı
becerebilmek daha doğrusu becerebilmekten çok mutlu olmayı istemek, arzulamak ve
çocukluğumuzda olduğu gibi küçük şeylerden mutlu olabilmek. Aslında ‘ Ben 5 Kere İyilik Yaptım
Çocuklardan Büyüklere Ders Kitabı ‘ kitabında da görebileceğimiz gibi Türkiye’nin farklı yerlerinde
yaşayan çocukların aynı yaşta olmalarına rağmen bir kavram üzerinde düşündükleri ya da akıllarına
gelen çağrışımlar çok farklı bu yüzden her şeyden önce insanın mutluluğu kendine uyarlaması yani
kendi hayatına uygun bir hale getirmesi lazım. Çünkü çoğu kavram çocuklarda da olduğu gibi
yetişkinlerde de farklılık gösterecektir ne de olsa insanların hayattan beklentileri ve arzuları aynı
değildir. Bu yüzden insanın hayattan ne istediğini belirleyip hedeflerine göre hayatını şekillendirmesi
çok önemlidir. Bir insanın mutlu olması bu şekillendirme ile doğru orantılıdır.
‘ Bir çocuktan bir şey öğrenilmez. ‘ derler aslında o kadar güzel öğrenilir ki. Çünkü bir çocuk bir
yetişkine göre olayları farklı açıdan görür ruhsal olarak farklı görmeyi zaten kesinlikle onaylarız ama
ondan öte fiziksel olarak bile farklı görürler çünkü yetişkinler üstün bir konumdan bakarken genellikle
bir çocuk bu kocaman dünyada kendini bir bakıma küçülterek her şeyi biraz abartılı bir şekilde görür.
Bu yüzden çocukluğundaki bazı güzel anıları tekrar yaşamak isteyenler, içindeki çocuğu tekrardan
biraz hareketlendirmek isteyenler ya da Türkiye’nin bambaşka illerindeki çocuklarda kendinden bir
şey bulmayı isteyenler için çok güzel bir kitap. İçimizdeki çocukların asla uyumaması dileklerimle…
|
CEHALET, MEMLEKET VE KADINLAR
Söğüt İdil Güneş
Zaman geçtikçe, devir değiştikçe insanların ve toplumların
değer yargıları değişir. Zamanın bize kattığı büyümekten,
olgunlaşmaktan ibaret değildir çoğu zaman. Hem kişisel
yaşantılarımızda olanlar hem de dünyanın geçirdiği değişim
süreci var olan ahlaki normları değiştirirler. Toplumdan
topluma, yaşantıdan yaşantıya değişen bu normların varlığı
kültürlerin yapılanmasını ve değişimlerini de etkilerler.
Refik Halid Karay, Memleket Hikayeleri adlı öykü kitabında
yıkılan Osmanlı ve yeni devletin kurulduğu yılların
Türkiye’sindeki toplum sorunları ve ahlak çatışmalarından
bahsediyor. Olaylar farklı kültürler ve şehirlerde geçse de
Karay genel olarak kadının yeri ve toplumun yozlaşması
konusuna değiniyor.
Kitabın genelinde dikkatimi en çok çeken şey, öykülerde
kadınların yaşadıkları ve yazarın bu durumlar üzerine
yorumları oldu. Henüz gelişmemiş, çoğunluğun cahil olduğu
Anadolu kasabalarında geçen bu öykülerdeki kadınlar
davranışları, tutumları yüzünden sert bir biçimde eleştirilerek
kaderlerine mahkum ediliyorlar. Karay da toplumun cehaleti
ve kadınlara bakış açısını devrinde görülmemiş bir biçimde
eleştiriyor kıyaslarda bulunuyor. Örnek olarak Karay, Yatık
Emine adlı öyküde bir köye devlet tarafından sığınmaya
gönderilen Emine’nin köy halkı tarafından ahlaksız damgası
yemesi ve sonunda ölmesini vicdani ve ahlaki duygular
çerçevesinde ele alıyor. Köy halkında bulunan cehaletin yanı
sıra bastırılmış cinsellik duygusu da Karay’ın eleştirdiği en
temel noktalardan biri.Günümüzden yaklaşık yüz sene öncesinde savaşa hazırlanan,
İslam dininin hayatın merkezinde olduğu bir toplumun kadına
bakış açısı şaşırtıcı veya beklenmedik değil. Halen bile bazı
kesimlerde kadınların ikinci sınıf insan muamelesi gördükleri
dikkate alınırsa, o zamanlarda erkeklerin ahlaki değer
yargılarını öne sürerek egemenliklerini ortaya koymaları o
dönemin en temel özelliklerinden biri. Din olgusunun
yüzyıllardır bizim kültürümüz içinde olduğu ve erkek egemen
bir toplumda yaşadığımızın yadsınamaz bir gerçek olduğunu
küçüklüğümden beri okuduğum kitaplar ve dinlediklerimden
öğrenmiştim. Fakat kadınların durumunun bu kitapta şeffaf ve
realist bir biçimde işlenmesiyle ben de aklıma gelmeyen bazı
gerçekliklerle karşılaştım. Toplumun koyduğu kalıplara
uymayan kadınların yaşadıkları, onlara yüklenen görevler ve
ödevlerin acımasızlığı beni derinden etkiledi. Yaşadığımız
rahat ve özgür hayatın sancılı ve ağır süreçlerden geçerek
bugünlere geldiğini bu kadar açıkça görmek, beni üzdü ve
düşündürdü.
Bana kalırsa hiçbir insan veya hiçbir halk tamamen ahlaklı ve
saf olamaz. Her insanın öngöremediği, yanıldığı durumlar
olabilir ve eğer bu yanlışları yapan kadınlarsa hatalarının
bedellerinin toplum tarafından ödetilmesi ne günümüzde ne de
geçmişte kabul edilebilir bir olgu değil. Birinin sırf kadın
olduğu için ahlaksız damgası yemesi ve toplumun dışına
itilmesi insanlık dışı bir hareket ve bunu yapanların sadece
erkekler olmaması, kadınların toplum yaşantısının empoze
ettiği düşünceler sonucu hemcinslerini düşüncesizce
yargılayabilmesi benim anlayışıma çok uzak. Hele bizimki gibi
üstü kapalı da olsa genel bağlamda uygunsuz olayların
yaşandığı bir toplumda günah keçisi seçilmesi ve bunun
çoğunlukla kadınlar olması trajikomik bir durum yaratıyor.
Kendimizi gelişmiş bir ülke olarak adlandırdığımız şu yılda bile
her gün kadınların suçlandığı ve yargılandığı bir hikayeduymamak işten bile değil. Örnek olarak gazetelerde veya
haberlerde kadınların eşleri veya aileleri tarafından
cezalandırıldığı o kadar çok olayla karşılaşıyoruz ki bu artık
ülkemizde olağan bir durum olarak karşılanıyor.
Anlamadan, dinlemeden yargılamak bence dünyadaki en büyük
haksızlıklardan biri. Yaşananlar doğru olsun olmasın, ilgisiz
kişilerin bile yorum yapacak ve yargılayacak hakkı
kendilerinde bulması belki de hala toplumumuzda kadınların
hak ettiği muameleyle karşılaşmadığını gösteriyor. Evet ben
toplumumuzda yaşayan kadınların karşılaştığı sıkıntıların
çoğunu yaşamadım belki fakat temelde benim de hayatımda
kadınlar ve erkeklerin eşit olmadığına dair temelde basit ama
düşündürücü olaylar yaşanıyor. Örnek olarak ailemin genel
tutumu da kız ve erkek çocuğu söz konusu olduğunda
bambaşka. Erkeklerin toplumda kendilerini koruyabileceği,
kızların daha kapalı ve korumacı büyütülmesi gerektiği hemen
hemen çoğu kızın büyürken karşılaştığı bir tutum. Bugün bu
bakış açısını değiştirmek bizim elimizde, geçmişte kadınların
yaşadıklarına bakarak yirmibirinci yüzyılda durumun aynı
olmaması gerektiğini rahatlıkla söyleyebilirim, ama herşeyden
önce kafa yapısı ve hayata karşı bakış açısı değişmeli. Bu algı
1909 ve 2014te farklı olmalı, kadınların toplumdaki yeri ve
yaşama kattıkları artık göz ardı edilmemeli.
|
TEK HECE YALNIZLIK
Çağımın en büyük korkusu yalnızlık tek heceymiş, anladım. Paylaşılmazmış,
korkuturmuş. Meğer küçükken karanlığın kekremsi tadı korkutuyormuş beni. Kalp atışlarımı
ivmelendiren çıplak duvarların yüzüme çarptığı soğuklukmuş, yalnızlık.
Büyüdüm. Artık kafama kadar çekmiyordum yorganı çünkü yorgan gibi bütün
çocukluk avuntularımı teker teker yitirdim. Karanlıklar yine de sardı içimi. Ben büyüdüm,
kalbim küçüldü. Etrafımdaki insanlar çöldeki kum taneleri gibi savruldu ıssız yamaçlara.
Hayallerim yünden iplik gibi çözülüp yerini kırıklıklara bıraktı. Dilimdeki pamuk şekeri
eridikçe canımı acıttı öyle ki insanlardan beklentilerimin beni daima üzdüğünü fark etmem
çok uzun sürmedi. Elimde çocukluğumdan kalan mercanları çakıl taşlarıyla takas etmeye
başladığım gün büyüdüm ve büyüdükçe yalnızlaştım. Bu muydu büyümek? Gülüşlerin
azalması, kahkahaların sessiz çığlıklara yenik düşmesi, sol göğsünün pırpırlardan
vazgeçmesi, yorganın artık koruyucu kalkan olamaması… Büyüdüm ve herkes gibi
koşuşturmalar içinde kendimi unuttum.
Sadece kendini de unutmadı ki insanoğlu. Gündelik telaşlarda hatırlayamadığımız “iyi
misin?” sorusunu bile içten söylemeyeli epey oldu. Parçası olduğumuz tüketim toplumunun
insanı ben merkezli düşünmeye iten dinamik zemini; bizi sadece başkalarından ayırarak
yalnızlaştırmadı, aynı zamanda kalabalıklar içinde kendimize de yabancılaştırdı. Sanırım tam
olarak işte o an büyüdüm. Kalabalıklar içinde yalnız değil de herkesin yapayalnız kaldığını
fark ettiğim o an. Uğultuları kulakları dolduran sık adımların belli bir harmoniyi
oluşturamadan birbirlerinden kopuk danslarının yanı sıra bankın iki ucunda oturan insanların
maskeleriyle birbirleri arasındaki uçurumu büyüttükleri o an… Her korna sesi
tahammülsüzdü, her uğultulu adım, günlük uğraşların içinde kaybolan suretlerin dürtüsünü
ezgilemeye başlamıştı. Kalktım, yürüdüm. Ne kadar girdiysem kalabalığa, o kadar ayrıştım
uğultulardan. Kulakları dolduran titreşimlerden kaçmayı başardım ve tıpkı küçükken
masmavi çehrede kayan uçurtmam gibi özgürlüğü parmak uçlarımda hissetmeye başladım
hele güvercinlerin bile uçmaktan umudunu kesip Arnavut kaldırımı üzerinde geçen uzun
yolculukları sonrasında. Başımı eğdiğimde taşların örüntüsünü aklıma kazır gibi dikkatliydim,
sanırım bu da yalnızlığın ekşi kokusuydu. Zamanla insanların yüzüne bakmaktansa her bir
kıvrımımla ezberledim gri zemini. Çünkü her suret başka bir öyküydü -ya daha şiirsel ya da
daha düz- modern toplumun kaçırılmaz götürüsü başka bir yalnızlık. Tıpkı Arnavut kaldırımı
gibi dumana boyanmış griler vardı her bir göz kırışıklığının sonunda.Güneşin yüz çevirmeye başladığı noktadan yayılan dinginlik huzursuzluk verirdi bir
zamanlar, kuşların endişeli kanat sesleri bile tırmalardı kulaklarımı. Sonra zamanla fark ettim
ki yalnızlık dediğimiz o keskin ve soğuk tek hece algıdaymış, asıl mesele küçük bir nüans
farkıyla yapayalnız kalmamakmış. Cem Şancı’nın “Yalnızlık Doktorası” adlı eserinde de
bahsettiği üzere Halit Ziya’nın ‘Yalnızlık bir mahrumiyet değil, lükstür.’(Şancı,2014, s.13)
ibaresi modern çağın cezası olarak gördüğüm yalnızlık kavramının aslında kendimizi
dinlememiz için kaydırılan zaman diliminden başka bir şey olmadığını yardımcı oldu. Öteki
taraftan zaten yalnızlığın soğuk yüzü eriyen vakitlerde sevdiriyormuş kendini, büyümek bu
yüzden kendini artık zamanlarda hissettirirmiş. Küçükken yalnızlık ertelenen sevgiler, hayal
kırıklığıyla son bulmuş beklentiler, dumanlı hisler ve kalp küçülten yaşanmışlıklarken
şimdilerde bir çeşit özgür olma durumu, yürüyeceğin yolu sihirli dokunuşlarla var etme
çabası haline geldi.
Her ne kadar tek kişilik de olsa yalnızlık kırık dökük parçalarıyla modern toplumun
gelişimini ivmelendirdi. Pervasız özgüvenimiz nereden geliyor sanıyorsunuz? Şahsen benim
sol yanım güç kazandıkça küçüldü; dilimin ucuna gelen her duyguyu yutmaktan ya da
gözyaşlarımı saklamaktan bıkmadığım zamanlarda. Dardı günler o yüzden sığdıramadım ya
tozpembe günlüğüme gömdüğüm Ben’i. Sonrası yapayalnızlık, “Toprak gibidir
yalnızlık,/Zamanla sarar seni, köklerini alır içine,”(Şancı,2014, s.14). Tam bu noktada, uzakta
da olsa birinin varlığını hissetme içgüdüsü toprağı savurup en anlamlı anti depresan etkisini
yaratma gücüne sahip. Yalnızlık, her ne kadar Cem Şancı’nın bahsettiği gibi lüks olsa da
ileriki evresi yapayalnızlık sığınak bulma derdidir. Bundan dolayı, yalnızlık tıpkı mutluluk
gibi başarıdır ki başaramadığında yapayalnız kalırsın. Zaman puslu kollarıyla çevrelerken
acımtırak dokunuşlarla sol göğüs kafesimizi o kadar küçültür ki dar zamanlarda yok etmeye
bile yeltenir.
Kaynakça
Şancı, C. (2014). Yalnızlık Doktorası. İstanbul: Remzi Kitabevi
Mervenur Dükmen
|
Beril TAYFUN
21502696 1
YÜZLEŞMEK
Hayatta yaptıklarımızdan, verdiğimiz ve veremediğimiz kararlardan ne kadar sorumluyuz?
Ne kadar bilinçli yaşıyoruz, yaptığımız seçimlerden ötürü kendimizi ne kadar sorumlu
tutuyor, ne kadar suçluyoruz? Bu sorular Kevin Carter’ın akbaba ile kız çocuğunu
gösteren Pulitzer ödüllü fotoğrafının hikâyesini öğrendiğimde aklımdan ilk geçenlerdi.
Sudan’da çekilen fotoğraf belki bazıları için dünyadaki adaletsizlik ve acımasızlığı
gösteriyordu, ancak ben bu fotoğrafa baktığımda daha farklı şeyler düşünüyordum.
İnsanın aslında vahşi doğaya ait olduğunu görüyordum ve gerçekte acımasız olanın
oradaki akbabadan çok insanın kendisi olduğuna inanıyordum. Dünyanın başka bir
yerinde istediği her şeye sahip olan ve son model yeni bir araba, ev, elbise almayı
düşünen birileri vardı; onlar isteselerdi elbet bir değişim yaratabilirlerdi… Acımasız olan
ne fotoğrafçı, ne akbaba ne de bu resmi insanın yüzüne vuran gazetecilerdi… Acımasız
olan insanın kendisiydi…
Fotoğrafı çeken Carter, yardım merkezine yürümeye çabalayan bu kız çocuğuna bulaşıcı
hastalık taşıma ihtimalinden ötürü dokunmayacak, sadece akbabayı kovalayıp kaldığı
kampa geri dönecekti. Ve bu kararı aldığı andan itibaren hayatı değişecekti… Fotoğraf ün
kazandıkça insanlar kız çocuğuna ne olduğunu soracak ve o gün aldığı kararın
pişmanlığını yaşayan Carter kendi hayatına son verecekti… Belki de bir fotoğraf bir
hayata bedeldi… O gün orada yanlış bir karar verdiğine inanan Carter kendisini suçlamış,
kendi vicdanıyla yüzleşmiş ve intihar etmişti… İnsanın kendi vicdanı gerçek adaletti belki
de…
Carter’ın hayatını sonlandırması aslında insanlık adına çok önemli bir şey söylüyor ve
içimizde vicdanı ile hareket edebilenlerin halen var olduğunu gösteriyordu. Carter belki
bazılarına göre korkaktı, verdiği kararın sonuçlarına katlanamadığı için kaçmıştı bu
dünyadan. Belki de hepimizden daha cesurdu, böyle bir fotoğrafı çekmiş ve insanların
yüzüne vurmaktan, acı gerçekleri haykırmaktan çekinmemişti. Öyle ya da böyle, o gün o
kız çocuğunu bırakmaktan dolayı duyduğu vicdan azabı bir türlü onu bırakmamış ve bu
işkenceye son vermek için intihar etmişti. Carter’ın intihar mektubunda yazdıkları aslında
ne kadar acımasız bir dünyada yaşadığımızı gösteriyordu: “Depresif hissediyorum…
telefonsuz…kira için para…çocuk bakımı için para…borçlar için para...para!!! Ölülerin
cesetleri, öfke ve acıların canlı hatıraları peşimi bırakmıyor… Aç veya yaralı çocuklar,Beril TAYFUN
21502696 2
katiller…”1 demişti Carter. İnsanoğlunun para ve güç takıntısını ve bunları elde etmek için
her türlü zalimliği yapacağını anlatmıştı aslında. Belki de fotoğrafta akbaba yerine bir
insan olsa hiçbir şey değişmezdi… İnsanlar da kendi aralarında bir vahşi doğada değiller
miydi zaten?
Fotoğrafla ilk karşılaştığımda ve Carter’ın çocuğu ortada bırakıp kendi kampına
döndüğünü öğrendiğimde içim nefretle dolmuştu. Carter’ın açıklaması da acımasızca bir
bahane gibi görünmüştü gözüme. Kim hastalık taşıyabileceği bahanesiyle bir çocuğu
açlığa, umutsuzluğa ve dahası ölüme terk ederdi? Akbabayı kovalamıştı belki ama
akbabanın dönmeyeceği konusunda nasıl bu kadar hayalci olabilirdi? Kendisi sahiden
çocuğun güvenli bölgeye ulaştığına inanıyor muydu? Bu sorularımın cevabını Carter
aslında cevaplamıştı. Çocuğu ölüme terk ettiğini, akbabanın veya açlık ve tükenmişliğin
çocuğu güvenli bölgeye ulaşmaktan alıkoyduğunu biliyordu. Bu yük onun vicdanını gün be
gün tüketiyordu, belki de Pulitzer ödülünü kazanması yaraya tuz basmakla eş değerdi…
Yaptığı hatayı yüzüne çarpıyordu dünya, vicdanı ona “acımasızca çocuğu bıraktın, kaçtın
ve şimdi ödüllendiriliyorsun, bunu hak ettiğini düşünüyor musun?” diyordu belki de.
Kendisini affedemiyordu, bu yüzden en değerli şeyi olan yaşamını kendi elinden aldı.
Carter’ın intiharını öğrendiğim zaman ilk anda içime dolan nefret yok olmuştu. Yaptığı çok
cesurca bir hareketti ama kendime sormadan edemiyordum, içimi dolduran nefretin
sorumlusu Carter mıydı? Aslında değildi; asıl sorumlu o çocuğu aç bırakan bizlerdik.
Carter mesleğini yaparken bir yol ayrımı ile karşılaşmış ve o anda bir karar vermişti.
Doğru veya yanlış bu kararı sorgulamak bizlere düşmezdi, biz ne o anda Sudan’daydık ne
de Carter’ın fotoğrafı çekerken düşündüklerine tanık olmuştuk. Carter zaten kendi vicdanı
ile hesaplaşmış ve kendi idealleri doğrultusunda bir karara varmıştı. Bu onun kararıydı,
bir zamanlar yaptığını düşündüğü hatayı hayatı ile düzeltmişti belki de… Asıl nefret
duymam gereken kendi ırkımdı. Acımasızca ve bencilce o çocuğu aç bırakan, Carter’ı
sorgulayan empati yoksunu vicdansızlardı asıl suçlular. Daha da acısı gündelik hayatın
akışında kendimi kaybettiğimde, bencilce kendi isteklerimi düşündüğümde dönüştüğüm
kişiydi asıl suçlu. Bütün insanların içindeydi bu suçlu; kendi bencilliğimiz, insan
doğamızdı…
Öyle ya da böyle, herkes kendi vicdanı tarafından yargılanıyordu; Carter cesur davranmış
ve vicdanı ile yüzleşebilmişti. Belki de hepimizin kendi vicdanıyla konuşmaya ihtiyacı
vardı, insan olmanın gerçek anlamını hatırlayabilmek ve yaşama gerektiği değeri
verebilmek için… Karşımızdaki kişiyi yargılamadan önce ona ve onun içindeki vicdan
duygusuna güvenmemiz gerekiyordu belki de… Yazımı bitirirken sizleri Carter’ın son
sözleri ile bırakıyorum: “Çocuğu kurtarabilirdim. Makinamı bırakıp onu kucağıma alıp
yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum. Şimdiyse
önce insan olduğumu.”
Beril TAYFUN
30.01.2016
1 http://kirazintadi.blogspot.com.tr/2013/06/kevin-carter.html
Bu sitede Carter’ın İngilizce olan intihar mektubu bulunabilmektedir.Beril TAYFUN
21502696 3
KAYNAKÇA:
http://kirazintadi.blogspot.com.tr/2013/06/kevin-carter.html
(Bu sitede Carter’ın İngilizce olan intihar mektubu bulunabilmektedir.)
https://en.wikipedia.org/wiki/Kevin_Carter#/media/File:Kevin-Carter-Child-
Vulture-Sudan.jpg
(Fotoğrafın alındığı adres)
|
Verda Nur Sarıbaş
Kurşunlu Şelalesi’nde Esrarengiz Bir Gezi
Bazı kitaplar, filmler, belki bir kıyafet ya da bir koku insanı bulunduğu zamandan alıp başka
zamanlara veya başka diyarlara götürüyor. Beni değişik diyarlara götüren ve her anında sanki bu
dünyada değilmişim gibi hissettiren öyle bir yeri gezdim ki şuan bile gözümün önüne getirdikçe mutlu
oluyorum. İşte o yer, Antalya’nın eşsiz güzelliklerinden biri olan Kurşunlu Şelalesi.
Küçüklüğümden beri şelaleleri hep değişik ve sıra dışı bulmuşumdur. Bu yüzden Antalya’ya
girdiğim anda ilk önce şelaleleri görmek istedim. Henüz Kurşunlu Şelalesi’nin bulunduğu tabiat
parkına girmeden meraktan ve heyecandan yerimde duramıyordum. Biraz yürüyüp, merdivenlerden
inip çıktıktan sonra gördüklerime gerçekten inanamadım. Sanki bir film sahnesindeydim, uçağım
gizemli bir adaya düşmüş ve ben de yiyecek ararken susuzluğumu giderecek mükemmel bir şelaleyle
karşılaşmış gibiydim. Beni sanki tılsımlı fısıltıyla kendisine çekiyordu. Yer ayağımın altından kayıyor,
kendime engel olamadan ilerliyordum, ortamın verdiği serinlik ve esrarengiz bir havayla. Boyumdan
kat kat daha büyük olan devasa kayaların arasından geçerken dünyadaki tek insan sanki benmişim ve
yeni bir yer keşfediyormuş gibi hissediyordum. Öyle bir heyecanla ilerliyordum ki etrafımdaki onlarca
insanın farkına bile varamıyordum. Serinliğiyle beni kendine çeken şelaleye kayalıkların arasından
ulaştığımda her açıdan farklı bir güzelliğinin olduğunu bana anlatmak istiyordu sanki. Gürül gürül akan
suyun yüksekten hızlıca düşmesiyle havada özgürce dolaşan her bir su taneciği tenime değdikçe,
geçirdikleri uzun yolculuktan bahsediyor gibiydiler. Üstümün ıslanması ayaklarımın çamur içinde
kalmasını umursamıyordum. Sadece orada öylece durup ortamın büyüsü içinde kaybolmak
istiyordum. Beni değişik zamanlara götürmesini ister gibi gözüm kapalı ayakta kalmıştım. Tam o sırada
sanki bir su perisi beni elimden tuttu ve şelalenin içine çekmeye başladı. Bir tarafımda gözlerime
inanamayacak kadar güzellikte, şırıl şırıl akan bir şelale; öbür yanımda yukardan sarkan upuzun
sarmaşıklar ve kayalara sıkıca tutunmuş yosunlar…
Evet, gerçekten şelalenin altındaydım. Üstüm başım daha çok ıslandıkça bu dünyadan daha
çok uzaklaşıyor, ufak bir çocuk gibi oluyordum. Kayalıklardan, çamurlardan ve şelaleden
korkmuyordum; sanki hep oraya aitmişim gibi… Sırtımı kayalıklara verip şelalenin beni içine alıp
ruhumu temizlemesini istiyordum. İçimde ne bir kötülük ne hırs ne mutsuzluk vardı; hiçbir olumsuz
şey yoktu. Sadece mutluluk hissediyordum. Kendimi hiç olmamış kadar özgür hissediyor ve
korkusuzca kayalıklardan kayalıklara atlıyordum. Sonsuza kadar orada kalacakmış gibi
sahipleniyordum ortamı. Nasıl gerçek olabilir bu kadar güzel bir yer? Nasıl beni bu kadar
heyecanlandırabilir? Etrafımdaki insanların bana çılgın gibi bakmasını umursamadan şelalenin
güzelliğini doyasıya yaşamaya devam ediyordum. Her yerim ıslak, ayakkabılarım çamur içindeydi ama
ben daha önce hiç eğlenmediğim kadar eğlenmiş, suyun tadını doyasıya çıkarmıştım. Su perisinin
rehberliğinde, şelalenin altından çıkıp suyu takip ederek yürümeye başladım. Aşağılara indikçe suyun
hızı yavaşlıyor, su gibi ben de sakinleşiyordum. Suyun büyük oranda durduğu ve bir göl oluşturduğu
yere gelince burada saatlerce durduğumu ve artık bu efsanevi güzellikteki yerden ayrılma vaktimin
gelip çattığını anladım.
Oradan uzaklaşırken böyle muhteşem bir yerde bulunduğum için çok mutlu aynı zaman da bu
güzelliklerden ayrıldığım için hüzünlüydüm. Fakat içimdeki ses yolumun tekrar bu büyülü mekâna
düşeceğini fısıldıyordu bana. Hayatımda gördüğüm tartışmasız en güzel yerdi. Benim için her zaman
farklı ve eskimeyen yerini koruyacak olan esrarengiz ve bir o kadar da sıra dışı olan, kendimikaybederken bulduğum, ilerledikçe küçüldüğüm ve kesinlikle tılsımlı olduğuna inandığım yer Kurşunlu
Şelalesi…
|
Fatma Naz DONMA
21503088
MUTLULUĞA İLK ADIM
Her şeyin güzel olacağı temennileriyle geçiyor hayatımız. Kötüye giden onca şeyin
yanında hep daha iyisini bulabileceğimize inanıyoruz ya da inandırılmaya çalışılıyoruz.
Mutluluğun nerede olduğunu düşünmek yerine, kendimizi toplumun bizi hangi yolda daha
çok takdir edeceğini düşünürken ve bunun için çaba harcarken buluyoruz. Küçücük bir
güzellikten doğacak kocaman gülümsemelerden mahrum bırakıyoruz kendimizi. Belki de bu
dünyayı daha yaşanabilir kılacak olan şey bizim tek bir tebessümümüzken bu rekabetçi hayat
maratonunda bu minik detayları kaçırıyoruz. Bu detaylara minik demenin ne kadar doğru
olduğunu bilemiyorum aslında. Hayatta bizi mutlu eden, bizi diğer insanlardan ayırabilen ne
varsa değerli olmalıdır, eğer bir kalıba sokmamız gerekiyorsa bu minik değil kocaman
olmalıdır.
Şekil 1-Hthayat/Mutlu çocuk yetiştirmek için on ipucu
Küçük bir çocuğun gözlerindeki o güzel ışıltıyla anlam bulur mutluluk. Kollarını
kocaman açıp bütün dünyayı kucaklayabileceğine olan inancıyla tutunur umutlarına. En
sevdiği çikolatayı yemek, kendinden çok büyük olan aşık olduğuna inandığı abi ya da
ablasının ona attığı tek bir gülücük ya da akşam olduğunda ailesiyle birlikte doyasıya geçirdiği
zaman onun mutluluğu için yeterlidir. Ona göre başına daha güzel ne gelebilir ki? Derken
büyümeye başlar çocuk. Büyür ve hayatın aslında küçükken oynadığı oyunlardan ibaret
olmadığına inanmaya başlar. Hâlbuki hayat herkesin karşısına kendi tecrübelerine ve
hedeflerine göre oyunlar çıkarır. İnsan büyüdüğü için üzülmemelidir; çünkü asıl olay çocuk
olmak değil, içindeki o çocuk ruhunu her zaman muhafaza edebilmektir. Karşına çıkan
zorlukların aslında sana özel tasarlanmış oyunlar olduğunu anlamaya başladığın zaman mutlu
olmaya hazırsın demektir, artık çocukluğun da seninle birlikte geleceğine taşınmıştır çünkü.Muhattap olacağın insanlar oynadığın oyuncak bebeklerin, yazacağın yazılar ise kurduğun
evcilik oyunun bir parçası olduğunda hayatın aslında gözümüzde büyüttüğümüz kadar ciddi
olmadan da başarıyla ve zevkle geçirilebileceğini anlarsın.
Önyargılarımızı bir kenara bıraktığımızda mutluluğun ulaşılmaz olmadığına inancımız
artmaya başlar. İnsanların kafamızda kurdukları başarı tabularını bir bir yıkabilmeye
başladığımızda üstesinden gelemeyeceğimiz sorun, aşamayacağımız dağ kalmamıştır artık.
Çünkü mutluluk sadece takdir edilmeyle, insanların bizi övmesiyle sahip olunabilecek bir şey
değildir. Mutluluk, başını yastığa koyduğunda ve seni senden başka hiç kimse duyamıyorken
‘İyi ki yapmışım.’ diyebildiklerindir. Bir insana yaptığın küçük bir yardım ya da kabul etmek
istemediğin bir teklifi reddedebilmek bile sana bu hazzı yaşatmak için yeterli olabilir. Bunlar
gözümüze çok değersiz ya da basit olaylar gibi görünse de aslında birçoğumuzun yapmaya
cesaret bulamadığı olaylardır. Herkesin her istediğini kabul eden insan mutsuzluğa
mahkûmdur çünkü kendi iradesiyle neler yapabileceğinin farkında olamıyordur. Bu insan bir
kere ‘hayır’ diyebilmenin verdiği keyfi ve özgüveni tattığında o zamana kadar mutlu
olmasının önündeki en büyük engeli de keşfetmiş olur. Hayatında kazanabileceği en büyük
artıyı da kendisine eklemiştir artık. Sıradaki yapması gereken şey ise bunu diğer insanlara
yaymaktır çünkü mutluluk bulaşıcıdır ki bir insana başkalarının mutluluğunda payı
olmasından daha çok ne keyif verebilir ki? Diğer insanlara attığın her adımda özgüvenin biraz
daha yerine gelir ve için hiç olmadığı kadar rahat olmaya başlar. Biliyorsundur ki sen elinden
gelenin en fazlasını yapıyorsundur artık. Adım attığın insanların yüzünde gördüğün en ufak
bir gülümsemede bile bir katkının olduğunu bilmek sana paha biçilemez bir mutluluk verir.
Şekil 2-News/Harvard-A quest for happiness
Uyandığımız her yeni günde kendimize mutlu olmak için sebepler yaratmalıyız.
Hayatta her zaman moralimizin bozulacağı, modumuzun düşeceği olumsuzluklarla
karşılaşabileceğimizi bilerek; bu olumsuzlukların hiçbirinin çözümsüz olmadığına, güneşin
elbet birgün bizim için doğacağına inanarak ve umudumuzu asla ama asla kaybetmeyerek
mutluluğa ulaşmamızın mümkün olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız.KAYNAKÇA
Şekil 1- HT-hayat internet sitesi / Anne ve Çocuk
http://www.hthayat.com/anne-ve-cocuk/cocuk/haber/1013027-mutlu-cocuk-
yetistirmek-icin-10-ipucu
Şekil 2-News Harvard / Gazette Story 2016
http://news.harvard.edu/gazette/story/2016/04/a-quest-for-happiness/
|
Tezer Özlü ve “Yaşamın Ucuna Yolculuk” Hakkında…
Tezer Özlü adını arkadaşlarımdan sıkça duyduğum ancak önceden bir türlü okumaya fırsat
bulamadığım bir yazar... Kitaplarında işlediği melankolik temalardan ve onu okuyan her
kişiden duyduğum “Bu kitabı okuyan depresyona girer.” cümlelerinden dolayı Yaşamın
Ucuna Yolculuk kitabını okumaya başladığım andan itibaren kitaptaki hüzünlü hava beni
aniden sardı. Kitabı okurken, yazarın hayata karşı duyduğu öfkeyi her hücremde hissettiğimi
söyleyebilirim.
Etrafımızdaki insanlar her ne kadar mutlu bir hayat yaşıyor gibi gözükseler de hepsinin içinde
bastırdıkları veya bastırmaya çalıştıkları büyük bir öfke yatıyor. Bu durumun en pozitif
görünen insanın içinde bile yaşanmakta olduğuna yemin edebilirim. Çok basit bir nedeni var
aslında tüm bu öfkenin. Çoğumuz hayattan istediklerimizi alamıyor, haksızlığa uğruyor ve
hayat karşısında yenilen tarafta kalıyoruz. İstekleri gerçekleşen insanlarda da bu durum var;
isteklerinin hiçbiri gerçekleşmeyen insanlarda da… Yaşlı ve yalnız insanların Berlin’deki
yaşamlarında öfke dolu bir yalnızlık geçirmesini örneklerken yazar, hepimizin hayatına ayna
tutuyor. Kendimden örnek verecek olursam; yaşlılığımda asla yalnız ve çekilmez biri olmak
istemem, bunun düşüncesi bile beni korkuya ve endişeye sürükler. Çoğumuz bu gibi
insanlarla hayatımızda karşılaşıyoruz. Onların genç insanlar tarafından nasıl sevilmediğini,
onlara ne lakaplar takıldığına da tanık oluyoruz. Bu bir insan için şahit olması en zor
olaylardan biri. Bütün hayatınız boyunca diğer insanlar tarafından saygı duyulan, takdir edilen
ve kıskanılan bir insan olsanız bile, yaşlandığınızda ve özellikle yaşlıyken yalnız ve huysuz
biri hâline gelirseniz hayatınız diğer insanlar için bazen tamamıyla önemsiz hâle gelebiliyor.İnsanın kendini ve etrafındaki insanları algılayışını, hayatta kendini konumlandırma biçimi
olarak görüyor Tezer Özlü. İnsanın, duygularını eğer anlamlandıramaz ve onu
biçimlendiremezse ölü bir bedenden farkının olmadığını söylüyor. Bu noktada ona kesinlikle
katıldığımı söylemeden edemeyeceğim. Bazı insan tipleri vardır ki gerçekleştirdiği eylemlere
hiçbir anlam yüklemez ve öylesine yaşayıp geçer hayatı. Onun için tek gecelik bir ilişki de
sıradan bir şeydir; ilişki yaşadığı insanı aldatmak da. Böyle insanlara kızmıyorum ve onlardan
nefret etmiyorum aslında. Onlara sadece acıyorum, çünkü hayatın bundan çok daha fazlası
olduğuna inananlardanım. Bir bebeğin doğum anı ve ailesinin tam da o an yüzünde beliren
gülümsemesi, sınavdan çok başarısız notlar aldıktan sonra azmedip çalıştıktan sonra en
yüksek notu alan öğrencinin yaşadığı haklı gurur ve sevinç, yaşadığı zorlu hastalıklardan
sonra hayata sımsıkı sarılan ve o hastalığı yenen insanların ailesiyle olan sevinç kutlamaları…
Bu anları örnek vermemin sebebi, aslında hayatın anlamının aslında çok daha derin
olduğudur. Keyifli ve güzel anlar kadar üzüntülerimiz, hayal kırıklıklarımız ve
mutsuzluklarımız da hayatı hayat yapan unsurlardır. Bunlar da insanı insan yapan ve onun
hayatta ilerlemesine yardımcı olacak duygulardır diye düşünüyorum.
“Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz.”.
Bu cümle kitapta Tezer Özlü’nün yapmış olduğu alıntılardan sadece bir tanesi ve benim de
çok beğendiğim bir söz. Herkes zor bir hayat yaşıyor ve kendi tırnaklarıyla bir şeyler
başarmaya çalışıyor. Kimsenin hayattan aldığı zevk bakımından doruğa ulaşmış olduğunu
düşünmüyorum. Severek izlediğim yabancı dizide, yine çok sevdiğim bir karakter şu cümleyi
söylemişti: “Hayat kendi tırnaklarınla duvarı kazıyarak kendini yukarı çekmeye çalıştığın bir
lağım çukurudur.”. İlk bakıldığında çok etkileyici bir cümle gibi gözükmüyor, evet ama
benim için çok anlamlı bir söz. Gerçekten de hayat hepimizin önüne bir çok engel koyuyor ve
zaman zaman pes edebileceğimiz anlar karşımıza çıkıyor. Yaşamaya dayanamayanlar bunabir son verip intihar ediyor. Kalanlar ise zorluklarla boğuşmaya devam ediyor. Gerçek cesaret
bunu yapabilenlerde ve hayatın zorluklarına göğüs gerebilenlerde. Bunu başarabilenler
aslında kendi hayatlarının kahramanları oluyorlar ki bu bana göre gerçekten dünyada
alınabilecek en güzel ödüllerden birisi.
Sevginin ve güzelliğin farkında olduğumuz kadar hayatın kötü yanlarının da farkında olup
yaşamdaki duruşumuzu buna göre belirlememiz hepimiz için anlamlı bir yaşamın sırrı
aslında. Kitaptaki kadar melankolik bir ruh hâlinde dünyayı yorumlamasam da melankoliyi
aslında diğer duygulardan daha gerçekçi ve samimi bulduğum için severim diyebilirim.
Ruhumuzdaki acılara, üzüntülere yine aynı oranda kahkahayla cevap verebileceğimiz günleri
herkes gibi ben de bekliyorum tabii.
|
Mülksüzler
Lise hayatım boyunca birkaç farklı yerde birkaç farklı kişiden duyduğum bir kitaptı
Mülksüzler fakat bu kişilerin ve yerlerin bende bıraktığı olumsuz etkilerden olacak, kendimi bir
türlü bu kitabı okumaya ikna edememiştim. Herhangi bir felsefi temele dayanmadan “aykırı” ve
“anarşik” takılmaya çalışan gençlerin birbirlerine hava atmak için kullandıkları bir kitap olduğu
izlenimine kapılmıştım. Sonra yapacak daha iyi bir şey bulamadığım sıcak bir yaz günü kitabı
Kobo’ma ( bir e-kitap okuyucu) yükledim ve daha ilk sayfalardan itibaren ne kadar yanıldığımı
anladım. İnsanlar hakkında yanılmamıştım tabii ki, fakat kitabın kendisi tüm bu olumsuz
çevrelerden bağımsız bir şekilde çok güzeldi.
Kitabı okurken çok zevk almamın sebeplerinden biri sanırım baş karakterin (Shevek)
fizikçi olması olabilir. Shevek’in düşünce sistemini ve olaylara tepkisel yaklaşımını kendime
yakın gördüğümden bu durum kendimi kitabın içinde bulmamı sağladı. Son zamanlarda
okuduğum en sürükleyici ve “eğlenceli” kitaplardandı. Girişte bahsettiğim genç arkadaşlardan
biri olmaktan korkmadan rahatlıkla söyleyebilirim ki kitap genel olarak birey ve toplumsal
ilişkilerimize yönelik çok önemli ve yerinde birtakım eleştirilerde bulunuyor. Bu eleştirilerin birkaç
tanesinden ve bende bıraktıkları etkilerden bahsetmek isterim.
“Yaşadığı sürede de, ölümünden sonraki bir çok yıl içinde de kendi dünyasının [Dünya]
fizikçileri onun [Einstein] yöntemine ve yenilgisine sırt çevirmişler, verimli teknolojik sonuçlarıyla
kuantum kuramının görkemli tutarsızlıklarını takip etmişler, en sonunda da teknolojik usulle o
kadar yoğun olarak ilgilenmişlerdi ki bir çıkmaza girmişler, hayal güçleri tükenmişti” (sf.486).
Bu yazı için biraz teknik kaçabilir, fakat kitapta en çok etkilendiğim görüşlerden biri bu.
Kısaca özetlemek gerekirse, 1960’larda yapılan deneyler Einstein’ın kuantum fiziğine karşı
getirdiği eleştirilerin ve itirazların geçersiz olduklarını gösterdi. Böylece tüm bilim dünyasını
(etkisi bugüne kadar da süren) bir “kuantum furyası” ele geçirdi. Bu yönelimin bir sonucu olarak
günümüzde teknolojik gelişime verilen önem, ayrılan zaman ve kaynaklar artarken temel bilimler
ihmal ediliyor. Bu benim de (en azından kendi bildiğim çevrelerde) gözlemlediğim üzücü bir
durum. Bu durumun ülkemizdeki yansımalarından biri için Ali Nesin’in bir gazete demecine
bakabiliriz : “Türkiye bir mühendisler ülkesi. (…) Bilimsel gelişmeyi teknolojik gelişme olarak
algılıyorlar. Tek amaçları elektrikli araba yapmak. En sonunda yapacağım bir tane elektrikli
araba önlerine koyacağım.”
Kitapta rastladığım bir diğer eleştiri de eğitim sistemimiz hakkında : (ülkemizde durum
daha da içler acısı, fakat o bu yazının konusu değil.) “Sınav sistemi ona anlatıldığında çok
şaşırmıştı; doğal öğrenme isteğini, bu bilgiyle doldurulma ve istenildiğinde geri kusma dizisinden
daha fazla engelleyebilecek bir şey düşünemiyordu” (229). Bu tespitin üzerine söylenebilecek
çok fazla bir şey yok. Gerçekten de küçük yaşlardan itibaren öğrencilerin kafalarına zorla hazır
bilgileri yığıp, “sınav” zamanı bu bilgileri geri kusturup sonra insanların geleceklerini bu sınav
sonuçlarına göre belirlemek, ideal bir öğrenim yolu olmaktan son derece uzak. Shevek’in de
vurguladığı gibi sınav sistemimiz “öğrenme” ve “merak” duygularını azami düzeye indirmek için
sanki özel olarak tasarlanmış gibi. Sorgulama ve araştırmacılık gibi gerçekten önemli hususlar
yerine ezberleme ve hızlı işlem yapma gibi sözde “yetenek”ler ön planda tutuluyor. İşte yalnız bu
“eğitim” süreci boyunca merakını ve akıl sağlığını koruyabilen azınlık ileride insanlığı ileri
taşıyacak eylemlere katılabiliyor.Sonuç olarak, gerek günümüz ve hatta belki de gelecek toplum yapısına getirdiği
eleştirilerle gerek insan doğasına bakış açısıyla beni derinden etkileyen bir kitap oldu.
Miraç Lütfullah Gülgönül
21602357
Bibliyografya :
Le Guin, Ursula K. Mülksüzler. İstanbul : Metis Yayıncılık, 2016.
|
Özlem Doluyuz Kaybedilmişlere!
Yaşamımız boyunca neredeyse her türlü değeri, ilişkileri görür geçiririz. Temelimizi
ve değerlerimizi oluşturan aile/akraba ilişkilerimizden tutun da dostluklara,
komşuluklarımıza, unutulamayan aşklarımıza, ayrılıklarımıza ve ölüm denen (kiminin bir son
kiminin de bu evrende daha başlangıç olarak gördüğü) kavramın zamansızca gelerek yuttuğu
tüm bu insanlara kadar her yaşanmışlık, veda etmeden önce, bir iz bırakıverir hayatlarımıza.
Bu izler bize hayatımızın anlamını kazandırmaktadır. Ama ne yazık ki kaybedince anlarız
bizim için ne kadar kıymetli olduklarını. Ve özlem başlar içimizi yiyip bitiren, ruhumuzu
törpüleyen, sağlığımızı kemiren… Çeşitli yaşanmışlıklarla şekillenerek herkese göre farklı
tanımları olabilen özlem; benim için her gün yaşadıklarımla, yaptığım işlerle, okuduğum kitap
ve dinlediğim şarkılarla kısacası hayatımda iki anlamıyla da ‘yürüdüğüm yollarda’
değişkenlik göstererek farklı anlamlar kazanmakta ve bazen de anlamlarını yitirebilmekte.
Bana göre özlem, insanların hissetmekten kaçamadığı ve ansızın gelen çok yoğun bir
duygu. Dünyaya gözlerimizi özlemle açar onunla da kaparız. Neden mi? Elimizde değil ki,
insanoğlunun doğasında var değer bilmezlik, doyumsuzluk. Şu an elinizde olan ama hak ettiği
değeri yeterince veremediğiniz bir eşyanızı düşünün, cevabını bulmak bence çok zor hele de
henüz kaybetmediyseniz. İnsanlara verdiğimiz değerler, cevabını bulamadığımız bu eşyadan
daha çok olsa da sonuç ne yazık ki gene aynı oluyor. Bazı durumlar, tamamen o insanı
kaybetmeyecek olsak da bizlere bu çıkmaz sokağı (ayrılıkları,kayıpları) ön gösterimmişcesine
sergileyebiliyor. Nasıl mı? Zorunlu sebeplerden dolayı artık göremeyeceğiniz birisi
olduğunda; aylarca süren göreve giden babanız, askere veya sizden uzaklarda okumaya giden
sevdiğiniz, dünyanın öteki ucunda kendine yeni bir hayat kurma amacıyla yola çıkan dostunuz
ve daha benzeri verilebilecek birçok örnek yaşatabilir bu çıkmazı ruhunuzda. Henüz bunlara
benzer bir ayrılığa denk gelmediyseniz ileriki hayatınızda daha çoğuyla karşılaşma
olasılığınız bir o kadar artıyor. Ama öznen yaşamamış olmak tecrübe edinemeyeceği
anlamına da gelmiyor. Dinlediğimiz yaşanmışlıklar, okuduğumuz kitaplar bizlere fazlasıyla
tecrübe katabilir . Aynı Sen Buralarda Yokken kitabının benim ruhumun derinliklerinde
uyandırdığı farkındalıklar gibi.
Nilüfer Altunkaya’nın annesi ve babasına adayarak yazdığı bu kitapta bir mahallede
yaşanan kaybolmuş ve özlemi çekilen birçok insan ilişkisi, çeşitli konularda farkındalığıma
katkı sağlamış olsa da en büyük farkı tek konuda hissettim: Ölüm. Daha çok yakın bir zaman
dilimi içerisinde, hayatımın önceki yıllarından tanıdığım birinin kaybını yaşamış, bir saat önce
canına kıymış birinin olduğu istasyonda tesadüfen görevlilerin işlerini yapış stresini
yanlarından geçip giderken solumuş olsam da belki de henüz en yakınlarımdan birini
kaybetmemiş ve acısını tam anlamıyla bilemeyecek olmam okuduğum satırlar karşısında
duyduğum ve fazlasıyla güçlü olan empati hissinin derinliğini azaltmadı. Sanırım özlemlerin
en büyüğü ölümün alıp götürdüğü birine duyulan. Yalnızca o kişiyi bir daha göremeyecek
olmak değil bunu yaratan. İstemsizce oluşan ne olursa olsun bekleme duygusu. O haberi
işittikten sonra Salih’in ağabeyinin de kendi kendine söylediği ve ruhumun derinliklerine
işleyen o satırlarda da olduğu gibi: “Anneler delirebilir, babalar gittikçe sararabilir ama
kardeşler ölmemelidir. Ölmediğini de bir tek ben biliyorum. Belki bir rüyaya dönüştün.Korkularımıza karıştın…” (Altunkaya, Sen Buralarda Yokken). Bu cümleleri okumak bile bir
insanı göz yaşlarına boğabilirken kim bilir kendini söylerken duymak yüreğini nasıl parçalar.
“eski telaşlarımdan sonsuz bir sabır biçtim.
yürüdüm toprağın avuçlarını.
zamana yenildim, günlerin ayazında bekledim.
beklemek insanın yalnızlığıdır.” (Altunkaya, Sen Buralarda Yokken)
Bir ağabeyin toprağa kattığı kardeşiyle ilgili hissettikleriyle birlikte yaşadıkları anılarının
sentezini beş satırda okumak bile ağır gelebiliyorken bir insana, empatiyle o anı yaşadığını
imgelemek, sebebi olabiliyor gözünden akan bir damla yaşa. Daha öncesinde, bu kadar
kuvvetli olmasa da, çeşitli yazarlardan okuduğum benzer cümleler de hissettirmişti farklı
tarzlarda hisleri. Oğuz Atay’ın Babama Mektup’ta yazdıkları başkaydı, Yekta Kopan’ın Bir de
Baktım Yoksun kitabında başka Özdemir Asaf’ın ölmüş olmasa da kaybettiği Lavinia’ya karşı
yazdığı Çizik şiirinde ve aynı dizelerin sonrasında Kaan Tangöze tarafından yapılan şarkıda
kullanılmasıyla hissettirdiklerinde bambaşka.
“Geleceğim, bekle dedi, gitti…
Ben beklemedim, o da gelmedi.
Ölüm gibi bir şey oldu…
Ama kimse ölmedi.” (Asaf, Çiçek Senfonisi, 184)
Gerçekten ayrılıklarda bekle dersin gider, sen beklesen de beklemesen de gelmeyeceği bellidir
ve gelmez, gelemez. Ölümse bu biraz da normal karşılanabilir ama kimse ölmemişse de ölüm
gibi hissetirebilir de. Kitaptaki Mesafe başlıklı kısımda (71) “Yaratılmış olanın hikayesi…”
diyerek başlamış ve bu öyküde anlattıklarıyla yazarın amacı okuyucularına tam olarak da
bunu hissetirmekti Salihe karşı (ki benim de en etkilendiğim ve sevdiğim bölüm oldu).
Birine derinden özlem duymak, ciğerlerinin o bekleme hissiyle dolup taştığını
hissettmek her faninin elbet tadacağı kaçınılmaz duygulardandır. Yaşayarak edinilen
tecrübelerle de olsa duyulmuş sözlerde, okunmuş satır ve dizelerde, dinlenmiş şarkılardan
geçen hislerle de olsa (“sen gittin ya özler oldum, yollarını gözler oldum.”(Dolu Kadehi Ters
Tut,Özler Oldum) sözünde hissettiğim gibi), her insanın hayatına silinmeyecek izler bırakır.
Bu izler, siyah veya gri de olsa bir renktir ve küçümsenemeyecek kadar anlamlar katar
hayatlarımıza. Özlem duygusu, her ne kadar kaçınılmaz olsa da aslında bu nedenler sayesinde
değerlidir(ve bir o kadar da doğal).
İnci AksoyKaynakça
Nilüfer Altunkaya/ Sen Buralarda Yokken. İstanbul: Alakarga Yayıncılık,2017.
Yekta Kopan/ Bir de Baktım Yoksun. Can Yayınları,2016.
Oğuz Atay/ Korkuyu Beklerken. İstanbul: İletişim Yayıncılık,2004.
Özdemir Asaf/ Çiçek Senfonisi. Yapı Kredi Yayınları,2013.
Kaan Tangöze Bekle Dedi Gitti, 2016
Dolu Kadehi Ters Tut/ Dünyanın En İyi Albümü, 2017.
|
Sabiha Ulusoy
ZİNCİRLEME TEZATLIKLAR
“Bu yazıda herkes kendine ait bir satır bulacak; tartmasını bilene ağırlığı, hissetmesini bilene
ise varlığı vaad ettim.”
Hepimiz içimizde bir boşluk taşıyoruz tanımlayamadığımız. Somut ağırlığının yanı sıra,
kelimelerle anlatılamayacak kadar da soyut bir varlık veya yokluk; adını ne koyarsanız. Her ne
kadar kelimelerle şekil vermeye çalışsak da biliyorum ki biz de başarısız olacağız bizden
öncekiler gibi. Ama bu boşluk her ne ise –ister duygusal boşluk deyin, isterseniz sıkılmak–
bildiğim tek şey mutluluklarımızın ardında saklanan bir sis, buhranlarımızın temelini yaratan
bir demir misali yerleşik hayatta, hem de ruhumuzun tam ortasında. Bendeniz, elimden
geldiği kadar anlatmaya çalışacağım size.
Boğazımdan inen her kahve yudumunun ardından içimdeki ağır boşluğun farkına
varıyorum. Gitmek zor, kalmak ise oldukça acı verici. İnsan hem kendinden hem de
geçmişinin izlerinden kaçmak istiyor. Ne kadar iyileştiğimizi düşünsek de varoluşun siyah ve
beyaz sınırları arasında hapis kalmış olan grinin buruk rızasını hepimiz taşıyoruz. Öyle bir rıza
ki yaşanmaya adanmış ama bir o kadar da tuz basılmış taze bir yara gibi.
Gerçekliğimizden kaçmak zor; insanlardan sıyrılıp duygularımızın ardındaki yeni bir
dünyada yaşamak ise çok daha zor. Ardımızda bize el sallayan yarım kalmış aşklar, dizi
incinmiş çocuklar ve veda gözyaşları döken dostlar… Hepsi yaşamımızın mülkiyetini almış
ama bir kiracı gibi yüreğimizde oturan kayalıklar misali. Duygu evreninin çalkantılı denizinin
köpüklü ve haşin dalgaları çarpıyor her birine. Aşındıkça aşınıyorlar; gündüzleri meltem
eşliğinde, geceleri ise mehtap ışığının dansında.
İkinci kahve yudumunun biraz daha soğumuş olduğunu fark ediyorum. Ya içimizdeki
bu ağır boşluk? O da soğur mu fiyakalı bir fincanda bekledikçe? Hatta bunu bir kenara
bırakalım; boşluğun ateşi mi olurmuş? Oluyormuş demek ki. Ağır ağır, cayır cayır yakan bir
alev dalgası gibi süratle ruhumuza nükseden ama hissedilmeyecek kadar da sönük bir
sıcaklık. Zincirleme tezatlıklar arasında çırpınıyoruz; yolumuz nereye bilmiyoruz. Battıkça
yüzüyoruz; yüzdükçe boğuluyoruz. Kendimizi balık zannediyoruz fakat her zaman bizden
büyük olana yem rolünü üstleniyoruz.
Gönlümüzün yerçekimsiz sahasında
nefes bile alamadan savrulup gidiyoruz.
Gözyaşlarımızın göktaşları kalbimize bir arı
misali tek tek saplanırken bilincimizi dış
dünyanın gerçekliğinden ayıramıyoruz.
Gerçeklik nedir? Parkta oynayan bir
çocuğun gülüşünde mi saklanır? Yoksa
İzmir Caddesi’nde bir sabah vakti evine
Kaynak: Sabiha UlusoySabiha Ulusoy
sıcak ekmek alıp götüren eskimiş kasketini başından çıkarmayan amcanın yüzündeki
yaşanmışlık çizgilerinde mi uyur? Belki de dün akşamdan kalan kadehte güneşin ilk ışıklarıyla
yakut gibi parlayan şarabın içinde yüzüyorlardır. Ya da bir bakarsınız; yuvasını inşa etmek için
karşı bahçedeki yaşlı ağaçtan bir parça solmuş kahverengi yaprak alan dişi kuşun ağzındadır.
Hiç olmazsa merdiven gıcırtısıyla irkilen ve çocukluğunun tatlı anıları hala tazeymiş gibi
aklından geçen, yaşadıklarının buhranını hala ocağında tüttüren bir kadının gözlerindeki
buğudadır.
Vücudumuzun tam ortasında, kalbimizin bulunduğu yerin o taraflarda hâlâ ısrarla
taşıdığımız kasvetli boşluğun her gün bir gram daha büyümesine tanığız; bilinçli ya da
bilinçsiz. Büyümek böyle bir şey işte. An geçtikçe bir yenisi eklenir damarlarımıza. Kanımızda
dolaşan, hücrelerimizi inşa eden demirin özüyle temellerini atıyoruz bu kasvet binasının.
Mutluyuz. Gülüyoruz. Dostlarımızla sohbet ediyoruz. Yan masadaki yakışıklı adamın
cilveli tavırlarına kaçamak bir bakış atıyoruz. Saçlarımızı tarayıp makyajımızı tazeliyoruz.
Mutsuzuz. Üzülüyoruz. Ağlıyoruz. Siliyoruz. Yaşıyoruz. Devam ediyoruz. Ve sadece yürüyoruz.
Uyanıyoruz ve uyuyoruz. Zıtlıklar arasında bir hayat kuruyoruz kendimize. Etrafımıza
bakıyoruz; izliyoruz ne varsa. Ediniyoruz, öğreniyoruz, biliyoruz, özümsüyoruz yaşamayı. Ve
yaşatıyoruz içimizde ne varsa.
Okuyoruz boşluklarımızı tartmak amacıyla. Boşluğun ağırlığı mı olurmuş? Oluyormuş
demek ki. Hem de çok ağırmış. Kasvetli, yok edici ve içine ne atıldıysa sindiren bir
tanımlanamazlık. Anlatmaya gücüm yetmiyor. Her gün benliğimle birlikte taşıdığım ve
ruhuma komşu olmuş bu bilinmezliğin etrafında dönüyor tüm sırlarım. Düşündükçe
bulamıyorum; okudukça anlamlandırmaya gayret ediyorum. Düşmanım mı dostum mu
olduğunu bilmediğim o ‘şey’ kendime dahi anlatmadığım sırları barındırıyor sessiz sakin.
Adını “ağır boşluk” koydum senin içimde büyüyen gri renk. Seni tanımak adına
okuduğum kitabın son sayfasını kapattığım an yemin ettim gerçekliğine. Varlığına şahidim.
Yokluğuna ise…
Kaynak:
Yıldız, H. A. (2014). Ağır Boşluk. Ankara; Hece Yayınları.
Fotoğraf: Sabiha Ulusoy, Finike/Antalya, 2014.
|
Öğrencinin adı: Yunus Umeyr Kılıç
Öğrenci Numarası: 21301404
TURK 101-10
09.12.2014
BİTMEYEN ÇİLE
Adanmış bir ruhun bitmez, tükenmez şiirleri... Okumakla bitirilemeyecek kadar derin ve tekrar
tekrar okumakla yeni manalara açılan tükenmez şiirler... Onun şiirleri ne bir hayal ve ne de bir
rüyanın parıltısı , onlar yalnızca hakikatin ta kendisi. Çekirdeğinden doğduğu bir fikrin hakikatleri ve
uğrunda yazılan bir davanın yalnızca nazma dönüşmüş gerçeklerdir Çile. Kelimeler satırlara sığmaz
da taşar, içindeki manalar fazlaca gelir de taşınmaz yalnızca bire satırda. Aklın , hayalin, ruhun ve de
kalbin ortasına yerleşir ancak ondaki manalar. Bu sıkleti de ancak bunlar kaldırabilir.
Bir fikir uğruna dünyalara meydan okumuş, bundan vazgeçmesi uğruna ona sunulanları elinin
tersiyle itmiş bir şair Necip Fazıl. Bir dava ki uğrunda girilen zindanlar, çekilen çileler Necip Fazıl'a bir
deste gül gibi olmuş. Davası uğrunda çektiği çilelerin hepsi ona hoş gelmişti. O bütün varlığıyla
adamıştı kendini bu yüce davaya, otuzundan sonra şereflenmişti bu davayla. Lakin onun için yeni bir
doğuş olmuştu bu dava. Hayatının bundan önceki kısmını bir lahzada silmiş ve de çöplük olarak
nitelendirmişti. Hayatının çilesi de bundan sonra başlamıştı. Fakat ne zindanlar ve ne de çekilen
çileler onun ruhuna sıklet vermemişti. O davası uğrunda bunların hepsini göze almıştı. Çünkü onun
bedeni azap çekse de, ruhu gül gülistan olurdu bu davada.
Hayatı ona zindan, yaşamayı ona çile yapmışlardı kalemle ona karşı gelemeyenler. Bu acılar
onun iliklerine kadar işlemişti ki Zindandan Mehmed'e Mektup'ta bunu okuyucuya dahi en derinduygularla hissettirebilmiştir. Zindanı âdeta yaşatırcasına anlatan ve çektiği acıları içine bürüyen Necip
Fazıl şiirin sanatsallığından da hiç taviz vermemiştir. Bu çilesini bu şiirde şiirin nazmına öylesine işlemiştir
ki çekilen bu acılar okuru dahi şevke getirmiştir. Bu zindan dünyaları ona kapatmışsa da
Allah'a ulaşan bu yüce yolu asla kapatamamıştır. Üzerlerine koca duvarlar, kalın demirler çekilse de
bunların hiçbiri onu Rabb'ine ulaştıran yol olan duadan alıkoyamamıştır. Çektiği bunca çileye dayanağı
da gönlündeki iman ve yüce Rabb'iydi.
Sakarya Türküsü bir başkadır onun dilinde. Şiirin ve sanatın belki de zirve yaptığı bir şiir... Lakin
bir sanat ki Allah davasının topluluğuna bağlı bir sanat... Yalnız kulağa hoş gelen bir şiir değil aynı
zamanda ihtiva ettiği manalarla da bir farklıdır Sakarya Türküsü. Sakarya onun dilinde âdeta Necip
Fazıl'ın ruhunun tecessüm etmiş bir hali gibidir. Öz yurdunda garip bir Sakarya Necip Fazıl'ın ta
kendisidir. Sakarya onun ruh ikizi olmuştur şiirde. Onu anlamak da Sakarya'yı anlamaktan geçer.
İstanbul'u sevmek ve tanımak ancak Canım İstanbul'u okumakla mümkündür. Onu okumayan ne
İstanbul'u sevdiğini ve ne de onu hakkıyla tanıdığını iddia edebilir. Öylesine içten anlatılmış ki
İstanbul, şayet İstanbul'dan bihaber bir insan dahi okusa Canım İstanbul'u, İstanbul'a hayran
olmaması imkân dâhilinde değildir. Bu şiir her yeni okunuşunda insanı İstanbul'a bir kez daha hayran
eder. Onu okudukça ne bir bıkkınlık gelir ve ne de bir bezginlik. O yalnızca yeniden okumaya şevk ve
iştiyak verir ve İstanbul'u bir kez daha insanın gönlünün başköşesine oturtur. Böyle bir şehre de böyle
bir şiir yakışırdı zaten.
Bu şiirleri ne kadar anlatmaya çalışsak da yine onlardaki sanatın ustalığını dillendirmeyi
başarmış sayılamayız. O ustalığı görmek ancak o şiirleri yüzünden okuyup o sanatı tadabilmekle
mümkündür. Her bir şiir farklı bir âleme açılan bir pencere gibi insana yeni yeni dünyaların kapısını
aralar ve şiiri tekrar tekrar okudukça o dünyalar çok daha net anlaşılır. Fakat ne kadar çok okusak da
bu Çile'yi okumakla bitiremeyiz çünkü bir sonraki okuyuşta anlaşılacak bazı manalar kalacaktır elbet.
Ama tek çare ise bir daha okumaktır bu şiirleri.
|
Melis Derya Ertür
Kendi Sesimin Peşinde
Hayatta bazen sesimizi duyurmakta zorlanırız. Çoğu zaman bu durum sadece
çevremizdeki insanların bizi anlamamasından değil, kendimizin bile ne
anlatmak istediğini bilmemesinden kaynaklanır. İçe kapanık ve sessiz bir çocuk
olarak büyüdüğümden kendi yaşantımda bu sessizlikle sıkça karşı karşıya
geldim. Bir derste anlamadığım kısmı sormak istedim ama eleştirilme düşüncesi
kafamı kurcalayıp durdu. Bir arkadaşımla yaşadığım tartışmada haksız konuma
konsam da aramızdaki ilişkimiz bozulmasın diye bir şey diyemediğim oldu.
Hatta bir keresinde geziye gittiğimiz servisten emniyet kemerimi çözemediğim
için inemeyip bir şey söylemeye utandığım için serviste herkesin geri
dönmesini beklediğim bir anım bile oldu. Çocuklukta başlayan bu sessizlik,
bizle beraber büyüyüp insanın kendini anlatamadığı bir engel hâline geliyor.
Bazen sessizlik bir çeşit kaçış türü gibi gelir. “Belki konuşmazsam işler
yoluna girer, ters bir durum yaşamam, olay tatlıya bağlanır” diye düşünüyoruz.
Ama aslında sorunlar, konuşmadıkça daha da büyür. Bu farkındalığı anlamak
benim için kolay olan bir süreç olmadı. Liseye başladığım ilk yıllarda, farklı bir
şehre taşınmamın da etkisiyle kendimi dış çevreye karşı aşırı derecede
kapatmıştım. Sınıfımdaki insanlarla bir grup çalışması olduğunda, kendi
fikirlerimi paylaşmak yerine diğerlerinin beni yönlendirmesine izin verirdim.
Kendi düşüncelerimi dile getirirsem küçük düşürülecekmiş gibi hissederdim ve
bu düşünceleri kendime saklardım. Ama zamanla büyüdükçe sessiz kaldığımda
sadece kendimi kapatıp kaybettiğimi fark ettim.
Bir başka zorlandığım konu ise kendi kimliğimi bulmak oldu benim için. Hâlâ
tam olarak buldum diyemem çünkü bence bu konu biz ölene kadar devam edip
değişebilecek bir arayış. Kim olduğumu, nelere inandığımı ve neleri
savunacağımı anlamak sesimi duyurmak için atabileceğim ilk adımdı. Bunu
hemen hayata geçirmemin kolay bir yolu yok çünkü sonuçta bu bir yolculuk.
İnsan kendi içinde bir şeyleri oturtup çözmedikçe dış dünyaya sesini
duyuramaz. Yıllar boyunca başkalarının üstünde düşünüp savunduğu
düşünceleri kendim sorgulamadan benimsedim. Bir grubun parçası olmak için
kendi inandıklarımı içime atıp kendimden taviz verdim. Ama artık şunu
biliyorum ki: Kendi sesim sadece bana ait olan fikir ve hisler ile ortaya
çıkabilir. Başkalarının düşüncelerini benimsemem sadece onların düşüncelerini
dünyaya duyurduğum anlamına gelir.
Bu düşünce yapısına varana kadar hayatımın son dönemlerinde umutsuzluğa
ve korkuya kapıldığım zamanlar oldu. Kendi düşüncelerimi dile getiremediğimher an, sanki benden bir şeyler kayboluyormuş gibi hissettim. Ancak zamanla
bu korkunun yersiz olduğunu ve kendime güvenmem gerektiğini fark ettim.
Sonuç olarak baktığımızda herkesin içinde duyurmak istediği bir sesi vardır,
önemli olan onu eleştirilme korkusu olmadan dile getirebilmektir.
Bu yolculuğumda öğrendiğim en önemli şeylerden biri de sesin bir kelime
veya cümle değil, hayallerimizle ve yaptığımız eylemlerle de dile
getirilebileceğidir. İnsan korkusuz bir şekilde kendini ifade edebildikçe daha
güçlü hayaller kurar ve o hayalleri hayata geçirebilmek için bütün çabasını
ortaya koyar. Bu yolculuk kendimize olan güvenimizi yeniden inşa ettiğimiz bir
gelişme sürecidir.
Abi Daré’nin Sesim Duyulana Dek kitabını okuduğumda bu duygu ve
düşüncelerimi tekrar gözden geçirme ve tam olarak kafamda oturtma fırsatı
bulduğum bir süreç yaşadım. Hikâyenin ana karakteri Adunni’nin kararlılığı,
bana kendi düşünce sürecimde yol gösterici olurken aynı zamanda bu
yolculuğumda ilham verici bir kaynak oldu. Adunni’nin şu sözleri kitaptaki her
şeyi özetler gibiydi: “Ben de bir gün kendi sesimi bulacağım. O ses sadece bana
değil, başkalarına da ışık olacak” (301). Kitabı bitirdiğimde ise kendi
sessizliğimle yüzleşmeye hazır hissettim ve kendimi baskıladığım zamanları
yenebilmek için tekrardan cesaretle doldum. Çünkü sessizlik hayatımızdaki bir
son değil, yeni başlangıçların ve fırsatların işareti olabilir.
Kaynakça:
Daré, Abi. Sesim Duyulana Dek. Epsilon Yayınları, 2022.
|
Mutluluğun Peşinde…/Metehan Çam
Paulo Coelho’nun okuduğum her kitabında ruhun derinliklerine yapılan yolculuklara tanıklık
etmişimdir.Uğruna bir ömrün harcanabileceği duyguları bulmak uğruna yapılanbilinçsizmiş
gibi gözükenaslında kendimizi bilinçsizlik uykusundan uyandırdığımız yolculuklardır bunlar.
Bu sefer aşkın peşinde hem aşk hem ihanet dolu bir yolculuğun tanıkları yaptı bizi eşsiz yazar
Paulo Coelho.Aldatmakimkânsız aşkın peşinde tutku dolu maceralar arayan bir kadının iç
dünyasına yaptığı mutluluğun ve sevginin kaynağına inen bir hikâye sunuyor bize. Kalbimizin
derinliklerine dokunan duygularla betimlenmiş birmaceranınhikâyesi bu.
Modern dünyanın insanlara biçtiği kaftan ruhlarımızınderinliklerine inerek gerçekte
istediğimiz gibi yaşayamamamıza neden oluyor. Toplumun mutlu olmanın anahtarları olarak
gördüğü somutluklara sahip olup da mutlu olamamış insanların yalnızlaştırıldığı bir dünyada
yaşıyoruz. İşteAldatmak’takendisine biçilen rolü oynamaktan usanmış ve mutlu olmak için
hayatına heyecan katmak isteyen bir kadının kendi içerisinde yaşadığı fırtınaları hissediyoruz
her sayfada. Ama mutluluğun ve imkânsız aşkın peşinde yapılan bu yolculuğu en ilginç kılan,
kuşkusuz bunun yine toplumun biçtiği rolü oynayansadıkkocasını aldatan bir kadın
tarafından yapılmış olmasıdır.Aldatmakinsanlığın,tarihin tüm sayfalarında karşılaştığı bir
gerçeğeışık tutmakla kalmıyor bunun bir insanın hayatını nasıl değiştirebileceğinide gözlerönüne seriyor. Onun bilinmezliklere yapılan yolculuklarda nasıl da yol gösterici bir rehber
olabileceğini görmek bu kitabı eşsiz kılıyor.
Toplumun gözünde bir aileye sahip olmak, varlıklı bireş, güzel bir ev, huzur ve barış dolu bir
ülkede yaşamak mutluluğun vazgeçilmez ölçütleri olmuştur. Onlar için güzel bahçeler
arasında bulunan evinizde mutsuzluk deryası içinde olmanız önemli değildir. O eve sahip
olmak zaten o kişiyi mutlu yapmıştır da ondan değil mi? Çoğu insanın bunlara sahip olmadan
doğduğu vebunları elde etmekiçin ömürlerini harcadıkları bir dünyadabu mutluluk
ölçütlerine sahipbir kadının aslında aradığının heyecan olduğunu her sayfada açıkça
görebiliyoruz. Ergenlik aşkıyla kocasını aldatarak aradığı, ihanet duygusunun ona verdiği,
sıradanlıktan çıkanbir bilinçsizliğin içinde aradığı şey tam da bu: heyecan. Yaşadığı her
günün aynı olmasını istememe arzusu ya da tek tuval hakkımız olan bu ömürde her rengi
kullanarak resim yapma isteği bu tutku dolu kadının aradığıarzular. Aldatmanın ona verdiği
zevk peşinde yapılmış bir yolculuk değil mutlu olma özlemininpeşinde çaresiz bir kadın
tarafından yapılmışbir iz sürmenin hikâyesini buluyoruz Aldatmak’ta.
Yaşadığımız her günü farkında olmadan geçirdiğimiz gerçeğinidüşünmeden edemiyorum
sayfaları çevirdikçe. Sanki bir bilinçsizlik deryasının tam ortasında dalgaların götürdüğü yere
gidiyoruz. Mutlu olmak için yaşadığımızı söylüyoruz ama onu nasıl nerede ve ne yaparak
bulacağımızı sormadan. Her günün birbirine benzemesinden korkuyoruz ama yarının bugüne
daha çok benzemesi için çabalayıp duruyoruz.Aldatmaksanki yüreğimizin en derinlerinde
kalmış duyguları gözlerimizin önüne seren bir ayna gibi çıkıyor karşımızave bu gerçekleri
yüzümüze haykırıyor. Bir kadının içinde yaşadığı fırtınalarda tanıklıkediyoruz buduyguların
varlığına. Bu bir aşk hikâyesi veya ihanet hikâyesi kesinlikle değil. Bu, gerçekten yaşadığını
hissetmek isteyen bir insanın hayatına katılmış olan anlamı bulmasının peşinde yaptığı
yolculuğun hikâyesi. Ve bizler, bu yolculuğun tanıkları olarak anlıyoruz ki yaşamak,sevgiyi
bize verilen yüreklerde hissedebilmektir.
Son sayfayı çevirdiğimde yine yüreğimin en derinlerineseslenmiş bir Paulo Coelho kitabı
bitirmenin heyecanını yaşadım. İmkânsız bir aşkın gölgesinde yapılan tutku doluihanetlerin
heyecanını bende kalbimde hissedebiliyordum. Sanki hayatını değiştirmek, yaşadığını
hissetmek isteyen bu kadın gibi bende kendimi bir bilinçsizlik uykusundan uyandırmıştım. En
sonunda yaşamanınsevmek olduğunu anlamam ise bu kitabın benim için çok ayrı bir öneme
sahip olmasına neden oldu. İhanetin heyecanının, tabuları yıkmanın veya sahip olunanlarının
hepsinin bir köşeye atılarak sahip olamadıklarımızın peşinden bizi sürükleyen duyguların
değil yaşadığımızı bu evrenin ruhuna kazıyacak olan sevgimizin ne kadar vazgeçilmez
olduğunu anlattı bana bu tutku doluroman. Sevmenin nefes almak olduğunu ve ruhumuzun
gerçekten yaşadığımızıhissetmesinin tek yolunun sevmek olduğunaşahit oldum Aldatmak’ta.
Son sözcüğü okumamlaimkânsız aşkın peşinden koşan bututku dolu kadının hayatındaki tek
eksiğin sevgi olduğunu anladım. Sevmekten mahrum bir yüreğin yaşadığını hissetmesimümkün değildir. Bizi bu bilinçsizlik uykusundan çıkartan, yaşadığımızı hissetmemizi
sağlayan tek şey kuşkusuz yüreklerimizde duyduğumuz sevgidir. Kitapta denildiği gibi hayat
uzun bir tatil değil, sonsuz bir öğrenme sürecidir ve bizim bu süreçte öğrenmemiz gereken tek
şey ise sevebilmektir, sevginin varlığına inanabilmektir. Kitabı bitirdiğimde aklımda kalan bir
cümle hâlâbu kitabınbende yarattığı heyecanı yüreğimin en derinlerinde hissetmemi
sağlıyor: ‘Sonsuza dek sevmek, sonsuza dek yaşamak demektir.’
Metehan Çam21300834 TURK101-2
|
Turhan Seçilmiş
1
21401181
Turk102-5/Başak Berna Cordan
23.02.2015
İKİ UCU AÇIK BIÇAK
Uzun zamandır görüşemediğim bir çocukluk arkadaşımla bir cuma akşamı sinemaya gitmeye
karar vermiştik ve sıra bir sinema gününde en zor şey olan karar aşamasına gelmişti.İyi bir
sinemasever olarak bu zorlu kararı verebileceğimi söyledim, daha önce hakkında sayfalarca inceleme
okuduğum ve Akademi Ödülleri’ne de aday olan “Damien Chazelle”in yönettiği “Whiplash” adlı filme
gitmemizi önerdim, ne hikmetse onlarca sinema bulunan Ankara’da “Whiplash” sadece üç sinemada
oynuyordu. Ankara içinde yaptığımız hatırı sayılır bir yolculuk sonrasında sinemaya vardık. İlk
girdiğimde filmin sonunda etkilendiğim kadar etkileneceğimi tahmin bile edememiştim. Film
konservatuarda ilk senesini geçiren bir baterist ile onu yeteneklerinden dolayı kendi orkestrasına alan
öğretmeni etrafında gelişiyor. Film tabii ki bu kadar basit değil. Miles Teller’ın büyük ustalıkla
canlandırdığı Andrew iyi bir baterist haline gelebilmek için saatlerce hatta günlerce elleri kanayana
kadar çalışan bir genç. Saatlerini baterisiyle geçirmesinin temel nedeni ise mükemmeliyetçi bir yapıya
sahip olan, küçük düşürme, korkutma, hakaret, küfür ve hatta fiziksel şiddet kullanımını eğitim için
son derece normal metotlar olarak kabul eden J.K. Simmons’ın oynadığı Fletcher adlı karakterin ona
karşı olan haksız davranışları. Fletcher o kadar hırslı bir adam ki Andrew’a film boyunca nerdeyse
köle muamelesi yapıyor ve bu durum da sizi filmi sonuna kadar koltuğunuza yapışarak izlemenize ve
inanılmaz derecede gerilmenize sebep oluyor. Sonradan film hakkında okuduğum yazılarla filmin
yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan Damien Chazelle’in de eskiden bir konservatuar öğrencisi
olup Fletcher’a benzer bir öğretmene rastlayıp dayanamayarak müzik okulunu bıraktığını da
öğrenmiş bulundum.
Filmin ana teması bana göre kesinlikle kontrolsüz hırsın insana yapabilecekleri. Hatta filmi
izlerken lisedeyken çok sevdiğim bir öğretmenimin hırsla ilgili biz öğrencilerine söylediği bir söz
gelmişti, söz şöyle: “Hırs iki ucu açık bir bıçak gibidir, hedefine gereğinden fazla saplarsan sana da
saplanır.” Şahsen hiçbir zaman hırslı bir birey olmayı beceremediğimi söylemeliyim ama şu yaşıma
rağmen hırsları yüzünden hayatını kendine zehir eden, arkadaşsız kalan çok fazla insan gördüm.
Bunları gördükçe de hırslı bir insandan çok azimli ve sorumluluk sahibi bir insan olmaya başladığımı
söyleyebilirim. Hırs ve azim; aynı şeyi yapmanın iki farklı yoludur; hırsa kin, azime sabır eşlik eder
sözünü de kendime hayat felsefesi edindim.
Hırsın fazlası o kadar kötü ki eğer belli bir toplumu yöneten zümrede barınıyorsa sadece o
zümreyi değil onun altındakileri de çok kötü bir şekilde etkileyebiliyor. Bunun en büyük örneklerinden
biri de şüphesiz ki Sarıkamış felaketi. Öyle ki yaklaşık doksan bin asker başlarındaki Enver Paşa’nın o
gözünü kör eden hırsı yüzünden donarak ölüyor ve askerlerimiz adeta bir katliama kurban gidiyor.
Kişisel hırsları yüzünden koca bir milleti kaosa sürükleyen Enver Paşa ise çözümü kaçmakta buluyor.
Günümüz Türkiye’sinde yaşanan durum ise ne yazık ki Enver Paşa’nın yaşattırdıklarından
farksız. İnsanları kişisel hırslarına alet etmiş zümrelerin tavırları yüzünden Türk milleti olarak
düştüğümüz durum içler acısı. Öyle ki bu bireylerin,zümrelerin birbirlerine besledikleri kin ve hırsları
koca bir nesilin yitip gitmesine sebep olabilir ve ilerde gelecek nesillerin üzerinde de çok kötü etkilerSeçilmiş 2
bırakabilir. Fakat asıl problem de zaten çevresinde olan bitenlere duyarsız,eğitimsiz nesillerin
yöneticilerin menfaati ve geleceği için yetiştirilmesi. Gittikçe sorgulama yeteneğini yitiren, silikleşen,
düşünme yeteneğini hiçbir şekilde kullanmayan bir nesil. Unutulmamalıdır ki bir toplumun gelişimini
çoğunlukla o toplumu yöneten zümreler belirler. Gelişmişlik seviyesi ülkelerde uygulanan eğitime
göre farklılık gösterir ve eğitim sistemi ile doğrudan bir ilişki halindedir. Eğitim sisteminiz ne kadar
iyiyse,vatanınıza o kadar nitelikli insan kazandırırsınız. Eğitimden yoksun bırakılmış bir halk kontrol
edilmesi en kolay halk tipidir. Her yıl değişen eğitim sisteminin bir götürüsü olarak bizim halkımız da
ne yazık ki iyice cahilleşmeye, kontrol edilmesi gittikçe kolaylaşan kör bir koyun sürüsünden farksız bir
hale gelmeye başlamıştır. Umarım bir gün milletimiz bu kişisel hırslardan ve bu hırsların
götürdüklerinden arınabilir ve millet olarak tekrar dimdik durabiliriz.
|
Yasin Alptekin AY
BASKILANAN İÇGÜDÜLER
Dünyamızda her gün meydana gelen cinayetler, hırsızlıklar, tacizler insanların vahşi
içgüdülerinden kaynaklanan acımasızca davranışlardır ve bunların hepsi aslında insanoğlunun
doğasında vardır. Doğduğumuz günden itibaren benliğimizde olan saldırganlık eğilimi yaşımız
büyüdükçe baskılanır. Örneğin çocukları ele alalım. Dört yaşındaki kardeşinizin hiçbir sebebi
yokken gelip size vurduğu ya da saçınızı çektiği olmuştur. Yaşımız ilerledikçe bu davranışların
yanlış olduğunu ve toplumda kabul edilmediğini görür ve onları baskılarız. Bu hisler hiçbir zaman
yok olmaz, sadece derinlerde bir yerde saklanır. İçinizde uyuyan bu yaratığı serbestçe açığa
çıkarmak için senede bir geceniz olsa saldırganlığınızı saklamaya çalışır mıydınız?
Şimdi büyüdüğünüz, çocukluğunuzu geçirdiğiniz yeri hayal edin. Aileniz, arkadaşlarınız,
komşularınızla birlikte olduğunuz güzel zamanları. O mutlu günlerin arasında öyle bir gece olsun ki
ülkedeki bütün suçlar serbest ve bütün sevdikleriniz birbirinin boğazına sarılıyor. Hayal edebildiniz
mi? Sizden hoşlanmayan hatta nefret eden insanların içlerindeki kini kusmak için bekledikleri bir
gece olsaydı rahat uyuyabileceğinizi zannetmiyorum. Peki ya siz böyle karanlık bir gecede ne
yapmayı düşünürdünüz? Bütün gece korkuyla evde oturup bir başkasının kaderinize karar vermesini
mi beklerdiniz yoksa dışarı çıkıp kan tutkunuzu mu giderirdiniz? Böyle bir fırsatı kaçırır mıydınız?
Sanmıyorum, siz de insansınız.
Sirenler çalıp da av sezonu kapıya dayandığı zaman evden dışarı adımınızı atın, sadece
eğlenmek ve kafanızı boşaltmak için elinize bir makineli ya da pompalı tüfek alın. Hareket etme
yetisi olan tüm canlıları delik deşik etmek artık sizin hakkınız. Toplumumuzun bize dayatmaya
çalıştığı değer yargılarını yıkmak için elinizde bir şans var, bunu kullanmaktan sakınmayın. Nefret
ettiğiniz herkesten intikamınızı alın. Sizi sınıfta küçük düşüren bir arkadaşınızı, gece geç saatlere
kadar yüksek sesle müzik dinleyen komşunuzu, kızınızın onaylamadığınız erkek arkadaşını bir yere
not alın, arınma gecesine kadar sabredin ve gönül rahatlığıyla onlardan kurtulun.
Bu gecenin sevmediğiniz kişileri ortadan kaldırmaktan başka faydaları da var. Kafanızı
yastığa koyduğunuz zaman güvenle uyumak ya da sokak aralarında sizi bekleyen tehlikeli insanlar
olmadığını bilerek yürümek için yılın bir gecesinden vazgeçebiliriz. Böylelikle azalan nüfus, azalan
harcamalar sayesinde bir taraftan halkın refah seviyesi yükselirken, diğer taraftan işsizlik seviyesi
düşer, aynı zamanda ülkenin ekonomisi kalkınır. Peki buna değer mi? Daha iyi standartlarda
yaşamak için insanlığınızdan taviz verir miydiniz? Peki ya ertesi sabah aynada kendinize bakacak
yüzünüz olur muydu?
Sonuçları ne kadar olumlu olursa olsun ben bütün bunları yapamazdım ve çoğu insanın da
bu şekilde hareket edebileceğini sanmıyorum. Böyle vahşice bir çözümün ülkede güven ortamı
oluşturması ya da ekonomiyi kalkındırması önemli değil, ahlaki değerlerden vazgeçeceksek
yaşamanın anlamı yok. İnsan gibi davranmayacaksak insan olmanın da anlamı yok. Böyle bir
gecede hayatını kaybedenlerin tamamına yakını evsiz, fakir, korunmasız ve güçsüz insanlardan
oluşacak, yani bizim gözümüzde potansiyel suçlulardan. Henüz suç işlememiş insanları
kendimizden daha suçlu gördüğümüz için onları öldüreceğiz ve bunun dünyamızı daha güvenli bir
yere dönüştürdüğüne inanacağız. Sağlam bir güvenlik sistemi kurduracak paramızın olması
yaşamayı hak ettiğimizi göstermez. Kimin yaşayıp kimin öleceğine karar verecek kadar zeki ve
irade sahibi olsaydık, Arınma Gecesi’ne ihtiyaç da duymazdık.
Bu filmi izlememle birlikte daha önce hiç düşünmediğim konuları düşünmeye başladım: Suç
nasıl engellenir? İçimizdeki canavarı tamamen yok etmenin bir yolu var mı? Güvenli bir dünya için
nelerden vazgeçersiniz? Barış için savaşmamız mı gerekiyor?
|
ÇAĞINA FAZLA GELEN TEKNOLOJİ
Elimizde, kucağımızda hatta hemen baş ucumuzda ısırık alınmış elma amblemiyle yer alan
teknolojik ürünlerin yaratıcısı Steve Jobs eminim çoğu insana uzak gelen bir isim değildir. Şubatın
ilk Çarşamba akşamında ben de yazabileceğim serbest bir konu ararken, geçen sene çıkan “Steve
Jobs” adlı filme denk geldim ve şeytana uyup yazı yazmadan önce ‘‘Şunu bir izleyeyim.’’ dedim.
Beni tanıyanlar bilir, teknolojiyle gerçekten çok ilgilenmem. Kullanmasını bilirim, kötü değilimdir
fakat; hiçbir zaman özel ilgi alanım olmamıştır. Dolayısıyla bu filmin beni şu an bu yazıyı yazmaya
yöneltmesi gerçekten beni de şaşırtıyor. ‘‘İyi ki günümün iki saat on dakikasını vermişim.’’
dediğim filmin hissettirdiklerini sizlerle de paylaşmak istediğimi zaten anladığınızı düşünerek izin
istiyor, başlıyorum.
Film birçok olay anlatıyordu tabi ki. İşin magazini bir Hollywood yapımı olması gereği boldu ama yine
de neden bilmem bu magazin kısmı aklımdaki Steve Jobs figürünü doldurunca kendisini daha çok tanımış
olmak istedim. Filmlerde izlediğimiz her ne kadar gerçek hikayeden esinlenmiş olsa da tabi ki tamamen
gerçeği yansıtmıyor ama ben sanki gerçekmiş gibi ele alacağım. Steve Jobs’ın Apple’dan kovulup sonra
tekrar hatta daha üst bir pozisyonla geri döndüğünü zaten duymuştum ama detaylarını bilmiyordum.
Detaylar zaten filmin yarısından fazlasını oluşturuyor ki bu da en güzel kısım oldu benim için çünkü Steve
Jobs aslında ürettiği teknolojiyi intikam planı gibi kullanarak Apple’ın onu tekrar işe almasını sağlıyor.
İntikam kelimesini de sevmem, kin besleyip intikam meraklısı olanları da. Fakat gerçekten güzel, temiz
bir amaçla yapılan bir işi bencillikten dolayı mahveden kirli ruhlu insanları daha çok sevmediğimdendir
herhalde. Steve Jobs bu kadar ileri görüşlü planıyla amacına istediğinden daha geç ulaşıyor ama
istediğiniz şeyin peşinden koşmayı gerçekten bir kez daha gözler önüne seriyor.
Gel gelelim belki de bu kadar etkilenmemi sağlayan en önemli kısma. Bir baba kız ilişkisi. Steve Jobs ve
kızı Lisa arasında tam on dokuz yıl süren soğukluk. Kızların babalarına hayran olması bana hep klişe gelirdi
birkaç sene önceye kadar. Beş sene önce arkadaşım babasını kaybettiğinde babamın ölümsüz olmadığını,
aklıma takılan en saçma sorunu bile asla çekinmeden gidip anlatabileceğim kişinin her zaman yanımda
olmayacağını çok geç ve ağır bir şekilde farketmiştim. O yüzden klişe gelen şeylere artık daha çok
öğrenilmiş, deneyimlenmiş olarak bakmaya çalışıyorum. Hikayede ise Lisa babasına ne kadar ulaşmaya
çalışırsa çalışsın Steve Jobs onun kızı olduğunu uzun süre kabullenemediğinden aralarını iyice açmış,
düzeltmeye çalışmak isterken de daha da batırmıştı. Filmin sonunda kızı on dokuz yaşındayken
barışmaları gerçekten sevindiren bir son oldu ama yine de hoşuma gitmeyen kısım Steve Jobs hala neden
bunu yaptı kimse açıklanmaması.
B ilmediklerinden de olabilir tabi ki.
Son zamanlarda üzerine uzunca düşündüğüm başka bir konunun, her insanın yalnız olduğu ve
kendimize yetmeyi becermek kendimize verebileceğimiz en güzel hediye olması olduğunu da tekrar
aklımda yer etmesini sağladı. Geçen seneye kadar insanlarla bir sorun yaşamazken son iki üç aydır
sanki içime babam kaçmışçasına insanlara baktığımda sadece kusur görmeye başladım. Arkadaşilişkilerimi de etkiledi doğal olarak. Filmi izlerken de Steve Jobs aynı benim gibi hep kendi kendine
yetebileceğini erken yaşlarında fark ederek asla özel bir uğraş göstermeksizin hayatına bu şekilde yön
verdiğini görünce, ‘‘ Yapan yapabiliyor!’’ dedim. Hala arada sırada ‘‘ Ben mi yabaniyim, ilerde çok mu
pişmanlık duyacağım?’’ gibi sorular soruyordum kendime. Cevabımı güzelce alıp, kendime güzel bir
anı bırakmış oldum. Steve Jobs gibi çağı değiştiren insanları umarım ilerde torunlarımız hala bilir,
örnek alır. En iyi dileklerle, hepinize en güzel fikirlerin geldiği bir Çarşamba diliyorum.
SOLİN BİZSEL
Kaynakça
• · Film: Steve Jobs (2015)
|
ÖLMEYE DAİR
Otuz beş yaşa yolun yarısı diyen birinin kırk altı yaşında
ölmesi, kuşkusuz, hayatın sevimsiz bir cilvesi olmuştur. Öyle
ya, yolun yarısını tahmin etmek zaten korkunçtur. Bir de ettiğin
tahminin çok daha erken haline razı olmak dehşet verici
olmalıdır. Öylece otururken gelen yaşlanma düşünceleri, bütün
ihtişamıyla ölümü, beraberinde getirir. Herkes öleceğini bilir de, kimse kendine
yakıştıramaz. Hiçbir baba, kızına: “Yavrum yaşım otuz beş, yolun yarısıdır, kaldı
bir otuz beş daha, günlerimiz sayılı, unutma…” diyemez. Ortaokullu bir çocuk,
gece, yatağında huzurlu bir şekilde yatarken, öleceğini fark eder, bedeni betona
çarpmış gibi parçalanır, içine korku dolar da, ben yetmişimde öleceğim diyemez.
Çünkü insan ölmeyi kendisine yediremez. İnsan şöyle der: “Bugüne dek her şeyi
atlatmış, bütün bu zorluklara göğüs germiş olan ben, hayatta kalmayı bu kadar
seven ben, ölecek olamam. Ne yani, ruhumdan eser kalmayacak ve var olan tek
gerçek ‘hiçlik’ olacak ha? Hayır, hayır öyle olamaz. İster milyonlarca yıldır bu iş
böyle olmuş olsun, benim sayemde değişecek gerçekler. Ölümü aldatan ilk kişi ben
olacağım!”. Sonunda, nasıl oluyorsa artık, ölümü aldatma hayali ölümden daha
makul ve mantıklı bir hâl alır.
Cahit Sıtkı Tarancı da, ölümden korkan, belki herkesten daha fazla korkan
bir adam olduğundan, çoğu şiirinde sona yaklaşmış olmanın şaşkınlığını yaşar.
Gözlerinde fer, yüreğinde umut bitmiştir (syf:227). Sönen cevheriyle beraber o
heyecanlı delikanlı, tarihin sayfalarında yerini almıştır. Şakaklarındaki kır saçları,
ruhunu kar gibi üşütmüş, yaşının hatırlatıcıları olmuştur. “Otuz Beş Yaş” şiirinin
yanı sıra Cahit Sıtkı, “Son Gece”, “Korkulu Köprü”, “Aynalar”, “Ömrümde Sükût”
ve “Uyku” şiirleri de olmak üzere, sayılamayacak kadar fazla şiirinde daha ölümü
konu almıştır. İroniktir ki, ölüme ithaf edilmiş bir şiiriyle ölümsüzlüğe ulaşmıştırşair. Yazar, “yaşamış bir adam” yerine, “ölecek olan adam” adını lâyık görmüştür
kendine. Yaşarken ölmek gibidir umudunu ve şevkini yitirmek. Ancak Tarancı,
neredeyse, ölüyken yaşamaya uğraşır. Çünkü ölmek her zaman bedensel değildir.
Ölmek mutluluktan ümidi kesmektir. Ölmek, bulutların beraberinde renk değil
yağmur getireceğine inanıyor olmaktır. Rüzgârın getirdiği serinlikten, sokaktaki
köpekten duyulan rahatsızlıktır. Ölüm bir aynayla baş başa kalıp da, vaktini yaşının
verdiği güzelliğe bakmayarak harcadığın an yanındadır. Cahit Sıtkı’nın şiirleri
arasında çoğunluğa damgasını vuran “ayna” düşkünlüğü, kendiyle yüzleşmesinin
bir sona ulaşamadığının göstergesi gibidir. “Dar Kalıp” adlı şiirinde de aynasıyla
karşı karşıyadır Tarancı, “Bir Lâhzam” şiirinde de. Yazar gerçekten, sürekli bir
aynayla baş başa kalacak kadar yalnız, kendi gözlerindeki mucizeyi kaçıracak
kadar cansızdır. Ölmekten bu kadar korkan bir adamın ise bazı dizelerinde bir ruh,
bir gölge gibi sessiz ve hissiz olmak istemesi, sırlı bir cam parçasında yaşamaya
çalışması kadar çelişkilidir. Bir şiirinde ‘renkleri simsiyah bir saraya’ çekmiş
(syf:78), bir ötekinde ise kuşları ‘şeffaf bir aydınlık içinde semaya’ uçurmuş
(syf:81), benliği boyunca fâni hayatının parlak ve karanlık tarafları arasında dolanıp
durmuştur. Ömrünün bir nihayeti olduğunu anlamış olan Cahit Sıtkı, belki de onu
tek anlayan ve seven “aynalar” olduğu için onlarlardır. Yazar kaçacak bir delik arar
beyhude, ölümün nefesi ensesinde. “Son Gece” şiirinde toprağa kapanan, “Uyku”
şiirinde adımlarıyla mezarlar eşeyen Tarancı, belli ki hayatı geç anlamış ancak
erken bırakmış. Aynadaki kırışıklıkları demek ki, mutluluklardan değil
pişmanlıklarındanmış. Bedeninden önce ruhu pes etmiş, iç açıcı bir şiir yazayım
derken, içine bir “ mezarlık” koymadan da edememiş (“Bu Sabah Hava Berrak”,
syf:175).
Korkunun sebebi ister işlenilen günahlar (!) ister içgüdüler olsun, sonsuz
yokluk, hiçlik, artık var olmayacak olma düşünceleri hiçbir zaman heyecanlarını
kaybetmeyecekler. Biz, bunları her fark ettiğimizde şaşıracak, her şaşırdığımızda“bir yolu olmalı” diyeceğiz. Eninde sonunda uzay ya da cennete (en iyi ihtimalde
ikisine de) bel bağlanılacak yine de işimiz gücümüz hala yaşamak olacak. Ölümün
karanlık sessizliğine çekilmemek için de: “(…) Hiç ölünmeyecekmiş gibi
yaşanacak…
(…) ‘Yaşadım’ diyebilmen için.” (Nazım Hikmet, Yaşamaya Dair)
|
Mert Şölen
Yarım Kuyruklu ve Tek Bacaklı
Hayatımın büyük bir kısmı boyunca ejderhaları küçük yaştaki çocuklar için
yaratılmış fantastik yaratıklar olarak gördüm ancak Ejderhanı Nasıl Eğitirsin (2010) ile
karşılaştıktan sonra bu düşüncem tamamen değişti. Film serisiyle yeni tanıştığımda
Hıçkıdık’ı, hikâyenin ana karakteri, kendinin farkında olmayan bencil bir insan
sanmıştım. Şu an ise düşünüyorum da daha önce hiçbir film karakterine bu kadar
bağlanmadım. Bu karaktere bağlanmamın asıl sebebi filmde merhamet, arkadaşlık ve
aşk duygularının her yaştan kitlenin anlayacağı şekilde anlatılması. 5 yaşındaki bir
çocuktan 80 yaşındaki yaşlı bir bireye kadar her kesimden insan filmdeki ana fikri
rahatlıkla anlayabilir. Film boyunca tüm duyguları bir arada yaşadım ve aklımdan
çıkaramıyorum.
Belki de bir animasyon filminden bu kadar etkilenmem ilginç karşılanabilir
ancak filmi bu kadar övüp de bitiremememin sebebi filmin akışına ek olarak filmin
içine saklanmış olan ince detaylar. Karakterler arasında fiziksel ve kişisel özellikler
bakımından bağlantı kurulması tüm filmlerde başarıyla sonuçlanmıştır. Saklanmış olan
ince detaylar izleyicinin o karakterleri gerçek hayattan kişiler olarak görmesini sağlar.
Bu sayede de karakterler anlam kazanır ve hayatımızın bir parçası olur. Filmlerde
saklanılan detaylara ek olarak filmde geçen olayların da izleyiciler üzerindeki etkisi
oldukça fazladır. Bir karakterin hayatını kaybetmesi, bir savaşın kazanılması veya ikikarakterin ilişkisinin anlatılması izleyicilerin kendilerini karakterlere daha yakın
hissetmesini sağlar. Bu da filmin yıllar boyunca kalıcı olmasını ve hakkında sonu
gelmeyen sohbetlerin açılmasını kaçınılmaz kılar.
Bir filmi kalıcı kılan başka bir özellik ise kullanılan arka plan müzikleridir. İçinde
keman ve piyano sesleri kullanılan müzikleri çok severim ve en çok beğendiğim filmler
de genellikle bu tarzda müzikler içerir. Bu tarz müzikler sayesinde filmlerdeki coşkuyu,
üzüntüyü ve mutluluğu doruğuna kadar hissederim. Ayrıca bu duygular arasında ani
geçişler yapmak için de doğru müziği kullanmak çok önemlidir. Ölümü anlatan bir
sahnenin birkaç saniye içerisinde coşkulu bir sahneye dönüşmesi buna örnek olarak
verilebilir. Kısacası müzik notalarının akışı filmdeki olaylara paralel gidiyorsa filmin
izleyiciye aktarmak istediği duygular tam olarak hissedilebilir. Bu da demek oluyor ki
müzikler bir filmde ne kadar düzgün kullanılırsa o kadar etkili ve kalıcı olur.
Filmlerin ana hikâyesine ek olarak karakterler arasındaki ilişki ve diyaloglar da
filmin akıcı olmasında önemli rol taşır. Herhangi bir filmin devam filmini ve dizilerini
izlememin en büyük sebeplerinden biri de bu. Bir filmde sevdiğim iki karakterarasındaki ilişkiyi ilgi çekici bulursam o filmin evreni hakkında her şeyi öğrenmek için
bir an bile beklemem ve hemen diğer dizi ve filmleri izlemeye başlarım. Kendimi o
evrenin bir parçası gibi görmek için çabalarım. Ancak iki karakter arasındaki bir ilişki
için sadece birkaç dakika ayrılmışsa bu pek de ilgimi çekmez doğrusu. Kendimi tam
anlamıyla olaylara kaptırmak için film üzerinde uzun uzun düşünmem ve karakterlere
karşı içimde özel duygular beslemem için onların kişiliklerini tam olarak anlamam
gerekir. Konunun uzun dakikalara veya mümkünse ayrı bölüm ve filmlere dağıtılması
gerekir ki diyalogları tam anlamıyla anlayabileyim. Bu sayede filmde kopukluk
yaşamam ve olayları daha rahat takip edebilirim. Önemli olan bir konunun ne kadar
hızlı anlatıldığı değil, ne kadar başarılı bir şekilde aktarılabildiğidir. İzleyicinin
anlatılmak isteneni rahatlıkla anlaması o filmin başarılı olduğu anlamına gelir.
Kaynakça
Cowell, C. (Yapımcı), & DeBlois, D. (Yönetmen). (2010). Ejderhanı Nasıl Eğitirsin [Film].
Amerika Birleşik Devletleri: DreamWorks Animation.
|
Aslı Erdoğan
22302521
Cumhuriyet Kültürü: Özgüven ve Özsaygı
Ulus deyince aklınıza ne geliyor bilmiyorum ama ben yakın zaman önce buranın çok
önemli ve değerli bir yer olduğunu öğrendim. Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına devlete
ev sahipliği yapan yer burasıymış. Resim Heykel Müzesinden Etnografya Müzesine gezerken
keşfettim oraları. Gerçekten de farklı bir dokusu vardı. Dikilen binalar eskinin modern tarzına
göre tasarlanmış, şimdikilere hiç benzemiyor. Tüm yapıların kendine ait farklı ve özgün bir
yapısı var. Hacettepe Hastanesinin binası ile eski İş Bankası binasının arasında farklılıklar var
ama bunlar Çukurambar ya da Söğütözü gibi insanın gözünü yormuyor. İkisinde de bir şeylerin
düşünüldüğü, buna emek verildiği belli. O nedenle ilgi çekiyor. Çünkü belli ki bir zihniyetin,
bir kültürün yaşamasını istemişler, bunun için çalışmışlar. Öğretmenlerim bana sık sık “Önemli
olan not değil gösterdiğin çaba.” derdi. İşte bu sözü etiyle kemiğiyle Ulus’ta gördüm ben.
Bu çabayı görebilmek her şeyden önce insanı mutlu ediyor. Bizim için uğraşan birileri
de varmış dedim içimden. Ortaya güzel bir şey koymak için gösterilen gayretin uzaktan nasıl
göründüğünü anladım Ulus’ta. Bu sandığımdan daha güzel, daha saygın bir şeydi. İşin içinde
olduğum için bunun ne kadar anlamlı olduğunu göremiyordum. Bir iş var, onu yapacağım ve
bitecek gidecek diyordum. Kendi dünyama hapsolduğum için kendime dışarıdan
bakamıyordum. Ulus sayesinde ilk defa kendime başka gözle bakabildim ve insanın neden bir
işi en iyi biçimde yapması gerektiğini anladım. Bu saygınlığı çok arttırıyor. Çukurambar gibi
yerler ise bende tam tersi bir etki uyandırıyor. Dünyanın en büyük binasını da dikseler dikkatimi
çekmiyor. Sanatsal tarafı bir yana özensizlik görüyorum oralarda. Sanki birisi orada yaşayanları
istif etmek istemiş de böyle bir yer tasarlamış. Ulus çok eski olmasına rağmen beni daha mutlu
etti bu nedenle. Bir anlam ve değer bulunca işin rengi değişiyor.Görsel 1: Aslı Erdoğan’ın 2 Mart 2024 tarihinde çektiği fotoğraf.
Bugün Ulus’u restore etsek ve bir Avrupalıyı orada gezdirsek eğer mimariye ve kültüre
biraz aşina ise orada yabancılık çekmeyecektir. İlk yıllarda başlatılan bu Avrupai mimari atılımı
yıllar geçse de aynı değeri korumaya devam ediyor. Demek ki olabiliyor. Bugün bana
medeniyeti hatırlatan hemen hiçbir şey yok. Sanırım bundan dolayı bir ön yargım vardı. Derdim
ki bu topraklar asla gelişmiş ülkelerdeki gibi bir kültür oluşmaz. Biz onlar gibi değiliz. Onlar
gibi değiliz ancak onlar gibi olabilirmişiz. Aslında hâlâ da olabiliriz. İşte yıllar önce çıkmış
birileri ve bunun hiç de eğreti durmayacağını göstermiş. Gayet de güzel yapmış. Bu ülkeye vekendime dair ön yargılarımı da bir nebze yumuşattı. Seninle ne alakası var derseniz olmasına
imkânsız gözüyle baktığınız bir şeyin gerçekleştiğini görünce ister istemez kendime de pay
çıkarttım bundan. Ulus, bugün pek kimsenin yüzüne bakmadığı ve tarihin tozlu sayfalarına
karışmış olan bu kadim kent tüm yıpranmalara karşı istenirse yapılabileceğini gösteren bir anıt
gibi duruyor orada. Değerini buradan alıyor.
Görsel 2: Aslı Erdoğan’ın 2 Mart 2024’te çektiği fotoğraf.
Bir işi düzgün yapmak ve ön yargılı olmamak… Ulus’un bana kattığı şey bunlardı.
Zaten bu Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk senelerini de çok iyi yansıtmıyor mu? Mimaride
çok tuhaf bir şey yakaladım. O dönemin zihniyeti neyse onu yansıtıyor garip bir şekilde.
Tesadüf olabilir olmayabilir de. Ulus orada yeni emeklemekte olan bir devletin çağdaşlaşma
gayretini gösteriyor. Bu nedenle oradayken ön yargılardan sıyrılıp öz saygı kazanıyorsunuz.
Çukurambar ve türevleri de tam tersinin bayrağını taşıyor. Görgüsüzlüğe varan bir şatafat,
plansızlık, programsızlık ve kargaşa hâli…Kaynakça:
Tarihi İş Bankası Binası. Ankara. Aslı Erdoğan. 2 Mart 2024.
Etnografya Müzesi Görünümü. Ankara. Aslı Erdoğan. 2 Mart 2024.
|
Betül Özlem Yılmaz
AŞK VE BAĞIMLILIK
Hayatımız boyunca olaylar silsilesine kapılıp gideriz, neyin ne zaman olduğunu bilincimizde
tutmadan önemsemeyiz bile. Bazen sadece yaşarız, hayatta o an sadece nefes almak önceliğimizdir.
Ancak bazen öyle bir olay başımıza gelir ki o nadir olarak gerçekleşen olay hayatımızın ve
düşüncelerimizin seyrini değiştirir. Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat adlı öyküde bir kadının
hayatını etkileyen hem hüzünlü hem de merak uyandıran macerasına şahit olmak beni her yönden
heyecanlandırdı. Onun hayatında kalıcı bir iz bırakan bu olay aşkın çaresizce umut dolu ve bir o kadar
da trajik gücüydü. Bir gün boyunca hayatımızın nasıl değişeceğinin de bir kanıtıydı.
Hayatımız her an farklı bir yöne kayabilir; çünkü yaşadığımız olaylar ansızın bizi derinden
etkileyebilir ve böylelikle o anın kalıcılığı da kaçınılmaz olur elbette. Yirmi dört saat diliminde
yaşananlar ne kadar az ve geçici bir zaman dilimi olarak gözükse de o bir gün içerisinde yaşanılan ve
hissedilen duygu yüklü anların ağırlığı kişinin üzerinde hep kalır. Bu hissedilen duygu aşk bile olabilir;
çünkü duyguları insanlar yönetemez ve özellikle aşk söz konusu olduğunda kimse kalbine söz
geçiremez. Ben aşkın ne kadar çaresizce bekleyiş olduğunu, ama ne kadar acı verse de buna engel
olunamadığını gördüm bu öyküde. Diğer yandan adamın kumara olan tutkusu ise adamın aşkıydı ki bu
bağlılık ölümle ve hiçlikle bile sonuçlanabilirdi.
Aşk ve bağımlılık kavramları birbirine ne kadar yakın olsa da bu öyküde ikisi de her ne kadar kötü
sonuçlansa da aşk insanın duygularındaki yakıcı olsa da en güzel olandır. Evet, aşk da bir bakıma
bağımlılıktır; ama içinde bir kişiye olan doyumsuz sevgi barındırır. Kadının aşktaki tutkusu her ne
kadar onu derinden yaralasa da o anı tekrar en baştan yaşamak için birine anlatmak ister. Bu da aşkın
ne kadar güzel ve unutulmaz bir duygu olduğunun en somut kanıtıdır. Bağımlılık ise her zaman kötü
sonuçlanır; çünkü bir insan yaşamı boyunca özellikle kötü bir alışkanlığı –öyküde de geçtiği gibi kumar
gibi- bağımlılık hâline getirirse yaşamı tek ondan ibaret olur ve bu onu bitirir ve en sonunda insanın
içindeki yaşama sevincini alarak yok eder. Bu yüzden her şeyin belli bir seviyede olması en iyisidir;
çünkü böylelikle insan daha özgürce hiçbir baskı altında kalmadan yaşayabilir. Aşk; ilkbaharda
ağaçlarda açan çiçekler gibidir; canlı ve aynı zamanda umutla dolu bir yaşamın simgesi. Bağımlılık ise
sonbaharın o beklenilmedik amansız ve kuvvetli rüzgârları gibidir; ısrarcı ve zorlayıcı. O rüzgârlar
dökülen yaprakları savurur ve yapraklar bir çaba gösteremeden akıntıya kapılıp sürüklenirler. Aşkta
ise çiçekler mutluluğu simgelercesine rengârenk açarlar; ama ansızın ilkbahar kışa dönüştüğünde bir
hiçliğe kapılıp giderler. Bu örnekten de görülüyor ki aşkta da bağımlılıkta da bir kayboluş ve
sürüklenme aşaması vardır; ama ikisinin de insanlara haz veren ve cazip gelen kısımları vardır.
Ben hayattan zevk almanın kişinin karakterine bağlı olduğunu düşünüyorum. Bağımlılık insanı çok
kötü etkiliyor ve o yaptığın şey ilk başta sana zevk verse bile sonra ona bağlandığın için kaybettikleriniartık çok geç olunca, geri dönülemeyince fark ediyorsun. Kadının aşkı ve ona yardım isteği ile
tutuşmasını göz ardı etmesi de adamın içinde çok daha farklı bir tutkuyu barındırmasından
kaynaklanıyor. Yine de yaşam için mücadeleyi öğrenmek ve öğretmeye çalışmak bu hayatta yapılması
gereken en önemli şeylerden biri benim görüşüme göre.
Hayat bize beklemediğimiz yeni maceralar sunar ve yeni kapılar açar ve bu doğrultuda da doğru
kararları kendi benliğimizle seçmek gerekir. Ben bu öyküden yola çıkarak insanın benliğinin başka biri
tarafından değiştirilmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorum; çünkü her ne kadar bir insanı uyarmak
önemli ve etkili olsa da bu onun tutkularından vazgeçeceği anlamına gelmiyor maalesef. Yine de
geçmişe dönüp içine en derinden işleyen, aklından hiçbir zaman çıkmayacak olan o anıları gözden
geçirmek hem rahatlamanın ve huzuru tekrar bulmanın başka bir yoludur.
Öykü: Zweig, Stefan, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, 1925
|
Tutsak Hayatı
Gece, balkonuma çıkıp gökyüzüne kaldırıyorum kafamı ve şehrin kirli ışıklarına rağmen
kendi ışığını bana gönderebilen birkaç yıldıza bakıyorum. Düşünüyorum, belki de şu an ışı-
ğıyla huzur dolduğum o yıldızın çoktan ölmüş olabileceğini düşünüyorum. Önce heyecanla-
nıyorum bu düşünceyle öyle ki kalbimin hızlandığını dahi fark ediyorum. Hayal etmeye çaba-
lıyorum hemen, ışık hızında o yıldızlara, o galaksilere doğru yol aldığımı hayal ediyorum.
Hayalimde, hızla ilerledikçe etrafımdaki uzay eğilip bükülüyor, âdeta dans ediyor. O devasa
uzayda ilerlerken gözüme bir süpernova, büyük bir yıldızın patlaması çarpıyor ve hemen du-
ruyorum ki o devasa yıldız patlarken oluşturacağı renk cümbüşüne tanık olayım. Müthiş bir
enerji ile patlıyor o gözlerimi bir saniye bile alamadığım yıldız ve bin bir tonda mavi, yeşil,
kırmızı ışıkla o karanlık uzayı renklendiriyor sadece benim için. Haz alıyorum bu hayalden,
çok keyifleniyorum. Zaman geçiyor, bu haz dolu hayalim silikleşmeye başlıyor artık zihnim-
de. Korkuyorum, bırakmak istemiyorum onu. Zihinimi zorlayabildiğim kadar zorluyorum
gitmesin diye ama nafile. Ne kadar çabalasam da önünde sonunda yok olup gidiyor bu düşüm.
Gözlerimi açıyorum ve kendimi ilk başladığım yerde, hapishanemde, buluyorum.
Evet, ben bir tutsağım aslında, bu koskoca evrende Dünya adında bir hapishanede tutsa-
ğım. Tutsak olarak adlandırıyorum kendimi çünkü keşfedilmeyi bekleyen o ucu bucağı olma-
yan evrene, sadece uzaklardan bakıp hayal etmekle yetinmek zorundayım. Şimdi bu tutsaklık
değil de nedir ki? Hapishane duvarları arasında, dışarıda onu bekleyen dünyayı hayal eden bir
mâhkumdan ne farkım var? Tutsaklığım sadece mekânla da sınırlı kalmıyor, zamanda da tut-
sağım ben aslında. Evrene görece sonsuz küçüklükte bir ömre tutsak edilmişim. Hatta öyle
kısa ki zamanım, eğer hapishanemden kaçabilsem bir adım atmaya dahi ömrüm yetmezdi.
Mucizelerle dolu bir evrene rastgele salınmışım ve bu mucizeleri keşfetmeye ne zamanım ne
de imkânım var. Acımasızca geliyor bu bana. Öfkeleniyorum, baş kaldırmak istiyorum bu
acımasızlığa. Lâkin ne öfkemi kime yönlendireceğimi biliyorum ne de neye baş kaldıracağı-
mı. Büyük ve hedefsiz bir öfkeyle bu tutsak hayatında kendi kendimi tüketiyorum. Ne zaman
kafamı kaldırıp baksam gökyüzüne bu döngüyü en baştan yaşıyorum. Sonunda tükeneceğimi
bile bile yine de kaldırıyorum kafamı ve yıldızlara bakıp hayal kuruyorum çünkü biliyorum ki
bir tutsak olarak yapabileceğim en güzel şey hayal etmek.
Her kafamı kaldırıp göklere baktığımda evrende özgürce gezindiğimi hayal etmiyorum
aslında bazen de üstün bir varlığın gelip beni hapishanemden kurtardığını hayal ediyorum.
Hayal değil de umut demek istiyorum buna. Umut ediyorum, öyle bir varlığın olduğunu, kü-
çücük dünyamızın yanından geçerken kalbimden geçenleri duyacağını ve beni o çaresizce ar-
zuladığım mucizevi maceraya çıkaracağını umut ediyorum. Umutlarım gerçekleşirse nasılhissedeceğimi düşlüyorum ve süpernova izlerken duyduğum hazdan bile daha güçlü bir haz
duyuyorum. Bütün bu haz ve öfke birbirine giriyor ve iliklerime kadar evrendeki varlığımı
hissediyorum. Evrenin bir parçası olduğumu hissediyorum. Dünyadaki bir tutsak da olsam,
hayranı olduğum evrenin her bir köşesini asla keşfedemeyecek de olsam onun bir parçası ol-
duğumu büyük bir mutlulukla kavrıyorum. Hapishanemde beni mutlu eden yegâne şey olan
bu kavrayışın her hücreme yayılmasına izin veriyorum.
Güneş yüzünü bana gösterirken artık yorulduğumu duyumsuyorum, zihnim yorulmuş.
Peş peşe gelen haz, öfke ve mutluluğun sonucu yaşadığım duygu selinin beni yorduğunu bili-
yorum ve derin nefeslerle havayı içime çekip kendimi sakinleştiriyorum. Hapishanemde yeni
bir günün başladığının habercisi olarak yükseliyor ufukta, evrendeki sonsuz yıldızdan sadece
biri olan Güneş. Ve ben gecenin karanlığının kayboluşunu buruk bir tebessümle izlerken, çok-
tan ertesi gece için sabırsızlanmaya başlamış oluyorum.
Batuhan Turgay
|
Şiir ve İ(cid:374)sa(cid:374) Ol(cid:373)ak
Türkiye’de ve Türkçe’de şiir çok ö(cid:374)e(cid:373)li (cid:271)ir yere sahip olagel(cid:373)iştir. Şiir (cid:271)u
yö(cid:374)üyle yaşadığı topraklarla ola(cid:374) (cid:271)ağı(cid:374)ı hiç kopar(cid:373)aya(cid:374) (cid:271)e(cid:374)de de (cid:271)üyük etkiler
(cid:271)ırak(cid:373)ıştır. Bir (cid:271)ireyi olarak içi(cid:374)de (cid:271)ulu(cid:374)duğu(cid:373) toplu(cid:373)la ola(cid:374) (cid:271)ağla(cid:374)tı(cid:373)ı her zaman
güçlü tut(cid:373)aya çalış(cid:373)ışı(cid:373)dır. Ba(cid:374)a göre şiire sadık toplu(cid:373)lar her za(cid:373)a(cid:374) (cid:373)a(cid:374)evi
anlamda bir olgu(cid:374)luğa eriş(cid:373)işlerdir. Refik Er(cid:271)aş ta(cid:373) elli yıldır Türk şiiri(cid:374)e dolayısıyla
Türk (cid:373)a(cid:374)evi dü(cid:374)yası(cid:374)a çok ö(cid:374)e(cid:373)li katkılarda (cid:271)ulu(cid:374)(cid:373)uştur. İlk şiiri(cid:374)i (cid:1005)96(cid:1006) yılı(cid:374)da
yayı(cid:373)la(cid:373)ış şair. Ve o gü(cid:374)de(cid:374) (cid:271)eri şiirle (cid:373)ü(cid:374)ase(cid:271)eti hiç kesil(cid:373)e(cid:373)iş. Şiirleri kro(cid:374)olojik
olarak i(cid:374)(cid:272)ele(cid:374)diği(cid:374)de Türk i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) elli yıldaki duyuş ve a(cid:374)layış değişi(cid:373)i(cid:374)i
so(cid:373)utlaştır(cid:373)akta. Türk toplu(cid:373)u(cid:374)u(cid:374) (cid:271)izatihi içi(cid:374)de yaşaya(cid:374) şair yaptığı izle(cid:373)eleri
şiirleri(cid:374)de dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) (cid:862)ö(cid:374)e(cid:373)li i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:863) üzeri(cid:374)de(cid:374) yap(cid:373)akta. Bu a(cid:374)la(cid:373)da şair Türk
toplu(cid:373)u ve Türk zihi(cid:374) dü(cid:374)yasıyla ola(cid:374) (cid:271)ağla(cid:374)tısı(cid:374)ı hiç(cid:271)ir za(cid:373)a(cid:374) kes(cid:373)ediği çok açık.
Şair içi(cid:374)de yaşadığı toplu(cid:373)a (cid:271)aşka hiç ki(cid:373)se(cid:374)i(cid:374) gü(cid:272)ü(cid:374)ü(cid:374) yete(cid:373)eye(cid:272)eği
hizmetleri yerine getirir. Her şair kulla(cid:374)dığı dile ve dolayısıyla (cid:271)irlikte yaşadığı
i(cid:374)sa(cid:374)lara (cid:271)ir kıvraklık ve geliş(cid:373)işlik katar. Yunus Emre’(cid:374)i(cid:374) yokluğu(cid:374)da Türkçe’(cid:374)i(cid:374)
(cid:271)ugü(cid:374)kü geliş(cid:373)işliği(cid:374)e erişe(cid:373)eye(cid:272)eği çok açıktır. Yahut Yahya Ke(cid:373)al’i(cid:374) içi(cid:374)de
ol(cid:373)adığı (cid:271)ir Türk tarihi yazıl(cid:373)ası i(cid:373)kâ(cid:374)sızdır. Çü(cid:374)kü o(cid:374)ları(cid:374) tarih sah(cid:374)esi(cid:374)de
(cid:271)ulu(cid:374)(cid:373)a(cid:373)ası de(cid:373)ek (cid:374)eredeyse (cid:271)ütü(cid:374) toplu(cid:373)u(cid:374) duyuş dü(cid:374)yası oluştura(cid:374) (cid:272)ılız
kal(cid:373)ası, ihtiyaçlara (cid:272)evap vere(cid:373)ez hale gel(cid:373)esi de(cid:373)ektir. Cılız, gelişe(cid:373)e(cid:373)iş (cid:271)ir dille
güçlü (cid:271)ir (cid:373)illeti(cid:374) i(cid:374)şa edil(cid:373)esi (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) değildir. Çü(cid:374)kü hem teknik hem toplumsal
geliş(cid:373)e (cid:271)irtakı(cid:373) fikri ihtiyaçlara ge(cid:271)edir, (cid:271)u ihtiyaçlara lisa(cid:374) (cid:272)evap vere(cid:373)ediği za(cid:373)a(cid:374)
toplu(cid:373)u(cid:374) i(cid:374)kişafı dur(cid:373)ak zoru(cid:374)da kalır. Dil toplu(cid:373)u(cid:374) her (cid:373)a(cid:374)ada geliş(cid:373)esi(cid:374)e (cid:271)ir yol
açar, geliş(cid:373)eleri teşvik ve hatta (cid:271)azı duru(cid:373)lara o(cid:374)lara iştirak eder.
Refik Er(cid:271)aş şiirleri dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374)i(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) duygu dü(cid:374)yası(cid:374)ı (cid:271)izlere aç(cid:373)akta çok
(cid:373)ahirdir. O(cid:374)u(cid:374) şiirleri(cid:374)de dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) ço(cid:272)uğu, yaşlısı, (cid:373)e(cid:373)uru, dola(cid:374)dırı(cid:272)ısı, ze(cid:374)gi(cid:374)i,
fakiri, yö(cid:374)eti(cid:272)isi, yö(cid:374)etile(cid:374)i her kesi(cid:373)de(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374) ke(cid:374)dileri(cid:374)de(cid:374) (cid:271)ir şeyler (cid:271)ula(cid:271)ile(cid:272)ektir.
Ma(cid:373)afih herha(cid:374)gi (cid:271)ir şiir okuyu(cid:272)usu(cid:374)u(cid:374) da dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) zihi(cid:374) dü(cid:374)yası içi(cid:374)de
heye(cid:272)a(cid:374)lı (cid:271)ir geziye çık(cid:373)ası işte(cid:374) (cid:271)ile değildir. Bir (cid:271)akarsı(cid:374)ız sekse(cid:374)lerde vapur
hattı(cid:374)da si(cid:373)it sata(cid:374) yalı(cid:374)ayak, yoksul, ya(cid:271)a(cid:374)sı (cid:271)ir ço(cid:272)uksu(cid:374)uz (cid:271)ir (cid:271)akarsı(cid:374)ız işte(cid:374)
çıkarıl(cid:373)ış (cid:271)eş ço(cid:272)uk (cid:271)a(cid:271)ası (cid:271)ir fa(cid:271)rika işçisi. Her türlü yoksulluğa rağ(cid:373)e(cid:374) hayata yüz
çevir(cid:373)e(cid:373)iş, pes et(cid:373)e(cid:373)iş, hayata dair u(cid:373)utları ola(cid:374) kaygılı a(cid:373)a (cid:373)esut i(cid:374)sa(cid:374)lar…
Şiirleri okurke(cid:374) kâh (cid:374)eşele(cid:374)ir kâh deri(cid:374)de(cid:374) (cid:271)ir (cid:373)elâl dalgası(cid:374)a kapılıp gidersi(cid:374)iz.
İ(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) e(cid:374) deri(cid:374)de kal(cid:373)ış duyguları(cid:374)a sesle(cid:374)(cid:373)eyi (cid:271)aşarır usta şair. İ(cid:374)sa(cid:374) ol(cid:373)ak
hisset(cid:373)ekse eğer şairi(cid:374) eserleri(cid:374)de i(cid:374)sa(cid:374) olduğu(cid:374)uzu hatırlarsı(cid:374)ız.
Refik Er(cid:271)aş’ı(cid:374) so(cid:374) şiir kita(cid:271)ı Bağışla Ziya(cid:374)ı(cid:373)ı’ yı okurke(cid:374) (cid:373)oder(cid:374) yaşa(cid:373)ı(cid:374) o(cid:374)(cid:272)a
ta(cid:374)ta(cid:374)ası içi(cid:374)de u(cid:374)uttuğu(cid:373) i(cid:374)sa(cid:374)lığı(cid:373)ı ye(cid:374)ide(cid:374) hatırladı(cid:373). Şiirler derslerde(cid:374)sı(cid:374)avlara, sı(cid:374)avlarda(cid:374) ödevlere koşadururke(cid:374) kaçırdığı(cid:373) i(cid:374)sa(cid:374)lığı(cid:373)ı (cid:271)a(cid:374)a tekrar
(cid:271)ahşetti. Hayatı kaçır(cid:373)ak i(cid:374)sa(cid:374) ol(cid:373)ayı kaçır(cid:373)ak de(cid:373)ektir. İ(cid:374)sa(cid:374) ol(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) a(cid:374)la(cid:373)ı
sez(cid:373)ek, hisset(cid:373)ek, duygula(cid:374)(cid:373)aktır. Dolayısıyla gü(cid:374)lük yaşa(cid:373)ı(cid:374) koşuştur(cid:373)a(cid:272)ası
içerisi(cid:374)de duygusal yö(cid:374)ü(cid:374)ü u(cid:374)uta(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)oğlu(cid:374)u(cid:374) hayatı (cid:271)oşu (cid:271)oşu(cid:374)a yitip gidiyor
de(cid:373)ektir. Za(cid:374)(cid:374)ı(cid:373)(cid:272)a so(cid:374) dö(cid:374)e(cid:373)lerde duygusal yetileri(cid:373)izi kay(cid:271)et(cid:373)e(cid:373)izi(cid:374) se(cid:271)e(cid:271)i
i(cid:374)sa(cid:374) ilişkileri(cid:373)izi(cid:374) zayıfla(cid:373)ası, o(cid:374)ları(cid:374) yeri(cid:374)i (cid:373)aki(cid:374)eleri(cid:374) al(cid:373)ası. İ(cid:374)sa(cid:374) ilişkileri(cid:374)i(cid:374)
yeri(cid:374)i (cid:373)aki(cid:374)eleri(cid:374) al(cid:373)asıyla i(cid:374)sa(cid:374) da ola(cid:374)(cid:272)a hızıyla (cid:373)aki(cid:374)eleşiyor, duygusal yö(cid:374)ü(cid:374)ü
kay(cid:271)ediyor. Geride (cid:271)ıraktığıysa i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) içi(cid:374)de (cid:271)ir (cid:271)oşluk tat(cid:373)i(cid:374)sizlik hissi. O so(cid:374)
dö(cid:374)e(cid:373)lerde herkeste(cid:374) duyduğu(cid:373)uz (cid:862)tat(cid:373)i(cid:374)sizlik(cid:863) i(cid:374) se(cid:271)e(cid:271)i i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) duygusal
yö(cid:374)leri(cid:374)i kay(cid:271)et(cid:373)esi, (cid:373)aki(cid:374)eleş(cid:373)esi. Bu yüzde(cid:374) (cid:271)e(cid:374) (cid:373)oder(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) soru(cid:374)ları(cid:374)a e(cid:374)
iyi şiiri(cid:374) ve şiir oku(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) (cid:272)evap vere(cid:272)eği(cid:374)i düşü(cid:374)üyoru(cid:373). Refik Er(cid:271)aş şiirleri(cid:374)i(cid:374) (cid:271)e(cid:374)i(cid:373)
üzeri(cid:373)deki e(cid:374) (cid:271)üyük etkisi şiirleri oku(cid:373)a(cid:373) es(cid:374)ası(cid:374)da kay(cid:271)ettiği(cid:373)i u(cid:374)uttuğu(cid:373)
insanlığı(cid:373)ı hatırlat(cid:373)ası oldu. Ve (cid:271)u hatırlayış hayatı(cid:373)da ye(cid:374)i (cid:271)ir sayfa aç(cid:373)a(cid:373)a vesile
ola(cid:272)ağa (cid:271)e(cid:374)ziyor.
Meh(cid:373)et Halit Şiri(cid:374)
|
Sessiz Çığlıklar
Solomon Northup isimli yazar “12 Yıllık Esaret” adlı kitabında yaşadığı korkunç kölelik yıllarını anlatıyor.
Şimdiki zamanda sadece bir hikâye olarak kalan bu 12 yıl insanı hayrete düşürmeye yetiyor. İnsanın, para
için ne kadar cani varlıklar olabileceğini gözler önüne seren bu eser, kendi dünya sevgimi sorgulamama
sebep olmasıyla hayatıma yeni bakış açıları kazanmama da sebep oldu.
Kitabın yazarı ve kahramanı olan Solomon on dokuzuncu yüzyılın ortalarında yaşayan bir siyahi
müzisyendir. Yabancı ve sanatçı görünümlü iki adam Solomon’u iş yapma bahanesiyle kandırıp
Amerika’ya götürürler ve köle olarak satarlar. Şeker üretmek için köleleri çalıştıran zengin işadamları diğer
insanların hayatlarını aynı Solomon’unki gibi hiçe sayarak mahvederler. Günümüzde köleliğin kalmadığı
düşünülse de aslında hâlâ daha böyle caniler yüzünden her yıl on binlerce çocuk kayıplara karışıyor fakat
bu kaçırılanların yaşamının bir önemi olmadığı düşünüldüğünden olsa gerek hiçbir zaman gündeme
oturamıyor. Biz ünlülerin çocuklarının yaşam tarzıyla oyalanırken binlerce can para ile satılıyor ve
bedenleri kötü amaçlar uğruna kullanılıyor. Son zamanda “Pizza gate” adıyla haberdar olduğumuz tüyler
ürperten gerçekler, Dünya’nın sandığımız gibi huzur içinde yaşanan bir diyar olduğu zannını yerle bir
ediyor. Zengin ama insan vasfına uymayan bazı şahıslar artık paralarını neye harcayacaklarını şaşırmış
olacak ki pizza siparişi verir gibi küçücük çocukları evlerine sipariş ediyorlar ve bu zavallı çocuklara cinsel
istismarda bulunacak kadar insanlıktan çıkabiliyorlar. Tıpkı kitaptaki köle sahiplerinin çocuklara
davrandıkları gibi davranan bu kişilerin paraları sayesinde insanlar tarafından itibar görmesi de insanı
çıldırtmak için yeterli bir sebep. Fakat biz bu olayları araştırmaya bile gerek duymuyoruz çünkü biz
kaçırılmadık, bir tırın kasasına balık istifi gibi koyulup yüzlerce kilometre havasız gitmedik, bizim
onurumuzu kimse böylesine çiğnemedi, bize hiçbir zaman köpekten bile daha değersiz gibi davranılmadı,
biz hayatta kalmakla yaşamanın arasındaki farkı anlamak zorunda kalmadık. Niye umurumuzda olsun ki
biz insan gibi doğduk insan gibi yaşadık, en azından öyle düşündük. Mazlumun çığlıklarına sağır
kulaklarımız pop müziklere aç hâle geldi ama biz farkında bile olamadık. Biz çaresizliği, paramız
yetmediği için lüks bir telefonu alamamak zannettik ve dertsiz başımıza dert çıkarmayı başardık. Yardıma
muhtaç olan insanlardan habersiz yaşarken, ünlü kişilerin hayatını ezberlemeyi bir kültür zannettik. Tıpkı
on dokuzuncu yüzyılın inşalarının köleliği normal karşılaması gibi biz de insanların açlıktan ölmesini
normal bir durummuş gibi karşılamaya başladık. Artık bu duruma bir son vermemiz lazım. İnsanlara
hayvandan daha beter bir yaşamı reva gören zalimlere dur deme vakti çoktan geldi. Bunu yapabilmek için
de bu dönemde en güçlü alan olan medyayı çok iyi kullanmamız lazım. Sosyal medyadan sesimizi
duyurarak birçok insanın bilgilenmesi ve destek vermesini sağlayabiliriz. Bunlara ek olarak herkes işini
dürüstçe yapmalı ve yakınındakileri herhangi bir suça bulaşıp bulaşmadığı hususunda gözden geçirmeli.
Eğer biz cesur olabilirsek; korkak suçlular, karşımızda durmaya asla güç yetiremez. Biz cesur olarak
mazluma umut olabilirsek bu esaretler de çok sürmez ve zararın çoğundan kurtulmuş oluruz.
Sandığımızdan çok daha kötü olan bu Dünya’nın sandığımız hâle gelmesi için hepimiz çok dikkatli ve
çalışkan olmalıyız. Bizleri kandırmak için yapılan yönlendirmelerin farkına varıp ona göre hareket ederek
niyeti kötü olan kişilerin planlarını bozabiliriz. Biz insan olmakla insanlara insan gibi yaşama hakkını
sağlayabiliriz. Böylece sessiz çığlıklara artık bir son verebiliriz.
Kaynakça:
Northup Solomon. 12 yıllık esaret. Çev. Aykut Sığın. İstanbul: Maya Kitap,2015, 1.Baskı
Fahreddin Susar
|
Ömer Faruk Eriş
Çocukluğumuza Geri Dönmek
Çocukken hepimizin güzel hayalleri vardı hayata dair. Bazılarımız pilot olup göklere
çıkmayı isterken bazılarımız da dalgıç olup derinlere inmeyi isterdi. Engin hayal dünyamızın
bitmek bilmeyen, olağanüstü hayallerinden sadece ikisiydi bunlar. “Çocukluk işte...” derdi
büyükler bu hayallerimize cevap olarak. Bu da onların olabildiğine sınırlı hayal dünyalarının –
hayal demek ne kadar doğrudur bilmiyorum- kusurlu ve yetersiz savunmasıydı. Çünkü
büyükler sadece çıkarlarına odaklanırlardı. Onlar için hiçbir hayalin önemi yoktu. Yanlış
anlaşılmasın sakın. Büyük olmak olgun olmak değildir. Küçücük yaşta çocukların bile
büyükleri kıskandıracak derecedeki olgunluklarını gördüm ben. Büyük olmak, büyümeyle
beraber gelen kendini beğenmişliğe ve olağanüstü hayal dünyası yerine menfaat lanetine
sahip olmak demektir. İşte ben de büyümeyle beraber gelecek sınırlı hayal dünyasına ve
çıkar avcılığına karşı koymaya çalışan ama bir türlü beceremeyen mağdurlardan biriyim. Hal
böyleyken, geçenlerde gittiğim Küçük Prens filmi yetişti imdadıma. Antoine de Saint-
Exupéry’nin yazdığı Küçük Prens kitabından uyarlanan bu film, her yaştan insanı etkilediği
gibi beni de derinden etkiledi. Filmi izlediğimde aklıma gelen ilk şey, benden başka
büyümeyen ya da büyümek istemeyen bir sürü insanın olduğuydu. Bu konuda yalnız
olmadığımı bilmek ve bana bir nevi armağan olan bu filmin kendi çocukluğumu yeniden
kazanabileceğimi öğretmesi, beni büyüklük ile çocukluk arasındaki savaşta bir adım hatta bin
adım öteye taşıdı.
“Ne de olsa kendini beğenmişlerin gözünde diğer insanlar birer hayrandır.” (Küçük
Prens, 2015) Büyükleri büyüklerden daha iyi tanıyan Küçük Prens ne kadar da yerinde bir
söz söylemiş. Gerçekten etrafımızda gördüğümüz çoğu “büyük” övgülerden başka bir şey
duymuyorlar. Filmde çok sıradanmış gibi kullanılan ama bir o kadar da düşündürücü olan bu
güzel tespitler adeta aklıma kazındı. Hatta sadece aklıma değil bundan da önemlisi kalbime
kazındı. “Gözler kördür. Kalple aramak gerekir.” (Küçük Prens, 2015) Acaba büyükler
kalpleriyle aramaktan ne zaman vazgeçtiler? Sonra anladım ki ben çocukluğun büyüsünü
sadece mantık sayesinde değil, kalbimin de yardımıyla koruyabilirim. “İşte benim sırrım. Çok
basit: İnsan ancak kalbiyle görebilir. Aslolan göze görünmeyendir.” (Küçük Prens, 2015)
Zaten büyümek mantığın kalbe karşı üstünlük kurması değil midir? Çünkü büyükler sınırlı
hayal gücüne sahipti, çünkü onlar menfaatlerini hayallerinden daha çok düşünürlerdi. Kalp
menfaat gözetmeye değil, hayal kurmaya yarardı. Hayalse çocukluğun esrarengiz
büyüsüydü. Bu düşünceler eşliğinde, kalbimin tozlanmış kapısına tokmağı vurdum ve uzun
zamandır beklediğim çocukluğum yeniden ortaya çıktı. Yıllar sonra çocuk olmanın tadına
tekrardan bakabildim ve çocuk olmanın her yaşta olabileceğini fark ettim.
Filmi izlerken yalnız ve çalışmaya zorlanan başroldeki karakterde kendimi gördüm.
Sonra anladım ki sürekli bir beklentiye maruz kalmak ve bu beklentiden dolayı yalnız
bırakılmak, çocukken bile çocuk olmamızı engelleyen en önemli etkenlerden biriydi.
Üzerimize yüklenen ağır sorumluluklar, bize verilen çocuk olma nimetini elimizden alıyordu.
Aslında, bizden beklenenler ya da sorumluluklarımız, bir büyüklük alameti olan çıkarcılıktan
ötürü değil miydi? Biz de bir menfaat kurbanıydık. Belki de bunlar mantığın kalbin önüne
geçmesinden sonraki en büyük sebepti bizden çocukluğumuzu alan. Bu yüzden filmdeki
karakter gibi ben de bu sorumlulukları önemsememenin, bizden çalınan çocukluğumuzu geri
getirebileceğini fark ettim. Bu paha biçilemez yol sayesinde kendimi yine hür olduğum
çocukluk diyarlarında buldum. “Çocukluk işte...” diyerek kendi sınırlı dünyalarını savunmaya
çalışan büyüklere cevap olarak ben de Küçük Prens gibi “Büyükler de çok tuhaflar!” demeyi
ve yoluma devam etmeyi öğrendim.Kısacası benim için filmden öte olan Küçük Prens’in mükemmel bir dönüm noktası
olduğunu söyleyebilirim. Sınırsız hayal dünyasına sahip çocukluğumun kapısını aralayan bir
dönüm noktası... Büyümek ile beraber gelen menfaatçifik lanetinden kurtulup
çocukluğumdaki özgür hayal dünyasına kavuştuğum dönüm noktası... Küçük Prens bana
kendimi büyüklüğün zindanından göklere çıkarabileceğim ve orda tıpki Küçük Prens gibi
yıldızlara bakarak çocuklar kadar mutlu olabileceğim kaçınılmaz bir fırsat verdi.
Kaynakça
Osborne, M. Küçük Prens. 2015. Mars. Film.
|
YANİ NE ÇIKAR SİZ BİZİ ANLAMASANIZ DA
Bana bir kedi bir de adam bahşedin. Ben size kedinin burnunu sızlatan, bıyıklarını beyazlatan,
kuyruğunu kısaltan bir aşktan bahsedeyim. Bir kedi başını kaldırdı ve adam esnedi. Ve bir adam sakallarını
yokluyordu kasılarak, kedi de kedi hani. Adam deyip geçmeyin yirmi birinci yüzyılda böyle bir tabir zor idi.
Kedi âşık oldu be abi. Adam ne mi yaptı? Adam, hiçbir şey… Yani dedi kedi adama, ne çıkar sen beni
anlamasan da?Bir başka adam düşünün, her şeyi anlamış ama her şeyi söylemesine gerek bırakmayacak kadar da
anlatmış kendini. Bir adam düşünün, takmış aklını bir kere mesela, tahtadan bir ren geyiğine. Bir adam
düşünün, mesela her yere yetişmiş ama hiçbir şeye geç kalmamış. Bir adam düşünün ki gelecekten korka
korka dönen bir mutlu imiş. Bir adam düşünün ki uzaktan yüzünü bile seçemediğim ama adı en sevdiğim
şairin adı olan. Yani dedi kedi sakallarını yoklayan adama, sen bana geç kaldın mesela.
Benzer oluyorum Cansever’e, sonunu siz biliyorsunuz ben başını anlatayım diyorum. Bekledim
mesela, önceleri bir şey duymadım ne sevgi, ne nefret. Ama nasıl bekledim, mesela hep uyanıktım.
Mesela hep aittim, hem sevgim, hem nefretimle. Bir kedi en fazla ne kadar sevebilir, en fazla ne kadar
nefret edebilirse, en fazla ne kadar bekleyebilirse o kadar bekledim mesela. Yani ne çıkar bir kedi sizi
sevmişse? Yani diyor kedi adama bir kedinin aşkından korkacak ne yaşamış olabilirsin?
Adam anlamadı mı sandınız, bir adam tabi bir kediyi sevebilirdi. Belki de kedinin mutlu sonu o
kadardı. Kovalandıkça cesurca kükremeyi bekleyen kalbi korkmayı öğrendi. Şefkat gezdirdi kollarında bir
gün sarılırlarsa diye. Adam gibi sevdi mesela kedi. Sevgi büyütmeyen adamlara nefretini verdi, onlarla
nefretini büyüttü. Sonunu biliyorsunuz nankör dediler mesela. Yani dedi kedi o adamlara benzedim şimdi.
Uyuyunca geçer diyen adamlara inat uyanıkken bekledi, sizlerle tanıştı mesela. Bir kedi için çok
haklıydı. Adam ne mi yaptı? Adam, hiçbir şey… Yine birine adam demek bazı abilere ağır geldi. Yani dedi
kedi adama, ne çıkar sen beni anlamasan da? Dedim ya kedi de kedi hani.
Sayfalarca şiir yazıyor ren geyikli adam. Bekler mi diyor mesela, bir sürü yaz gününün içinde
bekler diyorum. Yani diyor kedi bana, havalar güzelken sevmesi kolay mesela. Kimseye bir şey
söylememiş o ama bir daha gelmemiş diyorlar. Bir daha gelir mi diyorum, mesela uyanık bekledim ama
bir daha gelmedi diyor. Sadece gelsin istedim diyorum. Bir ses daha duyduğum oluyor beni bekliyorsun
diyor ve onu bekliyorsun beni beklerken. Bir de benim sesimi duyun isterseniz, bekliyorum diyorum.
Öncesinde bir konyak içer misiniz diyorum, izninizle.
Ben mi? Sevmek mi? Miktarını mı, asla bilemezsiniz. Ne o adamları ne de sizleri korkutmayı
istemem çünkü. Bazı adamları ne çok sevdim mesela, hiç dokunmadığım adamları… Ne çok unuttum o
adamları nerden sevdiysem, en çok oradan unuttum onları. Ve dokunduğum adamları inanılmaz sevdim
mesela. Korktuğum adamların incitmeye korkan öpücüklerinde sevildim. Miktarı mı, asla bilemem.
Kalbim bunu kaldırsa birkaç damarı da öpmeleri gerekebilirdi çünkü. Ne iyileşirdim mesela! Yani ne çıkar
beni anlamasalar da? Dedim ya kedi de kedi hani.KAYNAKÇA
1- "Google." Google. Web.
<https://www.google.com.tr/search?newwindow=1&rlz=1C1GGGE_trTR528TR528&espv=2&biw
=1366&bih=667&tbm=isch&q=edip cansever
sözleri&revid=585921015&sa=X&ei=C2A1VeLkDoWnsAHeqoDIBg&ved=0CBwQ1QIoAA#imgrc=N
UPSYZNObewYgM%3A;e7S-ngcnqOdr6M;https%3A%2F%2Fs-media-cache-
ak0.pinimg.com%2F236x%2F8f%2F12%2Fc7%2F8f12c7edc32fc5c7bca0eeec2ace1133.jpg;https%
3A%2F%2Fwww.pinterest.com%2Fsultan__pasali%2F%25C3%25B6zl%25C3%25BC-
s%25C3%25B6zler%2F;236;236>.
2- "Google." Google. Web.
<https://www.google.com.tr/search?newwindow=1&rlz=1C1GGGE_trTR528TR528&espv=2&biw
=1366&bih=667&tbm=isch&q=edip cansever
sözleri&revid=585921015&sa=X&ei=C2A1VeLkDoWnsAHeqoDIBg&ved=0CBwQ1QIoAA#imgrc=U
a_GqijMVI_qRM%3A;QvhiRzuHXbBHiM;http%3A%2F%2F1.bp.blogspot.com%2F-tlvrNl3-
Fpc%2FThmZ-
BeIu1I%2FAAAAAAAAAhs%2FBHdAXQR9R5g%2Fs1600%2FCansever_Abaci.jpg;http%3A%2F%2F
www.sabitfikir.com%2Fdosyalar%2Fsonsuzlugun-siiri-edip-cansever;329;500>.
|
Özgen1
Göksu Özgen
21201014
Turk102-9
Aslı Uçar
Kan Bağı
İnsanların doğumundan bu yana değişmeyecek olan tek şeyi ismidir, soyudur.
Soyumuza bağlı olan bu insanları sevelim sevmeyelim hayatımızdan çıkarmamız imkansızdır.
İçinde bulunmadığımız ortamlarda bizi bir bakıma temsil etmektedir aile fertlerimiz.
Bu denli yakınındaki bir insanla eğer aramızı iyi tutmazsak hayatı kendimize zindan
etmekten başka bir şey yapmayız. Eğer yanıbaşımızda sürekli olarak rahatsız olduğumuz bir
kişi veya durum varsa hayatımızı ne kadar rahat devam ettirebiliriz ki? Ama bu böyle
denildiği kadar kolay olmuyor. Sevmediğiniz bir özelliği bir arkadaşınızda gördüğünüz zaman
ona bir şans verirsiniz, yine işe yaramazsa belki ikinci şansı da verebilirsiniz ancak bu öyle
sonsuza kadar gitmemektedir. Bir noktadan sonra o arkadaşınızı hayatınızdan çıkarmak hiç de
zor olmaz, bu en sevdiğiniz insan olsa bile... Böyle bir durumu hepimiz yaşamışızdır çünkü
arkadaşlarımızı biz seçeriz ancak aile fertleri denince işler değişmektedir. Seçme olanağı
kimseye tanınmamıştır. Dünyaya gelmeden önce bellidir o ve hayatımızdan çıkarmak
nerdeyse imkansızdır. Çıkardığımız takdirde mutlaka bir şeyler eksik kalacaktır. Yerini başka
bir şey alamaz. Başkabir insan yok aynı kanı taşıdığın.
Kan bağının buunduğu insana zaten ister istemez bir yakınlık duyarsın, hani kan çeker
derler ya aynen tam dedikleri gibi. Bu yakınlık beklentiyi de arttırmaktadır. En eksik
hissedilen anda yardımına koşulan ve belki de derman bulmayı umduğumuz insan kan
bağımız olan insandır. Bu konuda en çok dayanışmanın sağlanmasına yol açan şey ise
arkadaşlığın kan bağıyla birleşmesidir. Demek istediğim bir aile fertiyle arkadaş gibi
olduğumuz zaman ihtiyaç durumunda ondan daha iyi bir destek, yardım bulamayız. Aynı
aileden olmanın verdiği bir özellik ise temel konulara verilen tepkilerin aynı olması, o konularÖzgen2
hakkında aynı görüşlere sahip olmasıdır. Bunu bilmek aynı duygulara sahip olduğunu bilmek
insana güç verir. Çoğu insan kötü bir durumda, çaresiz kaldığında suçu kendisinde
arayabilmektedir. Birarkadaşının vereceği tavsiye veya öneri pek etkili olmayabilir, birey
kendi duvarları yüzündenarkadaşını engellemektedir. Ancak aile ferdi o duvarın nasıl
geçileceğini iyi bilmektedir.Bundan dolayı onun söylediği her kelime çok etkili
olabilmektedir.
Kan bağı arkadaşlık duygusu ile güçlenince çok etkili olmaktadır. Ancak baba oğul
ilişkisinden daha güçlü bir şey yoktur. Bir baba oğlu küçük yaştayken neye ihtiyacı olduğunu,
neyi istediğini bir bakışından çıkarabilir. Bu özelliğin çocuğun büyümesiyle kaybolduğu
düşünülse de gerçek değildir. Ancak görev değişimi olduğunu inkâr edemeyiz. Birey kaç
yaşında olursa olsun babasının gözünde hâlâ kucağına aldığı hâliyledir. Belki baba hâlâ
oğlunu anlamaya devam ediyordur ama ek olarak babasını anlayan bir oğul da çoktan
yetişmiştir. İkisi de birbirinin neye ne zaman ihtiyaç duyduğunu çok iyi bilmektedir. İşte
yukarıda bahsettiğim yardıma ihtiyaç durumunda dile getirmeden , sözünü dahi etmeden
anlayıp yardıma gelen bir baba veya oğul asla seçilemez değiştirilemez.
Tam da bu özelliğin vurgulandığı Rocky Balboa filminde desteğe ihtiyaç duyan bir
babanın oğlundan destek almadığında sonra ise destek geldiğinde ruh halinin değişimine
vurgu yapılmıştır. Benim en çok etkilendiğim sahne olan oğluyla konuşma sahnesi tüm bu
anlattıklarımı doğrular niteliktedir.
Birçok arkadaşlıklar olabilir, bazen bize ailemizden de yakın gelebilirler. Ancak hiçbir
şey kan bağının verdiği sıcaklığı sağlamamaktadır. Aile fertlerini düşünmeden hayatından
çıkaranların içinde her zaman bir boşluk kalacaktır. Kan bağı arkadaşlık bağından çok daha
güçlüdür, istesek de kopması imkânsızdır. Özellikle de bir baba oğul ilişkisi...
|
M. Berk Alemdar
22003066
RESİMDEKİ RESSAM
Hayatımızın başrolü olduğumuzu düşünürüz. Kısa metrajlı da olsa, düşük bütçeli de,
hatta belki yarısında çıkıp gitmek isteyecek kadar keyifsiz de olsa kameraların bizim üzerimizde
olduğuna inanarak yaşarız. Borç batağının altında kamburlaşmış ruhlarıyla lüks arabalarına
sığmaya çalışanların, iyi maaşlar almak uğruna masa başında gözlerinin ferlerini günbegün
akıtanların, yılların izlerini gizlemek için yüzlerine katmanlarca boya yapanların bitmek bilmez
telaşına yol açan da bu inançtır. İzlendiğini düşünen insan, izlenmeye değer bir şey sunmanıngündelik tasasıyla gözlerini açar her sabah. Çünkü itiraf etmek istemese bile insan, bir gün
kameraların odağını kaçırmaktan, kıymetli başrolünün elinden alınmasından ölesiye korkar.
Başlangıçta insan bu inancın, modern zamanın bir sonucu olarak, kameraların ve
kadrajların etrafımızı sarmasıyla oluştuğunu düşünebilir. Ama bana bunun basit bir şekilde
doğru olmadığını, insanın sahne ışığını üzerinde hissetme ihtiyacının en azından ortaçağdan
itibaren var olduğunu gösteren Diego Velázquez’in Nedimeler’i olmuştur. Kraliyet tablolarının
atını korkusuzca savaşa süren veyahut ihtişamlı tahtında oturan kralı portrelemekle eşdeğer
görüldüğü bir dönemde Velázquez, İspanya Kraliyet Ailesini tuvaline taşırken sadece kral ve
kraliçeyi değil; nedimeleri, kahyayı, muhafızları, cüceyi, soytarıyı, prensesi ve hatta kendini
bile dâhil etmiştir bu portreye. Ve bu resimde can bulmuş karakterler, statü ve resimdeki
konumlarından bağımsız olarak, bizim bakışlarımızdan haberdar bir ciddiyetle gözlerimizin
içine bakar hâldeler. Işığı üzerine toplayan, en canlı renklerle resmedilen tuvalin ortasına yer
edinen prenses olsa da; silik bir karanlığın veya uzun bir mesafenin ardında görülen karakterler
bile âdeta kendi portreleri çiziliyormuş inancıyla poz verirler karşımızda.
Velázquez’in Nedimeler’ini benim için ayrıca özel kılan, görülen karakterler kadar
görülmeyen bizleriz aslında. Resmin içinden bize ciddiyetle bakan gözlerin, elinde fırçasıyla
bizi süzen ressamın karşısında anlık olarak afallayan ve karşılık vermeye çalışan bizler.
Yüzlerce yıl öncesinden bizlere bakan birkaç çift göz bile kendimize çekidüzen vermeye
çalışmamız, gözlerimizi kaçırmamaya çabalamamız için yetebiliyor. Bunca çabamızın altında
hayatımızın kontrolünde olduğumuz, insanlara aktarmaya çalıştığımız bir imajımız olduğu
düşüncesiyle yatıştırıyoruz kendimizi. Düşüncelerimizi, görünüşümüzü ve sevdiklerimizi
insanlara göstermek istediğimiz hayat doğrultusunda şekillendirip; toplumca hoş
karşılanmayan özelliklerimiz karşısında terbiye ediyoruz ruhumuzu. Âdeta reytinglerini yüksek
tutmak isteyen bir dizi gibi biz de seyircilerimiz ne isterse ona göre evriliyoruz.Hayatımızın başrolü olduğumuz düşüncesine içten içe inansak bile, hayatımızın
dümenini izleyicilerimizin eline verdiğimiz sürece bu rolü oynamak istediğimize gerçekten
emin miyiz? Biz, Nedimeler resminde kim olarak görüyoruz kendimizi; kral veya kraliçe mi,
prenses mi, cüceler mi, yoksa Velázquez’in kendisi mi? Ben şahsen bu sorunun en doğru
cevabının prenses olacağını düşünürdüm. Resmin merkezine kendisini oturtmuş ve dikkatleri
üzerine çekmiş hâlde; nedimeleri tarafından giydirilen ve özen gösterilen bir karakter olmak
tablonun en prestijli konumu gibi geldi başlangıçta. Ancak resme tekrar ve tekrar baktıktan
sonra fark ettim ki aslında benim, ve umarım birçok kişinin, olmak istediği yegâne karakter
Velázquez’in kendisi. Belki resmin tam ortasında ve parlak renklerle aydınlanan bir karakter
değil fakat elindeki fırçası ve karşısına almış olduğu tuvaliyle kendini istediği gibi
resmedebilme gücüne sahip. Elindeki bu gücün varlığından haberdar olarak da kendini
olduğundan daha ihtişamlı veya güçlü göstermek gibi bir telaş barındırmıyor ruhunda; basit ve
sade bir şekilde kendisini bütün dünyanın gözlerine sunuyor.
Hayatımızın başrolü olduğumuzu düşünürüz. Kısa metrajlı, düşük bütçeli hatta
yarısında çıkıp gitmek isteyecek kadar keyifsiz olmasına aldırmadan rolümüzü layıkıyla
oynamaya çalışırız. Ve belki de gerçekten hayatımızın başrolü, sahne ışıklarının doğrultulduğu
yüz biziz. Fakat Nedimeler’in içinde kaybolurken fark ettim ki biz hayatımızın başrolü olma
isteğinde aynı hayatın yönetmeni de olabileceğimiz fikrini fazlasıyla unutuyoruz. Dış
etmenlerin, elimizde olmayan etmenlerin kontrolüyle sadece bize verilen rolü oynuyor gibi
hissediyoruz kendimizi; bunun için de insanların düşüncelerine göre değiştiriyoruz oynama
şeklimizi, mimiklerimizi, fikirlerimizi. Fakat katmanlarca süs ve seneler boyu yontulmayla
insanların ideal kalıbına girmeye çalışan bir prenses olmaktansa, ben sönük renkli kıyafetlerim
ve dağınık saçlarımla fırçamı özgürce sallamayı yeğlerim. Kendi hayatımın başrolü olmaktan
daha çok, ben kendi hayatımın ressamı olmak isterim.Kaynakça
Velázquez, D. (1656). Las Meninas. Museo Del Prado, Madrid.
|
Burak Buğrahan SEZER
İnsan
Ekim 7, 2014
Hepimiz zaman zaman hissetmişizdir içimizde yatan o
kötülük kapasitesini. Hepimizin içinde yatan kokuşmuş canavar
tekmelemiştir arada. Kıskanmışızdır, aşağılamışızdır,
acımamışızdır, kendimizi düşünmüşüzdür. Bu insanoğlunun
doğasında var, hiçkimse tamamen iyi değil. Günümüzde bunu ne
kadar entellektüelite, drama, duyarlılık, sosyal sorumluluk gibi
toplumsal icatlarla gizleme çabaları olsa da göğsümüzden söküp
atamayız bunu. Amacım umutsuzluğa düşürmek veya kendimizi
aşağılamak değil tabii. Aynı ying-yang anlayışında olduğu gibi iyi
ve kötü aynı anda barınıyor içimizde. Sadece daha gerçekçi bir
bakış açısı getirmek gerek kendimize, insanlığa. Hiçbirimiz çok
duyarlı, ilgili, hassas veya entellektüel değiliz. Sosyal medyada
paylaştığımız herhangi bir şey vicdanımızı rahatlatsa da gerçekte
herhangi bir etkisi yok, tek yaptığımız bu sosyal duyarlılık
yarışına katılmak. Kendimizi kandırmaya gerek yok.
Jose Saramago romanı Körlük’de bunu çok daha net bir şekilde dile getiriyor. Roman bir anda
herkesin nedeni bilinmeden kör olmaya başladığı bir dünyada geçiyor. Kimsenin görmediğini
düşündüğümüzde, kimsenin yargılamıyacağını bildiğimizde neler yaparız? Gerçekten içimizden neler
geçiyor? Saramago bunu bütün bir toplum boyutunda ele alıyor. İnsanların aslında ne kadar iğrenç ve
kötü olabileceğini, ne kadar ileri gidebileceklerini gösteriyor. Sonuçta ne demişler; göz görmeyince
gönül katlanırmış.
Roman körlük salgının ilk başladığı sıfır noktasıyla başlayıp nasıl ilerlediğini anlatarak başlıyor.
En başta farkına bile varılmazken daha sonra ülke çapında kriz durumuna geçiliyor. Hiçbir fikirleri
olmadığı bu durumda hükümet karantina uygulamasına gidiyor. Durumun en büyük ironisi belki de
hâlâ görebilen tek kişinin bir göz doktorunun karısı olması. Eski bir akıl hastanesine yerleştiriliyor
körler, görebilen kadın kocasını yalnız bırakmak istemediği için o da onlarla giriyor karantinaya.
Saramago kendisi de karakterin ağzından bir akıl hastanesinin aslında ne kadar durumlarına uygun
düştüğünü söylüyor. İçerde olanlar gerçekten de bir tımarhaneden aşağı kalır gibi değil. İnsanların
bütün etik değerlerinin sadece başkaları tarafından yargılanmaya bağlı olduğunu fark ettiriyor olanlar.
İnsanlar birkaç parça yemek için birbirini öldürüyor, tecavüz ediyor. Sırf karşılarındakinin onlardan
zayıf ve güçsüz olduklarını gördüklerinde yapabileceklerinin sınırı yok. Gruplaşmalar oluşuyor hemen
karantinada, insanlar diğer grupların yiyeceklerini çalıyor, işkence, şiddet normal şeyler haline geliyor.
Tecavüze kadar ileri gidiyor insanlar, sırf onlardan daha kalabalık ve daha güçlü olduları için. Sadece
körler değil, kriz ortamındaki diğer insanlar da kendileri de tehlike altında oldukları için gerçekten çok
uç kararlar alıyor kitapta. Karantina da yaşananların yanısıra onları içerde tutmak isteyen,
görebilenlerin yaptıkları da utanç verici. Kendilerinin de o hale gelmesinden çok korkuyolar. Salgın
hakkında hiçbir şey bilmiyor olmaları bunu daha da kamçılıyor. Bu korku ellerindeki kuvvetle
birleşince insanları vurmak gayet doğal bir şey haline geliyor. Gerçekten kitabı okurken bazı
kısımlarda kendimden önce insan daha sonra erkek olduğum için utandığım oldu. İnsanların ellerine
güç geçtikten sonra, etraflarında yargılayan gözler olmayınca neler yapabildiğini görmek kişinindünyaya bakış açısını değiştiriyor. Ancak şahsi görüşüme göre asıl anlatılan insanın tiksinilecek bir
yaratık olduğu değil. Yazarın amacı toplumun kendisine daha gerçekçi bir bakış açısı getirmesi, ne
tamamen iyi ne de kötü. Romanda onlarca insanın içini ürperten kısım olmasına rağmen bir o kadar
da iyi şeyler var. Görebilen kadının kocası ve diğer zor durumdakiler için yaptıkları, bunlar yazarın
insanın içinde var olan iyiliği göstererek bizlere her türlü kötülüğe rağmen ümit olduğunu gösterme
şekli. Gerçek dünyada da bu böyle, iyi veya kötü olmak sadece alınan kararlardan ibaret.
KAYNAKÇA
Jose Saramago, Körlük, Can Yayınevi, İstanbul, 2010
|
Ersavaş, Merve. Gazete Bilkent. 2015
Özgürlük Savaşı
Özgürlüğün kıymetini içinde bulunduğumuz dünyada belki anlayamıyoruz, belki rahat
yaşamımız bizlere özgür olduğumuzu hissettiriyor ama işin aslı gerçekten de öyle mi? Sıradan
şehir insanı elinin altında bulunan modern imkanlar ile kendini özgür addederken, daha
doğrusu kendini öyle görmeyi isterken Halldor Laxnes Özgür İnsanlar romanı ile bizi sıradan
bir çiftçinin çileli hayatının tam orta yerine atıveriyor ve onun özgürlük mücadelesini
iliklerimize kadar hissettiriyor. Özgür olduğumu zanneden ben, bir çiftçinin verdiği onur ve
haysiyet mücadelesini okuyunca çizilen sınırlar içinde, birilerinin gizliden verdiği yönergeler
ile aslında bir robot gibi yaşadığımızı farkettim. Bizim sahip olduğumuzu sandığımız
özgürlüğün aslında bir hiç olduğunu, gerçek mücadelenin ve azmin bir çiftçinin hayatında
nasıl da anlamlı ve çetin bir şekilde yer aldığını gördüm.
Düşünün ki yıllarca emek vererek, alın teri ile bir birikim yapıyorsunuz ve sonra o birikim ile
kendinizi ve ailenizi tam olarak özgür, bağımsız yapacak bir şey alıyorsunuz. Herkesin
özgürlük anlayışı farklı olduğu için, kim kendine neyi uygun görürse onu alıyor. Fakat
herkesin amacı aynı, tam bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşmak. Yıllarca bunun savaşını
vermişsiniz, ne badireler atlatıp, kimlere boyun eğmemişsiniz sırf o hedefinize ulaşmak için.
Tam o an geliyor, artık özgür ve rahat olacağınızı düşünüyorsunuz ama bir bakıyorsunuz
bırakın tam olmayı daha çeyreği kadar bile özgür değilsiniz çünkü yeni sorunlar hep pat diye
hayatımızın tam orta yerine düşüverir. E bu da inat değil mi? Yıllarca çalışıp, çabalayıp emek
vermiş biri pes eder mi? Hiç de bile, inadına bütün zorluklara göğüs germek lazım değil mi?İşin aslı tam da bu noktada başlıyor, insan denen varlık sınırlarını ne kadar zorlayabilir? Ne
kadar savaşabilir özgürlüğü ve bağımsızlığı için? Bjartur adında ki bu roman kahramanı tam
da bu soruların cevabını veriyor. Hayatın her safhasında bir düşüyor, bir kalkıyoruz.
İstediğimiz zenginliğe ulaşalım, arzuladığımız hedefimizi gerçekleştirelim yine de her zaman
bir sorun buluyoruz. Aslında bir sorun mu buluyoruz yoksa yeni bir mücadele mi arıyoruz
emin değilim. İnsana rahat batıyor olabilir, bu yüzden hayatta hangi noktaya ulaşırsak
ulaşalım yine de bir mücadelenin içinde buluyoruz kendimizi. Bazen ise bu mücadele akıl
almayacak kadar çetin ve uzun sürüyor. Bazı anlar o kadar çok şeye göğüs geriyoruz ki nasıl
yaptığımıza, nasıl direndiğimize, nasıl ayakta kaldığımıza şaşırıyoruz. Şaşıyoruz şaşmasına da
o mücadelemizi bir türlü unutmuyoruz, unutamıyoruz.
Bir parçamız hep geçmişte kalıyor, bir parçamız hep acılara tutunuyor hatta yeri geldiğinde
ondan besleniyor. Fakat bu durum, acıları taze tutmaktan başka hiçbir ise yaramıyor, işin
kötüsü bu taze acılar yeri geliyor bizi hayattan alıkoyuyor. Unutamadığımız, anısına hakaret
etmek istemediğimiz bir kişi gibi davranıyoruz geçmişimize ve karşımıza çıkan yeni insanları,
yeni gelişmeleri de sırf bu sebepten dolayı elimizin tersi ile itiyoruz. Neden yaptığımızı
bilmiyorum ama geçmişe sarılıp kalıyoruz, yeniliklere kapatıyoruz kendimizi, acıları
usanmadan besleyerek büyütüyoruz.
Acıyı beslememek lazım, arkaya dönüp bakmamak ve unutmak lazım. Bir kara sayfanın
üzerine inatla ve hırsla yeni bir beyaz sayfa örtmek lazım, eğer o beyaz da kirlenirse bir beyaz
sayfa daha eklemek lazım. Özgürlüğün peşinden ısrarla koştuğumuz zaman insan olmanın
erdemine kavuşuruz, boyun eğmediğimiz zaman değerimizi anlarız. Her ne olursa olsun, kim
ne derse desin, yolumuz dikenli teller ile kaplı da olsa çiçekli yollara ulaşmak için var
gücümüzle mücadele etmeliyiz. Pes etmek mi? Tabii ki HAYIR.
Hasan Tarık Yılmaz
21401060
|
MASUMİYET ÜZERİNE
Çok güzel bir uykudan uyanmıştım. Mutlu, huzurlu ve dinç başladığım günlerden biriydi. Daha
o gecenin akşamı son şiiri okuyup uyumuştum. Bir hafta boyunca güzel rüyalar görmeme aracı
olan bir kitap dolusu sevgili, tarih, göç şiirleri... Yer yer içimdeki huzursuzluğu tetikleyen, ancak
hiç mi hiç abartılı bulmadığım, aklıma yatan düşünceleri en anlamlı sözcüklerle bu kısa şiir
kitabında harmanlamıştı John Berger. Şiirlerini okurken ya sevgilisi oluyordum ya da hiç kimsenin
tanımadığı bir mülteci. Bazen fakirleşiyordum, bazen de aptallaştırıyordu beni şiirlerinin içinde.
Büsbütün bir dram olan hayatını hissettiriyordu. Yaşadığı şeyleri bir bir keşfediyordum
mısralarında. En çok da düşündürüyordu. Dünün ve bugünün insanını, etik anlayışını
didikliyordum. O kendini ve sistemi suçladıkça ben de hayatımı ve içinde bulunduğum düzeni
sorguluyordum.
Bir şiiri vardı ki, besbelli haykırıyordu insan hayatının ne kadar değersiz, sahipsiz, tesadüfi
olduğunu. Çaresiz ve kabullenmişti. Ben de öyleydim. Her şeyin farkında... Umutsuz, bıkmış ve
yaşamış. En az onun kadar gerçekçiydim.
...
" Bir gün daha sağ kalabilmek için
her sabah
gerekli kırıntıları aramak ve bulmak.
Uyandığında bu yasal sahrada
hak hukuk diye bir şey
olmadığını bilmek.
Geçen yıllar boyunca hiçbir şeyin
iyiye gitmeyip tersine kötüleştiğini
bizzat yaşayarak anlamak.
Nerdeyse hiçbir şeyi değiştirememenin
utancını duymak ve bunun seni
başka bir çıkmaza sürüklemesi.
Seni ve yakınlarını
umursamazca hiçe sayan
binlerce vaadi dinlemek.Altında kaldıkları toz dumana
boyun eğmeyenlerin örneği.
Öldürülen yakınlarının
üzerine çöken ağırlığı
ve sayıları o kadar çok ki onların
masumiyetin sonsuza kadar yok olması bu yüzden. "
...
(Berger 24)
Çok şükür ki fiilen bir savaş ortasında kalmadım. Bu yüzden kaybettiğim bir yakınım da olmadı.
Yıllardır yaşadığım yeri bir gecede de terk etmedim. Ancak Berger’in anlattığı şeyler yaklaşan bir
felaketin habercisiydi benim için. Şiiri öyle güzel bir kronolojiye oturtmuştu ki, belki de bundan
etkilenmiştim. Anlatmak istediği her olayı satır satır hissedebiliyor, istemsizce yaşadıklarım ile
bağdaştırıyordum.Uyandığında bu yasal sahrada hak hukuk diye bir şeyin kalmamış olması, her
geçen yılın bu kavramda giderek kötüleştiğini görmek, bizzat yaşamak ve binlerce dalga
geçercesine yayınlanan vaadi takip etmek artık alışkanlık olmuştu. Kanıksamıştım. Kabullenmek
ve ortaya atılanları takip etmekten fazla yapılacak bir şey yoktu. Kendi doğrularımı savunacak ve
bu düzeni değiştirecek bir gücüm olduğuna inanmıyordum. Bir nevi boyun eğmekti bu, ancak
başka alternatif bulamıyordum.Tüm bu yakarışları ve haksızlıkları sindirmek istemeyen o boyun
eğmeyenlere gelirsek, kendileri hep vardı. Her zaman aktif azınlıklardı, ancak beni peşlerinden
gitmeye hiçbir zaman ikna edememişlerdi. Neydi onlarda olup bende olmayan şey? Cesaret miydi?
Umut muydu? Yoksa kaybedecek bir şeyleri mi yoktu? Canları benimkinden fazla mı yanmıştı?
Açıklaması zor. Bunların hepsi eş olasılıkla mümkün olabilir.
Tıpkı Berger gibi umutsuzum. Ancak yorgun değilim, inandığım doğrular için hiç bir zaman fiilen
savaşmadım. Cesur olmadığımdan mı? Aksine, kafama koyduğum şeyleri başarmak için canım
pahasına savaşmayı severdim. Ufacık bir kıvılcımla geçtiğim yerleri yakacak azim vardı içimde.
Sadece kıvılcıma ihtiyacım vardı. Eli yakan, canı acıtan, gözle görülür bir kıvılcım...Azınlık olarak
inandıkları için savaşıp istediği düzeni sağlayabilenleri çok okudum. Ama hiçbir zaman tanık
olmadım. Bu yüzdendir ki harekete geçmek için bir motivasyonum olmadı. Peki kabulleniş ve
hayata kaldığın yerden devam etmek miydi çözüm? Masumiyetin gene de bir yerlerde
bulunacağına nasıl ikna olacaktık?Hiçbir şeyi değiştirememenin utancıyla çıkmazlara sürüklenmek tam da buydu. Masumiyet
bundan sonra var olmayacaktı. Bu düzen içinde yeni doğan bebek de masum olmayacaktı,
yaşadığının farkında olmayan bir at, bir çiçek de. Bunun sonu ya da çözümü olmaması da beni asıl
utandıran şey olsa gerek. Dünya gözüm de büsbütün böyle bir yerdi. Kontrolün kimin elinde
olduğu bilinmeyen, bir gün daha sağ kalabilmek için yaşadığın bu dünyada sadece hayatını devam
ettirebileceğin en güzel sahrayı aramak... Sen bu arayışa çıktığın zaman ise, senden yüzyıllar önce
yaşamış ötekilerin, çoktan senin adına kurduğu düzenler, yaptırımlar, verdiği yanlış vaadlerdi
masumiyetin sonsuza kadar yok olması.
Berger, John. Gökyüzü Mavi Siyah. Umutsuzluğun yedi yüzeyi. Çev. Cevat Çapan. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları, 2016.
Ceylin Zeybek
|
Fatma Sıla Çakmak
Cambaz Olma Rehberi
Doğduğumuz andan itibaren yeryüzünde henüz yazılmamış boş bir kitap peyda olur birden,
son sayfayı tamamladığımızda bizle birlikte kapanır kapağı ancak. O zamana kadar satır satır işleriz
kitabı, şansımız varsa kapak kapandıktan sonra da okunmaya konuşulmaya devam eder. Kimi
zaman birçok insanla tanışır kitabımıza buyur eder, kimi zaman da giden karakterlerin ardından bir
maşrapa suyu döküveririz. Gün gelir biri girer hayatımıza, merkezimiz yapar etrafında döneriz ama
kitap daima komodinin üzerinde kalır. Başkahraman olarak her gelene, gidene, güzele, çirkine
uzaktan bakar kendi kitabımızı kendimiz yazarız. İşte her şey tam da bu noktada başlar: Nasıl kitap
kahramanı olunur?
Albayım Beni Nezahat ile Evlendir’ i okuduktan sonra düşünmeye başladım ben kendi
kitabıma ne kadar kahraman olabildim diye? Sahi bir kitap kahramanını kahraman yapan aslında
nedir? Kendi başına hareket edebilmesi mi, her zorluğa göğüs gererken korkusuzca dünyaya kafa
tutabilmesi mi? Bence bir hikâye kahramanının sahip olması gereken en önemli özellik (ki
sanılanın aksine gerçekten zor bir meziyettir) kendisi olabilmesidir çünkü ancak bu şekilde
okunmaya değer olabilir. Bizler işte tam burada bir saniye durmalı, derin nefes almalı ve
düşünmeliyiz; bir hikâye yazıyoruz evet ama o hikâye bizim mi gerçekten? Neticede herkes hikâye
kahramanı.(Algör, Albayım Beni Nezahat ile Evlendir, 26)
Bence bir hikâye kahramanı ilk önce kalbini takip etmeyi bilmeli, onun götürdüğü yola
adım atarken içini kaplayan dinginliğin rehber olmasına izin verebilmeli. Kitap kapandıktan sonra
elbet bir gün kitabınıza dâhil ettiğiniz kim varsa öyle ya da böyle ilişiğini kesecek sizden ve
kalbinizi dinlemediğiniz kaç yaşanamamış anınız varsa hepsini peşlerinden sürükleyip yok
olacaklar. Kim bilir belki de kalbinizi dinleseydiniz harika bir ip cambazı olabilirdiniz ve hikâyeniz
alışılagelmiş kalıplardan çıkıp sizi gerçek bir kahraman yapabilirdi ancak siz yapmamayı seçtiniz.
Cambaz olmaya cesaret edemezseniz kimseye (kendiniz de dâhil) ipin üzerinde olmanın neye
benzediğini anlatamazsınız. Sonuçta bu sizin hikâyeniz ama ben kendi hikâyeme dünyayı
gezmeden ya da bir uçurtma festivaline katılmadan nokta koymak hiç istemem mesela.
Sonuçta kitap, hikâye adına ne dersek diyelim sadece bir hayatımız var ve onu
şekillendirecek olan biziz. Bir hikâyeye kahraman olmak için ne mükemmel olmak nede dillere
destan bir güzelliğe sahip olmak gerektiğini düşünmüyorum. Bence kahraman olabilmek için en
önemli olan şey kendi yolumuzu çizmekten ve adım atmaktan korkmayacak kadar cesur olabilmek.
Çünkü hayat anılardan, anılarsa kalbimizin sesine kulak verdiğimiz ufak kahramanlıklardan oluşur.
Günün sonunda beş yıl önce öğlen vakti yediğiniz yemeği hatırlamazsınız, ya da o sizi özel kılmaz,
ama ani bir kararla, sırf içinizden geliyor diye apar topar en iyi yemeği yemek için başka bir şehre
gitmek… Emin olun o günü unutmazsınız.
Albayım Beni Nezahat ile Evlendir’den sonra farkına vardım ki kendi yolumu nasıl
çizeceğim konusunda bir el kitabı aramak ya da damdaki bir ustaya danışmak, beni olmak istediğim
kişi yapmak için sönük kalacak. Çünkü adı üstünde kahraman olabilmek için bir şeyleri başarmak
lazım, bu da ancak içimizden gelenlerin sorumluluğunu alıp hayata geçirmekle mümkün olur.
Hepimiz tıpkı yolunu bulamayan bu adam gibi kendi yolumuzu bulmaya çalışıyor, kendi
hikâyemizin kahramanı olmak için bir el kitabı arıyoruz. Ama korkmaya, endişelenmeye gerek yokFatma Sıla Çakmak
kitap kahramanları da zaman zaman çıkmaza girebilir. Kahraman olmak her zaman en doğru, en
kusursuz olmak değildir. Peki nedir? Yani demek istediğim o ki “Mesele nedir? Ana soru bu. Sence
nedir?”( Algör, Albayım Beni Nezahat ile Evlendir, 97).
|
Akın Gün
21000158
Son
Witcher 3 şu ana kadar oynadığım en iyi oyun sanıyorum. Hikâyesiyle, karakterleriyle,
müzikleriyle ve oynanışıyla başına oturanlara muhteşem bir deneyim yaşattı. Benim 160 ve giderek
artan saatimi yiyen bu oyunu övmediğim yer, oyunun üzerine bir de bu yazıyı yazarsam kalmadı
sayılacak
Oyun hakkında genel bir bilgi vermek gerekirse, oyunun manevi kızını arayan Witcher
Geralt’ın bu yolda yaşadığı olayları anlatıyor. Andrzej Sapkowski’nin aynı isimli kitap serisinden
ilham alan oyun serisi Geralt ve Ciri’nin hikâyesini kitapların bıraktığı yerden devam ettiriyor.
Witcher 3’de bu oyunun serinin final oyunu oma özelliğini taşıyor.
Final oyunları bir oyuncu olarak her zaman beni üzmüştür. Oyun dünyasına ısınmışsınızdır.
Oyunda geçen karakterler hakkında lüzumsuz derecede bilgi sahibi olmuşsunuzdur. Arkadaşlarınızla,
internetteki yabancılarla havadan sudan detaylar üzerine saatlerce tartışmışsınızdır. Bu süreç zarfında
seriye çıkan her yeni oyun iyisiyle kötüsüyle o seriye bir şeyler katmıştır. Grafikler güzelleşir, oynanış
gelişir, müzikler de bestekâr’ı değiştirmedikleri sürece sıkıntı yaratmaz. Nihayetinde final oyununa
varıldığında yılların deneyimi bu oyuna aktarılır. En rafine oynanış, en güzel grafikler, en güzel
müzikler oyuncuların yıllar boyunca büyüyen beklentilerinin karşısına çıkar. Oyunların beklentilerin
altında ezilmesi ender görülen bir şey değildir. Ben aynı durumun Witcher 3 için de olabilme
olasılığından çok korkmuştum. Çok şükür korkum hatasız çıktı da Witcher 3 oynadığım en güzel oyun
olarak piyasaya sürüldü. Ama final oyunu finalliğini yaptı, oyunun verdiği muhteşem haz, Geralt ile
olan son maceramızı bitirmenin burukluğu ile karıştı. Final oyunları sanki bu sonun çığırtkanlığını
yapıyor.
Bir oyunu ilk defa oynamak apayrı bir deneyimdir. İlk defa görülen mekanların, karşılan
diyalogların, ara sahnelerin, müziklerin verdiği ilk deneyim bir daha bulunmamak üzere kaybolur. Bu
demek değildir ki oyunlar yalnızca bir defa oynanmalıdır. Benim dokuzuncuya oynadığım oyun bile
var. Birçok oyun tekrar oynanışta oyunculara yeni deneyimler sunmak için uğraşır, tekrar
oynanabilirlik özellikle rol yapma oyunları için (bu Witcher 3’ün de içinde bulunğu oyun türü oluyor)
çok önemli bir etkendir. Ama ilk oynanışın verdiği deneyim tekrar oynayanlar için ulaşılmaz kalır.
Witcher 3’ün ilk oynanışta sunduğu muhteşem deneyimi bir de tadamayacak olmak, yalnızca benim
için değil serinin bir çok hayranı için büyük bir üzüntü kaynağı. Hatta yerli ve yabancı bir çok internet
sitesi oyunu tamamen unutup yeniden başlamayı dileyen hayranların oyuna övgü mesajlarıyla dolu, ha
bir de oyundaki en güzel dişi karakterin kavgasını veriyorlar ama o apayrı bir konu.
Onlarca saat, yüzlerce görev, binlerce satır dialog ve ben hala kendimi bu oyundan alamıyorum.
O kadar güzel, o kadar derin, o kadar kendini içine çeken bir yapım olmuşki bittiğini kabul
edemiyorum. Zaten oyunu bitirmemle oyuna tekrar başlamamın aynı gün olması bunun bariz bir
göstergesi , Türkçe dersi için oyun üzerine bir yazı yazmam ve bunu yaparken de oda arkadaşıma
Witcher 3’ü oynaması için baskı yapmam da tabii. 2008’den beri birlikte olduğum bir dünya ile
vedalaşmak çok kolay olmuyor. Zamanında Harry Potter da son kitabıyla aynı hissiyatı vermişti. Bir
şeyle o kadar yıl ilgilenince o şey de senin parçan oluyor sanırım. İnsanın bir parçasına veda etmesi de
acı veriyor. Ama maalesef her güzel şeyin bir sonu oluyor, elde ise yalnızca anılar kalıyor.
|
Ayşe Eda Tarakcı
Daha Çok “Ben” Olmak
B kişisi pazartesi sabahı erken kalkıyor. Güneş henüz küçük kızıl kıvılcımlar halinde
yükselirken ufuktan, gökyüzü mavi-mor bir renk alıyor. B çok etkileniyor bu görüntüden. Mutfağa
gidiyor, o sabah çayını sütlü içiyor, tadı umduğundan daha güzel. Evraklarını topluyor, ceketini
alıyor ve evden çıkıyor. Arabaya bindiğinde radyoyu açıyor. Birkaç farklı kanalı dinledikten sonra
95 frekansındaki radyo programını beğeniyor. İşe vardığında doluyla karışık yağmur bastırıyor.
Şemsiyesi evde. Sırılsıklam oluyor B yüz metrelik yolu koşarken.
Bir yıl sonra B kişisi her sabah erken kalkan, çayını sütlü içen, işe giderken 95 frekansını dinleyen
ve arabasında her zaman şemsiye bulunduran biri oluyor.
Her gün birbirinden farklı binlerce karar veriyoruz. O anda çok önemli gözükmüyor bu
kararlar bize. Hatta pek çoğunu bilinçsiz bir şekilde alıyoruz bu kararların. Lakin kısa vadede
üzerinde mutlak otoriteye sahip olduğumuz bu kararlar, uzun vadede bizim kim olduğumuzu
belirliyor. Şu anda gerçekleştirdiğimiz her eylemle, gelecekteki alternatif versiyonlarımızı
yaratıyoruz.
Zamanı genelde esnek olmayan, tek yönlü bir olgu olarak resmediyoruz zihnimizde. Onu,
bir daha asla geri dönemeyeceğimiz bir geçmiş, şu anda içinde bulunduğumuz şimdiki zaman ve
henüz yaşamadığımız gelecek olarak sınıflandırıyoruz. Ben bu sınıflandırmayı tamamıyla doğru
bulmuyorum. Zaman bence tekil değil, çoğul olan bir şimdiki zamandan ibaret. Tabii, edebiyatta
ve bilim kurgu filmlerinde henüz sıklıkla karşılaşmadık böyle bir zaman tanımıyla. Genelde
fazlasıyla duygusal olarak yaklaştığımız zaman kavramını, geçmişte yaşadığımız pişmanlıklar ve
gelecekte bizi bekleyen ölümle özdeşleştirip karamsar baktık ona hep. Onun bize sunduğu
milyonlarca seçeneği görmezden gelip kin besledik ona. Hâliyle, zamanda geçmişe veya geleceğeAyşe Eda Tarakcı
ilerlemekle fazlasıyla meşgul ettiğimizden ötürü kendimizi, elimizin altında olan şimdiki zamanı
görmezden geldik. Zamanın üzerine gereğinden fazla düşünerek harcadık zamanımızı. Ne ironi
ama! Zamanın kesinlikle herkesin anlayamayacağı, ama kişinin bir kere anladıktan sonra bir daha
asla görmezden gelemeyeceği ilginç bir mizah anlayışı var.
Geçen gün izlediğim “Doctor Strange” filmi, zaman kavramı üzerindeki düşüncelerime
yakın bir perspektif sundu bana. “Doctor Stange” de zamanı üçlü alt başlıklara ayırmak yerine, onu
çoklu evrenlerden oluşan şimdiki zaman içerisinde inceliyor. Kendini bir anlığına bağlı olduğu
gerçeklikten soyutlayan karakter, farklı bağlamları inceleyerek pek çok geleceği, ileride
dönüşeceği ve dönüşmeyeceği alternatif versiyonlarını gözlemliyor. Tabii filmde CGI ve yüksek
bütçeli efektlerle doğaüstü bir kabiliyet olarak lanse ediliyor karakterin zamanı analiz etme
yetenekleri. Elbette bir yere kadar öyle, yine de kurgunun özünde film aslında sahip olduğumuz bir
yeteneği genişleterek yeniden önümüze sunuyor. Yani karakterin nesnel bir performansla yaptığı
zaman analizi, aslında bizim düşünsel olarak gerçekleştirdiğimiz zaman analizinden pek de farklı
değil. Şu anda önümüzde milyonlarca seçim sonucunda ulaşabileceğimiz uçsuz bucaksız bir
kararlar ağı ve bu ağı takip ederek dönüşeceğimiz milyonlarca “biz” uzanıyor. Eğer bu ağın
dallarını dikkatle inceleyip takip edebilirsek alacağımız kararların bizi hangi “bize”
yönlendireceğini öngörebiliriz belki. Hangi patikayı seçersek seçelim, verdiğimiz karar bizi sadece
daha çok “biz” yapar. Önemli olan tek şey ise kararlarımız sonucunda kendimizi bulurken bunu
bilinçli bir şekilde yapmamız. İlerideki kendimizi tasarlarken hiçbir şeyi şansa bırakmadan
verdiğimiz her bir karar üzerinde düşünmemiz. Yani sütlü çay içmeye başladıktan yıllar sonra “aaa
ben sütlü çay seviyormuşum” demek yerine sütlü çay içmeyi sevmeye başladığımız anın bilincinde
olmamız. Neden sabah erken kalkan biri olduğumuzu, neden arabada şemsiye taşıdığımızı, neden
95 frekansını dinlediğimizi bilmemiz. Kendimizi tanımamız.Ayşe Eda Tarakcı
Kaynak
Doctor Strange. Yön. Scott Derrickson. Perf. Benedict Cumberbatch. 2016. Film.
|
Adem Derinel
21402054
TURK 101-19
Başak Berna Cordan
23.12.2014
Değişim
İnsan olarak bazı güzelliklerin farkına varamayız, onları kendi ellerimizle boğarız.
Küçükken dedemlerin Mersin’deki yazlığında geçirdiğim günler de bu güzelliklerdendi.
Kahvaltı için sabahın erken saatlerinde çıkıp fırından aldığım sıcak pide, arıtma sistemi
olmayan havuz ve her gün megafonla “Balıkçı geldi balıkçı!” diye seslenen balıkçıdan
anneannemle balık almaya gitmemiz… Her akşam anneannemle sahile yürüyüşe indiğimde
iskelede balık tutan amcaları izlerdim. Bazıları profesyonel balıkçı oltası kullanırdı, bazıları
ise misinaya olta iğnesini geçirip iskeleden sallandırırdı. Ekipman fark etmeksizin bütün
amcalar tutardı balıkları. Bu balıkların bazıları gittiği evde kızartma olurdu, bazıları da fırında
sıcak saatler geçirdikten sonra sofraya gelirdi. Evin küçükleri balık sevsinler veya sevmesinler
akşam yemeğinde onları yemek zorundaydı. Eminim o çocukların yerinde olsaydım o
balıkları büyük bir hevesle yerdim; çünkü babaları, dedeleri tutmuştu onları. Bazen
anneanneme sorardım: “Anneanne ben de balık tutabilir miyim?” diye. Anneannem hevesimi
kırmaz, neden olmasın derdi.
İlk oltamı kendim yapmıştım, anneannemin dikiş ipliğinden. Profesyonel oltalara
benzesin diye de ipi bir kaleme bağlamıştım. Güneş’in tam tepede olduğu saatlerde
anneannemin “Öğlen sıcağında dışarıda durulmaz, doktorlar diyor.” demesine rağmen
inmiştim iskeleye. Heyecanla oltamı suya attıktan sonra anladım oltamın gerçek bir oltaDerinel, 2
olmadığını, hâlbuki o benim için oltaların en birincisiydi. Kocaman kocaman balıklar
tutacaktım onunla, her ne kadar daha su yüzeyinden aşağı inemese de. Bütün bu olumsuz
şartlara rağmen vazgeçmemiştim. Bir ya da iki saat Güneş’in altında öylece durdum. En
sonunda iskelenin oradan geçen bir amcanın uyarısıyla vazgeçtim: “Evladım bu saatte balık
tutulmaz, bak başka kimse var mı burada?”. Gerçekten de tek başımaydım, denizde yüzen bile
yoktu. Belki de balıklar hava çok sıcak olduğu için su yüzeyine gelmiyorlardı, belki onlar da
anneannem gibi öğlen uykusuna yatmıştı.
Saat altı gibi oltamı tekrar denemek için sahile indim, her ne kadar ümidim kırılsa da.
İskeleye indiğimde öğlen beni uyaran amcanın dediği gibi gerçek balıkçılar akşamüstü
serinliğini bekliyordu balık tutmak için. Ben de onlar gibi attım oltamı; ama oltam beni
utandırıyordu. Bir iki saat sonra bu işin böyle olmayacağını anlamıştım, diğer amcalar çoktan
büyüklü küçüklü balıkları kovalarına doldurup iskeleyi terk ediyorlardı. Elim boş döneceğimi
anlayan bir amca kararlılığımı görüp kovasındaki iri bir balığı bana vermişti, “Al bakalım,
tuttuğun ilk balık bu olsun.” diyerek. Tuttuğum ilk balık kendi yaptığım oltadan değildi belki,
ama kararlılığın ve azmin bir sonucuydu.
Yıllar sonra yine gittim yazlığa, bu sefer dedem belki yanımda değildi ama eminim ki
her şey yerli yerindeydi, havuz eskisi gibi üç günde boşaltılacak, iskelede amcalar balık
tutacak ve “Balıkçı geldi balıkçı!” diyen amca yine balık satacaktı. Yazlığa varır varmaz
tahminlerim doğru gibi gözüküyordu; ama yanıldığımı sahile indiğimde anladım. Üzerinde
koşarak denize atladığım, ilk oltamı kullandığım iskele yerinde değildi, yerine daha küçük bir
iskele yapmışlardı ama yine de balık tutan amcalar yoktu. Değişmeyen tek şey sahilde
yürüyüş yapan kalabalıktı. Denizin rengi bile değişmişti, artık çamur rengindeydi. Balıklar iseDerinel, 3
çoktan terk etmişe benziyordu bu kıyıları. Yıllardır duyduğum ve uyguladığım çevreyi
koruma amaçlı uygulamalar Mersin halkı için işlemiyordu sanki. Kendi denizlerini kendileri
yok etmişlerdi, maviye düşmanlıklarını Akdeniz değil onlar ilan etmişti. Sonuç olarak ne
balık kalmıştı, ne de eski deniz. Buna rağmen insanlar duyarsızlıklarını sürdürüyordu.
Bütün bu değişime rağmen denize kendimi eski bir dost olarak tanıtmak istedim. Ona
ihanet eden türden biriydim ben aslında, bana kızabilirdi hırçın dalgalarıyla. Üstelik bu sefer
yanımda siyah dikiş ipliğinden değil de, profesyonel bir olta takımı vardı. Balıklar tutacaktım
ve yıllar öncesinde bana balık vererek beni sevindiren amcaya “Bak amca, artık ben de balık
tutabiliyorum!” diyerek onunla sohbet edecektim. Lakin ne balık vardı, ne balık tutan amcalar
ne de Mersin’in eski havası. Buna rağmen saatlerce bekledim, hiçbir şey olmayacağını
bilerek, eski günleri yâd ederek…
Kaynakça:
1- Abasıyanık, Sait Faik. Son Kuşlar. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010.
|
Ezgi Nur Güngör
Yaşarken Unuttuğumuz Zaman
Zamanın akıp gittiğini unutan bizler, birçok şeyi hiç düşünmeden hayatımızı yaşıyoruz.
Sanki sonsuz sayıda yarınlarımız varmışçasına bugünümüzü erteleyip duruyoruz. Belki de
farkında değiliz zaman kavramının tam olarak ne olduğunun ya da bilmiyoruz o kavramın içini
nasıl doldurmamız gerektiğini. Bilseydik zamanımızı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini, böyle
acımasız, bencil bir dünyada mı olurduk? Yaşayacak bir günümüz olsaydı sadece yine aynı
hayatı mı yaşardık acaba?
Zamanı nasıl değerlendirmemiz gerektiği konusundan önce hayatımızın nasıl işlediğini
düşünelim. Doğduğumuz andan itibaren zaman tıkır tıkır işlemeye başlıyor, bizler büyüyoruz,
yaşımız ilerliyor ve her şeyin olduğu gibi bizim de sonumuz geliyor. Ancak biz bu hayatı
yaşarken onu isteklerimiz doğrultusunda mı yaşıyoruz acaba? Ben bu yaşıma kadar
deneyimlediklerimi şöyle bir gözden geçirdiğim zaman hiç de istediğim gibi bir hayatı
yaşamadığımı fark ediyorum. Sonra diğer insanlara bakıyorum ve neredeyse herkesin benim
gibi düşündüğünü görüyorum. İstediği hayatı yaşayamayan kimse de bundan kendini sorumlu
tutmuyor. Biri de özeleştiri yapmıyor. Çoğu insan bu durumdan sadece yakınmakla yetiniyor
ve öylece sıradan hayatlarına devam ediyor. Bu şekilde iyice birbirimizden uzaklaşıp kendi
bencil dünyamıza çekilmeye başlıyoruz. Artık hayatımızdaki her şey benden ibaret olmaya
başlıyor. Yolda yürürken kafamızı dimdik tutup yanımızdakileri fark etmiyoruz bile. Yanı
başımızdaki insan üzgün mü, mutlu mu ya da hasta mı hiçbir şey bilmiyoruz. Çünkü en önemli
kişi biziz, benim. Çünkü diğer insanlar benim hayatımı istediğim gibi yaşamama birer engeller.
Her ne kadar onlar da bu dünyanın bir parçası olsalar da benim zamanınım bir parçası olmaya
layık değiller.Zamanı bencilliğimizle doldurmamızın yanında bir de pişmanlıklarımız var tabiki,
olmazsa olmazlarımız. Hadi bir düşünün pişmanlıklarınızı, küçüklü büyüklü. Ben ki şu genç
yaşıma kadar öyle çok pişmanlıklar yaşadım, hepimizin tonlarca pişman olduğu şey vardır şu
hayatta. Fakat, ah akılsız kafamız, yine de geri döndürmeye çalışmıyoruz o pişmanlıklarımızı.
Peki bunun sebebi ne sizce? Mesela benim daha yaşayacak çok günüm var, ne fırsatlar gelir
daha ayağıma benim, yani diyorum ki daha zamanım var bu dünyada. İşte bu mantalite bizim
hayatımızı zorlaştıran galiba, bizi pişman olacağımız şeyleri yapmaktan alıkoymayan ve en
büyük pişmanlıklarımızı dahi geri alabilecekken her şeye kaldığı yerden devam ettiren. Oysa
bütün zamanımız bir anda sadece bugünden ibaret olsaydı The Groundhog Day filmindeki gibi
belki de biz de biraz biraz değiştirmeye başlardık hayatımızı. Bütün pişmanlıklarımız bir anda
tokat gibi, yüzümüze çarpabilirdi. Filmde Phil karakterinin yeniden ve yeniden yaşadığı tek bir
günden sonra etrafında olup da umursamadığı insanlara, sonradan değer vermediği için pişman
olması gibi... En azından ben filmi izlerken dahi bütün pişmanlıklarım gözlerimin önüne geldi,
bütün o gerçekleştirmeyi çok isteyip sırf korktuğum ve çekindiğim için yapmaktan vazgeçtiğim
şeyler. Ya da sadece kendi bencilliğim yüzünden kırdığım, incittiğim arkadaşlarım, annem ve
babam geldi aklıma. Meğer zaman kavramı ne önemliymiş ve ne kadar büyük bir yere sahipmiş
hayatımızda. Her gün baktığımız saatler, tarihler bize ne çok şey anımsatıyorken biz onun
farkına bile varmıyormuşuz aslında. Bütün bu bencilliğimiz, diğerlerini görmezden gelişimiz,
kendi dünümüze hiç bakmayıp yarınlarımızı yaşamaya çalışmamızdanmış. Hatta yarınlarımızı
da ertelememizdenmiş. Şu dünyada her şeyden önce gelmesi gereken insanın kendi
zamanıymış. Dönüp bakmamız gereken annemizin, babamızın ya da bir başkasının değil sadece
bizim zamanımızmış. Kendi zamanımızın bilincinde olarak yaşamayı öğrenebildiğimiz zaman
belki de bu dünya daha güzel bir yere dönüşecek. İşte o zaman insanlar bencil olmayı istediğigibi bir hayat yayamayışının sebebini başkasında aramayı bırakıp, pişmanlıklarından
kurtulmayı başarabilecekler.
Kaynakça
The Groundhog Day
|
Sensiz Ben
Yıllar sonra artık hep beraberiz; sen Aşiyan Parkı’nda o çok sevdiğin Rumelihisarı
eteklerinde oturmuş, elinde şiir karaladığın defterin, bana bakıyorsun, uçsuz bucaksız mavi
rengimle, balıklarım, martılarım ve dalgalarımla ben de sana !
Ne çok sevmiştin sen beni, tutkundun benim kokuma, yosun kokusu hep dudaklarında;
senin, sevdiğinin, harbe giden sarı saçlı çocuğun. Liman deyince aklına direkleri getirirdin, açık
deniz deyince de yelkeni…. Benimle uğraşmayı severdin, ben de seninle, hatta bana bakan
odanda tavanına yansıttığım ışıltı bile kızdırmaya yetmişti seni, konu etmiştin bana yazdığın
şiirinde...
Benimle olduğunda mutluydun, ben senin hayallerini resmediyordum... Elifbanın
yapraklarında kurşun kalemle kırmızı bayraklı gemiler çiziyordun… Hatırlıyor musun bir
yelkenin olup, sana sunduğum uçsuz bucaksız diyarlara gidip, yeni limanlar keşfetmeyi
istemiştin; sırf bağlı olduğun yerden kurtulmak için…O zamanlar hayata daha iyi bakıyordun; umutluydun, ömrünün sana sunduğu güzellikleri
görebiliyordun, güzel havalarda ekmekle tuz götürmeyi unutmuştun bir kere evine, hatta cesur
davranıp evkaftaki memuriyetinden bile istifa etmiştin… Arkadaşların Oktay Rıfat’la Melih
Cevdet gıpta etmişlerdi sana…. Ne de olsa saat dokuzda, saat on ikide, saat beşte siz sizeydiniz
hep caddelerde...
Bir demli çay bile yüzünü güldürmeye yetiyordu. Baktığın her şey anlamlıydı; hava da
güzeldi, oğlan çocuk da… Âşıktın tabii o zamanlar… Hepimiz gibi sevdiğini düşünmeden
edemiyordun. Uykusuz kalıyordun, senin de düşüncelerin olmuştu, çok sevdiğin salatayı bile
aramıyordun… Sormuştun bana “ben böyle mi olacaktım” diye… İçin pırpır ederdi, güneş
vurmuş bir şekilde içine, kuşlara yapraklara dönüşürdün... Sonra evlendin, olmadı, götüremedin
evliliği, ayrıldın. Eski karını rüyanda gördüğünü söylediğinde onu aslında hâlâ sevdiğini
anlamanı ben sağlamıştım yine bir dertleşme zamanımızda… Aşklar, sevdalar gelir geçer dedin
ama kadınsız da hiç yapamadın…. Dedikodun bile çıkmıştı; Süheyla’ya vurulmuşsun, Eleni’yi
öpmüşsün, Melahat’ı da almış Alemdar’a götürmüşsün diye !
Ne oldu sonra kaybettin bu tılsımı; bütün güzel kadınları kandırdın… Onlara şiir
yazdığını sandılar oysa sen sadece iş olsun diye yaptığını söylemiştin bana... Ondan sonra da bir
daha o gerçek aşkı yaşamadın, yavaş yavaş yitirdin hevesini, yaşam enerjini, gençliğini…
İttin kendini bir yalnızlığa, yoksulluğa, küstün hayata ! Bir melankolik hava içinde yazdın
durdun şiirlerini… Geçmişi düşündün hüzünlendin, gençliğini düşündün hüzünlendin, yitirdin
umutlarını… Rüyalarında gördüğün allı pullu gemilere ağladın, dünyaya bir midye kabuğunun
aralığından ilk bakan sen olarak beni hep çok özledin, aslında arkama saklandın, sığındın…
Kendini zavallı gibi düşünmek istedin, kabul etmek istemedin Ankara’nın da güzellikleri
olabileceğini… Sonra bir gün Gemlik’e doğru beni gördüğünde mutlu oldun ama bu mutluluk
eski mutluluğun değildi artık, beni bir kaçış, bir kurtuluş yeri olarak görmeye başlamıştın.
Kendini bu yalnızlığın içinde daha da ölüme yakın hissettin; ölünce kirlerinden temizleneceğine,
hatta iyi adam olacağına bile inandırdın. Ölümden sonra neşelenmek için bir şarkı bile yazdın ve
bana okudun yine dertleştiğimiz bir akşam… Senin için gerçekten endişeleniyordum; gün
doğmadan bana atlayacağını, geride bekleyeninin olduğuna aldırmadığını, her yerde hürriyet
olduğunu söylemiştin. Ben ise şaşkın şaşkın seni dinlemiş, artık ne o eski şakacı deniz
olabilmiştim ne de seni benden koparabilmiştim.Çok erken kaybettik seni. Daha 37 yaşındaydın. Cahit Sıtkı’nın tabiri ile yolun henüz
yarısındaydın. Şimdi ebedi bir hürriyette benimlesin; o çok sevdiğin balıklarla, martılarla, deniz
kokusuyla... Kendini tarif ettiğin gibi evvela adamdın be Orhan Veli! Ama ne lüzum var hepsini
şimdi sıralama, sen hayatta olmadıktan sonra... Seni değil, sen şiirlerini yaşadın. Şimdi sadece
İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı, dinmiş lodosların uğultusu içinde….
525 Kelime
|
22303886 Salih Emirhan Ataman
Asla Değişmeyiz, Dönüşürüz
Her insan, hayatının bir noktasında değişmek ister. Kimileri geçmişten
kurtulmak, kimileri geleceğe daha sağlam adımlarla yürümek için değişmek ister ancak
mesele değişmek değil, aslında neye dönüştüğümüzdür. Çünkü Adam Phillips’in
Değişmeyi İstemek Üzerine denemesinde dediği gibi: “Asla değişmeyiz, dönüşürüz.”
(Phillips,36)
Dönüşüm, insanın kendisiyle yaptığı en derin yüzleşmelerden biridir. Bu
yüzleşme çoğu zaman acı verici ve insanın uzak durmak istediği bir süreçtir. Çünkü
dönüşüm yalnızca yeni bir kişiliğin inşası değil, aynı zamanda eski bir kişiliğin yıkımıdır.
"Dönüşüm sembolik bir cinayettir." (Phillips,55) Bir parçanın ölmesi gerekir ki yenisi
doğabilsin. İnsan bu içsel yıkım sürecini yaşarken dönüşümün yalnızca bireysel değil,
aynı zamanda çevresel etkilerle de şekillendiğini fark eder. Çünkü dönüşüm yalnızca
içten gelen bir arzunun sonucu değil, aynı zamanda maruz kalınan koşulların bir
tepkisidir. Bu noktada kim olduğumuz kadar nerede, kimlerle ve hangi atmosferde var
olmaya çalıştığımız da önem kazanır.
Adam Phillips’in ifadesiyle: "Farklı kişiler ruhsal gelişimleri için farklı koşullara
ihtiyaç duyarlar ve bitki çeşitleri gibi aynı fiziksel atmosferde ve iklimde sağlıklı bir
şekilde aynı ahlak içinde var olamazlar."(Phillips,25) Üniversiteye geçtiğimde bu sözü
çok daha iyi kavradım. Aynı sınıfta, aynı hocayı dinleyen, aynı şehirde yaşayan insanlar
olarak aslında bambaşka dünyaların çocuklarıydık. Ben, Etimesgut’un getto
sayılabilecek bir semtinden buraya türlü zorluklarla gelmiştim. Bazılarının dönüşümü
ise bu kadar çetin şartlar altında gerçekleşmemişti. Yine de yaşadığım zorluklara karşı
bir isyanım yok. Çünkü onlar, beni ben yapan en temel unsurlardı.
Peki biz neye dönüşüyoruz ve neden? Adam Phillips tam da bu sorunun altını
çiziyor: "Dönüşüm yaşayarak uzaklaşmak istediğimiz şey nedir ve dönüşüm gerçekten
işe yarayabilir mi?"(Phillips, 77) Bu soruyu kendime sıkça sordum; neye dönüşmek
istiyordum? Uzaklaşmak istediğim şeyin ne olduğunu bazen tam olarak bilemiyordum.
İçimde, sürekli bir ağırlık vardı: yer değiştirme arzusu, başka bir yerde, başka bir
biçimde var olma isteği. Etimesgut’ta zor bir çocukluk geçirmiştim ve tüm travmalarım osokaklarda, o mahalledeydi. İşte bu yüzden bir an önce oradan kaçmak, o geçmişten
uzaklaşmak istiyordum. Ancak kaçışın ardında daha farklı bir versiyonuma ulaşma
isteği vardı. Bu arzu, beni içsel bir dönüşüm sürecine itti ve farkında olmadan o
dönüşümün bir parçası oldum.
Dönüşümüm, dışarıdan bakıldığında başarı hikâyesi gibi görülebilir. Lakin iç
dünyamda bu süreç bir yıkım ve yeniden inşa hâliydi. Geçmişle bağımı hiç koparmadım
ama o bağa artık başka bir yerden bakıyorum. Ne kadar kaçmak istesem de yaşadığım
mahalle, çocukluğumun geçtiği sokaklar, kalbimde hâlâ sıcak bir yer tutuyor. Oradan
çıkmış olmak, orayı unuttuğum anlamına gelmiyor. Aksine kim olduğumu ve nereden
geldiğimi hatırlamak bana her zaman yön veriyor.
Bazılarının dönüşüm süreci daha sessiz, daha pürüzsüz olabilir. Ancak benimki
çetrefilli ve yer yer sancılıydı. Yine de bu sancılar olmasaydı ne kadar güçlü olduğumu
bu kadar erken fark edemezdim. Kendimle kavga ettim, sustum, yeniden konuştum.
Bazen kendime mesafe koydum, bazen yeniden yaklaştım. Ama hep hareket
hâlindeydim. Hep dönüşümün içinde bir yerlerdeydim.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, her zorluk bir öğretmen gibi geliyor bana. Her
başarısızlık, her eksiklik, beni bugünkü hâlime yaklaştıran duraklar gibi. Belki daha farklı
şartlarda büyüseydim, daha rahat bir hayatım olsaydı, bu kadar erken dönüşme ihtiyacı
hissetmezdim. Ama hayat bana başka bir yol sundu ve o yol, beni ben yaptı. 13 yaşında
zorluklarla mücadele eden tombul çocuk, 21 yaşındaki hâlini görse o zorlukları
çekerken bu kadar şikayetçi olmazdı. Dönüşüm sürecim ne kadar sancılı ne kadar uzun
olsa da yolun sonunda çektiğim acıların buna değdiğini düşünüyorum.
Bu yüzden ne geçmişime kırgınım ne de bugünüme kibirliyim. Her şey olması
gerektiği gibi aktı belki de. Bugün kim olduğumu daha net görebiliyorsam bu
dönüşümün dürüstlüğü sayesindedir. Çünkü artık biliyorum: değişmedim, dönüştüm.
Kaynakça
Phillips, Adam. Değişmeyi İstemek Üzerine. Ayrıntı Yayınları, 2023. Baskı
|
Mustafa Selçuk Öztürk
Rüyadaki Pencere
Hepimiz hayatımızın bir anında zorlanırız ancak hepimiz buna aynı şekilde tepki
vermeyiz. Bazılarımız ısrarla tekrar tekrar dener, bazılarımız ise hemen pes eder. Ancak
zorluklar karşısında hemen hemen hepimizin kullandığı en etkili yöntem kendimize hikâyeler
söylemektir.
İnsanların inandığının aksine hikâyeler bizi gerçeklikten koparmaz, sadece başka bir
gerçekliğe götürür. Hikâyeler ile normalde gidemeyeceğimiz yerlere gider, normalde
yapmamıza imkân olmayan şeyleri yaparız. Onlarla Everest’in tepesine de çıkabilir, Mariana
Çukuru’nun en dibinde de bulunabiliriz.
Hikâyelere sadece zorluklar karşısında başvurmayız. Onları istediğimiz zaman ortaya
çıkarabiliriz. Hayatımızın bir parçası olan toplu taşıma araçlarında bile. Saatlerce
beklediğimiz otobüse binince cam kenarına oturup kulaklığımızı takıp en sevdiğimiz
müziklere dalıp varmak istediğimiz yere bir an önce varmayı isteriz. Bu yolu kısaltan en
önemli şey hikâyelerdir. Kafamızda şekillenmeye başladıkları an onları durdurmak çok
zordur, en uzun yolları bile göz açıp kapayıncaya kadar gitmemize olanak sağlarlar.
Hikâyeler kendi özel alanımızdır, içerisine girmesini istediğimiz her şeyi sokabiliriz.
Yazdıklarımızı başkalarıyla paylaşmak zorunda da değilizdir, paylaşsak bile kimse bizi
yazdıklarımızdan dolayı eleştiremez. Hikâyelerde doğru veya yanlış yoktur, sadece ben vardır.
Benim istediğim benim istediğim şekilde olur, başka bir durum söz konusu değildir.
Her bir hikâye bizim mutlak hakimiyet sahibi olduğumuz küçük krallıklar gibidir.
Hikâyelerin sahibi biz olsak da konusu her zaman biz olmak zorunda değilizdir, hatta
konu çoğu zaman biz bile değilizdir. Konu biz değilsek ne olabilir diye düşünmemize bile
gerek yoktur çünkü evrende var olan hatta var olmayan her şey konumuz olabilir. Bize hersabah günaydın diyen komşumuz bir hikâyemizin konusudur, Mars’ta yaşayan ve varlığı
insanlar tarafından henüz tespit edilmemiş uzaylılar ise başka birinin. Herhangi bir kısıtlama
olmadan istediğimiz her şeyi yazabiliriz. Bir zaman kısıtlaması da yoktur, istersek peşimize
dinozorları takıp gezeriz, istersek Jüpiter’e ayak basan ilk insan oluruz.
En eğlenceli hikâyeler sonunu bilmediklerimizdir. Yanımıza her sabah oturan kişinin
sabah duş alıp almadığını söyleyebiliriz veya giyimine göre iyi bir işte çalışıp çalışmadığını.
Ellerindeki yara izlerine bakarak bir kedisi olduğunu tahmin edebiliriz, gözlerinin altındaki
morluklardan tüm gece çocuğuna baktığı için uykusunu alamadığını da. Akşam eve dönerken
elindeki çiçeği evlilik yıl dönümü olarak da yorumlayabiliriz, karısının kalbini kırdığı için af
dilemek amaçlı küçük bir jest olarak da yorumlayabiliriz. Aslanda onları tanımadan onlar
hakkında fikir sahibi oluruz. Bir şekilde kendimizi onlara yakın hissederiz. Hikâyelerimizde
onlara da yer veririz. Otobüse binmeyince endişelenir, kendi durağı olmayan bir durakta
inince şüpheleniriz. Bunlar hep hikâyeler sayesinde olur.
Hikâyelerimi sadece biz şekillendirmeyiz. Onlar başka insanların hayatlarına açılan
pencerelerdir, bu insanlar bazen kafalarını bu pencerelerden içeri uzatırlar. Bu insanlar yani
çevremiz bizim hikâyelerimize katkıda bulunarak bizi oluştururlar. Sonuçta bizi biz yapan ,
hikâyelerimizdir, biz onları onlar bizi şekillendirir. Sonuçta ortaya “BENİM” diyebileceğimiz
bir benliğimiz oluşur.
İnsanoğlu aslında bu hikâyelere çoktan bir isim vermiş bile. Hayal. Rüya. Hangisini
tercih ederseniz. Özünde ikisi de aynı şey, her zaman istediğimiz şeylerin bilinçaltımız
tarafından bize gümüş tepside sunulması. Kimi için bir kaçış kapısı, kiminin korkulu rüyası.
Ne olursa olsun onlarsız yaşayamayız, onları hayatımızdan atmak için çok geç kaldık bile.
Eğer bir şekilde bunlarsız bireyler yetişirse sonumuz gelmiş demektir çünkü hepsi birbirininaynısı olan kişilerle insanlık asla ilerleyemez. Biz onlarsız yapamayız, onlar bizsiz. Bu yüzden
hayal edin, hayal edin ki kendiniz olun.
|
Eksik Miyiz İnsan Mı?
Pek sevmem aslında şiir okumayı falan. İlgim yoktur bir şiir kitabını okuyup içindeki aşk
hikâyelerinde boğulmaya veya onlardan ders çıkarmaya. Oldum olası hiç inanmamışımdır bir
kitaba, şiire veya şarkıya yansımış olan hikayelerin herkesin hayatıyla denk tutulabileceğine.
Fakat bir gün, sevdiğim bir dizinin Hırsız Yavuz karakterini oynayan Osman Sonant’ın
seslendirdiği Palyaço şiiriyle karşılaştım. Bu şiir ne bir aşk hikayesinden alıntıydı ne de bir aile
faciasından. İnsan değil, insanoğluydu bu şiir; hepimizdi, herkesti.
Bir şeylere sahip olduğunda hep kazandığını görür insan. Sahip olduğu şeyin ne olduğu önemli
değil; soyut, somut, maddi veya manevi... Hep kendisinin arttığını görür. Çocuğu olduğunda, âşık
olup ilişki kurduğunda veya üniversiteyi kazandığında kendisinden bir şeyler eksildiğini göz ardı
eder. Aslında kazanç dediğim şey insanı mutlu eden, insanın hayata karşı tutumunu düzenleyen
ve daha iyisi için umut büyütmesine vesile olan muhteşem bir dopingdir. Bunlar gibi hayatı güzel
gösteren oluşlar dururken, insan kazancın kendini eksilten taraflarını varsaymaz. Kimse de
birbirini bardakta dudak payı olsun diye bırakılan boşluğu göremediği için eleştiremez.
Ama öyle bir gün gelir ki çocuğundan asla beklemediğin bir hareketle karşılaşırsın. Mesela onu
sigara içerken görürsün veya okuldan devamlı kaçtığını öğrenirsin. O çok sevdiğin, hayat
arkadaşım dediğin insanın senden sakladığı kötü huylarını öğrenirsin ya da daha kötüsü
aldatıldığını hissedersin. Koca bir yıl çalışıp büyük heves ve umutlarla kazandığın üniversitede,
en önemli sınavını trafik yoğunluğu yüzünden kaçırırsın ve okul bunu telafi etmene izin vermez.
Bu durumlara genel olarak “ömür törpüsü” derim ben. İnsanlar kendilerine bitmeyecekmiş gibi
gelen ama gayet de kısa olan ömürlerinde bu olayların onları törpülediğini hissetmezler.
Üstünden birkaç yıl veya daha az zaman geçer, ve unuturlar. Çünkü bu ömür törpülerinin geldiği
yere; yani çocuklarına, sevdiklerine ve okullarına büyük bir şevkle bağlıdırlar. Bilirler ki sahip
oldukları şeyin götürüsünden çok getirisi vardır kendilerine.
Buradaki asıl sorun şu: Bu insanlar kazançlarının kendilerine yaşattığı ihanet duygusunu
kimseye anlatmazlar, anlatamazlar. Bir ebeveyn herhangi bir tanıdığına çocuğunun sigara içtiğini
anlatırsa, karşısındaki insanın çocuğu değil de ebeveyni yargılayacağını bilir. Aldatılan bir âşık
insanların ona acıyacağını bilir. Üniversitede okuyan bir öğrenci sınavını trafik yüzünden
kaçırdığını birilerine anlatırsa kimsenin ona inanmayacağını, kaldığı için bahane uydurduğunu
zannedeceklerini bilir. Dolayısıyla ömür törpüsüne maruz kalan insanlar, yaşadıklarını birilerine
anlatmadıkça eleştirilmeyeceklerini, yani eksilmeyeceklerini düşünürler. İşte bu durum saçma
geliyor bana. Çünkü insanlar kendilerini eksiltenin dışarıdan gelen eleştiriler değil, Turgut
Uyar’ın “palyaço” dediği ve benim “iç ses” olarak gördüğüm kalpleri olduğunu bilmiyorlar.
Açıkçası ben her insanın
hayatında ömür törpülerinin
olduğuna inanıyorum. Dünyada her
şeyi mükemmel giden hiçbir hikaye
ile karşılaşmadım şu yaşıma kadar.
Karşılaşacağımı da hiç
zannetmiyorum. Fakat ne zaman
insan kendi kazancından bir tokat
yese, kendi iç sesi bunun bir
eksiklik olduğunu kişiye söyler ve
sanki ondan başka hiç kimsede
eksiklik yokmuş gibi insanın
ömrünü o anda törpülemeye başlar.Kazançlarına olan bağlılıkları sayesinde belli bir zaman sonra akıllarından çıkarabilirler
eksikliklerini. Ama bence önemli olan akıldaki değil kalpteki yeridir. Akıl kendini yenileyebilir
ama kalbimiz bunu yapabilecek bir mekanizmayla yaratılmadı.
Eksikliklerin tamamen bitirilebileceğini zannetmiyorum çünkü insan sosyal bir varlıktır ve her
zaman kazanç ve kayıpları olur. Fakat bunu azaltmanın, en azından acısını hafifletmenin tek yolu
o çok korktuğumuz insanlarla paylaşmaktır. Bırakın insanlar sizi eksiklerinizle bilsinler. Eğer
karşınızdakinin ömür törpüsü olmadığına inanıyorsanız, ki bence böyle bir insan yok,
inançlarınıza liderlik yapan insanların hayatlarından örnek alın. Göreceksiniz ki hepimiz insanız
ve kendi yanlışlarımızla dize getirilerek büyüyoruz. Eksiklerimizden ders alıp ya yolumuzu
değiştiriyoruz ya da öğütler vererek yakınlarımızın yoluna sokak lambası oluyoruz. İnsanoğlu
ister inansın ister inanmasın, eksikliklerimiz alçak insanlar olduğumuzu göstermez. Eğer öyleyse
de hiç problem değil; herkes alçaktır biraz.
Özge GÜNGÖR
Fotoğraf: nobodylovesnone.blogspot.com.tr
|
Sahil Kıyısında Ölüm
Caruso, beni her dinlediğimde etkileyen, hüzünlediren nadide parça. İnsanlar onu bir opera
klasiği olarak tanıyor çoğunlukla. İlk dinleyişinizin ardından neden bir klasik olduğunu anlamak zor
olmuyor. İster İtalyanca versiyonunu, ister Fransızca versiyonunu dinleyin; Caruso’nun sözlerini
anlamadan yüreğinize işliyor oluşu onu bir klasik yapmaya yetiyor. Ancak, ifade ettiği gerçeği, sözlerinin
anlamını öğrendikçe Caruso’nun değeri bir kat daha artıyor. İnsanı daha da etkiliyor, duygulandırıyor.
Çünkü, Caruso aslında bir adamın bu dünyaya vedasını anlatıyor.
İnsan genelde öleceği ihtimalini hep göz ardı eder. Öyle ki kimi zaman sonsuza kadar
yaşayacağımı hissediyorum. İçimdeki hayat enerjisi, sahip olduğum hayaller… Bunların hepsi ölüm
gerçeğini kafamdan atmak, ölümü sanki bir musibetmişçesine kovalamak için birlik ediyorlar. Ben de
pek çoğumuzun yaptığı gibi ölümü unutmayı seçiyorum. Ancak unutmak önemli bir konuda çok aciz
kalıyor. Ölüm gerçeğini değiştiremiyor.
Caruso’yu her dinleyişimde aklıma işte bu gerçek geliyor. Enrico Caruso’nun o son gecesinde
avazı çıkana kadar şarkısını bağırması, bu hayattaki son şovunu sergilemesi bana ağır geliyor. Çok
parlak başlayan hayatı, ondan en kıymetli hazinesini yani sesini aldıktan sonra bile hayata onu sevdiğini
haykırması beni kendimi düşünmeye zorluyor. “Acaba” diyorum kendi kendime. “Her ne yaşarsam
yaşayım, sonunda bana sunduğu fırsatlar için hayatı sevecek kadar güçlü olabilir miyim?”
Caruso’nun o genç kadını kucakladığı sahilde onu izliyorum. Tepesine binmiş ölüm gerçeğiyle
yüzleşen, aslında yapayalnız o adamı görüyorum. Ona hayata karşı hâlâ nasıl güçlü durabildiğini, mutlu
olabildiğini sormak istiyorum. Sahilde rüzgar eserken, usul usul hareket eden balıkçı teknelerine
bakıyorum Caruso gibi. Onun gibi benim de gözlerim doluyor, anlamıyorum. Yarın bu dünyada
olmayacak, gidecek olan kişi ben değilken bile Caruso gibi için için üzülüyorum. Yaşamayı seviyorum ve
ona nasıl veda edilmesi gerektiğini bilmiyorum.
Caruso’nun “Seni seviyorum!” diye her haykırışında daha çok sallanan balıkçı tekneleri gibi ben
de titremeye başlıyorum. O genç kadına bakıyorum. Onun da Caruso gibi ölümle yüzleştiğini görüyorum.
Gözlerindeki hüznün yanı sıra bir sis perdesinin ardında parıldayan öfkeyi görüyorum. Sevdiği adamı
elinden alacağı için ölüme olan öfkesini görüyorum. Daha önemlisi hiçbir şey yapamadığı için kendine
duyduğu öfkeyi görüyorum. O da bir an beni görüyor gibi oluyor. Gözlerime sanki yardım istercesine
bakıyor. Sevdiği adamı kurtarmak için yardım dilemediği bir gerçek. Bunu gözlerinde görüyorum. O da
benim gibi biliyor ki kimse ölüm karşısında duracak kuvvete sahip değil. Onun istediği yardım, nasıl
alışacağını öğrenmek. Yanında sevdiği olmadan bu hayatta nasıl güçlü duracağını, nasıl hayatı sevmeye
devam edeceğini bulmak istiyor. Ben de cevapları bulamıyorum. Anlıyor. Başını eğip, uzun uzun
Caruso’ya bakmaya başlıyor. Bir daha göremeyeceği bu adama, bu son akşamında yüzünün her detayını
ezberlercesine, sesinin her tınısını zihninin derinliklerine kaydedercesine bakıyor. Bu genç kadını,
Caruso’yu ve ölümü o sahil kıyısında bırakıp uzaklaşıyorum. Daha fazla hüzünlenmek istemiyorum.
Caruso her dinlediğimde beni tekrar o sahil kıyısına, buluttan süzülen ay ışığının aydınlattığı o
geceye götürüyor. Balıkçı teknelerini görüyor, Caruso’nun sesini duyuyor, rüzgarı yanaklarımda
hissediyor gibi oluyorum. Her seferinde o genç kadına bakıyor ve hüzünleniyorum. Belki zamanla o genç
kadına yardım etmenin, sorularını cevaplamanın bir yolunu bulurum umuduyla yaşamaya devam
ediyorum. Caruso gibi bu hayatı sevmeye, hayata minnettar olmaya çalışıyorum. En önemlisi ölümden
korkmamaya çalışıyorum. Çünkü; ölüm, doğmak, büyümek, yaşamak gibi bir gerçek. Bu gerçekleyüzleşirsem Caruso gibi hayata güzel veda edebileceğimi biliyorum. Her dinlediğimde şarkı sona ererken
hayatla son karşılaşmamı onun gibi yapabilmeyi diliyorum. Çünkü, biliyorum ki insan yalnızca bir kere
yaşayabiliyor, bir kere bu hayata veda edebiliyor. Sonuçta bize tüm verdikleriyle hayat, güzel sonlar hak
ediyor.Kaynakça
Bocelli, Andrea (2015, Ekim 23). Caruso - Live From Piazza Dei Cavalieri, Italy / 1997 [Video Dosyası].
https://www.youtube.com/watch?v=6iBjxRy8acQ adresinden elde edilmiştir.
|
Doruk UĞURER
21202796
Geçmişe Yolculuk
Erken kaybettiklerimi bana tekrar tekrar hatırlatan bir kitap oldu. Okuduğum
her öyküde ayrı ayrı hayıflandım hayatın acımasızlığına. Her 8 ayrı hikayenin
kahramanı da ergenlik çağındaki erkek çocuklardır. Bundan dolayı belkide erkek
çocukların hayatına çok güzel girmiştir yazar. Aynı zamanda hikayelerin geçtiği yerleri
öyle güzel betimlemişki Emrah Serbes kendimi olayların geçtiği yerde zamanda
hissetim kendimi; ağustosun atlet çıkartan sıcağında, nisan yağmurunun eşliğinde.
Her öyküye başladığımda onun romana dönüşmesi dileğimin yanında aynı zamanda
öyküyü bir çırpıda okumayayı isteyerek kendi içimde çatıştım. Erkek çocuğu olduğum
için öykülerin her birinde çoçukluğumun anıları canlandı. İlk aşık olduğum zaman,
arkadaşlarımla tartışmalarım, anne ve babamla gereksiz kavgalarım. Duygusal
olduğumu bir kez daha hatırladım. Her anımın canlanmasıyla daha çok okumak
istedim, daha çok okudum; okudukça çocukluğumdan kalan esintiler arttı ve birde
baktım ki kitap bitivermiş. Öykülerin çoğunda 10 yaşına yeni basmış melankolik
çocuklardan bahsetmekte Emrah Serbes. Çoğu öyküde kahramanlarımız kendinden
büyük olsun küçük olsun bir kıza içten içe aşık oluyorlar. Genellikle açılamayıp
aşklarını efsaneler gibi anlatıyorlar. Bazen de açılıp olumsuz yanıtlar alıyorlar. Belkide
bu yüzden kitabın ismi erken kaybedenler. Genellikle öyküler kahramanları
kazananları anlatır çünkü herkes sever kahramanlarla ilgili şeyler okumayı ancak
Emrah Serbes adete madalyonun öteki tarafına ışık tutuyor. Bunları sokakta her gün
duyabileceğimiz bir dille bol bol küfürle anlatıyor. Topu kesilen çocuk kesen adama
hiç çekinmeden saydırabiliyor öykülerde. Belki de bu yazarın anlattıklarının
gözümüzde daha net belirmesini sağlıyor. Öykülerin hiç birinde nezaketten bir eser
göremedim özellikle mahallenin küçük çocuklarından. Şiirsel bir dil, imgelerden olışan
anlatımlar; bunların hiç biri olmadan çok güzel hikayeler yazılabileceğini çok iyi
göstermiş Emrah Serbes
Kitabi okudukça pragmatizmle, materyalizmle alakası olamayan çocukluğum
geldi aklıma. Karşılıksız sevgilerim, umarsizca eğlendiğim günler, ölüm hakkında en
ufak bir fikrimin bile olmadığı, tek amacımın arkadaşlarımın bilyelerini almak olduğu,
babamdan her kaçtığım zaman annemin bacaklarına sarıldığım günler.. işte okudukça
bu yazdıklarım gelecek aklınıza. Hayatınızdaki en büyük problemin tatile oyuncak mi
büyük bir kova mi götürceğiniz olduğu, jelibonunuzun yere döküldüğü için ağladığınız
günler.. küçüklüğümüzden yüzümüzü güldüren, gözümüzü dolduran günlerden..
Geçmişe bir yolculuk yapmak istiyorsanız ‘Erken Kaybedenler’ bu yolculuğun en güzelbiletlerinden. Bir kaç saatliğine de olsa erkeklerin çocukluklarında kaybolmaları iyi
hissetirecek kendinizi. Açık bu betimlemelerle kendinizi kaptıracaksınız kitaba çayınıza
düşen bisküviyi kurtaracak bir kahraman arayarak. Kendinizi karşı koyamayacağınız
yüzleşmelerle karşı karşıya bırakacak. Ergenliğinize dönerken gülmekten hakim
olamıyorsunuz yanak kaslarınıza. Bir de bakıyorsunuz dalmışsınız kitaba, sizde küçük
kahramanlarla küfür ediyorsunuz, birlikte eğleniyor, birlikte tokatları yiyorsunuz.
Üzgünlükleri ve pişmanlıkları unutarak.. Kitabın en güzel özelliği bu bence. Fazlasıyla
kendinizi öykülerin içinde buluyorsunuz, kayboluyorsunuz adeta. Biraz korku, biraz
hüzün ve fazlası ile kahkahayla. Özellikle üçüncü öyküyü okuduğumdan sonra
dakikalarca güldüm. Gülmem bittiğinde tekrar okuyup tekrar güldüm aslında yazan
çoğu şeyin bizim başımızdan da geçtiğini hatırlatan kitaba.
Bu kitabi özellikle genç bayanlara tavsiye ediyorum. Karşı cinslerinin çocukluğunu
en iyi şekilde bu kitapla görebilirler ve belki kadın-erkek ilişkilerinide olumlu
etkileyebilir. Mesela erkekerle aralarındaki sorunların yine farklı kadınların açtığı
yaralardan kaynaklandığını görebilirler. Aynı zamanda bu kitap babama, dayıma,
amcama, dedeme verebileceğim en güzel hediyelerden birisi olabilir bu. Hayata bir
sıfır geride başlayan ya da adaleti olmayan bu yarışta baştan kaybeden gençlerin
bulunduğu Emrah Serbes’in kitabı.
|
BENİM TATLI HIRSIZLARIM
Bir eşya, bir koku, bir ses, bir gülüş, bir bakış, hissettiğimiz her nokta bir anı. Eski
bir kıyafettir "anı". Giyeriz, onunla gezer, çıkarır, yine yerine koyarız. Bizden sonra
bizden kalan bir eşya olur, arada bir ona bakarlar, yâd ederler, sanki sahibi
karşılarındaymış gibi konuşurla onunla. Bir başka kişiyle yaşanmış, başka bir hayat
vardır anılardan oluşan. Ve insanların hayatlarına dokunuruz kendi anılarımızla, yeni
anılar meydana getiririz başkalarının hayatlarında. Peki biz onların anılarını mı almış
oluyoruz böylece ellerinden? Yaşamlarından bir parça mı çalıyoruz onların
hayatlarına değerek? “Anı Hırsızı” mı oluyoruz her birimiz bir başkasının hayatında
bir dakikalığına bile yer edinsek?
Anılar, bizden bağımsız bir birey gibi olurlar zamanla. O kadar özgürdürler ki
pılılarını pırtılarını bir bavula koyar ve giderler süreleri dolduğunda. İnsanlar da yapar
bunu zaman zaman. Başka birinin hayatına dokunuruz. Süresinin önemi yoktur,
yerinin önemi yoktur. Sadece dokunur ve taze bir anı bırakırız başka birinin aklında.
Belki iyi bir hatıra bırakmışızdır onda, her anımsadığında bizi tebessüm eder. Buruk
bir tebessüm olur belki bir daha tekrarı olmayacağı için ama en azından hafızasından
silinmeyecek güzel bir yerimiz olmuştur onda. Bazen de kötü anılar bırakırız
insanlarda ve pişman oluruz hayatlarına girdiğimiz için; suçluluk duyarız. Neden
suçluluk duyarız peki? Yerini güzel hatıralarla doldurabilecekleri çiçekli anıları bir
köşeye savurup yerine diken diktiğimiz için mi? İyi kötü fark etmez. Başka birine
kattığımız her bir anı yeni bir değer, yeni bir tecrübe, yeni bir bakış açısı, yeni bir
anlam o insanın hayatında. Bir başkasını hayatına girdi diye suçlamak, ona
anımsadığında gözlerinin dolmasına sebep olan anılar bıraktığı için pişmanlık
duymak sadece kaçış yolu olur yaşanmışlıklarımızdan.
Anılar kendilerine ait kokularıyla, tatlarıyla, tebessümleriyle, hüzünleriyle,
pişmanlıklarıyla tutunurlar insana. Kimsenin kimseden alamayacağı belki de tek
şeydir ve prangalarımızdır her birimizin. En özel ve güzel tarafı sadece sana aitlerdir.
Bu kadar özgün bir şeyi bize hediye ettiği için nasıl suçlarız bir başkasını şimdi? Veya
biz nasıl suçlu hissederiz kendimizi bir başkasının hayatından güzel dakikalarını
çaldığımızı düşünüp? “ Sanki bütün hücrelerim,benim yüzünden acı çeken insanlarıbulup getirmek için kıvranıyor.Daha bir gün bile geçmemişken bu denli karanlığın
içine bürünen ben,zaman geçtikçe daha da saplanacağımı biliyor ve aciz vücudumun
toprağa karışmasını, yeryüzünde ölü gibi yaşamaktan daha mantıklı buluyorum.”
Fakat ben mutlu oluyorum bir insanın hayatına değdiğimde; mutlu oluyorum bir
insanın yarın bir gün beni anımsayacağını düşündüğümde. Anılarını çalmıyorum
onun, aksine yeni hatıralar armağan ediyorum ona. İçimde anlar biriktiriyorum mesela
bazen fakat anıya dönüşemiyor. Bir sureti başkasında da olmadıkça vuku bulmuyor
hiçbiri. O yüzden suçlamıyorum kimseyi hatıralar bıraktı diye bende. Hepsini başımın
üstünde taşıyorum, beynimin derinlerinde saklıyorum, göz bebeklerimin içinde
tutuyorum, kulaklarımda seslerini çınlatıyorum, burnumda kokularını soluyorum her
bir gün.
Ne büyük kıymet anılarımız. Keşkesi yoktur, iyi ki denir. İyi ki yaşamışım. İyi ki
hatırladığımda beni gülümsetecek, gözden bir damla akıtsa bile tecrübeye
dönüşebilecek anılar biriktirmişim. İyi ki bir başkasının tomurcuğu çiçek açmış bende,
iyi kötü bir sürü anım olmuş. Suçlamadan suçlanmadan yaşanmışlıklarımızla
yaşamasını bilelim. Bugünü canlı tutabilmek için onlara ihtiyacımız var. "Bugün"ün
asıl güzelliğini benimseyebilmek için onun anıya dönüşmesi şart. Bir insanın öbür
insanda anılar bırakması şart yeni anılara yelken açabilmek için.
Sezin Özkara
|
YAŞ YALNIZCA YİRMİ
Otuz beş yaşında değilim, daha yaşlı da değilim ama bu şiirin insanda bazı
duyguları uyandırması için yaşınızın otuz beş ya da daha üzeri olmasına gerek yok. Aynı
diğer milyonlarca insan gibi yolun yarısında olup olmadığımı da bilmiyorum. Cahit Sıtkı
Tarancı’nın şiirinde de konu aldığı gibi yolun yarısında olup olmadığımızı gösteren şey
rakamlarmış gibi görünse de, ne yazık ki ömür matematiksel bir hesaplama ile
ölçülebilecek kadar basit değil.
Ben daha gençliğimin baharında henüz yirmi yaşında olmama rağmen “Otuz Beş
Yaş” şiiri dönüp geçmişime bakmama ve bugüne kadar yaşadıklarımı düşünmeme sebep
oldu. Ortalama bir insan ömrünü düşündüğümüz zaman yirmi yıl çok uzun bir süre gibi
görünmese de öylesine yaşanmışlıklarla dolu bir yirmi yıl ki ben bile şaşırıyorum bu
yaşıma kadar onca şey biriktirmiş olmama. Sevinç, üzüntü, heyecan, gözyaşı hepsini ayrı
ayrı yaşadığım dolu dolu koskoca yirmi yıl. Dakikalar, saatler, günler nasıl bu kadar çabuk
geçmiş olabilir? Kim bilir belki de yıllar sonra Tarancı’nın da şiirinde yazdığı “Benim mi
Allah’ım bu çizgili yüz” diyerek ayna karşısında yılların ne denli hızlı geçtiğini
düşüneceğim.
John Lennon “Hayat siz başka planlar yaparken başınıza gelenlerdir” demiş. Ömür;
planlar yapıp, planlar doğrultusunda yaşamak için öyle kısa ki aslında her dakikayı dolu
dolu yaşamak, yaşadığımız her saniyeden zevk alarak yaşamamız lazımken, anı yaşarken
bunları düşünemiyoruz. Kum saati gibi geçen koca ömrümüzde, geçmişe baktığımda
üzüldüğüm, mutsuz geçirdiğim her an için pişman oluyorum. Ailemiz ve arkadaşlarımızla
birlikte sağlıkla geçirdiğimiz dakikalardan daha önemli, daha güzel başka ne olabilir ki?
Çevrenizde size değer veren, sizi seven, birlikte vakit geçirmekten mutlu olduğunuz
insanlarla hayat ayrı güzel. Sahip olduğumuz bazı şeylerin daha çok kıymetini bilsek ve
bu doğrultuda yaşamımızı devam ettirsek ömrümüzün geri kalan kısmında derdin ve
tasanın daha az olacağını fark ettirdi bana “Otuz Beş Yaş” şiiri.
Yaşadığımız bu hayatta takvimlerle bir savaş içindeyiz. Her geçen gün ömrümüzden
yirmi dört saat daha gidiyor ve giden bir dakikayı bile geri geriye getiremiyoruz. Yaşımın
da getirdiği sağlıklı yaşantımda, dert ettiğim şeyler yalnızca aile ve arkadaşlık
ilişkilerimde yaşadığım sorunlar ya da derslerimde yaşadığım sıkıntılarken bundan birkaç
yıl sonra beni nelerin beklediğini bilmiyorum. Belki sağlık sorunlarıyla yüzleşeceğim ve
aynı şiirde de olduğu gibi her günün yeni bir sorun çıkaracağını düşüneceğim yeni güne
uyanma isteğim yavaş yavaş azalacak. Belki de şiirin aksine otuz beş yaşıma geldiğimde
endişelenmek yerine, sağlık sorunlarıyla yüzleşmek yerine yine küçük küçük sorunlarla
yüzleşeceğim. İlerleyen yıllarda önümüzde ne bizleri nelerin beklediğini ne de alacağımız
nefesin sayısını biliyoruz.
Cahit Sıtkı Taranci kendi hayatından yola çıkarak, diğer şiirlerinde de olduğu gibi
kendisini rol model olarak aldığı şiirinde ölümü konu almaktadır. Henüz otuz beş yaşında
iken kendisini ölüm korkusu sarmıştır. Nitekim otuz beş yaş şiirini yazdıktan iki yıl kadarsonra hayata gözlerini yummuştur. Sanki kendisini neyin beklediğini biliyor gibi, ölüm
konusunu işlerken sorunların günden güne artarak onu ölüme sürükleyeceğini
düşünürken ölüm onu zamansız, beklenmedik anda yakalıyor. Aynı yaşadığımız hayatta
olduğu gibi ölüm korkusu ve ölüm herkesin ortak derdi ve herkesin ortak sonu. Kimse
ölümün nerede, ne zaman, nasıl geleceğini bilmeden yaşarken bazılarını beklenmedik
anlarda buluyor ölüm. İşte bu yüzden daha öncede yazdığım gibi yaşadığımız her dakika
ve her saniyenin kıymetini bilerek yaşamalıyız sayılı nefesimiz olan bu hayatı.
Elif YURDEMİ
|
Ayşın Binnas Yaşa
21501030
İçimdeki Karamsarlık
İnsanlar bazen karamsarlık içinde kalırlar. Hepimiz kalırız, yaşadıklarımız zor, ağır, üzücü veya
yorucu şeyler yaşarız. Bunların hepsinin sonucunda birçoğumuz karamsarlığa düşeriz. Hayata bakış
açılarımız değişir ve daha negatif bakmaya, düşünmeye ve yaşamaya başlarız. Benim de böyle oluyor
bazen. Okul, yollar, ödevler, sınavlar derken kendime zaman ayıramadığımı fark ediyorum ve bu beni çok
üzüyor. Okul ve ev arasında sadece bir şeyler yetiştirmeye çalışarak sürdüyorum hayatımı. Bu da tabii
karamsarlığa itiyor insanı, sadece okul hayatında değil elbette, özel hayatımın da her anında etkisi
olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta hayalleri bile etkiliyor. Sonuçta insanın hayatını etkileyen herşey
sadece somut örneklerde can bulmuyor hayat, aynı zamanda bilinçaltımızda etkileniyor. Eminim ki,
gerçek hayatta yaşanılan bazı kötü olaylar sonucu, gece rahat uyuyamama, kötü rüyalar görme, içi sıkılma
veya daralma gibi durumları birçok kişi arkadaşlarından, ailesinden veya etrafından duymuştur. Bunları
nasıl aşabileceğimiz konusunda kesin bir düşüncem veya çözüm önerim yok açıkçası. Ama aklıma gelen
en mantıklı şey aklımıza gelenleri yapmak, yaşamak istediğimiz şeyleri içimizde bırakmamak. Ayrıca biraz
cesaret ve risk de lazım gibi geliyor bana. Ya da hayatımızda yapacağımız ufak değişikliklikler de belki
çözüm olabilir. Meselâ, eve veya işe giderken yolumuzu değiştirmek, kendimizi yormadan, çok vakit
almayan yeni hobiler bulmak, farklı arkadaş ortamlarında bulunmak, evimize bir hayvan almak ve onunla
uğraşıp zaman geçirmek vb. şeyler biz farkında olmadan bizi olumlu yönde etkileyebilirler.
Hayal kurma konusuna da değinmeden geçemem. Hayalkurmak, düşünmek veya hayatımızla ilgili
planlar yapmak bence bizi güçlendirir. Yani aslında ben bazı insanların aksine hayal kurmanın kötü bir şey
olduğuna inanmıyorum. Tabiki sürekli değil ama ölçüsünde olmak şartıyla anı yaşamak gerekiyor; çünkü
geleceği planlayalım derken yaşadığımız andan vakit kaybediyoruz ve o kaybettiğimiz vakit bir daha geri
gelmiyor. Canımız her ne isterse, hiçbir şeyi düşünmeden kimseye bakmadan başıboş hareket edelim
demiyorum tabii ki ama monoton hayatımıza biraz renk katabilmeliyiz bence. Yani biz kendiliğinden bir
şeyler olsun diye beklersek, o şeyler gelmiyor, tecrübeyle de sabitlenmiş tabii ki bu. Bir de, benim
içimden sürekli dışarı çıkıp kaybolasım geliyor. Kaybolmasam bile, tanıdığım bildiğim sokaklar veya yerler
olsa da, dışarı çıkmak istiyorum işte. İnsanların arasına karışmak dükkânların adlarını ezberlemek, çalışan
esnafları görmek, parkta oturup oyun oynayan çocukları izlemek veya çimlik bir alana yayılıp kulağıma da
kulaklığımı taktım mı tamam olur. Bunlar kendileri küçük ama etkileri büyük olan şeyler ve bence
denemeye değerler.
Çok param olmasa da olur, böyle az az ama tadında olsun istiyorum. Zaten her şeyin fazlası zarar
değil mi? Düşünürsek aklımıza daha birçok şey gelebilir, bizi içimizdeki karanlıktan kurtaracak,
karamsarlıklığımızdan uzaklaştırabilecek… Ve bazen de sessiz kalıp insanın kendisini dinlemesi gerekir.
Mesela ben çoğu akşam ya da gece yaparım bunu, böyle nedense terapi gibi geliyor bana. Yatağıma
oturup gözlerimi tavana dikip düşünüyorum. Böyle önce günün özetini geçiriyorum gözümden. Bir
bakıveriyorum ki gülüyorum veya gözlerim dolmuş. Sonra ertesi gün yapacaklarımı düşünüyorum, oradan
nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde ya geçmişteki hatıralaraya da gelecekteki hayallere gidivermişim.
Bu bir çeşit psikolojik seans gibi. Hasta da benim, doktor da. Faydalarını da bolca gördüm açıkası. İnsan
kendi kendini mutlu edebilmeli. Hep başkasından bekleyeceğimize belki o aradığımız mutluluğun bir
kısmını da olsa kendimizde bulabiliriz.Karamsarlık, iç sıkıntısı, yorgunluklar, depresyonlar, bunalımlar ve nicesi… Hepsi zor ama insanın
kendine güveniyle, içindeki yaşama sevgisiyle aşabileceği durumlar. Ben gerçekten böyle olduğuna
inanıyorum. Umarım hepimiz içimizdeki karanlıklara açılacak bir pencere bulabiliriz.
|
Mümkün Dünyaların En Kötüsü
Günümüz dünyasındaki çoğu hükümet son derece baskıcı, gözetimci ve
otoriterdir. Halkını, insanını sonuna kadar sömürür ve yine de hor görür. Teknolojiyi
de insanını gözetlemek için kullanır. Gücü elinde toplayan iktidarlar, insanları tek
tipleştirmeye bayılır; farklılık ve asiliğe de hiçbir şekilde imtiyaz vermezler. Bu
anlattığım bir distopya olmalıydı esasen, ama distopya ile günümüz dünyasında ciddi
bir anlamda fark olduğuna inanmıyorum maalesef. Farkın var olduğuna inanmaya
çok isterdim ama şu gerçekliğin de son derece farkındayım ki şu an yaşadığımız
dünya mümkün dünyaların en kötüsüdür.
Açlık Oyunları'nda Capitol'de yaşayan insanların refah seviyesi yüksektir ve
rahat bir hayat yaşamaktadırlar. Lakin diğer mıntıkalarda yaşayan insanlar uzun
çalışma saatleri, ölüm ya da sakat kalma riski yüksek iş koşulları ile cebelleşmek
zorundadırlar. Kitapta, çalışmak zorunludur; Panem hükümeti bunu kolluk görevlileri
ile mecbur kılar. Günümüzde ise çalışmayana hükümet bir şey demeyebilir ama
çalışmayan açlıktan kırılacağı için çalışmayı da zaten ister. İkisi arasında da ortak
nokta şudur ki çalışmayana ekmek yok. Ben bunu biraz değiştirerek söylemek
isterim; sonuna kadar sömürülmeyene ekmek yok diye...
Teknolojik gelişmeler, bilimin ilerlemesi biz insanlarda her zaman büyük
heyecanlar yaratır. Bu heyecanımızın temelinde var olan şey, hayatımızıkolaylaştıracağına olan inancımızın şüphesiz yüksekliğidir. Teknoloji hayatımızı
kolaylaştırıyor bu doğrudur, yanlış olan sadece herkesin aynı şekilde
faydalanamamasıdır bu muntazam teknolojiden. Bugünün teknolojisi utilitarizmden
uzak bir anlayış sergilemektedir. Modernite öncesinde asiller, günümüzde de elitlere
servis edilen; diğer insanlar tarafından kolaylaştırılan bu yaşam şekilleri (teknoloji) tek
taraflı olduktan sonra varlığı da manasızdır. Çocuk işçilerin hala varlığını sürdürdüğü
bir dünyada istersek ışık hızına ulaşalım, toplum gelişimi bu yavaşlıkta sürdüğü
müddetçe insanlık tarihi gelişime tanıklık edemeyecektir. Dünyanın sahip olduğu bu
teknolojiye karşın çocukları kar hırsıyla istismar etmesi bize ne denli bir ilkellikte
olduğumuzu gösterir. Edinilen teknolojiler insana onun doğasına ve doğaya aykırı bir
biçimde kullanıldığında nitekim insanlık sonunu kendi kendine getirecektir. Bizi
köleleştiren bu sistem rekabetçi bir dil ile bizi birbirimize düşürür. Doğaya verdiği
zararlar yetmezmiş gibi bir de insan toplumlarının arasına nefret tohumlarını eker.
Devlet yayın organlarını kullanarak medyatik bir dille insanlara istediğini ilettirir ve
böylece teknoloji bir kez daha nefretin odalığı olur. Bunu durdurmak eğitimden geçer,
okumaktan geçer ama eğitimi de ele geçirir güç sahipleri. Bu yüzden nerede ne
okursak okuyalım her daim şüpheci ve sorgulayıcı olmalı her insan zira her şey
manipüleye çok açık.
Bu şartlar altında, bu sisteme karşı çıkmak, durmak insanların doğal ve
kaçınılmaz tepkisidir. Nitekim Açlık Oyunları'nda da bir tepki mekanizması oluşuyor
ve isyana neden oluyor. Korkusunu yenen insanlar hesap sorabiliyor sorumlu kişilere.
Ne kadar olumsuz konuşsam da dünya dönüyor; sistemler de elbet gelip geçer.
Gelecekte kötü bir dünya beklememiz belki de ironik olarak iyiye işarettir, çünkü
insanlar bu kadar depresif ise bir başkaldırış olabilir her an. Bu başkaldırı dünyaya
eşitlik, adalet, özgürlük gibi ve daha nice hayata geçirilememiş kavramlara canverebilir. Bu kavramlar günümüzde sadece ismen vardır veyahut da belli bir kesim
için vardır. Her insan için var olmadıkça tam varlığından söz edemeyiz hak ve
özgürlüklerin. Tüm dünya yavaş yavaş bu illüzyonların farkına varıyor, bu nedenden
dolayı umutsuz olmak ya da umutsuz kalmak için bir sebep görmüyorum ben
açıkçası.
Resim Kaynak
http://rack.3.mshcdn.com/media/ZgkyMDEyLzEyLzA0Lzc0LzIwdW5pcXVldGhlLmIw
dS5qcGcKcAl0aHVtYgk5NTB4NTM0IwplCWpwZw/6edf704f/18c/20-unique-
thehunger-games-items-on-etsy-121272a9ba.jpg
|
Yiğit Mirza
Bilinç, Beden ve İnsan
Ölüm her insanın daimi meselesi olsa gerek. Herkesin bir gün yaşayacağı, yaşayacağı
yetmiyormuş gibi bir de üstüne hayatının rastgele bir anında anımsayacağı bir kavram, son
derece olumsuz çağrışımlarla aklımızda yer edinen, buz gibi ve itici bir kelime. Oysa her an
hayatımızda yer alıyor, yaşadığımız her an ihtimalini taşıyoruz ölümün. Fakat Değiştirilmiş
Karbon, bu ihtimalden bihaber insanların doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı ve “ölmediği” bir
geleceğin ihtimalini veriyor. Bilincin kaydedildiği bellekler sayesinde alıştığımın aksine herkesin
meselesi ölüm değil burada. Burada ölüm bir mesele değil aslında.
Benim dünyamdaysa kocaman bir mesele ölüm. Nadir anlarda ağırlığını hissettiriyor gibi
gelse de her zaman bütün gücüyle yer alır genelde hayatımızda. Bir saygı duruşunda görürüz
bazen onu mesela. Nadir anlarındandır bu hayatımızın çünkü o bir dakika, her vakit ihtimalini
taşıdığımız ölümün hayatımızda kendine yer bulabilen birkaç hatırlatıcısından biridir. Saygıdeğer
birinin kaybından duyulan üzüntü, yaşarken yaptıklarına duyduğumuz minnet gibi pek çok
duygumuzla gerçekleştirdiğimiz pek doğal bir olay olarak varlığını sürdürür. Bu pek doğal olan
olayda hep gözümün önüne yası tutulan o insan gelir benim. İlkokulda, 10 Kasımlarda yaptığımız
anma etkinlerinden beri hep tek bir yüz belirirdi mesela kafamda. Fakat çok sonradan anladım ki
aslında orada gerçekleşen ritüel benim tasavvur ettiğim gibi fiziksel bir şey için değilmiş. Fiziksel
derken demek istediğim şu: bir insanı düşündüğüm zaman yüzü gelir aklıma, ardından bedeni,
ses tonu, ten rengi, göz rengi ve giydiği kıyafetler. Oysa o insanı, o insan yapan şey tek başına
bunlar değildir. Gözlerini kımıldatan, ağzından kelimeleri çıkaran ve mimiklerini oynatan bilinçtir
bizim yasını tuttuğumuz. Boyu posu, göz rengi, saç rengi için değil, o insanın ağzından çıkansözcükleri, gözlerinde beliren ışığı kaybettiğimiz için üzülürüz. Fakat ne oluyor da benim aklıma
sesi, yüzü, göz rengi geliyor o insanın? Madem insanı insan yapan bilincidir, neden bu somut
şeylerden bağımsız düşünemiyorum o insanı, o yas anında. Ölüm işte burada benim
düşündüğümden farklı bir hal alıyor. Ben bütün sevdiklerimi ve kendimi bu tatsız ölüm
kavramının içinde düşünürken mermer gibi sağlam bir cildi bana armağan edecek ve kendi
bedenimde ebedi bir yaşamı bana sunacak kurgusal bir teknolojiyi belki de son derece çocukça
bir şekilde hayal ediyormuşum. Fakat şu an bu çocukça hayalden uyanmış vaziyetteyim. Bir
bellek sayesinde insanın bilincinin kaydedildiği bir dünyaya uyanmış gibiyim daha ziyade. Hani şu
fizikselden öte olan, aslında yasını tuttuğumuz şey olması gereken bilinç.
Anlatmak istediklerimi nihayete erdirmeye yaklaşmışken yanlış anlaşılmak istemem,
iğneleme amacım yok kimseyi. Ölmüş bir bilincin yasını tutmuyoruz diye kızmıyorum insanlara.
Söz konusu olan bir insan olunca onun bir tasvirinin gözümüzde canlanmasından daha doğal bir
şey olmasa gerek. O insanın hayalini kurarken tutunabileceğimiz tek somut şey o bilindik
özellikler çünkü. Fakat yüzlerin, seslerin ve gözlerde beliren o parıltının hiçbir anlamı olmadığı bir
dünya görmek de ürpertmiyor değil beni. Düşünmeden edemiyorum: insanın ne kadarı
düşünceleridir, yaşadıklarıdır, hissettikleridir; ne kadarı içinde bulunduğu bedendir? Bunun
cevabını tam olarak veremiyorum kendime, veremediğim için de biraz kızmıyor değilim. Fakat
sanırım ne sevdiğim bir insanın düşüncelerinden, biriktirdiği anılardan ve kişiliğinden
vazgeçebilirim ne de yüzünde beliren o gülümsemeden, gözlerindeki yansımamdan.
Vazgeçemem sanırım ne bir insanın teninden ne de aklının keskinliğinden.
Yani ölümün artık mesele olmaması için bir bellekten fazlası gerek zannediyorum bana.
Çünkü benim için insan olmak ne sadece bilinciyle alakalıdır ne de bedeniyle. Çelikten, soğuk birbelleği ölümsüzlük addedemiyorum ben. Yani benim için ne bilinçsiz bir bedendir insan ne de
bedensiz bir bilinç. Bir bütün olarak var olur insan, ayrılmaz bir bütündür belki de bilinç, beden
ve insan.
|
TEK YÖNLÜ BİR BİLET
Herkesin kendinden bir parça bulduğu ve dönmekten vazgeçemediği şehirler vardır.
Ben hayatıma dokunan bu şehirle küçük yaşta tanıştım. Uzun bir aradan sonra bu hafta sonu
çıktığım yolculuk ise bana bundan tam on iki yıl önce hayatımda ilk kez İstanbul’a gelirken
yaşadığım hisleri ve bu şehrin beni nasıl etkilediğini hatırlattı. O zamanlar içimde buruk bir
heyecan vardı, hem çok sevdiğim ufacık şehrimden çıkmış hem de Türkiye’nin en ilgi
uyandıran şehrinde yeni bir öyküye atılıyordum. Ailem için de zor olan bu süreç tahmin
ettiğimden çok daha hızlı başladı ve taşınmamızın üstünden iki hafta bile geçmemişken
okulum belli olmuş, kıyafetlerim, kitaplarım alınmıştı. Bir yandan gelen yeniliklere mutlu
oluyordum bir yandan da yaşamımın böyle hızla değişmesi karşısında çaresiz hissediyordum.
Hızlı giden tek şey oturtmaya çalıştığımız hayatımız değil, koskoca bir şehirdi. İstanbul sanki
yaramaz beş yaşındaki bir çocuk gibi durduğu yerde durmuyor, kimsenin şöyle rahat bir nefes
almasını istemiyordu. Özellikle sabahları erkenden kalkan o haylaz çocuktan kaçan insanların
tempoları evlerinden çıktıkları ilk an itibariyle başlıyordu. Önce otobüse, oradan işe ardından
koştur koştur geri eve... Çünkü herkesin göz bebeği İstanbul, akşamları da sıkılıp sağa sola
sarıyor, saatlerce trafikte kalmanıza ya da meşhur meydanlarda yürüyememenize sebep
oluyordu.
Sekiz yaşındaki ben İstanbul’u nedense hayali bir arkadaş gibi görüyor ve onu
dışarıda top oynayanları izler gibi penceremden izliyordum. Evden dışarı çıktığımda ise o
kadar tedirgindim ki sanki bu haylaz çocuk gelip saçımı çekecek veya beni kendi kaosuna
sürükleyecek sanıyordum. İstanbul'a olan korkum öyle garipti ki mesela karanlıktan
korksanız gerekirse ışıklar açık uyursunuz ya da asansöre binmekten korksanız merdivenden
çıkarsınız ya, bu korkudan kaçma şansınız olmuyordu. Binlerce yıldır istenen, uğruna
savaşlar yapılıp kanlar dökülen koskoca bir şehirden kim, nasıl, nereye kaçabilirdi ki? Hem
de benim gibi okumayı bile zar zor söken içine kapanık bir ilkokul öğrencisi... İstanbul’dan
kaçmak için yapabileceğim en güvenli yolu seçtim. Dışarıya pek de çıkmayan biri oldum, ev
okul arasında mekik dokudum. Evde kaldığım sürelerde belki ailemin doğru yönlendirmesi,
belki o zamanlar bu kadar gelişmemiş teknoloji sayesinde kendimi kitaplara kaptırdım.
Güçlükle okuyan ben, sular seller gibi okumaya başladım. Kendimi o kadar özgür
hissediyordum ki satırlar arasında, çekinmeden çokça yeni arkadaş edindim. Onların
dertlerini derdim, sevinçlerini sevincim bildim. İstanbul’un keşmekeşliği bana hâlâ ekmeğini
yediğim, kitap okuma alışkanlığı ve sevgisi kazandırdı. Kitaplar sayesinde dünyayı tekrar
keşfetmeye, sorunlarımla baş etmeye ve özgüven kazanmaya başladım.
İstanbul ile savaşabilirim, onun güzelliklerinin tadına ben de varabilirim diye
düşünmeye başlamışken bize yine yol görünmüştü. Bu seferki durağımız içinde huzur
bulduğum Eskişehir'di. Orada günlerimi dinginlikle geçirdim. Kitapların dostluğu ile artan
özgüvenim ve Eskişehir'in sakin yapısıyla dışarıya çıkmaya, şehirleri keşfetmenin hazzını
yaşamaya başladım. Böyle küçük bir şehirde bile, her sokağın aslında ne kadar anlamlı
olduğunu, binlerce anıya ev sahipliği yaptığını anladım. Kentlerin daha okumadığım kitaplar
gibi beni kendine çektiğine, merakımı uyandırdığına inandım. Ardından şimdilerde günlerimi
geçirdiğim Ankara’ya taşındım ve ilk kez kendi başıma kararlar almaya başladım. Özgürce
yaşamak hissi, zamanında kendisinden korkup içime kapandığım ama sayesinde daha
küçükken beni kitaplar dünyasıyla tanıştıran dostumla araları düzeltmenin gerektiğini
hatırlattı. Türkiye’nin tonla anıya ev sahipliği yapan şehrine gitmek için bulduğum ilk fırsatta
bir otobüse atlar oldum. Kendimi denizde martılara simit atarken, hiç bilmediğim sokaklardaturlara çıkarken buluyordum. Şu an bu satırları da çok güzel geçen bir hafta sonunun
ardından Ankara’ya dönerken yazıyorum. Hâlbuki cumartesi sabahı İstanbul’a indiğimde
yine o kargaşa yüzüme vuracak, beni küçükken korktuğum o hislerle bir başıma bırakacak
sanıyordum. Hayat yine beni şaşırttı ve onu ilk kez çok sessiz gördüm. Galiba bizimki hâlâ
uykuda diye düşündüm. “Ne güzelmiş böyle sükûnetle seyretmek şu denizi.” dedim, içim bir
parça da olsa bir ümitle doldu. Manzara karşısına oturup dostlarımla sohbet ettim ve durup bu
şehrin beni korkutmasına rağmen neden hâlâ ona gelmek için bu kadar çabaladığımı
düşündüm. Hani yorucu, trafikli, gürültülü bu şehir nasıl böyle bir bağımlılığa sebep olabilir?
Sonra fark ettim ki belki de herkesin bir parça sevmesi bu şehri, onun bize yaşattığı
zorluklarındaki minik güzelliklerdir. Kadıköy’ün girintili çıkıntılı Arnavut kaldırımlarında
zar zor yürürken o küçük sevdiğim sahafı bulacağımı, aradığım kitabın gerçekten orada
olacağını biliyorum. Veyahut çokça vaktini trafikte harcadıktan sonra seni eşsiz manzarasıyla
karşılayan ışıltılı köprüleri sayesinde hâlâ kaçmadan duran binlerce insan ve her fırsatta eski
dostuna koşan benim gibiler var. Deniz kokusunda çayımı yudumlarken fark ettim;
İstanbul’un ondan kopmamanı sağlayan bir büyüsü vardı ve ben çoktan ona kapılmıştım.
Ayrıca bu şehir bana hayatın zorluklarının olduğunu ama getirdiği mutluluklar için direnmem
gerektiğini öğretti. Binlerce kitap arasında mutlu olabileceğimi, ondan kaçsam da her zaman
ona bir parça muhtaç olacağımı gösterdi. Milyonlarca insana ev sahipliği yapan bu küçük
dostum, herkesin sende hayata tutunmasına, kendini istediği gibi yaşamasına izin verdin ve
vereceksin. Kim bilir belki başka bir zaman diliminde yollarımız tekrar kesişir ama o zamana
kadar bir başka hafta sonu buluşmak dileğiyle.
|
ÜÇ MAYMUN KANUNU
Maymunlar Cehennemi(Planet of the Apes) serisine ilk olarak yeni çıkan filmlerini izleyerek
başlamıştım. O zamanlar serinin eski filmlerinden haberim yoktu. Açıkçası serinin yeni filmlerinin tipik
bütçe odaklı diğer modern Hollywood filmlerinden pek bir farkı yok. İzleyici çekme amaçlı bol bol bilgisayar
animasyonu, aksiyon sahneleriyle dolu. Hani kötü demiyorum fakat çerez niyetine izlenecek ayarda
yapmışlar, sabun köpüğü yani, pek kafa yorulacak filmler değil. Geçen aylarda dayımla bunun muhabbetini
yaptık biraz. ‘’Yeğen, bunun eski filmleri var, ilk çıkanını izle sen’’ dedi. Ben de dayımın önerilerine
güvenirim hep, hemen izledim. İzledikten sonra fark ettim, 1968 yapımı Planet of the Apes’in hikâye
altyapısı dışında yeni filmleriyle uzaktan yakından alakası yok. Günümüzdeki versiyonları ile kıyaslayınca
sadece film çekmek için değil, belirli bir mesaj verme çabası ile çekilmiş. Toplumdaki hiyerarşik yapı, insanın
doğadaki konumu, din ve tabular gibi birçok noktaya değinilmiş. Sadece öylesine izlenen değil, düşündüren
filmler kategorisine konacak bir yapıt olmuş. Ben şahsen beğendim fakat vaktinde bazı kesimlerin tepkisini
toplamış olabilecek bir film, özellikle din ve tabular üzerine eleştirileri açısından.
Filmdeki akıllı maymunlardan oluşan toplum kurgusu açık bir şekilde insanlara gönderme. Şuan ki
konumumuza bakarsak insan ırkı doğada efendi olmuş durumda. Besin zincirinin en tepesinde. Öyle bir
kibirle bakıyor ki aşağıya, sanki hiç düşmeyecekmiş gibi. Her çıkışın bir inişi vardır tabi ki ama benim
bahsedeceğim şu anki durumumuz. Toplumumuzu etiklerden oluşan bir temel üzerine kurmuşuz. Din ile
de bu temelleri korumaya çalışıyoruz. Fakat düşünmemiz lazım, ya bazı şeyler bize yanlış öğretildiyse?
16.yüzyıl Hristiyan dünyasında dünyanın güneş etrafında döndüğünü iddia eden Galileo nerdeyse
kellesinden oluyordu, günümüzde ise bu inkâr edilemez bilinen bir gerçek. 19.yüzyılda Darwin, maymunla
ortak bir atadan geldiğimizi iddia edince o dönemin bilim dünyası gülüp dalga geçmişti, günümüzde bazı
kesimler tarafından hala tartışılsa da birçok kazıdan elde edilen farklı yapıda iskeletlerle aslında soy
ağacımızda birçok akrabamız olduğu keşfedildi. Şimdi geçmişteki bu hatalarımıza bakıp gülüyoruz ve
günümüzde bilgi ve ilim konusunda en uç noktada olduğumuzu düşünüyoruz. Fakat şöyle bir durum var,
ya 500 yıl sonraki atalarımız bizim şu anki kafa yapımıza bakıp gülerlerse? Aynı bizim geçmişteki
hatalarımıza güldüğümüz gibi. O yüzden bilim ve dünya görüşü olarak asla kafamıza kesin ve değişmez
kanunlar oturtmamalıyız. Eğer bu kanunları oturtursak ilerde değiştirmesi çok zor olabilir, aynı insanların
geçmişten gelen değişmez din ve ahlak anlayışı gibi. Sonra asıl doğruları duyunca üç maymunu oynayıp bu
doğruları görmezden gelmek istemeyiz, şahsen ben istemem. Burada söylemek istediğim dinin ve ahlakın
yanlış olduğu değil, bu olguların zamana ayak uydurması gerektiği. Böyle önemli yapıları katı ve değişmez
kalıplar içine koymamalıyız. Eğer koyarsak büyük problem ile karşılaşırız ve problem şudur ki her şey
değişkendir. Dünya değişkendir. İnsanlar değişkendir. Ve bu yüzden bu derece kritik olguları bu
değişkenliklere ayak uydurabilecek seviyede esnek yapılar üzerine kurmalıyız. Yoksa bu olgular bize yol
göstereceği yerde ilerlememizi engelleyen kafesler haline gelir.
Sonuç olarak, filmde bir insanın gelişmiş maymun toplumuna sizden önce biz vardık dediği gibi,
yarın bir gün maymunun teki dile gelip sizden önce biz vardık derse bunu hemen katı kalıplarla
reddetmemeliyiz. Her ne kadar kulağa saçma gelse de, her ne kadar kafa yapımıza ters olsa da, kendimize
sormalıyız; ya doğru olan o ise, ya benim doğru bildiğim şey yanlışsa?
|
Söğüt İdil Güneş
21400810-‐LAW
KEŞKE BEN DE AYLAK OLSAM
Yükümlülükler, sorumluluklar ve toplumun bize dayattığı birçok şey her gün
her saniye bizi yiyip bitiriyor. Birçoğumuz sabah uyandığında, aklına gelen
sorunlar yüzünden gözlerini sımsıkı yumup tekrar uyumak istiyor muhtemelen.
Peki nedir hayatı bu kadar çekilmez ve nemrut kılan? Her insan klişeleşir ve bu
kısır döngüye en sonunda ait mi olur? Küçüklüğümüzden itibaren büyükler bize
ne yapmamız gerektiğini söylerler; şu saatte yemek ye , okula git, doktor ol,
mühendis ol gibi. Ne yazık ki hepimiz ne kadar daralsak da sıkılsak da bu
kalıpların içine bir gün gireriz ve daha da kötüsü kendi çocuğumuzu da sokarız.
Peki ya hayatın bu sevimsiz yönünde istemsizce ilerlemekten başka çaremiz yok
mudur? Birçoğumuz göre belki yoktur ama C.’ye göre hayat istediği şeyi istediği
anda yapmaktadır. Yusuf Atılgan öyle bir hayat çizmiştir ki yarattığı karaktere,
okurken hayrete düşmemek mümkün değildir. Özgürce saatlerce kitap
okuyabilen, yüzebilen, bir sinemada oturup saatlerce birini bekleyebilen
meyhanelerde gezen bir adamdır bu C. ve ne ilginçtir ki kendi mesleğini aylaklık
olarak tanımlamaktadır. Ben en son ne zaman C. gibi olabildim, düşünmeden
özgürce içimden geldiği gibi yaşadım hatırlayamıyorum. C. aylaklık ederken ben
hep bir yerlere geç kalıyordum, veya birini memnun etmeye çalışırken o çok
değerli zamanımı öldürüyordum. Halbuki ne çok isterdim ben de sıcacık bir
İstanbul sabahında denizi izlerken kitabımı okumayı. Bu hissettiklerimin saf
tanımı muhtemelen kıskançlıktır. Ama hayatın bu kargaşasında kaybolan
hangimiz C.’nin rahatlığına özenmiyoruz ki? İyi hoş C.’nin hayatın bu
monotonluğuna ve dayatmalarına karşı duruşu güzel ama bu umursamazlık
insan ilişkilerinin de üstüne çökünce elde sabit ve güvenilir ne kalıyor ki? C.
birkaç ilişkisi dışında insanlara karşı çok tutarsız çok fevri. Güven vermeyen
ilişkiler kuruyor, onları yıkıyor ve sonra da arkasına bile bakmadan yeni
insanlar, yeni ilişkiler tüketmeye gidiyor. Her ne kadar C.’nin hayatına gıpta
etsem de ilişkiler konusundaki tavrı bana göre hiç değil. Eğer aylak adam sıfatını
taşıyabilmek hem C.’nin yaşam tarzını hem de ilişki perspektifini örnek almayı
gerektiriyorsa, ben aylak olamam. Çünkü insanları tüketmek bana göre onlara
verilebilecek en büyük zarardır, tüketmek insanları yaralar ve yıpratır. Ben C.’nin
aksine güvenebilecek bir dal arayan insanlardanım, en zor zamanımda yanımda
birileri olmalı ki zorlukları onlarla beraber aşayım, sorunların üstesinden onlarla
beraber geleyim. Çok ilkel bir yaklaşım geliştirirsek eğer, belki de sığınacak bir
çatı arama duygusu C.’nin erkek benim de bir kadın olmam temellidir. Ama
insanları cinsiyetlerinden çok kişiliklerinden dolayı farklı noktalara koymak ve
onlara bazı sıfatlar atfetmek benim bakış açıma daha uygun bir hareket. C.
benden daha az duygusaldı, daha güçlüydü demek en doğrusu herhalde çünkü
onu şu romanın 150 sayfasından daha fazla tanıma fırsatım yok. Ancak kendi
kafamda yarattığım aylak adam figürüne talimim, herhangi bir durum karşısındaC. ne yapardı ve Aylak İdil ne yapardı diye düşünmek, romanı devamını kafamda
kurgulamamı sağlayabilir belki de kim bilir.
Eğer ben bu romanın baş karakteri olsaydım, C.’nin bizlere tanıttığı aylaklık
olgusuna başka bir bakış açısı getirirdim. Çünkü aylaklık bana göre başkasının
yarattığının üstüne konarak hayat boyu kendini dışarı kapayarak “aylak adamım
ben!” demek değil. Aylak olsam bütün gün okurdum ve yazardım. İnsan
okudukça beslenir, gelişir. Okumayla kazandıklarımı harmanlar bana ait bir eser
yaratırdım. Gezdiğim yerler, tanıdığım, incelediğim insanlar hakkında olurdu bu
yazdıklarım. Ama insanları tanırken, onlar hakkında yorum yaparken asla C.
kadar sert ve acımasız olmazdım. Her insanı bir şans, bir kaynak olarak
görürdüm çünkü insan kitaplardan beslendiği kadar diğer bireyleri tanımaktan
da beslenir. Yani ben felsefe olarak aylaklığa başka bir boyut getirirdim ve
eminim ki insanları keşfetmenin bana kattıkları, aylak olarak başardığım en
güzel işlerden biri olurdu.
Kısacası bu roman okurken, hayatın gereklilikleri yüzünden bastırılmış ve
içimde kalmış duyguların dışarıya çıkmasını sağladı. Aslında üretmemek,
okumak, dinlenmek ve insanlardan kaçmak belki de çok iyi bir şey ama biz bu
fikre bile o kadar kapalıyız ki hayatımızdaki C.’leri yargılamak ve onlardan
kaçmak yaptığımız en iyi şey.
|
Dile Gelen Kalem
Kalem böyle sözlere tanıklık etmemişti hiç. Cemal Süreya’nın düşüncelerini kağıda
dökmesine vesile olurken yazdıklarını tek tek düşünüyordu. "Sevmek ne uzun kelime." sözü
çınlıyordu kulaklarında. O anda mürekkebi kurudu. Sanki kalemin nutku tutulmuştu. Yazamadı.
Süreya salladı ve kendine geldi kalem. Düşündü sonra; sevmek cidden uzun bir kelime. Cemal
Süreya kendini şaşırtacak sözler yazmaya devam ediyordu. O an kalem ne düşündüğünü unuttu
ve şu sözleri dikkatini çekti: " Ferhat Şirin'e kavuşsaydı, aradan bu kadar yıl geçtikten sonra
bizim birbirimize olduğumuz gibi tutkun olabilir miydi?"(31). Çok şaşırdı kalem. Nasıl olurdu da
Ferhat'ın Şirin'e aşkıyla yarıştırabilirdi kendininkisini. Süreya'nın sanat aşkından dile gelmişti
kalem ama daha fazla ortak olmak istemedi bu yazılara. Devam etmek zorunda olduğunu da
biliyordu. Onun görevi sadece Cemal'in yüreğinden ve aklından geçenleri kağıda dökmeye vesile
olmaktı. Bir de minnet duygusu vardı Süreya'ya karşı. Büyük usta kalemi eline almadan önce hiç
böyle şeyler hissetmemişti. Nasıl onu yarı yolda bırakırdı, nasıl kendini onun yazdıklarından
mahrum ederdi? Devam etti üstadın yüreğinden geçenlere eşlik etmeye. Sonra yine onun bir
yazısına takıldı aklı. Başka bir şairden bir satır almış Süreya. Şair diyor ki : " Aşklar da bakım
istiyor öğrenemedin gitti" (39). Çok etkileniyor bu sözden kalem ve soruyor kendine : "Acaba
ben bu sözlerin efendisine ait olsam daha mı mutlu olurdum?". Sonraki satır bu soruya net bir
cevap veriyor. Süreya: " Aynı şair şöyle bir dize de ekleyebilirdi şiirine: 'Aşklar tam güven
istiyor güvenemedin gitti' " (39). Büyük usta şiirin üstüne şiir koyuyor yani. Nasıl başka birine
ait olmak isteyebilir ki kalem?
Bu coşkuyla yazmaya devam ederken bir sarsıntı hissetti. Süreya kalemi bir köşeye
kaldırıp dolma bir kalemle yazısına devam edene kadar ne olduğunu anlayamamıştı. Olan şuydu:
Mürekkebi bitmişti. Hayrete düştü kalem. Sonuçta onun yoldaşı olmuştu yıllarca ve çoğuyazısını onla yazmıştı Süreya. Mürekkebi değiştirebilirdi ama değiştirmemişti. Acelesi varmış
gibi başka bir kalem almıştı eline. Şimdi başka bir kalem bu anılarına ortak olacaktı. O an kırıldı
yazara. Bir süre sonraysa kafasına dank etti. Cemal Bey bunu eşi Zuhal'e olan aşkından yapmıştı.
Sonuçta şu anki mektupları karısı için yazıyordu ve sabırsızlanıyordu Süreya. Nasıl yeni
mürekkep doldurmakla zaman kaybedebilirdi ki? Kabullendi durumu ve bir köşeden olaylara
tanıklık etmeye karar verdi. Biliyordu ki bu mektuplar bittiğinde tekrar onunla yazacaktı üstad.
Sabırsızlıkla o günü bekliyordu. Sonuçta Süreya'nın ellerindeyken yükü çok büyüktü. Hem
yazılanları anlamaya çalışıyor hem de zanaatini yerine getiriyordu. Böyle ne de zevkliydi şairi
hissetmek ama üzülmüyor da değildi. Bu eserlerde kendisinin de bir payının olmasını isterdi
elbet. Ama Süreya'nın yazılarına o kadar hayrandı ki o ne yapsa en iyisini yapardı. En çok
cümlelerini tamamlamayışını seviyordu mesela. O, sözlerini tamamlamayınca kalem devralmak
istiyordu cümleyi. Bu heyecan ona yeterdi galiba...
"Bu nasıl bir aşktı böyle? Bu sözler Cemal'in aklına nerden geliyordu? Bu onun bir
yeteneği miydi yoksa ona bunu yaptıran Zuhal'in ta kendisi miydi? " Kalemin aklında bu sorular
yankılanıyordu sürekli. Tam da bu sorulara dalmışken Cemal Süreya'yı duydu. Mektupta eşine,
"Sadece sana özel bir şiir yazacağım" (75) diyordu Cemal Bey. Ah keşke benim mürekkebim bu
şiire hayat katsa diye geçirdi içinden kalem. O günü düşlüyordu artık. Zaten Zuhal Hanım da
çıkmıştı artık hastaneden. Acı günler geride kalmıştı. Kalem de bu sevince ortak oldu.Eski günler
geldi aklına. Cemal Süreya her zaman mektup yazardı eşine ama bu sefer bir başkaydı. Daha aşk
dolu ve daha içten. Nedenini biliyordu kalem. "Ya kaybedersem? " diye korkuyordu Süreya. Ne
kadar ümitli konuşsa da biricik aşkına bir şey olabileceği fikri onu yiyip bitiriyordu. Bu yüzden
daha samimiydi yazılarında.Üstadın onu tekrar eline alacağı, bu ölümsüz eserlere ortak olacağı günü hayal ederken
olduğu yerde yazara ilham gelmesini bekledi kalem...
Kaynak:
Süreya, Cemal. On Üç Günün Mektupları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010.
PELİN KESKİN
|
Başak ÖZAYDIN
Hayatın Renkleriyle Süslü Robotlar
Üniversite hayatıma adım attığımdan beri kendimi geleceğin mühendisi olarak
görüyorum. Ortaokuldan beri kurulan hayallerin gerçekleşmesine bir adım daha
yaklaşmaktı benim için elektrik-elektronik okumak. Kendimi bildim bileli bu alanda
araştırmalar yapabileceğim konuları düşünmek beni adeta büyülemiştir. Ancak ya
izlediğim filmlerden ya da okuduğum bilim kurgu romanlarından olacak, özellikle
çekildiğimi hissettiğim bir alan var. O da yapay zekâ. Yapay zekayla niye ilgileniyorsun
diye soracak olursanız cevabım çok basit. Çoğu insan gibi yapay zekaya sahip
robotların insanlık için çok büyük bir gelişme olacağına inanıyorum inanmasına ama
yapay zekâ deyince “Tamam, ben hayatım boyunca bu konu üzerinde çalışmak
istiyorum.” dedirten asıl şey yapay zekâ sahibi robotların yaşayacakları hayatlar,
üretecekleri fikirler, yapabilecekleri şeyler. Olasılıklar sınırsız. O yüzden yapay
zekaların sınırlarını belirleyen temel faktörün, insanların kendi zekâları ve hayal
güçlerinden başkası olamadığına inanıyorum.
Yapay zekâ dediğimiz olgunun sadece robotların, var olan olasılıkları analiz edip
yapabilecekleri en iyi şeyi yapmaları olduğunu düşünmüyorum. Onu şu anki
bilgisayarlar bile yapıyor. Yapay zekanın sınırlarını adeta elinde fırçasıyla tuval üzerine
resim çizen sanatçılar gibi, bu konu üzerinde çalışan insanlar kendi düşüncelerine göre
şekillendiriyorlar. O yüzden yapay zekanın sınırları benim yorumuma açık bir konu.
Bana göre gerçek bir yapay zekâ olması için robotların, insan zekasının işlevine sahip
olması lazım. Peki o zaman insan zekasının işlevi ne? Zor bir soru bu. Hakkında
sayfalarca tartışılabilecek bir konu. Ama kendi fikrimi kısaca özetlemem gerekirse
dünyaya kendi gözleriyle bakan, olayları kendi tecrübelerinin ve bilgi birikimlerinin izin
verdiği ölçüde kavrayan ve belki de insan hayatının vazgeçilmezi olan duyguların
oluşmasını sağlayan bir araç olarak tanımlayabilirim insan zekasını. O zaman gerçek
bir yapay zekada bunların hepsi olmalı. Yani bir insanı, kendisinin bir insan olduğuna
inandırabiliyor olmalı. Bütün bu özelliklere sahip bir robotun kendine ait bir hayatı
olacağını düşünüyorum.
Yapay zekâ, robotların kendilerine ait, insan hayatının tüm renklerini içeren
hayatlara sahip olmasını gerekli kılıyor. Beklenen bir olayın gerçekleşmesi için duyulan
heyecandan tutun değerli bir şeyi kaybetmekten duyulan acıya, küçük sürprizler
sayesinde hissedilen mutluluk, var olan olasılıklar üzerinden hissedilen umut,
1Başak ÖZAYDIN
başkalarının kaba davranışlarından kaynaklanan üzüntü… Bunlar ve daha nicesini
barındıran bir hayat yapay zekâ sayesinde robotları bekliyor. Yani insanların sahip
olduğu duyguların her biriyle
donatılmış bir hayat. Peki bu durum
robotlar için ne kadar uygun?
İnsanlar robotları kendi
yapmadıkları ağır ve zorlu işleri
yapmak için üretiyor. Yani her bir
robot insanlığa hizmet için
tasarlanıyor. Durum böyleyken
insanların robotlarla ilgili tek
düşünceleri onların insanlığa hizmet
için yaratıldıkları. Robotların yapay
zekaya sahip olmalarının insanların
bu algısını değiştireceğini
düşünmüyorum. Bazen kendi
bencilliklerinden ötürü başka
insanlara bile zarar verebilen
bireyler varken robotlar yapay
zekaya sahip diye duyarlı
davranacak insan sayısı gerçekten
acınacak sayıdadır. O zaman bu
yapay zekalardan beklentimiz
kendileri kadar zeki olmayan
atalarının, daha ilkel robotların,
üstlendikleri görevlerden çok da
farklı olamaz. Bir insanın yapmaya tenezzül etmeyeceği şeyleri yapması temel
sorumluluğu olurdu.
İlkel robotlar üstlendikleri görevleri yapmak için özel olarak tasarlanıyordu. Konu
yapay zeka olunca durum tamamen farklı bir noktaya geliyor. Çünkü onlar adeta
üzerine bir şeyler çizilmeyi bekleyen beyaz kağıtlar gibi olan işlemcilerle üretilip daha
sonradan kendi öğrendikleriyle hareket edebilecek durumda olmalılar. Eğer yapay
zekalar da insanlarla aynı algı düzeyine sahip olurlarsa, o zaman hissettikleri şeyler o
2Başak ÖZAYDIN
durumdaki bir insanın duygularına paralel olurdu. Yani onlar haksız veya zorlu bir
durumla yüz yüze gelince insanlar gibi önce bir üzüntü hisseder sonra bu üzüntüler
yerini öfkeye bırakır. Böylece bir çıkış yolu aramaya başlarlar. Bu açıdan bakıldığında
Spielberg’in “Yapay Zeka” filminde anne sevgisini hissetmek için yaratılmış yapay zeka
robotunun annesi onu terk edince hissettiği dehşetle annesine gitmemesi için
yalvarması ve ardından annesini aramaya koyulması insana oldukça mantıklı geliyor.
Bundan ötürü insani duygular hissedebilen ve bu duygularla hareket edebilen bir robot,
kendisine uygun davranılmadığı takdirde adeta işkence çekmeye mahkûm olur.
Yapay zekâ teknolojisi beraberinde avantajlar kadar dezavantajlar da getiriyor.
Mühendislerin programlaması gerek olmayacağı için çok geniş bir kullanım alanına
sahip olabilir ancak kesinlikle yapay zekaların, şimdi kullandığımız makinelerden çok
daha hassas bir kullanım gerektireceği açık. İnsan hayal gücünün sınırlarına kadar
uzanabilecek bu alandaki çalışmalar bu yüzden ayrı bir incelikle yürütülmeli bana göre.
Yapay zekâ çalışmaları, bütün bunlardan ötürü bir yanı zorluklarla bezeli diğer yanı ise
mucizelerle süslü çok nadir bir madalyon. Zorlayıcı doğasından ötürü bana adeta
altında birçok gizemin cevabını barındıran bir bilmece gibi geliyor. Belki de insanlığın
çözmeye uğraştığı en zorlu bilmece…
3
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.