text
stringlengths
0
17.6k
Farklılaşmak Yahut Aynılaşmak Bugün bir kahve yaptım kendime. Filtre kahveydi ve biraz da acıydı. Ama ben suyunu fazla koydum biraz. Biraz daha az acı olsun istedim. “Ama filtre kahveni içerken biraz acı gelmeyecekse ağzına, neden filtre kahve içiyorsun ki?” diyorsunuz belki de. Doğru söylüyorsunuz. Neden böyle yapıyorum ki? Keşke acı içseymişim değil mi? İyi de neden? Acısı pek de gelmeyen, suyun, acısını bastırdığı filtre kahvemi içerken dedim ki kendi kendime: “Bu yetmez, bir de çay içeyim ama şeker değil de tuz atayım içine.” Kalktım, öyle yaptım ben de. Her yudumda bu kararımdan biraz daha da pişman oldum ama kararlıydım ben… Bir de çorba yapacaktım ama soğuyunca içecektim. Alarmımı uyanmam gereken saatten 1 saat ileriye kuracak, dişlerimi yemekten önce fırçalayacak, kitabımın ayracını kaldığım yere değil de alakasız bir sayfanın arasına koyacaktım. Evet, huysuz tarafımdan kalkmıştım bugün. Gerçi bu sadece bu güne özel bir şey de değil ya, neyse. Normal olasım yoktu ya bugün. Yokuş yukarı inesim vardı bugün benim. Ne olurdu ki acaba, normal olmasam? Hiç olmasam ama böyle… Mesela tımarhaneye mi kapatılırdım? Sahi ya şöyle bir düşününce ya asıl tımarhane dışarısıysa ve asıl akıllılar bize, bizim akıllı olduğumuzu düşündürerek kandırıyorsa yıllardır bizi? Birisinin tımarhaneye kapatılacağına kim karar veriyor ki zaten? Neye göre karar veriliyor? Ben pek akıllı değilim bence mesela. Bazen bir şeye kafam bozuluyor ama niye olduğunu bilmiyorum. Bazen de bir sürü sebep buluyorum da kafam bozulmuyor. Takmıyorum. “Aman!” diyorum, “ne olacak?” “Bugün de çalışmayayım sınava.” “Ne olacak ki doğru dürüst bir işe giremesem de zengin olamasam?” Onca şey olur ama aslında değil mi? Binemem mesela hayalini kurduğum arabalara. Belki de deniz kenarında bir villam olmaz. O arabaya binmeli ve o evde oturmalıyım o halde. Ancak, bunlar için çabalarken de ben, birçok arkadaşlığımı bir kenara bırakmalıyım. O güzel villama davet edebileceğimarkadaşlarım olmayacak benim. Şanımı, şöhretimi duyan birkaç kıskanç meslektaş ve birkaç tane de benden faydalanmaya çalışan fırsatçı olacak. Birkaç tane mutluluğu bir kenara bırakmamız gerekecek bence her zaman. Sıkıldıysa canın sıradanlıktan mesela; çayın tuzlu, kahven sulu olacak. Güzel bir evde yaşarken bunu paylaşabileceğin arkadaşların, dostların değil; egonu tatmin edeceğin düşmanların olacak. Haydar Ergülen de dememiş miydi “Ve bilmezden gelir kısalığını, bilseydi yarışmazdı yollarla, göğe evler yükseltmezdi.” (9). Diyorum ki bazen: “İçimizi de mi görüyor acaba Haydar Ergülen’in gözleri?” Çünkü bizi böylesine iyi tanımasının başka bir yolunu göremiyorum. Ancak bizi tüm çıplaklığıyla gören gözler yazabilir bu dizeleri. İçimizdeki kendini yüceltme ve sıradanlıktan kaçma isteğini ve bunun sonucunda da herkesten farklılaşmaya çabalarken aynılaştığımızı ancak bu kadar güzel gösterebilirdi Haydar Ergülen. Oysa insanların asıl yapmaları gereken belki de kısa kalmalarıydı. Oysa hepimiz bir diğerinden daha iyi yahut yüksek olmaya çabalıyoruz ve bunun sonucunda ne farklılaşabiliyoruz ne de en yükseği olabiliyoruz. Her zaman daha yükseği ve daha iyisi çıkıyor çünkü. Muhakkak ki bir bedeli olacak her bir isteğin, arzunun… Acaba diyorum normal bir insan olmanın bedeli ne olacak bize? Bir hastanenin odasında doğup, 5- 6 yaşında okula başlayıp o dönem hangi meslek iyi para kazandırıyorsa o mesleğe yönelmek, sonra bir eş bulmak sonra çocuk yapmak ve sonra da kendi çocuklarına bunların hepsini yaşatmanın ne gibi bir maliyeti olacak bize? Büyük büyük dedemiz görseydi belki de halimizi ve aramızdaki tek farkın teknoloji olduğunu, hepimizin aynı oyunu yalnızca daha iyi oyuncaklarla oynadığımızı görseydi belki de yeni bir çağa girerdik. Böylece birisi ayağa kalkıp “Yahu biz ne yapıyoruz?” derdi belki de. Çay aslında tuzlu içilmeliydi belki de. Kahve de hiçbir zaman acı olmamalıydı. Oysaki biz böyle öğrendik ve aksini hiçbir zaman düşünmedik. Korktuk, çekindik… “Ya bizi dışlarlarsa?” diyerek bizi dışlamasından çekindiğimiz insanlara dönüştük. Kimim peki o halde ben? Bu kişiliğe bürünmeyi ben mi seçtim yoksa korkularım bu kararı benim yerime mi veriyor? Kimin kişiliğine bürünmüşüm şu an ben? Yüzlerce belki de binlerce yıl önce ilk defa bu kararı kim verdi de herkes ona dönüşmeye başladı? Bir ihtimal, böylesi bir ortamda gerçekleşmiştir bu olay.Herkes birbirine benzerken, birisi öylesine farklı bir kişiliğe bürünmüştür ki insanlar değişebileceklerini, farklı olabileceklerinin farkına varmış ve korkmadan kendileri gibi olmaya başlamışlardır. Oysa “Yine de çok da farklı olmayayım da insanlar yadırgamasın beni.” diyerek herkes ilk değişen kişiye dönüşmüştür. Hatta kim bilir, ilk farklılığı yaratan kişi deliydi belki de. Davranışlarının sebebi de kendi kafasındakurduğu bir fanteziden fazlası değildi belki de. Veyahut da tek akıllımız oydu binlerce yıldır ve bu düzenin dışına çıkabilmeyi bir tek o başarmıştı. Kim bilir? Yazan: Atakan Sakallı Kaynakça: Ergülen, Haydar. Sen Güneş Kokuyorsun Daha!. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2017. Baskı.
CAN UMUR AKMAN DUYGU DURUMUNUN MUCİZELERİ Şartlar her ne kadar hayat standartlarımızı ve duygusal durumumuzu etkilese de duygularımız ve inançlarımız, biz onların bizde olmalarını arzu ettiğimiz sürece bizle kalırlar. Bu zengini mutsuz, fakiri de mutlu yapabilecek kritik bir normdur. Bu duygulardan biri de umuttur. Kendimden örnek verirsem ben umudu ilk kez izlediğim futbol maçlarında hissetmişimdir. Benim üzerimde en büyük etkiyi yaratan 3 sene önce izlediğim şampiyonlar ligi çeyrek finalinde Barcelona’nın PSG’ye karşı yaptığı geri dönüştür. Herkes maçın bittiğini zannetmişken ben Barcelonalı oyuncuların halen bütün güçleriyle saldırdıklarını görmüş, bütün tüylerim diken diken olmuştu. Maçı gerçekten son dakikalarda attıkları gollerle galibiyete çevirmişlerdi. Umut en basitinden futbolda görülebilir hale gelir çünkü dakikalar içinde olan şeyler bir takımın tarihini değiştirebilir. Burada umutlu olmak bence gerçek hayattaki sıkıntılara karşı umut beslemekten daha kolaydır. Bahsedeceğim filmde dakikalar değil yıllar boyu umutlu olması gereken bir insanoğlu vardır mesela; Shawshank Redemption adlı filmin baş figürü Andy Dufresne, düşünülebilecek en kötü şartların altında olmasına rağmen uzun yıllar umudunu kaybetmemesi ile bize umudun gücünü gösterir. Umut göreceli bir kavram olmuştur hep benim için. Bazı konularda talihsiz, bazılarında talihli olduğumu düşünürüm. Umut etmek için harekete geçmek gerektiğini, hiçbir zaman armudun pişip ağzıma düşmeyeceğini belki daha yeni bilinçli bir şekilde kabul ettim. Benim gözümde umut aslında bir araçtır, vizyonlu olmak demektir. Bu yüzden çok işe yarayabilir. Ancak bazı durumlar vardır ki “umutsuz vaka” diye adlandırılırlar çünkü ne kadar uğraşsak da çıkmaz sokağa gireceğimizi düşünürüz. Filmde Andy’nin hapisten kaçışına, o kaçmadan önce kaçış planını biri duysaydı eminim ki ona “umutsuz vaka” derdi. Ancak filmin sonu bize her şeyin denemeye değer olduğunu gösteriyor. Hayat bize sırtını dönmüş gibi hissedebiliyoruz bazen. Andy de işlemediği bir suçtan dolayı hapishaneye giriyor. Onun durumunda olsak çoğumuz bahtsız olduğumuzu ve hayatın bize sırtını dönmüş olduğunu düşünürdük büyük ihtimal. Böyle durumlarda herkes ayakta kalamaz, hayata küser. Ama Andy böyle biri değil. O ipin ucunu kolay bırakmayanlardan, mücadeleden korkmayanlardan. Bunların hepsi umut ağacının meyveleridir. Dahası, dünyaca tanınmış yazar Tolstoy gibi ölümü bile bir tecrübe olarak gören insanlardır bunlar. Hepimizin etrafı hırslı insanlarla doludur ancak bu “hayatın bize sırtını dönmesi” fenomeniyle başa çıkabilmek için hırstan çok daha fazlası gereklidir bir bireyde. Sabır olmadıkça bence hırs beyhudedir. Geçici hırs dediğimiz olguya yol açar. Andy sabırlı olduğundan dolayı yıllarCAN UMUR AKMAN boyu kaçışı için tünel kazmaktan bunalmaz. Sabırlı bir derviş olduğundan, muradına da filmin sonunda erer. Bütün bu bahsettiğim erdemler birbirleriyle ilişki içindedir. Sabır, umut ve hırs. Biri olup diğeri olmazsa şifre kırılmaz. Film aslında düalist bir bakış açısıyla ilerler. Umutsuz birçok insan vardır hapishanede. Yıllar boyu hapishanede olmaktan dolayı resmen oraya bağımlı olmuşlardır. Umutsuz vaka dediğimiz şey tam da bu. Konfor alanından çıkamayan insan beğenmediği standartlara mahkum olur. Kısmen vizyonla da ilişkilidir bu. Örneğin filmde hapishaneden çıkmak istemeyen yaşlı bir adam vardır, dışarıda olmak onu korkutacak dereceye gelmiştir onca yıl hapisten sonra. Bu örnek umutsuz vakayla değil, daha fazla dar vizyonlu olmakla ilintilidir ve bu durumda tabii ki kişinin suçu değildir. Saydığımız faziletlere bir de vizyonu katmış olduk. Görüldüğü gibi filmde umutsuzluk duygusuyla yaşayanlar da vardır. Hatta ben Andy dışında geniş vizyonlu biri gördüğümü bile anımsayamıyorum. Ancak yine de filmin sonunda umutlu olanın yüzü nispeten daha fazla gülüyor. Sonuç olarak, Shawshank Redemption kötü şartlar altında umudun bireye neler getirebileceğini anlatır. “En azından denedim” demek bile ne kadar değerliymiş onu anlarız. Sürecin atlatılması için ne kadar çok erdemin insanda zorunlu kılındığını, bunların da bazen o süreçte öğrenildiğini görürüz. İbretlik bir filmdir Shawshank Redemption. Bakış açısının insanın yaşamındaki etkisini gösterir bize. Kaynakça: Darabont, Frank. The Shawshank Redemption. Columbia Pictures, 1994.
Elif Nur Demir 21501199 BÜYÜMEK Yıllar geçtikçe, yaşımız ilerledikçe “keşke şimdi çocuk olsam” diye düşünmeyenimiz yoktur. Çocukluğumuza geri dönmek, bütün sorunlarımızdan kaçış gibi gelir çoğu zaman. Belki de bu yüzden bu kadar çok isteriz tekrar çocuk olmayı, saf ve temiz kalmayı. Çünkü içten içe biliyoruz ki her geçen gün, sorumluklarımız, sorunlarımız ve acılarımız artıyor. Oysa bize bu sorumluklar, acılar yerine bir çocuğun renklerle dolu, sorunlardan uzak hayatı lazım. Tek üzüldüğümüz şeyin, istediğimiz oyuncağın alınmaması olması lazım. İroniktir ki çocukken de hep büyümek istemişizdir. Bir an önce anne ve babamız gibi yetişkinler olmak, hayata onlar gibi atılmak istemişizdir. Çocuk aklı işte. Büyüyünce bedenimiz hariç hiçbir şey değişmeyecek sanmışızdır. Yıllar sonra önümüze serilecek olan sorumluluklardan, acılardan haberdar değilizdir. Bu noktada, yazar Isabel Huggan, Kanada’nın küçük bir kasabasında büyüyen genç bir kızın gençlikten yetişkinliğe geçiş anılarıyla Büyümenin Sancısı’nı bize tekrar hissettiriyor. Kitabı okumaya başladığımdan beri aklımda hep bir soru vardı. Gerçekten büyümek sancılı mıydı? Cevabın kişiden kişiye değişmesi muhtemeldir ama çoğunluğa vurduğumuzda sancılı olduğunu söyleyenler çok olacaktır. Neden mi? Bunun cevabı, gittikçe artan acılar ve sorumluluklar olabilir. Şimdi bir düşünelim. Sıcacık evinden ayrılıp ilk kez okula başlayacak çocuklar için okul, kabus gibi görünür gözlerine. Gitmek istemezler. Aslında haklıdırlar. Kim evde çizgi film izleyebileceği veya oyun oynayabileceği saatte, çarpım tablosunu ezberlemek ister ki? Bu aslında, gelecek günlerin ve sorumlulukların habercisi niteliğindedir ama çocukken bunun da farkında değilizdir. Zaman ilerledikçe, sınavların ortasına bırakılırız. İyi bir derece yaparsan, iyi okullara girersin denir hep. Bu durumun, yavaş yavaş üstümüze sorumluluk yüklediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sonra bir bakmışız, lisedeyiz ve önümüzde yine bir sınav var. Daha büyük bir sınav. Yani daha büyük bir sorumluluk. İyi bir üniversite için savaşırız. Öğretmenler hep üniversiteye geçince rahatlarsınız, o zaman hayatınızı yaşarsınız diye sınav için hırslandırmaya çalışırlar. Aslında kocaman bir yalandır bu. Üniversiteye geçtiğinizde, değil rahatlamak, hiçbir şeyi yetiştirememeye başlarsınız. Üstünüzdeki sorumluluklar giderek artmıştır ve ailenizinde sizden beklentileri vardır. Sonrası, malum iş hayatı. Yine bir koşuşturmaca, para kazanma telaşı ve yeni sorumluluklar... Bunun üstüne bir de evlenirseniz, işte çıkın işin içinden. Ev geçindirme, çocuklar, eşim derken; o kaosun içinde kendinizi “şimdi çocuk olsam” demekten alamazsınız. Hayatın kuralı bu, zaman asla kimse için durmuyor. Her saniye, bizi o yetişkin hayatına doğru sürüklüyor. 1Yukarıda bahsettiklerim büyümenin sancısını anlatmak için büyük ihtimalle yeterli olmayacaktır. Artan sorumlulukların yanında, büyümenin bir de acıyı tatma hali vardır. Çocukken, oyuncağınız elinizden alındığında duyduğunuz türden bir acı, üzüntü değil bu. Çok sevdiğin bir yakınını kaybetmek mesela. Acıların en büyüğü belki de. Elinden bir şey gelmeyeceğini bilse de yıpratıyor, üzüyor insan kendini. Gidenin, geri dönmesini istiyorsun ama aslında biliyorsun ki giden asla geri dönmüyor. Belki bir umut diyorsun ama geçen zaman, umutlarını söndürmeye yetiyor bile. Sonra yerini, acıya bırakıyor. Zaman yine bu acıya alıştırıyor ama kalbindeki yaralar, izler asla silinmiyor. Tam o an, büyümenin aslında çokta matah bir şey olmadığının yeniden farkına varıyorsun. Büyümek, böyle bir şey işte. Çocukken göründüğü kadar havalı değil. Aksine acılarla dolu. Gün geçtikçe bu acılar daha da artıyor ve çocukluğunuzdaki pembe dünyanızı, arkasında bir toz bile bırakmadan yıkıp götürüyor ve geriye karanlık bir boşluk kalıyor. Çocukluğun verdiği heyecan da yıllar geçtikçe yerini acının verdiği derin yaralara bırakıyor. Bu da hayatın bir parçası aslında. Geriye sadece sabretmek, beklemek ve her şeye rağmen yaşamak kalıyor... 2
MELİH SÜNBÜL ÖLÜMÜN GİZEMİ Bu aralar düşünmeye çok vaktim oluyor. Malum salgının hayatımı çevrelediği bu günlerde kendimle beraber tüm insanların sağlığını korumaya çalışıyorum. Zihnen korumacı yapısı olan bu hareketin mantığını hiç sorgulamıyorum çünkü doğru olanın bu olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki insanlar içerisinde herhangi bir zamanda ne durumda olduğunu ne düşündüğünü umursamadığım hatta benden farklı göründüğü, düşündüğü ve inandığı için nefret ettiğim birçok kişi var. Bunlar aklıma hiç gelmiyor çünkü şu an bütün bu sebeplerden daha önemli bir şeyle hiç olmadığı kadar yakın pozisyondayım: ölüm. Ölüm benim için hep sırrını korumuştur. Aklıma geldiği zaman bazen rahatladığım bazen de ürktüğüm bir konudur ama çoğu zaman hayatı ve onun detaylarını düşünmeme ve sorgulamama sebep olur. Düşünmeye ayırdığım her vakitte o zamana kadar sahip olduğum anıları düşünürüm. Her seferinde anıların bir başka boyutunu keşfederim. Kimi zaman üzülür ve kızar, kimi zaman ise bir sevgi pıtırcığı olurum. Tabii ki bazen de yaşama fırsatını kaçırdığım anları hatırlarım. Çoğu zaman bunun sebebi sağlığımın yerinde olmaması yani hastalık olur. Bunu fark ettiğimde garip bir his içimi kaplar çünkü bu olgu ölümle çok yakın bir ilişki içerisindedir. Bahsettiğim gibi üzüldüğüm bazı hatıralarım vardır. Bu anılardan bazılarında üzülmeme ya da sinirlenmeme sebep olan kişiler genelde ailem ve arkadaşlarımdır yani hayatta en yakın olduğum kişiler. Bu durum her aklıma geldiğinde fark ettiğim şey ise ne kadar küçük şeylere ne kadar aşırı tepkiler vermiş olduğumdur. Hayatın büyük kısmında onlara değer verdiğimi anlatan sözcüklerle iletişim kurmama rağmen o anlarda düşmana bile söylenmeyecek sözler ve yapılmayacak hareketlerde bulunmuş olurdum. Sonra düşündüğümde ise bugün sanki hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam ettiğimizi ve aynı bağı koruduğumuzu fark ederim. Ne de olsa “Öfke en yakın olduğunuz kişilere, kızgınlık ve çirkinliği affedeceklerini bilecek kadar yakın olduklarınıza karşı daha rahat zincirlerinden kopar.” (McCullers 140). Tabii ki her zaman bu tarz kırgınlıklar çabucak iyileşmiyor ve unutulmuyor. O anları düşündüğümde sonrasında hep hayatımın daha farklı bir evreye geçtiğini ve içeriğinin değiştiğini fark ederim. Bazı insanlar hayatımdan çıkarken bazıları da hayatıma girer. Kimi ilişkilerim güçlenirken kimileri ise zayıflar. Bence hayat dediğimiz kavram tamamen bize insan olduğumuzu hissettiren diğer insanlarla olan ilişkilerimizden oluşuyor. Bundan dolayı bu tarz değişimlerden sonra farklı bir dünyada yaşamaya başladığımı düşünüyorum. Sonra bunun olması için ölmem gerektiği gerçeğinin farkına varıyorum ama bu beni düşüncemin doğruluğuna inanmaktan alıkoymuyor çünkü “İnsanların birbirlerine duydukları anlayışta ve duygudaşlıkta bir kopma olması da aslında bir tür ölümdür.” (McCullers 34). “İnsanların ne doğumda ne de ölümde seçme hakkı vardır. Yalnızca intihar edenler, hayatın capcanlı hâlini hor görüp mezarın hiçliğini yeğleyerek bir seçim yapabilirler.” (McCullers 190). Bu söz benim için çok anlamlıdır çünkü insanın elinde olanın sadece yaşayacağı hayata karar verebilmek yani bir tür nasıl ve ne şekilde öleceğini dizayn etmesidir. Ben geçirdiğim ve geçiriyor olduğum vakte baktığım zaman onların ben yok olduktan sonra da var olabilmesi için ölümümün anlam ifade etmesi gerektiğine inanıyorum. Aslında budüşüncenin çok da garip olduğunu düşünmüyorum çünkü eğer ölüler birilerinin yüreklerinde yaşayabiliyorlarsa aslında ölmemişlerdir (McCullers 94). Hayatın anlamını yaşım ve içinden geçtiğimiz salgın nedeniyle yoğun bir şekilde sorguladığım bu dönemde artık yeni bir şeye inanıyorum: aldığım son nefesin bile anlamlı olması gerekliliği. Kimilerine göre bu düşünce ölümün gizemini artırmaktan öteye gitmiyor olsa da bence “Ölüm her zaman aynıdır ama herkes kendi usulünce ölür.” (McCullers 1). KAYNAKÇA McCullers, Carson. Kadransız Saat. Çev. Can Moralı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı.
Mehmet Ali Hoşkan YAŞAMI HİSSETMEK Her zaman gerçekten kim olduğumu tanıdığıma inanırdım. Her zaman kim olduğumu bildiğimi, kim olduğum konusunda asla kendime yalan söylemeyeceğimi iddia ederdim. Asla diğerleri gibi olmayacağıma, asla yalan bir hayat yaşamayacağıma söz verdim kendime hep. Ama ne kadar gerçek bir hayat yaşıyorum ki? Ne kadar hissedebiliyorum, ne kadar yaşıyorum? Neden yaşıyor olduğumuz tabi ki çok büyük bir merak konusu. Her gün yaptığımız işleri yapmak için mi yaşıyoruz, 6 yaşında okula başlayıp 22-24 yaşına kadar farklı okullara gittikten sonra mezun olup, sonrasında bir iş sahibi olup, evlenip aile kurmak için mi yaşıyoruz? Gerçekten hayatın en büyük anlamı olan mutluluğu elde etmek için yapmamız gerekenler bunlar mı? Olağanüstü Bir Gece tam olarak Stefan Zweig'ın bu sorulara verdiği bir cevap niteliği taşımakta. Hayattaki en büyük hedeflerden biri daha güzel, daha rahat bir hayat yaşamaktır. Kimse yaşadığı hayatı beğenmez; hep daha iyisini, hep daha kusursuzunu ister. Hep kazanmak ister. Kaybetmek için kumar oynayan birisini gördünüz mü hiç? Yaptığımız her hareket kazanmak içindir, daha fazlasını kazanmak için. Elimizdeki imkanlar yeterli iken neden daha fazlasını isteriz ki? Bana kalırsa bu hırsın tek sebebi insan olmamız, insanın doğası budur. İnsan bir topluma doğar, doğduğunda ağlar, çünkü doğduğu toplum dünyanın neresinde olursa olsun insanların yargılarından oluşan duvarlar ile kaplıdır. İnsanın en bilinçli olduğu an doğduğu andır, bu yüzden ağlar doğduğunda insan. Yeni doğan bir insan her şeyden daha saftır, hiçbir yargı ile kirlenmemiştir ama kirlenecektir büyüdüğünde. Kirlenmemiştir, çünkü onun için sınırlar yoktur. Kimse ona nasıl giyinmesi gerektiğini, nasıl davranması gerektiğini, güzel olması gerektiğini, başarılı olması gerektiğini söylemez, söylese bile umurunda değildir. Sadece temel ihtiyaçları vardır. Tek ihtiyacı olan altının temizlenmesi ve karnının doyurulmasıdır. Başka her şeye kapalıdır yeni doğan insanın kulakları, gözleri. Sonra büyür insan, diğer insanların, toplumun beklentileri vardır ondan. Okulda başarılı olması beklenir, herkes tarafından sevilmesi beklenir. İyi bir iş sahibi olması beklenir. Bunlar için çabalar insan, beklentileri karşılayabilmek için çabalar. Beklentiler uğruna yaşadıkça, başkalarını memnun etmek gayesi ile nefes aldıkça da mutlu olamaz. Çünkü başkalarının onun için belirlediği bir hayatı yaşıyordur. Başka bir şeyi değil. Aynı Baron Friedrich'in yaşadığı hayat gibidir insanın yaşadığı hayat, kendisinden beklenenleri karşılamak uğruna, yaşadığını hissetmeden yaşamaktır. Gerçekten yaşamak için tek yapmamız gereken biraz sınırların dışına çıkmaktır belki de. Tek yapmamız gereken, kahramanımızın da yaptığı gibi, biraz 'yanlış' şeyler yapmaktır. Tek yapmamız gereken kendimizi bulmaktır, "Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar." Hayatı anlamak için, yaşamın amacını anlamak için tek yapmamız gereken kendimizi bulmaktır. Sırf toplumun bizi eleştirmesinden korktuğumuz için yapamadığımız şeyleri yapmalıyız belki de bu bizi dibe çeken zincirlerimizden kurtulmak için. Bizi biz yapan şeyleri yapmalıyız; sesimiz toplumun güzellik kavramına uymadığı için şarkı söylemekten korkmamalıyız, el yazımız toplumun güzel olarak gördüğü yazı tipleri kadar güzel olmadığı için yazmaktan vazgeçmemeliyiz, hayatımız toplumun uygun gördüğü hayatlar gibi olmadığı için mutlu olmaktan vazgeçmemeliyiz, düşüncelerimiz toplum tarafından doğru bulunmadığı için düşünmekten vazgeçmemeliyiz.Olağanüstü Bir Gece bir insanın hayatını değiştirmek için, bir insanın bazı şeylerin farkına varması, kendini bulması için yirmi dört saatten kısa bir sürenin yeterli olacağını gösteren bir eser. Ne kadar küçük olsa da bazı şeyler öyle bir anda aklımıza düşer ki, öyle bir farkındalık yaratır ki yaşadığımızı hissederiz. Farkına varırız bazı şeyleri neden yaptığımızın. Bilinçli bir varlıktır ya insan, bu bilinci kazanmak bizim elimizde. Hayatımızda küçük 'yanlışlar' yaparak yaşadığımızın farkına varmak, yaşamı hissetmek, ona dokunmak, onu dolu dolu yaşamak bizim elimizde. KAYNAKÇA Zweig, Stefan. Olağanüstü bir gece. Çev., İlknur İgan. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: 2015.
Mustafa Raşit BOYRAZ 21102604 Suçlu mu Mağdur mu? Hukuk felsefesiyle yakından ilgili bir hukukçu olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, çağdaş ceza hukuku sistemlerinin en temel problemlerinden biri cezai müeyyide belirlenirken suçlunun mu mağdurun mu daha fazla göz önünde bulundurulması gerektiği sorunsalı üzerinde yoğunlaşıyor. İdamın kaldırılmasından suçluya uygulanacak müeyyidenin belirlenmesine kadar tartışmalı olmaktan bir türlü kurtulamayan pek çok problem, kanaatimce aslında tek bir ilişkinin çözümlenmesine dair farklı yaklaşımlardan ileri geliyor: mağdurun hakkının savunulması ile suçlunun adalete uygun olarak yargılanması arasındaki komplike bağlantı. Necip Fazıl Reis Bey’de, bu çok tartışmalı mevzuya, içinde bulunduğu konjonktürün de etkisi altında cevap arıyor. İnsanların sorgusuz sualsiz cezaya mahkûm edilebildiği, idam cezalarının bir çırpıda verilebildiği, adaletin yalnızca duvarda yazılı bir hayal olarak algılanmaktan öte geçemediği koşullar içinde hâkimin ceza yargılaması boyunca sanıkla arasındaki ilişki masaya yatırılıyor. Yargılama boyunca ceberut, sert, suçlayıcı tavrıyla hem hâkim hem savcı olan Reis Bey, önce karara varıp ardından yargılamaya geçiyor ve nihayet bir masumun idamına gözünü kırpmadan hükmediyor. İşte tam bu noktada idamın ceza hukukundaki yerine ilişkin sorular belirmeye başlıyor kafamda. Belki de idamın sistem içinde yeri olmasaydı o masum yaşıyor olacaktı, Reis Bey de ömrünün kalanını vicdan azabı duyarak geçirmeyecekti. Belki, bu bir piyes ama gerçekte buna benzer nice haksız hükümler ölümle neticelenmeyecekti. Maalesef hukuk sistemimizin bu noktada sicili oldukça kabarık, idam sehpasına gönderilen masumlar ciddi bir yekûn tutuyor. Peki, bunları göz önünde bulundurarak “İdam, iki hece, dile kolay olsa da bir insanın hayatına son vermeyi öngören insan haklarına aykırı bir yöntemi, bahşedilen nefesi ondan bir an evvel almayı, yaşam hakkını gasp etmeyi simgeliyor.” diyebilir miyiz acaba? Bu cümleyi gönül rahatlığıyla kurabilir miyiz? Barışsever, masum, mağdur vatandaşları büyük bir soğukkanlılıkla öldürüp hapishanelerde devletin kanatları altında yaşamaya devam eden binlerce caniyi düşününce bu cümleler yine dökülür mü ağzımızdan? En iğrenç, en aşağılık, en barbar muameleye layık görülen, yakılarak öldürülen Özgecan’ı ve onun gibi nicelerini hatırımızda tutarak yine idama karşı çıkabilir miyiz? Çantasındaki para, kolundaki bilezik için motosikletin arkasında metrelerce yerde sürüklenerek can veren hamile kadınları bile bile idamın insan haklarına aykırılığını savunabilir miyiz? On binlerce şehidin, beşiğinde can veren bebeklerin ağıtına kulağımızı tıkayarak bunun en büyük müsebbiplerinden Öcalan’ın İmralı’da çayını içerek televizyon izlemesinin “daha insani” olduğunu ileri sürebilir miyiz?Günümüz ceza hukuku sistemlerinin çoğu, hayatında bir kez dahi bir suçluyla muhatap olmamış, hapishane ortamını görmemiş, psikoloji alanında bilgi sahibi olmayan, suç ile suçlu arasındaki bağlantıyı çözümlemekten çok uzak ceza hukukçuları tarafından yazılmış gibi gözüküyor. Cezanın ehlileştirici, ıslah edici özelliği ön plana çıkarılarak mağdurun psikolojisini göz ardı eden bir yaklaşımın Türk Ceza Hukuku’nda da modern ceza hukuku sistemlerinde de giderek yaygınlaşan biçimde kabul görmeye başladığını gözlemliyorum. Özgecan’ın faillerine insan hakları çerçevesinde(!) merhamet ve şefkatle muamele ederken mağduru, ailesini ve onların yaşadığı travmaları göz ardı eden bir sistemin içinde bulunuyoruz. Özgecan’ın faillerinin nefes almaya devam ediyor oluşunun başka iğrençliklere, başka hamamböceklerine cesaret verdiğini inkâr eden bir sisteme muhatap oluyoruz. Özgecan bir simge; onun gibi on binlerin bozuk adalet sistemi içinde kaybolduğunu, unutulmaya yüz tuttuğunu, harcandığını da belirtmek lâzım. Öyleyse ne yapmalı? Şirazesine güvenemediğimiz hâkimlerin eline idam fermanı yetkisini vermek de mazlumların ahına kulak tıkayarak zalimlere yaşam hakkı tanımak ve böylelikle yeni zulümlerin önünü açmak da âdil gözükmüyor. Öyle zannediyorum ki problemin düğümü toplumsal olarak ahlaki bir kalkınmada yatıyor. Hâkimlerin adalet ve nefaset eğitimlerine tabi tutulduğu, toplumun küçük yaşlardan başlamak üzere aile ve devlet eliyle, gerekirse kamu spotlarıyla yüksek bir ahlaki olgunluğa eriştirilmesi için profesyonel çalışmaların yürütüldüğü bir düzenle birlikte idamın geri getirilmesi tek çıkar yol gibi gözüküyor. Zira ceza hukuku doğrudan toplumsal düzene etki eden, direkt olarak toplumsal dinamikleri yönlendirme yeteneğini haiz bir alan olarak daha fazla göz ardı edilmeye tahammül edemeyecektir.
Makbule Berfin BAYDAR Hüznün Tüketilmişliğine Bazen sadece bir saniyeliğine, beynimin tamamını kullanabilmeyi istiyorum. Herkesi, her şeyi, tüm bedenimi hücre uçlarıma kadar kontrol edebilmeyi… Tüm dünyayı ve hatta tüm evreni de… Burayı yaşanılabilir bir yer yapabilirim belki. Tüm insanlık öyle mutsuz ve umutsuz ki bu zehrini yanında, yöresinde kim varsa ona kusmaktan çekinmiyor. Herkesin mutlu, en azından memnuniyet içinde ve huzurlu yaşamasını dilerdim. Devletler ve sınırlar olmasa mıydı? İnsan soyu bu kadar kavgacı olur muydu yine de? Yine de her şeye karşı bu kadar nefret dolu olur muyduk? Böyle bir dünyada yaşamaktan öyle korkuyorum ki. Bırakın bir şeyler yazıp söyleyip de haklarımı savunmayı, sokağa çıkmaktan, dolmuşa ve otobüse binmekten, öyle bir arkadaşımın koluna girip de aylak aylak gezip dolaşmaktan, hatta yaşamayıp sadece nefes alan bir varlığa dönüşmüş olmaktan korkuyorum. Yolda yürürken sürekli göz ucuyla arkamı kollamaktan, bir elim bağrımda gezmekten, çevremdeki herkesi ve her şeyi bir tehdit unsuru olarak görüp sürekli kendimi korumaktan öyle yoruldum ki. Sanki yaşadığımız bu hayat bir ömür değil de bir yaşam mücadelesi haline geldi. Yaşamak nefes alıp vermekten mi ibaret sadece? Tüm insanlık koca bir taşa döndü bugünlerde. Eskiden her 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda okuldaki müsamerelere katılır, şiirler okur ve o günü tüm arkadaşlarımla coşkuyla kutlardım. Bir şiir okumanın, halk oyunu ekibinde görev almanın dünyanın en büyük görevi gibi sorumlulukla ve hevesle yapıldığı günlerdi galiba onlar. Çocuk olmak mı böyle bir şeydi yoksa zamanın azizliğine mi uğradık kestiremiyorum. Aidiyet duygumu henüz kaybetmemiştim, belki de sınırların ve devletlerin ne kadar korkunç bir canavara dönüşebileceğinin henüz farkında olmadığımdandı bu duygum. Çocukların devletler eliyle öldürüldüğü, yakıldığı, kimyasal gazlarla zehirlendiği, başından bir gaz fişeğiyle vurulduğu, bir mülteci botuyla okyanuslar aşmaya çalışıp da deniz kıyılarına vurduğu bu kirlenmiş ve yozlaşmış dünyada çocuk bayramı kutlamak sahtekârlıktan öte bir şey gibi gelmiyor bana. Herkesin dört gözle gelmesini beklediği o yeni yıl akşamları aslında o kadar da umut vermiyor artık. Gece yarısı olup da havai fişekler atılmaya başladığında ilk kez ben de ağlamaya başladım bu sene çünkü korktum, çok korktum. Bizden neyi çaldıklarını anlıyorsunuz değil mi? Bizden çocukluğumuzu, gençliğimizi, umudumuzu ve arkadaşlarımızı geri kalan her şeyle birlikte çalıyorlar. Havai fişeklerle mutlu olabilen insanlar var mıdır hala? Çünkü ben her “BOM!” sesinde yine neresi kan gölü olacak diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bütün bu gürültülerin ve “BOM!” seslerinin ardından kulağıma çok güzel sözler fısıldayan biri düşüyor aklıma. Bana çok güzel sözler öğreten çok güzel kalpli bir arkadaşım olmuştu bir zamanlar. Kendisiyle internet üzerinden tanışmış, çok güzel sohbetler etmiştik. Lisede anarşist bir insan olmamın en büyük sebeplerinden biri onun bana anlattıklarıdır, ne yazık ki ona sıkıca sarılmak bana nasip olmadı. Ben ona hiç bitmeyen sorular sorardım, sadece ben de değil herkes sorardı. Hepsine sabırla ve özenle cevap verirdi. Uzun uzun… Geçiştirmezdi kimseyi, insanlara öyle değer verirdi. Onu hiç kanlı canlı karşımda göremediğimden kendisini, çok sevdiğim bir dizideki devrimci bir adama benzetirdim zihnimde. Çemberimde Gül Oya dizisinin Mehmet’i, bizim Alper’imiz. Alper de aynıMehmet gibi öyle güzel kalpli bir devrimciydi ki üniversiteye hazırlanan gençleri toplar onlara dersler verirdi, hiçbir karşılık beklemeden hem de. Mehmet’in dizide devrimci düşünlerini gördüğümüz pek çok sahne olmuştur ve bir bölümünde Mehmet’in zihnimden silinmeyen şu sözleri geçiyordu: “Mühim olan, ölümü hayatın birinci sırasına yerleştirmemektir, onun üzerinden politika yapmamaktır, propaganda yapmamaktır, bana ölüme özgü övgüler anlatma Vedat! Bana insanları nasıl yaşatacağını anlat. Nasıl mutlu, adil ve özgür yaşatacağını…”. Alper de öldürmeye karşıydı ki ben bu dünyada canını yaktığı tek bir canlı olduğunu dahi sanmam. “Dava” uğrunda ölmeye inanmazdı, hatta ölüme bile inanmazdı, üstelik “… ölümsüzdür.” sloganlarından da nefret ederdi. Ölüme ve savaşa karşı gelmek için baş koyduğumuz bir davada ölüme gidenlerimiz de oldu aramızdan. Çocuklar gülsün diye yola çıkan gençlerin vardığı yer ölüm mü olmalıydı sahiden? Tıpkı Ankara’da barış için bir araya gelenlerimiz gibi, oradaki bir çocuk yani Veysel gibi ya da bir otobüs durağında sadece yurduna gidebilmek için sıra bekleyen Ozancan gibi, birkaç günlüğüne gittiği İstanbul’da tek suçu o güzergâhı kullanan bir takside olmak olan Berkay gibi… Hepsi benim canım, arkadaşlarım, hiçbir ilgileri olmayan bir savaşın kurbanları. Ve Alper çocuklara oyuncak ve umut götürmek için çıktığı yoldan bir daha geri dönemedi ve bizi onun arkasından “Alper Sapan Ölümsüzdür!” sloganları atmak zorunda bıraktı. O kadar kötü ki ve o kadar acımasız, adaletsiz bir dünya ki bu. Nereye kadar katlanacağız, ne zaman sıramız gelecek bizim de ve daha ne kadar acı göreceğiz bilemiyorum. Gencecik bedenlerin, o güzelim insanların toprak altına hapsedildiği günler ne zaman bitecek? Ölüm o kadar alelacele ki artık. Hüznümüz bile yarım, o bile çabuk. Öyle hemen gelip geçebilen bir şey gibi… Alıştık. Sonra unutmak da öyle… Birkaç hafta, birkaç gün, gittikçe azalan bir süreye döndü yas. Yine de bazen bir an geliyor ve tüm unuttukların üstünde birikiyor gibi hissediyorsun. Yaşadığın için suçlusun gibi, o ölmüş, sen yaşamışsın ya ne büyük suç! Farkına varmadan da katlanılmaz hale gelebiliyormuş hüzün de bazen. Yazdıkça, ağladıkça tükenmeyen bir acıya da dönüşebiliyormuş bir gün, öyle çabuk unutuyorsun sanırken. Sıra sana gelene kadar böyle kendini tekrar eden bıçak gibi günler. Tekrar ve tekrar… Yine yeniden bir gün daha… Kaynakça Çemberimde Gül Oya. Çağan Irmak. 2004. Web.
YILLAR SENDEN ÇOK ŞEY GÖTÜRMÜŞ İSTANBUL 8-­‐9 yaşlarındaydım sanırım. Hem İstanbul’a hem Fenerbahçe Stadı’na ilk gelişimdi. O zamanlar stat inşaattaydı, karşıdaki maraton tribünü yıkılmış kocaman bayraklarla boşluklar kapatılmaya çalışılmıştı, tam o tribünün arkası denize bakıyordu ve maçta takımlar birbirlerine hücum ederken, sanki rüzgar da bize hücum edercesine insanın suratını jilet gibi kesiyordu. O yaşta maçta yaşadığım bir sürü olay beni etkilemiş ve şaşırtmıştı ama hiçbirini İstanbul’da geçirdiğim anlardaki hissettiğim duygular kadar net hatırlayamıyorum. Son düdük çaldığında tabelada skor 2-­‐1 yazıyordu, dönüş yolunda ilk maçımdan galibiyetle dönmenin verdiği mutlulukla İstanbul’da geçirdiğim iki günü düşünürken, ilk defa o zaman İstanbul’a ve Fenerbahçe’ye olan aşırı sevgimi fark etmiştim. O günden bu güne yaklaşık 12-­‐13 yıl geçmiştir herhâlde , stadın inşaatı tamamlandı, o anki halinden bambaşka bir hal aldı. Aynı stat gibi zamanla birlikte ben, babam, Fenerbahçe gibi İstanbul da değişti. Keşke aynı kalsaydı diyorum... Yaşlıların her zaman geçmişe karşı bir özlemi vardır ya bunun değişikliğin kötülüğünden değil de hep yaşlanma korkusundan olduğunu düşünmüşümdür fakat bu düşüncemin her zaman da doğru olmadığını büyüdükçe anladım. Değişim bazen kötüdür, çirkindir, bunu İstanbul’da karşıya geçerken kafamızı çevirip İstanbul’a bakarak görmek kolay. Tarihi İstanbul silueti tanınmaz halde... Yakalım eski İstanbul kartpostallarını, yenilerini basıp plaza, gökdelen, iş merkezleri ekleyelim. Bir de Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları’nda zamana yolculuk yapıp 1800’ün sonlarındaki İstanbul’a gidince görüyorsunuz değişimin çirkinliğini. Kitabı okurken o anlara gidiyorum sanki bundan 120 yıl öncesinde yaşıyorum gibi, kafamda hep bir karşılaştırma tabii ki. Şu an ki dükkanların yerine o zamanın dükkanlarını koyuyorum, insanların üzerindeki kıyafetleri hayal etmeye çalışıyorum, Ahmet Rasim’in betimlemelerinden. Bazen kayboluyorum şehrin içinde, bilmediğim, yıkılmış semtlerde geziyoruz. Ahmet Rasim’le beraber adalara uğruyorum, bir de adalardan bakıyorum İstanbul’a. Evler alçacık sokaklar dar, olabildiğine yeşil her yer. Bazen sinirleniyorum okurken Fransızcanın hakimiyetine İstanbul’da, hâlbuki kime kızmaya hakkım var ki şimdi Türkçe bir dükkan kalmamışken. Satırları okurken bazen 8-­‐9 yaşında ilk defa İstanbul’u gördüğümde hissettiğim duyguları hissediyorum. Bazen Ahmet Rasim’den kopup kendim geziniyorum şehirde, kafamda yeniden inşa ediyorum şehri, fark etmeden yazarın betimlemediği yerleri kendi bilgilerimle, şu anki İstanbul olarak dolduruyorum, boşlukları tamamladıkça çirkinleştiriyorum şehri. Bu yüzden kitabı olduğu gibi okumaya başladım, kendimden hiçbir şey katmadan, İstanbul’u o yıllarda yaşamaya çalıştım ve şehrin değişimini görmeye çalıştım. Benim ilk kez şahit olduğum İstanbul bile 11-­‐12 yıl içinde bu kadar değişmişken, 100 yıl içinde bir şehrin değişmemesini beklemek saçma olurdu tabii ki ama beni rahatsız eden tam olarak bu değildi aslında. Beni asıl rahatsız eden şehrin benliğinin silinmiş olmasaydı, karakterini kaybetmiş olmasıydı. Üzerine destanlar, şiirler yazılmış, kaç söz söylenmiş bir şehrin kendi benliğini, tarihini kaybetmesiydi değişiminin çirkin, beni üzen ve rahatsız eden tarafı. Benim geçmişe özlemim de büyümemden mi yoksa değişimin kötülüğünden mi bilmem ama konu İstanbul olunca değişikliğin tek sebep olduğundan gayet emin olabiliyorum. Yıllar İstanbul’dan o kadar çok şey götürmüş ki, bunu kitaplardan ve eski fotoğraflardan çok daha iyi anlıyorum. Belki de İstanbul’a boşuna ‘yaşayan şehir’ demiyorlar, o da biz insanlar gibi git gide yaşlanıyor. Tabii yıllar bir insanı veya şehri çirkinleştirip kendi benliğinden söküp alır mı bilmem amabiz insanlar yıllar içinde bir şehre bunları yapabilirmişiz yoksa zaman ve geçen yıllar bir şehri çirkinleştirebilir mi? Sanmam...
NOTADAKİ UMUT Uzun ve yorucu bir günün ardından ruhumda halsizlik, üzüntü ve hepsinden önemlisi gelecek adına ümitsizlik var ise müzik dinlemek beni kendime getiriyor. Müzik benim için, ruhumu besleyen ve mantık yollarımın ışıklarını elektrik sigortası atarcasına hızlı bir şekilde söndürüp duygularıma doğru giden yolları aydınlatan ender sanatlardandır. Müziğin aydınlattığı yollar ile bana hayat enerjisi veren ışık, müziğin türüne göre bana beraberinde farklı hisler ve duygular getirir. Türüne göre duygularımla oynuyor olsa da beni yönetemiyor, sadece yönlendiriyor çünkü müziğin getirdiği ışığın arkasından gölgem, yani mantığım arkadan ister istemez her daim gelmektedir. Gelen karanlığa rağmen, hala uğraşıp çaba gösterdiğim işler uğruna bir umudun olduğunu ve o umut ile birlikte bana ilerdeki günlere heyecanlı, bir o kadar da mutlu girmemi sağlayan; umudun sağladığı tatlı sevinci yansıtan ender sanatçılardan biri Ennio Morricone’nin Once Upon A Time In The West adlı şahane bestesidir. Sanatçıyı ilk defa, çoğumuzun bildiği, İyi, Kötü Ve Çirkin filminde öğrenmiştim. Filmin aksiyon sahnelerine ve hikâyesine kattığı besteleri beni bir hayli heyecanlandırmakta ve filme daha çok bağlamaktaydı. Bir filmde bestekârın değerini o zaman daha iyi anlamış ve hissetmiştim çünkü duygulu sahnelerin arka planında bir müzik olmadığı zaman sahne bana kuru ve yavan gelmekteydi. Özellikle Vahşi Batı film türlerinde bulunan silah çekiş sahnelerine bir nakış gibi işlenmiş olan besteler, beni o ortamın içine çekip çölün kuru sıcaklığını yüzüm de hissettiriyor ve sanki silahını çekmeye hazır olan kovboy benmişim gibi yoğun duygular içerisine girmekteydim. Sanatçının Once Upon A Time In The West bestesinin başlangıcındaki çalgı aletinin tınısı bana, üzüntülü veya karamsar olarak devam etmekte olan bir hikâyede hala bir umudun olduğunu düşündürmekte. Giderek artan tınılar ile meleğimsi sesin yükselişi ile de hikâyenin başlangıcından gelinen noktaya kadar yaşanan duyguları özetlemekte. Meleğimsi ses, bu serüvenin hala devam etmekte olduğunu ve serüvenin sonunun iyiye doğru gittiğini her seferinde yaşattırmaktaydı. Bestenin başlangıcındaki müzik, adeta üzüntüden dolayı boynu bükük yürüyen birinin düşünce ve duygularıyla verdiği savaş sonucunda boynu dik ve kararlı olarak yola devam etmesi gibi bir his vermekte. Bestenin ilerleyen kısmında keman seslerinin hikâyeye kattığı tizlik ve canlılık ile besteyi daha şiddetli hissetmemi sağlayan parça, farkındalığımı harekete geçirip, sanki beni derin bir uykudan aniden uyandırırmışçasına kaldırıp atağa geçiren hisler vermekte. Bunların yanı sıra keman seslerinin arasından duyulan meleğin sesi üçüncü kişi gibi olayları izleyip, duygulu bir şekilde olayları anlatmakta ve bunların unutulmaması için bir anı defterine aktarıp gelecek için tecrübe olarak kalsın diye not etmekte.Besteyi dinlediğim vakit kendimi yoğun ve karmaşık duygular içerisinde bulmaktayım. Sanki bir başka evren ve zaman dilimindeymişim gibi kendimi gerçek dünyadan izole etmiş olarak yaşamaktayım. Bu ortamda, düşüncelerimi farklı açılardan değerlendiriyor, duygularımı tartıyor ve hislerimle özdeşleşiyorum. Bestenin son kısmına geldiğim vakit, duyduğum borazan sesi her şeyin geçici olduğunu; her olayın iyisiyle veya kötüsüyle sonuçlanacağını ve yoluma devam edeceğimi bana düşündürmekte. Beste bittiğinde, artık izole ortamımdan çıkmış bulunmakta, yaşamakta olduğum zaman ve evrene kaldığım yerden hayatıma dönmüş, farkındalık düzeyi artmış ve kanımca en önemlisi de motive olmuş bir şekilde hayatıma idame etmekteyim. Zaman zaman beni düşünceye sürükleyen şahane besteci Ennio Morricone’nun elinden çıkan Once Upon A Time In The West bestesi bana, yorumlarımın yeterli olamayacağını sadece verdiği hisleri hissederek anlaşılabileceğini düşündürüyor ve kendisini saygıyla anıyorum. KAYNAKÇA Ennio Morricone. Once Upon A Time In The West (1968). Once Upon A Time In The West Theme (Ennio Morricone). https://youtu.be/i3Q8h-fDfEI Cihan Kemal Sevinç Turk102 Assignment 1
Sonu Gelmeyenİnsan hayatını ve dünyada olup bitenleri tamamen anlamak çözülmesi imkânsız bir oyun gibidir. Çünkü insanın doğası ve yaşadığımız topraklar gizemlerle doludur. İnsanlar doğaları gereği sırlarını içine atmaya meyillidir, tıpkı üstünde yaşadığımız toprakların üstünü örtmeye meyilli olduğu gibi. Benim için ise gizem hayatımı güzel kılan duygulardan bir tanesidir. Gerek heyecan gerek merak duygularını bir arada yaşama şansı verir gizem. Ama her şeyden önce sırlar, hislerin ötesinde bilinmezliklerle dolu iyi veya kötü sonsuz bir yolculuk sunmaktadır. Tepeden herhangi bir şehir manzarasına baktığımda düşünürüm, bu ışıklar nasıl bir karanlığı aydınlatıyor diye. Uzaktan gözümüze güzel gelen o aydınlık bir kişinin sevgilisine evlenme teklifine tanıklık ediyor da olabilir veya bir insanın başına silah doğrultulmadan önce gördüğü son ışık da olabilir. Bizim ise yapabileceğimiz tek şey ise manzarayı bir tepeden izleyip neler olabileceği hakkında tahminler yürütmektir, tıpkı yıldızlar hakkında varsayımlarda bulunduğumuz gibi. Bizden milyonlarca ışık yılı uzaktadırlar ve romantizm ile anılırlar genelde yıldızlar. Fakat bilinmeyen bir gerçek vardır, o da şudur ki yıldızın o can alıcı güzelliğindeki bir parlamasının ardında korkunç patlamalar gerçekleşmektedir. Genellikle de bu tür gizemli çelişkiler dizi-film tarihinde önemli yer tutmaktadır. Özellikle de dedektiflik ve polisiye türlerinde derin yer etmiştir. Benim ise küçüklüğümden beri gelen gizemli olayları çözmeye olan merakım bu türlere yönelmemin en büyük sebebidir. Ne zaman dedektiflikle ilgili bir çizgi film veya film izlesem elime bir büyüteç alıp evde ipucu aramaya girişirdim. Çünkü biliyordum ki halıda bulduğum küçük bir kırıntı bir bütünden ayrılmıştır ve o parça beni bütüne götürecek yol oldurdu. Seneler geçtikçe Sherlock Holmes ve Pembe Panter serileriyle polisiye türüne olan sevgim daha da artmıştı. Son yıllarda ise filmlerin ve dizilerin kendini tekrarladıklarını düşünüyordum. Özgün bir konusu olan ve merak duygusunu üst seviyeye çıkaran yeni yapım bulma peşindeydim. Bu arayışım Matthew McConaughey ile Woody Harrelson’ın başrollerini paylaştığı True Detective adlı diziyi görene kadar sürdü ve daha ilk bölümünü izlememle aradığımı bulduğumu fark etmem bir olmuştu. Matthew McConaughey’nin oynadığını görmek dizinin kalitesini daha izlemeden hissettiriyordu. Dizinin daha ilk bölümünden anlamıştım ki 1995 yılında başlayıp sonlanması için on yedi yıl gereken bir maceraya ilk adımımı attığımı hissetmiştim. True Detective başlıca 1995’te vahşice bir ayin ile öldürüldüğü düşünülen Dora Lange cinayetini çözmeye çalışan iki dedektifi Rustin Cohle (McConaughey) ve Martin Hart(Harrelson)’ı anlatıyor. Gizem duygusunun içindeki o çelişki dizinin bütün noktalarına işlenmiş âdeta. Özellikle de karakterlerin kendi iç dünyalarındaki ikilemler geniş yer tutmuş ki bence bu böyle bir dizide yapılması gereken bir şey. Böyle bir dizide hem suçlunun hem de suçu çözen kişinin düşünce ve duygu dünyasında ne olduğunu izlerken öğrenmek, izleyiciye dizinin içinde hissi yaratır. Ya da en azından bana böyle oluyor. Rustin dizi boyunca gizemli tavırları ve insanı düşünmeye zorlayan derin sözleri ise çok ayrı bir hava katmış. Söylediklerini geri alıp tekrar tekrar izleyesi geliyor insanın. Ve her izlediğinde insanın aklına “Acaba başka bir şeyi mi imâ ediyor bunu söylerken?” sorusunu getiriyor. Geniş yer tutan masonik hayvan figürleri ise Rustin’in yanına eklenince diziye insanı heyecanlandıran mükemmel bir felsefi ortam yaratılmış. Dizi her bölümünde beni âdeta sorgulamaya davet ediyor ve zihnimde yeni ufuklar açıyordu. Aslında hayattaki en büyük hayvan insanın ta kendisidir söylemi geniş yer tutmaktaydı ve bunu her duyduğumda farklı bir şekilde etkileniyordum. Müziklerin ise büyük bir ustalıkla seçildiğini de söylemek isterim. Her bir melodi dizinin sıra dışı havasına yakışan ve hatta onu daha üst seviyelere çeken tınılardan oluşmuş. Şarkıların sözleri ve ritimleri dizideki o an hâkim olan duyguyu söz yerindeyse beni hissetmenin de ötesine götürüyordu. Sahnelerin çekim kalitesi ise şu ana kadar izlediğim diziler arasında tartışmasız en iyisiydi. Özellikle mekânların insanaverdiği derinlik duygusu kaliteyi başka bir seviyeye çekiyordu. Ne zaman ilk bölümdeki o yukarıdan çekilmiş ormanı hatırlasam o yeşil yaprakların neleri gizlediğini aklıma gel. True Detective’in bir sezonu geride kaldı ama bir gizem çözülür, hemen arkasından yenisi gelir. Polisiye türü altında özgün tarzıyla True Detective söz yerindeyse dizi tarihine damgasını vurmuştur. Eğer siz de o yeşil yaprakların aslında neleri gizlediğini öğrenmek istiyorsanız hemen kendinizi bu derin maceraya atmanızı tavsiye ederim.
Mehmet Nail Gören Yitirmeden Önce Son Çıkış "Yitirmeden anlamaz insan." diye başlıyor Pinhani’nin o içimizi ısıtan şarkısı. Bu şarkıyı ilk kez canlı dinlediğimde konser alanında insanların hep bir ağızdan eşlik ettiği o anı unutamıyorum. Sanki o anda herkes insanları, hikâyelerini ya da yaşayamadıkları ihtimalleri yitirmiş olmaya karşı bir sitemde bulunuyordu. Konserden sonra eve gidip bunun üzerine biraz düşündüm. Ne anlatıyordu bu cümle? “Yitirmeden anlamaz insan.” Bu cümle; insanın içinde, yüreğinin en derin ve karanlık köşelerinde bir yerlere dokunan, geçmişe duyduğumuz özlemlerin açtığı yaralara tuz basarcasına içimizi yakan bu cümle aslında herkesin kendinden bir parça bulduğu o tarifsiz duyguyu anlatıyor: Yitirmenin hüznünü ve o kayıptan sonra ortaya çıkan çok bildiğin bir şehirde kaybolmuşluk hissini. Çünkü çoğu zaman sahip olduklarımızın kıymetini, yanımızda olanların değerini ancak yitirdiğimizde, ellerimizden kayıp gittiğinde anlıyoruz. “Yitirmeden”, insanın aslında bazı şeylerin değerini ne kadar geç fark ettiğini, o kaybolan parçanın hayatımızdaki yerini doldurmanın ne kadar güç olduğunu dile getiriyor. Bir insanı, bir dostu, bir sevgiliyi, bir anıyı ya da belki bir hayali kaybettiğinde anlıyor insan. Elimizden kayıp giderken aniden durdurmaya çalışıyoruz zamanı ama o çoktan gidiyor, yanında da o çok değer verdiğimiz insanı, sevgiliyi ya da anıyı alıp götürüyor. Zamanın bize bıraktığı ise içimizde koca bir boşluk ve bin pişmanlık oluyor. Hayat o an gelince sanki bizi hiç bilmediğimiz, kapkaranlık bir sokakta tek başımıza bırakıyor. Zamanla evimizin yolunu buluyoruz tabii ki ancak yolumuzu bulmaya çalışırken yitirdiğimiz şeyler eve dönünce gün yüzüne çıkıyor. Pinhani’nin söylediği gibi, insan yitirmeden neyin değerli olduğunu anlamıyor. Belki her gün yanı başımızda olan bir dostumuzun varlığı, bir gün yanımızdaolmadığında içimizin nasıl paramparça olduğunu gösteriyor. Annemizin yaptığı eve sinmiş o güzel yemek kokuları, babamız ile yaptığımız salon sohbetleri, kardeşimiz ile oynadığımız ve kazanmak için pembe yalanlar söyleyip küçük hileler yaptığımız o oyunlar ya da düşününce bizi geçmişe götüren değerli bir anı, bunların değerini yitirmeden anlayamıyoruz maalesef. Varlığında bize normal gelen bu durumları yitirdiğimiz anda bir panik basar bizi. Ne yapacağımızı bilemez, etrafa bakarız diğer yitirenler ne yapıyor diye. Tıpkı varlığını yıllar önce unuttuğumuz hevesimizi alıp kenara attığımız eski bir eşyamızı hatırlayıp onu ararken etrafı yaygaraya vermemiz gibi. Bu küçük zenginliklerin kıymetini bilmeden hayatımızın sonuna kadar bizimle ve bizim olarak kalacaklarını sanarak yaşıyoruz. Bu şarkıyı dinlerken insan belki kendi hikâyesini düşünüyor. Belki de söylenmemiş sözleri veya cümlenin sonuna koyamadığı noktayı düşünüyor. “Keşke” dediğimiz anlar bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçiyor. Keşke diyoruz kendi kendimize, son kez arkamı dönüp sarılsaydım. Keşke o son sözü söyleseydim ve o noktayı koysaydım diye düşünüyor insan. Her insanın bu şarkıda kendine dair bulacağı bir şey var; çünkü hayatın bize attığı en büyük kazık ya da verdiği en özel hediye, yitirdiğimiz şeylerin bıraktığı izlerdir. Kimimiz çocukluğumuzu, kimimiz gençliğimizi, kimimiz ise hayatın getirdiği yorgunluklarla kaybetmek zorunda bırakıldığımız hayallerimize sarılırız. O izler bize hem bir lanet hem de bir lütuftur. Lanet mi lütuf mu olduğuna o ize nasıl baktığımız karar verir. O yüzden "Yitirmeden anlamaz insan." diyerek aslında herkesin içinde bir yerlere dokunuyor Pinhani. Sevdiğimiz insanlar, hayat yolculuğumuzda bize yoldaşlık eden dostlarımız, ailemiz, bazen en beklemediğimiz anda hayatımızdan çıkıveriyor. O çıkış bize bir anlık kaybolmuşluk veya yoldan çıkmışlık hissi yaşatıyor. Bir zamanlar her gün yanımızda olan o kişi, belki bir şehirde ya da bir anı defterinde kalıyor. Belki de bu konser bana bir lütuftu. O an bana neyapıyorsam bırakıp o anın tadını çıkarmam, anı biriktirmem gerektiğini hatırlatan güzel bir jestti bana. “Yitirmeden” bize, aslında hayattaki anların ve anıların ne kadar değerli olduğunu ve sevdiğimiz şeyleri kaybetmeden önce kıymetini bilmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü belki de son kez annemize onu yitirmeden sarılacağız, babamızla son kez o sıcak salon sohbetini yapıp son kez kardeşimizi babamıza şikâyet edeceğiz. Peki böyle yaşanır mı? Tabii ki, sadece her şeyi son kez yapıyormuş gibi tutku ve aşkla yapacağız. İşte o zaman bir şeyi yitirdiğimizde “Keşke şunu da yapsaydım.” yerine, huzurlu bir şekilde “İyi ki yapmışım ya.” diyebiliriz. Kaynakça Pinhani. “Yitirmeden.” Başka Şeyler, Doğan Music Company, 2006.
Candan Budak 21302601 TURK 102-12 İsmail Uygun …NEREDEN NEREYE… 70.00 yıl önce atalarımız Neandertaller dünya üzerindeki herhangi bir canlı türünden ibaretlerdi. Sürüngenler, balıklar, kuşlar ya da maymunlarla kıyaslandığında ciddi farklar yaratacak, onları öne çıkaracak, üstünlük sağlayacak herhangi bir fiziksel özellikleri yoktu. Dünya üzerinde bıraktıkları izler karşılaştırıldığında ise durum farksızdı. Bu binlerce yıllık yolculuğun sonunda ise dünyaya hükmeden tür insanoğlu oldu. Peki, binlerce yıllar önceki atalarımız sıradan bir memeliden farksızken bugün bulunduğumuz noktaya nasıl geldik? İşte bu soruyu cevaplamaya çalışıyor Yuval Noah Harrari Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens- İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi adlı kitabında. Bu sorunun cevabını ararken aklıma ilk gelen yanıt, insanoğlunun zekâsı yani düşünce gücüyle fark yarattığı oldu. Bu sayede diğer hayvan türleri arasından zaman içerisinde sıyrılarak sürünün bir parçası olmaktansa yöneten ve hükmeden konumuna geçebildiğini düşünmüştüm. Oysaki Yuval Noah Harrari’nin ortaya koyduğu veriler aksini iddia ediyordu. Aslında bir insan ve maymun ele alınarak incelendiklerinde ortak gen havuzlarının çok yüksek olduğu tespit edilmiş. Yani aslında bireysel ölçekte kıyaslandığımızda maymunlara çok benziyoruz hatta bir maymunun bir insanoğluna göre vahşi ortamda hayatta kalma olasılığı çok daha yüksek. Fiziksel üstünlükleri vahşi doğaya uyum sürecini kolaylaştırıyor. Peki, nasıl oldu da bu kadar vahşi bir doğada hayatta kalmayı başardık ve daha da önemlisi bu vahşi doğanın ve diğer hayvan türlerinin üzerinde bir kontrol sağladık? Aslında bu sorunun cevabı bugün dünya üzerinde kurduğumuz sistemin özünde saklı. İnsanoğlu dünya üzerindeki varlığını soyut bir yapı olarak tasarladığı devlet sistemi sayesinde sürdürüyor. Bu sistemin özünde ise görev paylaşımı ve gelişmiş bir organizasyon ağı var. Atalarımız da binlerce yıl önce aynı şekilde bir araya gelerek ve birikmiş bir bilgi havuzu oluşturup koordineli çalışarak hayatta kaldılar. Beş maymun beş insana üstün gelebilir ancak beş yüz insan beş yüz maymundan üstündür çünkü insanlar gruplar halinde tek bir hedef için bir olup çalışabilirler. Bu kadar üst düzey bir çalışma ve bilgi ağı başka hiçbir türde mevcut değil. Cevap aslında net ve basitti. Biz bir bütün olarak bir araya gelerek diğer türlere üstünlük sağlamış ve hükmeden olmuştuk bu gezegende. Ancak bu cevap benim aklımda farklı bir pencere aralamıştı. Binlerce yıl boyunca bizi hayatta tutan güç birlik olmamızsa şimdi niye bu kadar ayrımcı ve acımasızız birbirimize karşı?Tüm bu cevaplar gösteriyor ki birbirine muhtaç bir canlı türüyüz ve ancak bir araya geldiğimizde güçlüyüz. Oysa şuan dünyadaki en önemli problemlerin temelinde ötekileştirme yatıyor. Hemen hemen her millet, devlet ya da en basit ifadesiyle bir topluluk diğerlerini ondan olmayan, farklı ya da öteki olarak tanımlıyor. Evet, hiç birimiz aynı değiliz ama aynı geminin üzerindeyiz. Her birimizin kendine özel yetenekleri ve özellikleri var. Aslında bizi zengin, çeşitli ve güçlü kılan nokta bu. Hepimiz farklı bir konuda özel yeteneklere sahibiz ve eğer bu özelliklerin üzerine gidersek farklı alanlarda uzmanlaşarak mükemmel bir bütünün vazgeçilemez parçaları olarak sistemde yer edinebiliriz. Şunu unutmamalıyız ki her birimiz sadece kendimiz için değil diğerleri için de varız. Tüm bunların ışığında, insanlığın en çok ayaklar altına alındığı konulardan biri olan ırkçılığa da değinmek gerekir. Bu dünya üzerinde hiçbir insan bir diğerinden üstün değil aksine bir diğeri olmadan eksik. Farklı kültürel kökenlerden geliyor olabiliriz, farklı ten renklerine sahip olabiliriz, farklı iklim şartlarına uyumlu olabiliriz, farklı diller konuşuyor olabiliriz ama tüm bunların üzerinde ortak bir paydada buluşuyoruz. Hepimiz dünyalıyız ve bu gezegende hep beraber var olmaya mecburuz. Bireysel ve toplumsal egolarımızdan kurtulup, birbirimizi bu farklılıklar nedeniyle yargılayıp ötekileştirmekten, kendimize benzemeyeni yok etme eğilimimizden vazgeçip atalarımız gibi bir bütün olarak hareket edersek farklı yeteneklerimizin olduğu alanları keşfedip bu noktalarda birbirimizi beslersek uygarlık anlamında daha da ileriye gidebiliriz. Çünkü aksi takdirde dünyaya hükmeden tür olarak birbirimizi ve daha da acı olanı üzerindeki bütün canlılar ile beraber bu güzel gezegeni yok edeceğiz. KAYNAKÇA Harari Yuval Noah ,2011. Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens- İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. Kolektif Kitap.
Kendini Kaybetmek İnsanoğlu,diğer canlı türlerinden ayrı olsa da çok ilginç bir varlıktır.Hem var eder hem de yıkar...İnsanoğlunun iyi özellikleri dünyayı yaşanabilir kılar.Küçük yaşlardan itibaren insana iyilik,dürüstlük,hoşgörü,saygı,sevgi öğretilir.Ama nedense iyi insan sayısı dünyada çok azdır.Çünkü dünya ile yüzleşemeyip kötülüğü seçerler.İnsanlar “iyi” olduklarında çevrelerindeki huzuru da arttırırlar.Bu huzur ile birçok güzel şey yaşanır.Herkes içindeki insani değerleri öldürmeden önce bir kez daha düşünse dünyada hiçbir savaş,yıkım,ölüm,facia olmazdı.Küçük yaştan beri verilen “iyilik ve sevgi” eğitiminde herşeyden önce çocuğun iyilik kavramını içselleştirmesi gerekmektedir.Böylece hayatta doğru yolu bulabilir. İnsanoğlunun hep iyi bir yanı var olsa da, kötülüğü, kötü yanı hep daha baskın gelir.Kötü yanının sebebi de dünya ile yüzleşememesidir.İnsanlar kötü olduklarında aynı zamanda çok acımasız olurlar.Bu acımasızlık,kimi zaman en değerli varlığına eziyet etmektir, kimi zaman çalmak,kimi zaman öldürmek,kimi zaman ise savaş çıkarmak... İnsanoğlunun içindeki iyilik gibi var olan kötülük insanı korkunç durumlara sürükleyebilir.Bu durumları engellemek insanın elindedir ancak çoğu zaman kendine hakim olamaz.Bir insanı çekirdekten itibaren kötülükten uzak tutmak için,ondaki bütün içsel hırsları yok etmek gerekir.Çünkü hırs insanı kötülüğe,yanlışa,umutsuzluğa,içsel çöküşe sürükleyen en büyük etkenlerden biridir. Bireyi birey yapan en büyük etkenlerden biri de bir aileye sahipi olmasıdır.Aile bireyin kolu kanadıdır.Ailesiz birey kanadı kırılmış bir kuşa benzer.Sevgi dolu, güven ortamı olan bir ailede yetişmek insanın kişiliğini büyük ölçüde etkiler,özsaygısını geliştirir.Çocukluk çağında bireyin ailesiyle olan ilişkisi insanlar ile olan ilişkisinde büyük rol oynar.Çocukluk çağında ailesiyle ilişkisi kötü olan hatta şiddet gören bireyler yetişkinlik döneminde çevrelerine karşı çok öfkeli olurlar.Bu nedenle, ebeveynlerin çocuklarına karşı tutumu çok ama çok önemlidir.Yetişkinler yani ebeveynler hayat şartları ne kadar çetin de olsa,hırslarını,öfkelerini,mutsuzluklarını,hayal kırıklıklarını,umutsuzluklarını çocuklarından çıkarmamalılar.Ancak karşılıklı sevgi-saygı çerçevesinde güvenli,huzurlu bir aile ortamı oluşabilir. Önceki üç paragrafta, iyilik-kötülük ve aile kavramlarından bahsettim çünkü başrollerini Nergis Öztürk,Mert Fırat, Sema Çeyrekbaşı, Sercan Badur ve Zeynep Oral’ın üstlendiği,senaristliğini Mert Fırat ve İlksen Başarır’ın yaptığı , yönetmenliğini yine İlksen Başarır’ın üstlendiği 2010 yapımı 47.Altın Portakal Film Festivali ödülü sahibi “Atlıkarınca” adlı filmde Türkiye’nin acı gerçeklerinden biri olan aile içi cinsel istismar(ensest) ele alınmıştır.Özellikle Türkiye gibi Müslüman ve muhafazakar ülkelerde aile içi cinsel istismar üstü kapatılan kimsenin kabullenmek istemediği , kabullendiğinde ise aile ve toplum içinde fırtınalar koparan çok acı ve korkunç bir konudur.Muhafazarkarlığın getirdiği cinsel tabular bireyin insani değerlerini yitirip kendini kaybetmesine adeta bir canavara dönüşmesine neden olmaktadır.Filmin özetini kısaca belirtmek isterim.Erdem (baba) , Sevil (anne) ,Edip ve Sevgi dört kişilik bir ailedir.Küçük bir kasabada yaşadıkları sırada, Sevil’in annesi felç geçirir ve İstanbul’a taşınırlar.İstanbul’daki yaşam hayatlarında değişime sebep olur.Evin oğlu Edip,çocukluğunda babasının cinsel istismarına maruz kaldığı için evden uzaklaşıp yatılı okula yerleşmiştir fakat gidiş sebebini sadece babası ve kendisi bilmektedir.Baba Erdem ise iyi bir yazar olma çabası içindedir.Anne Sevil,kızının tuhaf tavırlarından evdeki gizemi çözmeye uğraşır.Çözdüğünde ise herşey tamamen değişir.Atlıkarınca,Türkiye’nin kanayan yaralarından biri olan ensest sorununu ele almasıyla 47.Altın Portakal Film Festivali “En İyi Senaryo” ödülüne layık görülmüştür.Film gerçekten çok düşündürücü ve çarpıcı.Müzikleri de bir o kadar etkileyici. “Sevgi” rolündeki Zeynep Oral’ın permormansı tüyleri diken diken ediyor.Hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biriydi diyebilirim.Mert Fırat (Erdem) ise gerçekçi bir performans sergiliyor.Bir yetişkinin, bir babanın “kendini nasıl kaybedebildiğini” incelemesi açısından özellikle psikolog ve psikiyatristlerin seyretmesi gereken bir film. Deniz Dicle Arman 21402142 Bankacılık-Finans
KALIPLARI YIKMAK Bazı görüşler toplumda o kadar yaygın bir hâlde ki tartışmaya açık bir sürü konuyu sorgulamadan ve genel geçer bilgilermişçesine kabul ediyoruz. Bu görüşlerden sadece bir tanesi zenginlerin hissizleştiği, hayattaki hiçbir şeyden keyif alamadıkları ve herkesten yalnız oldukları görüşü. Bu görüşün Olağanüstü Bir Gece yapıtında da dolaylı yoldan aktarılması sonucu yıllar boyunca bu durumu bir gerçeklik olarak kabul ettiğimi ve ne kadar yanıldığımı fark ettim. Ben de dâhil olmak üzere bir sürü insan büyük bir zenginliği tatmamış iken nasıl oluyor da bu konu hakkında bu kadar emin olabiliyoruz? Sorgulamıyoruz çünkü hazırı seviyoruz her yerde bize beslenen kısa ve akılda kalan anlamsız sloganları seviyoruz. Sorgulasak bile yüzeysel bir şekilde “zengin olunca istediğini elde edersin, istediğini elde edince heyecanlanamazsın, sonuçta duyarsızlaşırsın” iç çözümlemesiyle bir dakikadan kısa bir sürede sonuca varıyoruz. Sorgulamamak insanların hem kolayına gidiyor hem de kendilerine gerçeklikten bağımsız bir şekilde teselli etmelerini sağlıyor, aktörlere ve futbolculara bakıp sahip olduklarına imrenenler onlar aslında mutlu değil diyerek kendilerini teselli ediyorlar. Teyzemin bile magazin izlerken “ünlülerin hayattı aslında çok sıkıcı” demesi sonucu anladım ki insanlar bilinçsizce kendilerini ve birbirlerini kandırarak, yıllardır süregelmiş bağnaz düşünceleri yayarak bilinçsizliği her geçen gün besliyor ve yıkması zor bir hâle getiriyorlar. Toplumdaki bilinçsizlik beraberinde 2 büyük ve yüzlerce küçük sorun getiriyor. Bu büyük sorunlardan bir tanesi bu bilinçsizliğin aynı anda sömürülüp pekiştiriliyor olması. Firmalar reklamlarında ürünlerini değil adeta mutluluğu pazarlıyorlar, meşrubat firmalarının içecekleriyle alakası olmayan “hayat paylaştıkça güzel” gibi alakasız cümlelerle beyinleri ele geçirmesi, yaşlı insanlar ve küçük çocukları kullanarak aile duygusunu sömürmeleri, toplumdaki bilinçsizlikten beslenen kapitalizmin küçük boyutlu bir örneği. Kapitalizm düşünceleri ve fikirleri orijinallikten uzak reklamlar ve sakız falından çıkmış cümlelerle tekdüzeleştirirken de farklı fikirlerin oluşması çok zor bir hâle geliyor. Bu fikirler oluşsa bile bireyler toplumdan dışlanma korkusu ile bu fikirleri paylaşamıyor ve herkes gibi farksızlaşmak, dayatılan saçmalıkların bir parçası olmak zorunda kalıyor. Bunun sonucunda toplumun tekdüzeleştirilmesi orijinalliği ortadan kaldırdığıyla kalmıyor ve farklılığı aşağılar bir hâl alıyor maalesef. İnsanların kişilikleri dışındaki değerler üzerine değerlendirildiği ve sınıflandırıldığı bir toplum ortaya çıkıyor. O zengin, o mutlu değil, bilgisayar mühendisinin yaptığını elektrik elektronik mühendisi de yapıyor gibi anlamsız ağızlara sakız olmuş bir sürü cümle bu tekdüzelikten doğuyor. Bu cümlelerle yapılan muhabbetlerin hepsi önceden binlerce kez yapılmış, insanlar sıradanlaştırılmış ve kategorilere ayrılmış… Bu sisteme karşı çıkmak da bir güvercinle satranç oynamaktan farksız olacaktır, hiçbir şey anlamayan güvercin-sistemin yıkadığı beyin-satranç tahtasına pisleyip şahınızı devirip kazandım diyecektir. Böyle bir ortamda ne yeni bir şey doğabilir ne de insanlar mutlu olabilir. Bu ortamda ancak son tüketim tarihleri gelene kadar ürünü oldukları sistemin raflarında yer kaplayan ürünlerin meydana getirdiği bir market elde edilebilir. Gözlemlerim sonucu anladım ki ulaşılması imkânsız standartların dayatılması, insanların günlük hayatlarında dahi eksik ve yetersiz hissetmelerine neden olup hedeflerinideğiştirmekte; yerleşmiş sistem her bireyi aynı şahıs olmaya iterek toplumda çeşitliliği azaltmakta. Reklamlarda yaratılan standartlar da bu sistemi besleyerek kısır bir döngü haline getirmekte ve yaratıcı düşünceyi yok etmektedir.Böylelikle doğru kabul edilen yanlışlar etrafımızı sarıyor ve farkında olmadan en akıllı kişi bile bu yanlışları sorgulamadan doğru sanabiliyor. Bu da değerli hayatların ve kıymetli fikirlerin harcanmak suretiyle önüne geçilmesi anlamına geliyor ve sistemi yönetenlerden başka hiç kimseye bir fayda sağlamıyor. Kimseye bir faydası olmayan bu saçmalığın, sorgulamaktan mağdur kimselerin farkına varamadığı çok basit bir çözümü var: Aklınızı kullanmak. Ege Özcan
Ceren GÜVEN DÜŞÜNCE DENİZİNDE KAYBOLMAK Titanic benim şu zamana kadar defalarca kez izleyip, bir o kadar daha izleyebileceğim sayılı filmlerdendir. Her izleyişim sanki ilk defa izlemişim gibi etkiler bırakıyor benim üzerimde. Aynı zamanda da kendime sorular soruyor ve kendimi orada ki insanların yerine koymaya çalışıyorum. Filme tekrardan başlamadan önce her defasında şu soruyu soruyorum kendime: Acaba ben o gemide olsaydım kurtulanlardan mı olurdum yoksa kurtulamayanlardan mı ? Her seferinde de cevabım değişiyor diyebilirim. Ayrıca bu denli lüks bir gemide böyle bir kaza olması, bana her zaman hayatta büyük konuşmamak gerektiğini ve herkesin başına her türlü şeyin gelebileceğini bir kez daha hatırlatıyor. Geminin su almaya başlamasından hemen sonra, ben de kendimi o anları yaşıyormuşçasına filme kitlenmiş bir şekilde buluyorum. İnsanların yüzünde ki o korkmuşluk ve çaresizlik ifadesi beni bir adım daha yaklaştırıyor filmin biraz daha içine girmeye. Hemen düşünüyorum, ben o anda korkularımın esiri olup çaresizce beklermiydim yoksa hayatta kalma iç güdülerimi devreye sokup, kurtulmaya yönelik bir şeyler mi bulmaya çalışırdım diye. Gerçekten söylebilirim ki, hiçbir zaman düşüncelerim aynı olmuyor. Mesela, bir seferinde hiç bir şey yapmadan beklerdim diye hayal etmiştim fakat bir seferinde ise o küçük botlara binip, gemiden kurtulmak için her şeyi yaparım demiştim. Şimdi düşünüyorum da bu farklı düşüncelerim benim o an filmi izlerkenki ruh halimle doğrudan bağdaşıyordu. Mesela bir seferinde hayatımın çok zor bir dönemindeydim ve okulumu değiştirmeyi düşünüyordum fakat bu seçeneğin de bana iyi gelmeyeceğinin farkındaydım. Karar vermeden önceki gece filmi izledim ve kesinlikle kurtulan arasında olamayacağımı düşündüm. Bir keresinde ise çok mutlu olduğum bir dönemde filmi izlemeye karar verdim ve tekrar olayı içimde yaşadığımda herkesten önce karaya ulaşabilmiştim düşüncelerimde. Başka bir deyişle o an yorgun veyahut üzgün isem kurtulamayacağımı hayal ediyordum fakat tam tersi duygular barındırdığım zamanlar da ise bir şekilde kendimi kurtulmuş bir halde karada buluyordum. Kısacası, ruh halimin değişkenliği filmde kendimi hangi tarafta gördüğümün en büyük etkenlerinden bir tanesidir diyebilirim. Ben hep büyük konuşmaktan çekinen bir insan olmuşumdur. Çünkü, ne zaman bir şeyi asla yapmam ve bu benim hayatta başıma gelmez dediğim çoğu şeyi yapmış yada yaşamışımdır. Hani böyle bir algı vardır ya, aman büyük konuşmayayım da başıma gelmesin diye, işte tam bu yüzden büyük konuşmaktan da kaçınmaya devam edeceğim. Bu yüzden filmdeki yan karakterlerden bir tanesinin sürekli bu gemiye hiç bir şey olmaz demesi beni her izlediğimde inanılmaz bir derecede rahatsız eder. Hep derim içimden, büyük konuşuyorsun ve kötüyü çağırıyorsun diye. Ayrıca, orada tanışıp aşık olan iki insanın, aşklarını yaşayamadan ayrılmaları da beni her seferinde üzer. Hemen kendimi onların yerine koyarım ve hayatın hiç adil olmadığından, sonlarının böyle olmaması gerektiğinden bahseder dururum. Fakat, ne kadar isyan edersemedeyim de, kaderimizde ne yazılıysa onu yaşayacağımızı bilir, bunu kabullenmeye çalışırım. Sanırım burda Rose karakteri ile kendimi yakından bağdaştırdım. Karakter de aynı benim düşündüğüm gibi sevgilisinin ölmesini engelleyemeyeğini fark edip bir yerden sonra bu durumu kabul etti. Hatta o an filmdeki en çok benzediğim karakterin bu kadın olduğuna emin oldum. Bir nevi yapılacak bir şey kalmadığında olanı kabul etmek benim doğamda var sanırım. Kendimi karakter yerine koyduğumda içimde hissetiğim hüzün ölçülemez derecedeydi ama gerçeklerin de fazlasıyla farkındaydım. Aslında bakılırsa kaderimize doğru giderken geçtiğimiz yollarımızı değiştirebileceğimize inanlardanımdır. Fakat dediğim gibi bilirim ki son her zaman aynı yazılan gibidir ve bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Bu filmi defalarca kez izleyebildiğim için kendimi hep şanslı hissettim çünkü her seferinde farklı düşüncelere sahip olmak benim için gerçekten çok önemliydi. Ayrıca film benim de kendi içimdeki bazı saklı iç güdülerimi dışarı çıkartmama yardım etti ve hatta onları dışarıdan izleyebilme fırsatı verdi bana. Kısacası, ben de orada ki insanlar gibi her şeyin bittiğini düşündüğümde içimden çıkabilecek olan gerçek benliklerimi görebilmiş oldum diyebilirim. Son olarak diyebilirim ki, bazı değiştiremeyeceğim olayları ve gerçekleri kabul edip sindirmek, hayatımı bir nebze de olsa kolaylaştırdığını fark ettim. Kaynakça CAMERON James (Yön.), Titanic, Paramount Pictures (Yap.), 1997.
YANDIM, KÜL OLDUM, BEN OLDUM Meğer o gün hayatımı boydan boya değiştirecek olan bir çift gözmüş gördüğüm. Kapıdan içeri girdiğimde aydınlık mavi bir holde gördüğüm yabancı yüz zamanı durdurdu ama kalbimi çarptırıp anlamsızca heyecana boğdu. En son ne zaman biri beni saniyelik ama çok uzun süren bir duygu yolculuğuna çıkardı hatırlamıyorum bile. O günden sonra o gözler uzun süre üzerimde kaldı ve gün geldi kömür karası gözler gitti, kalbimde sadece karası kaldı. Öyle güzel bakılmaz ki içini görür gibi, saçını okşar, yüreğini öper gibi. Hiç beklemiyordum böyle bir şeyi. Zaten en olmadık şeyler böyle olmadık anlarda olur. Yıllardır kapalıydı kalbim aşk içeren bütün duygulara. Ne oldu şimdi bir anda alacaklı birileri var gibi yumruklanıyor taş kesen yüreğimin kapıları. ‘’ Hiçbir kuşkuya yer vermemek üzere ona bir kez daha bakıyorum. İçimde bir titreşim, dalgalanma, hafif bir çınlama duyuyorum. Dizlerim titriyor. Duruşum bana hiç yakışmaz oluyor birden. Yüzüm, ellerim, bakışım, ne zamandır dik durmak için biriktirdiğim her şey beni bırakıyor. Kendimi yokluyorum, öyle mutluyum ki neredeyse acı duyuyorum. Durulmuşluk ve sakınmayla oluşturduğum ve içinde dinginlikle sakladığım çemberin bu kadar hızlı ve hazırlıksız kırılması çok şaşırtıcı.’’ ( Aral, Aşkın Güzelliği,41). Birden kendime gelip silkeleniyorum ve o bir anlık yolculuktan çıkıp gurumun içerisinde hapsolduğum hayatıma fırlatıyorum kendimi. O ana dair ne varsa hiç olmamış var sayıyorum bir süreliğine. Karşılaşıyoruz sık sık ve dudaklarımızdan dökülen kelimelerimiz yok ama gözlerimizden tutku akıyor. Gözleri üzerimde geziyor ve kalbimi tutmaya çalışıyor. Bağırmak istiyorum, anlatmak istiyorum. Yaralarımdan bahsetmek istiyorum ‘’kanatacaksan aynı yerden sakın gelme! Ölürüm.‘’ demek istiyorum ama bir selamımız bile yok ya içime haykırıyorum. Söyleyeceklerim içimde yankılanıyor kalbimin duvarlarına çarpıp beynime vuruyor. Mantığım çalışmıyor ve ellerini görüyorum birden bana uzanan, ne kadar da güzel elleri var. Uzun parmakları ve bakımlı tırnakları ne kadar da temiz görünüyor. İsmini söylüyor, ben bakakalıyorum dudaklarına, ne kadar yumuşak ve kırmızı görünüyor. Sesi en sevdiğim şarkının melodisi gibi yumuşacık, insanın yüreğine işliyor.‘’ Tehlikeli bir alanda ateş altında geziniyormuşum gibi ürperiyorum. Sonra birdenbire ona bütün acılarımı anlatabileceğimi sanıyorum. Ellerine bakıyorum,uzun parmaklı, iri ellerine. Tarih öncesinde birlikteydim bu ellerle. Birlikte yaşıyorduk. Sonra bir volkanın lavları altında kalıp yok olduk. Ama işte şimdi yeniden doğuyoruz ve ben onu yeniden amansız bir korkuyla ve umutsuzca özlüyorum.’’ ( Aral, Aşkın Güzelliği, 39). O gün ve devam eden günlerde adını hiç koyamadığım ama heyecanından yere göğe sığamadığım bir ‘’şey’’ yaşadım. Evet, evet yaşadığım sadece bir ‘’şey’’di. Adı yok anlamı çok ve ruhumu bağladı. Gitmek istedim, gidemedim. Kalmak istedim, kalamadım. En başında olduğu gibi yüreğim ağzımda bakakaldım serin bir Haziran gecesinde. Sımsıcak kumlardan, karlı tepelere atıldım. Haziran’da çok üşüdüm. Haziran böyle soğuk olmaz ki. Gözleri, hani nerede gözleri? Çekmiş gitmişler. İçimde karası kalmış. Kalbim önceden sadece kırıktı, şimdi ise karanlık ve buz gibi. Canım çok acıyor, gözümden akan yaşım yok ama karalara bulanmış kalbim yana yana kanıyor. Duygularımı, içimdeki o boşluğu yok sayıp yeniden aklımın gerçekliğine ulaşıp yaşamıma dönmek için uzun bir savaş veriyorum. Heyecanım kalmadı ve her şey eskisinden daha sıradan ve nedense o günü hatırladığımda içime gölgeler üşüşüyor. Kalbim buz gibi, kalbim taş gibi. Kalbimdeki soğuk bakışlarımı donuklaştırıyor. Sıcacık bakan gözlerimin üzerine aşkın karası çöktü. Ne baktığımı görüyorum ne de gördüğüme bakıyorum. Keşkelerim karabasan misali tepeme dikildi. Nefes almam gerek, içimdeki karanlığı yenmem gerek. Çaresizce çareler aradım kendime aylar boyunca. Sabah uyanıyorum, zihnimde uzun parmaklı büyük eller dolaşıyor, kulağımda kadife bir ses ismimi söylüyor. Gözlerini görmek istiyorum karası içimde kalmasın, gözüme baksın istiyorum. Gözümü açmaya korkuyorum. Korktuğum başıma geliyor ve sanırım artık deliriyorum. Maskeler takıyorum yürüdüğüm yollarda, mutluluk oyunu oynuyorum ve eve gidiyorum oyun paydos diyor. Dudağımın kenarları yukarıya kıvrıktı az önce, gözümden düşen yaş dudağımın kenarına düşüyor. Kenarıma gözyaşım ağır geliyor. Hem gözümün yaşı hem de dudağımın kenarı düşüyor. ‘’ Mutsuz aşk yoktur; sahip olamadığımıza sahibizdir yalnız. Mutlu aşk yoktur; sahip olduğumuza sahip değilizdir artık.’’( Aral, Aşkın Güzelliği,135).Ve bir gün uyandığımda sadece ben vardım. Ben bugünkü güçlü, mağrur ve yenilmez kadına yana yana dönüştüm. Zamanında kalbimi ve bedenimi yakıp beni küle çeviren kömür gözler. Bugün görülen güçlü ve dağ gibi duruşumun altında yatan madenim oldu. Onu severken öğrendim kendimi sevmeyi ve gözyaşlarım boş yere dökülürken anladım kendi değerimi. Zümrüd-ü Anka kuşuyum ben, yandım kül oldum, aşk ile kavrularak aşkın kendisi oldum. Ağlıyorum aslında gözümün yaşı yok, İçime attım bütün yakarışlarımı, Sitemim dünyadaki üç güne, İsyanım kısa süren sevdaya, İki güvercine benzeyen beyaz ellerimin içi döner semaya, Şikâyetimi taşır bulutlara, Kömür karası gözleri unutamadım halâ. Kaynak: İnci Aral, Aşkın Güzelliği (2019). Kırmızı Kedi Yayınevi MERVE ULUSOY TURK 101-21 21602995
Berrak Müftüoğlu Bakış Açısı Her konuya herkes farklı noktalardan bakar, mesela birimiz bir olayın öznelerine takılı kalırken diğeri yüklemlerle daha çok ilgilenir, bir başkasınınsa umurunda bile olmaz belki o olay. Biz kendi olduğumuz yerden bakarken göremeyiz diğerlerinin gördüklerini ya da bazen görmek istemeyiz kendimizi haksız duruma düşürmemek için. Kendi haklılığımızı düşünmeyi bırakıp başkalarının dünyayı gözlerinden görmeye çalışınca fark ederiz ki bu düşündüğümüzden daha zor bir işmiş. Kendi düşüncelerimizden sıyrılmak da başkalarının seslerine kapımızı açmak da bizim yanlış olduğumuz anlamına geliyor gibi hissederiz, kendi doğruluğumuzu kanıtlamak için kapatırız o kapıları. Aklımızda bizim görüşlerimiz dışındaki en ufak düşünceye yer olmaz. Sizi bilmem ama ben sürekli kendi sözümün yanlışlığını araştırmaya çalışırım, diğerlerinin ne gördüğünü, farkında olmadığım ne olduğunu bulmaya çalışırım. Her zaman kolay bir iş olmuyor tabii ki bu, kendi yanlışını kabullenmek kolay bir iş değil yaratılışımız gereği, yine de bu durumun sadece bizim için değil başkalar içinde geçerliliği olduğunu hatırlamak gerekiyor, kimse elinde onu haklı gösterecek bir kanıt olmadan bir şeyi savunmaya başlamıyor sonuçta. Kitap okumak da bu başkalarının düşüncelerini kabullenmeyi kolaylaştırıyor bence, farklı anlatım şekillerinden farklı karakterlerin hikâyelerini öğreniyoruz kitaplarda. Başka birinin düşüncelerinin içine dalıyoruz, kendi düşüncelerimizin pek bir önemi kalmıyor o evrende. Kitaptaki karakterlerle bütünleşip onlar gibi düşünmeye çalışıyoruz ve biz ne düşünürsek düşünelim kitabın sonu, bizden bağımsız olarak, yazarın düşüncelerine göre şekilleniyor. Suzan Bilgen Özgün’ün Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız kitabı ise farklı bakış açılarının önemini gösteriyor bize bence. Kitapta karakterin de yazarın da ağzından yazılmış öyküler var, hatta bazı öykülerde aynalar, duvarlar, ölüler oluyor anlatıcımız ve onların bakış açısını öğrenmiş oluyoruz. Öykü kitapları çok sarmıyor beni, ben olaya alıştığım anda bitiyor hikâye, bir şeyler eksik kalmış gibi hissediyorum. Yine de bu kitapla olayları farklı gözlerden görmek güzel bir histi. İlk öykü sanırım en çok dikkatimi çekenlerdendi. Dikkatimi çeken şey öyküdeki kadın veya onun hayatı değildi, anlatıcıydı. Ben ilk başta duvarlar anlatıyor sandım ama son kısımdan anladığım kadarıyla duvar değil ayna anlatıyordu hikâyeyi. Duvarların dili olsa da konuşsalar derler ya o söz aklıma geldi ilk önce, sonra kendi odamı düşündüm. Ne yaparsam yapayım sorunlar geçinceye kadar beklediğim sığınağımı, hoşuma gitmeyen olaylardan saklanmak için altına saklandığım yorganımı düşündüm, acaba onlar neler anlatırdı benim hakkımda diye. Eminim ki beni benim anlatacağımdan daha iyi anlatabilir o duvarlar; korkularımı, mutluluklarımı, en saçma anlarımı o duvarlar biliyor sonuçta.Aklımda yer edinen diğer bir öyküyse bakım evinde kalan çocuğun gözünden olandı. Okuldaki toplumsal duyarlılık projelerinde aktif gönüllüyüm ben, orada hangi projede olursa olsun koordinatörler sürekli çocuklara söz vermememiz gerektiği, onların bizi bekleyeceğini, sözlerimizi gerçekleştiremezsek üzüleceklerini hatırlatıyorlar. İlk başta bunun sürekli söylenmesi gereksiz bir durum gelmişti bana, biraz zaman geçince fark ettim ki az bile söyleniyormuş, farkında olmadan ne kadar çok söz verebiliyormuşuz. Zaten o çocuklar öyle bir durumdaki ağzımdan çıkacak en ufak sözü kendi dünyalarında çok farklı anlamlara getirebiliyorlar; onlar o kadar kırılganken onlara tutmayacağımız sözler vermek acımasızca oluyor, dediklerimiz gerçekleşmesini bekliyor o çocuklar. Öyküdeki çocuk da o çocuklardan biriydi belki de hepsiydi. Annesinin gelip onu almasını bekliyor, neden olduğu küçük kazaların bile annesinin onu almayacağı anlamına geldiğini düşünüyordu. Bizim çocuklar da öyle ya, her gittiğimde ailelerinden bahsediyorlar, ben çıkarken benden de “haftaya yine geleceğim” sözünü duymayı bekliyorlar. Öyle bir söz söyleyip gidemezsem de en çok kendilerini suçluyor onlar. Her şey baktığımız yerle alakalı işte. Bir duvarın, bir çocuğun, bir ölünün bile olayları açıklamaları farklı oluyor. Bizse kendi düşüncelerimizin çizdiği sınırın dışından dünyaya bakmayı unutuyoruz. Oysa görüşlerimizin daha iyi anlaşılabilmesi için bizim de bu farklı bakış açılarına dikkat etmemiz gerekiyor, birim söylediğimiz bir kelime başka biri tarafından tamamen farklı anlaşılabiliyor sonuçta. En yakınımızla bile tartışmalar birbirimizi anlayamamamızdan doğuyor zaten. Oysa her şeyin bizim davranışlarımıza kendilerine göre anlamlar yüklediğini kendimize hatırlatsak belki de bu kadar kavga olmaz etrafımızda. Kaynakça Özgün, Suzan Bilgen, Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız, Dedalus, İstanbul:2015
VanGogh’unÖzgürTutsakları GökhanEğri “Ne farkımız var bizim bu tablodaki tutsaklardan?” Cevap oldukça basit: Özgürüz. Çemberler çizerek yürüyen, kafaları önlerine eğik, kendilerine ait bir bilinçten sıyrılmış, insanlıkları ellerinden alınmış bu tutsaklardan farklıyız kesinlikle. Sadece farklı değiliz hatta, üstünüz de aynı zamanda onlardan. Görüşlerimizle, kazançlarımızla, yaptıklarımızla,sevdiklerimizleüstünüz;çünküözgürüzbiz,onlarınaslaolamayacaklarıkadar. “Peki özgür müyüz gerçekten?” Cevaplanma amacını kaybetmiş bir soru bu günümüzde. Bu soruyu tartışmak bile; bir rengin kokusu, bir şarkının tadı kadar anlaşılmaz ve uzak geliyor bize. Belirli bir düzene karşı çıkmak, karşı bir düşüncenin karamsar etkilerini göz önüne sermek için kullanılan bir protesto kalıbı artık bu, gazetelerde okuyup ikinci bir düşünceye değer görmeden üzerine sayfayı çevirdiğimiz bir yardım çağrısı. Çünkü her sorulduğunda, cevabını da kendi içinde taşıyor: “Yeterince özgürüz.” Tüm dünyanın içtenlikle benimsediği bir zıtlık, barış adına yapılan bir savaş kadar ironik. İnsanlığın en acı dramına işaret ediyor belki de, gerçek özgürlüğü düşleyecek kadar özgürolmayışımıza. Gerçekten de sandığımız kadar farklı mıyız tablodaki tutsaklardan? Onların taştan duvarlarını kendi ellerimizle inşa etmiyor muyuz etrafımıza önyargılardan, bencilliklerden özenle yonttuğumuz tuğlalarımızla? Peki ya çemberler çizerek dolaşmıyor muyuz kendimizi üstün olduğuna inandırdığımız düşüncelerimizin peşinden? Yoksa utanmamız gereken yerde gururlanmıyor muyuz olmayan özgürlüğümüzle? En sonunda mutlu olmuyor muyuz duvarlarımızı bulutlarakadaryükselttiğimizde? Ancak bu tabloyla ilgili olarakşu ana kadar anlattıklarımdan başka bir şey daha var burada. Bahsettiğim her şeyden daha önemli bir ayrıntı. Kale duvarları gibi tutsakların üzerine kapanan avludan, kafasını yere eğmiş tutsaklardan, tutsakları gözeten gardiyanlardan, üzerinde yürünmekten parçalanmış yerden daha anlamlı. Anlamlandırılması en az fark edilmesi kadar güç olan, karamsarlığın içindeki iki som beyaz kelebek; arka avlu duvarının üzerinde belirli belirsizikibeyazleke. Benim için tek bir anlamı var bu iki kelebeğin: Umut. Van Gogh’un som beyaz kelebekleri tipik bir karamsarlık portresini;birumutışığına,dahaiyibirgeleceğeduyulanbirgüveninaktarımınadönüştürüyor.Pekibukadarönemli birduygunedenumurasamazcasınatuğlalarınarasınabirsilüetolaraksaklanmış.BelkideVanGogh,umudunancak aranarak, çaba gösterilerek bulunabileceğini anlatmak istiyordu bu kelebekleri saklayarak, belki de sadece küçük etmenlerin bütüne ne kadar anlamlı bir etkide bulunabileceğini göstermek için sadece küçük bir ışık demeti olarak göstermişti tablonun belki de en önemli parçasını. Belki de saklamıştı ki umuda sadece kafasını kaldırıp gökyüzüne bakanlarınerişebileceğinianlayalım. Peki ne oldu Van Gogh’un som beyaz kelebeklerine? İnşa ettiğimiz duvarların tozu altında kirlenip ışıltılarını mı kaybettiler, yoksa koyduğumuz sayısız tuğlanın arasında ezdik mi onları fark etmeden? Kaç kelebek geçti avlu duvarlarımızın içinden, kaç şansımız vardı umuda tutunmak için ve kaçını kaybettik önyargılarımız, ayrımcılıklarımız uğruna? Daha ne kadar kelebek gelecek önümüze bilemiyorum, ancak şundan eminim ki savaşlarımız, göçlerimiz, açlıklarımız devam ettikçe hızlanarak; duvarlarımızı göğe uzatacağız. Bir gün gelecek ki devleştirdiğimiz duvarlarımız birleşerek kubbeleşecek. O zaman Van Gogh’un som beyaz kelebekleri değil, güneş ısığı bile giremeyecek içeri. Duvarlarımızı da uzatamayacağız artık, ancak koyduğumuz tuğlaları parlatacağız, herbirini özenle birer aynaya çevireceğiz ki bize kendimizi göstersin, göstersin ki varlığımızla gururlanalım. İşte o zamanavlumuzunaynadanduvarlarındanyansıyıpgözümüzükamaştırankaranlığımızdakörolacağız. Gogh,V.V.(1890).TutuklularÇemberi[Resim].PuşkinMüzesi,Moskova
Berrin Özcan 21502230 İstanbul ve İki Yüzyıldır Değişmeden Kalan Şeyler On dokuzuncu yüzyıl İstanbul’unun otuz dört mahallesini İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti adlı anlatısında içten ve çarpıcı bir şekilde kaleme alıyor Hagop Baronyan. Yalnızca İstanbul’un mahallelerini değil, burada yaşayan insanları, kendi halkını ve İstanbul’un belki de birçok kişi tarafından bilinmeyen yönlerini açığa çıkarıyor yazar. Hagop Baronyan, şehre ait gözlemleriyle hem geçmişteki İstanbul’u kafamızda canlandırmamıza hem de insanların yaşam tarzlarını anlamamıza yardımcı oluyor. İlginç tespitleri, eleştirel unsurları ve mizahi yönüyle zaman geçirmek ve on dokuzuncu yüzyıl İstanbul’unu yakından tanımak için herkesin okuması gereken çok güzel bir gezi yazısı İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti. Gitmek için herhangi bir sebebimin olmaması ya da şanssızlığım nedeniyle yolumun hiç düşmediği ancak birçok insanın dilinden düşürmediği İstanbul’u çok güzel anlatan bu eser, bana ilham verdi diyebilirim. Her ne kadar iki yüz yıl öncesinin mahallelerinde gezintiye çıkmış olsa da insanlar arasındaki anlaşmazlık, yozlaşma ve adaletsizliği çok güzel gözlemlemesiyle beni etkileyen bir eser oldu İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti. Bir gezi yazısından çok daha fazlasını içinde barındırması, örneğin eleştirel ve mizahi bir üslupla insanları çok güzel bir şekilde gözlemlemiş olması hem sarsıcı hem de gerçekçi bulduğum yönüydü bu anlatının. İnsanların yaşantısı geçmişte ve günümüzde çok farklı olsa da aramızda bir türlü gerçekleştiremediğimiz uzlaşmayı ve her fırsatta farklı şekillerde karşımıza çıkan toplumsal çatışmayı ele alan eser, bana da gerçekten geçmişten geriye kalan şeylerin başında bu çekişmenin olduğunu düşündürdü. Aynı zamanda, günümüze dek değişmeden gelen şeylerden diğerlerinin de fakir ve zengin arasındaki uçurum ve adaletsizlik olduğunu bir kez daha bana hatırlattı bu eser. Tüm bunları mizah ve hicvi bir araya getirip anlatarak kendi kendime soru sorup ardından cevaplarını aramaya teşvik etti diyebilirim. Hiç bilmediğim bir kültürün, yaşantının ve toplumun sorunları hakkında da fikir yürütmemeyardımcı olan İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti, her bir adımda farklı bir öyküye mekân olan İstanbul hakkında benim için son derece aydınlatıcı oldu. Söylediğim gibi, daha önce gitmeye fırsat bulamadığım İstanbul’u, bu eseri okuduktan sonra gözümde canlandırdığımda geçmişteki ve günümüzdeki halinin her ikisi de bana bir şekilde ürkütücü geliyor. Şu anda da büyük bir şehirde yaşamama rağmen İstanbul gibi daha büyük bir şehirde insanların, duyguların ve şehrin yapaylığına, yalnızlığına ve samimiyetsizliğine daha sık rastlayacak olmak beni endişelendiriyor. Yazarın kitapta bahsettiği gibi yaklaşık iki yüz yıl öncesinden rengini ve soluğunu kaybetmiş ve yozlaşmış bir İstanbul ile karşılaşmak beni her zamankinden biraz daha düşündürüyor bu eserden sonra. İnsanların giderek sorgulamak ve kendisine soru sorulmasını istemeyerek yaşamını devam ettirmek istediği bir dünyada her ülkede, her şehir ve sokakta adaletsizlik, yozlaşma ve çatışma var aslında. Bu olayın bir örneğini okuduğumuz bu gezi yazısında olduğu gibi İstanbul da bunlardan sadece bir tanesi. Bu sebeple bence, sorulması gereken soru da şehirlerin neden böyle olduğu değil, insanların niçin bu hale geldiği olmalı. İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti de bende bu farkındalığın oluşmasına katkıda bulundu. Hem yergi hem de güldürüyü bir araya getirerek yazarın İstanbul’unu ve önemli tespit ve gözlemlerini bize sunan İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti, şehrin duyulmamış yönlerini çok güzel anlatan bir eser. Geçmişi yorumlamak ve bugünün yaşantısıyla ilişkilendirmek için okunması gereken yararlı, gerçekçi ve çok iyi bir yapıt. Hagop Baronyan, insanı ve şehri birlikte ele alarak okuyucuyu hem eğlendiriyor hem de keskin gözlemleriyle bizlere düşünmeye giden yolda ışık tutuyor. Kaynakça Baronyan, H. (2014). İstanbul Mahallerinde Bir Gezinti. İstanbul: Can Sanat Yayınları.
Yase(cid:373)i(cid:374) Ay(cid:271)üke Öğüt Eksik Kalan Yapboz Parçası Baze(cid:374) (cid:271)ir (cid:271)oşluğa düşer i(cid:374)sa(cid:374). Deri(cid:374) (cid:271)ir kuyuya hapsol(cid:373)uş gi(cid:271)i... Ya da (cid:271)ir hiçliği(cid:374) ortası(cid:374)da gi(cid:271)i... A(cid:373)a aslı(cid:374)da hiç(cid:271)ir şey (cid:271)e(cid:374)ze(cid:373)ez o (cid:271)oşluğa (cid:448)e o(cid:374)u(cid:374) sa(cid:374)a hissettirdikleri(cid:374)e. O (cid:271)oşluğu(cid:374) (cid:271)ir sürü kur(cid:271)a(cid:374)ı ol(cid:373)uştur. O (cid:271)oşluğu(cid:374) aza(cid:271)ı(cid:374)ı çoğu kişi çek(cid:373)iştir. Stefa(cid:374) Z(cid:449)eig da Olağanüstü Bir Gece adlı kita(cid:271)ı(cid:374)da (cid:271)u kur(cid:271)a(cid:374)larda(cid:374) (cid:271)iri(cid:374)i (cid:448)e o kişi(cid:374)i(cid:374) içi(cid:374)i döküşü(cid:374)ü a(cid:374)lat(cid:373)ıştır. Daha (cid:271)elki (cid:271)a(cid:373)(cid:271)aşka ko(cid:374)ular (cid:448)ar (cid:271)u kitapta a(cid:373)a kitapta (cid:271)e(cid:374)i ke(cid:374)di(cid:374)e çeke(cid:374) ada(cid:373)ı(cid:374) içi(cid:374)deki (cid:271)oşluk oldu. Çü(cid:374)kü (cid:271)a(cid:374)a (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) (cid:271)oşluğu(cid:373)u (cid:448)e o (cid:271)oşluğa ola(cid:374) duyarsızlığı(cid:373)ı hatırlattı. Varoluşu(cid:373)la yokoluşu(cid:373)u... Bu (cid:271)oşluk i(cid:374)sa(cid:374)ı (cid:448)arke(cid:374) yok eder. Bir (cid:271)aşka deyişle yaşaya(cid:374) ölü hali(cid:374)e getirir. İ(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) bütün hayallerini ve ümitlerini soldurur ve insanda bir duyarsızlık hali oluşturur. Hiç(cid:271)ir şeyi tak(cid:373)az olursu(cid:374). Ö(cid:374)(cid:272)ede(cid:374) sa(cid:374)a ze(cid:448)k (cid:448)ere(cid:374), güzel gele(cid:374) her şey sa(cid:374)a Nokia 33(cid:1005)(cid:1004)’a yapıla(cid:374) koru(cid:373)a kılıfı gi(cid:271)i (cid:373)a(cid:374)asız (cid:448)e gereksiz gözük(cid:373)eye (cid:271)aşlar. Hiç(cid:271)ir şeyi a(cid:374)la(cid:373)la(cid:374)dıra(cid:373)azsı(cid:374). Git gide daha da duyarsızlaşırsı(cid:374) hayata. Peki, (cid:271)u (cid:374)ede(cid:374) olur? Maalesef ki (cid:271)u(cid:374)u(cid:374) da (cid:272)e(cid:448)a(cid:271)ı(cid:374)ı (cid:271)ula(cid:373)azsı(cid:374). A(cid:374)sızı(cid:374) gelir, kapı(cid:374)ı çalar. Arsız (cid:271)ir (cid:373)isafir gi(cid:271)i de hiç sa(cid:374)a sor(cid:373)ada(cid:374) e(cid:448)i(cid:374)e dalar. Se(cid:374) daha (cid:374)e olduğu(cid:374)u a(cid:374)la(cid:373)ada(cid:374) (cid:271)ütü(cid:374) hayatı(cid:374) siyah (cid:448)e (cid:271)eyaza (cid:271)ürü(cid:374)ür. Se(cid:374) ola(cid:374)ları(cid:374) farkı(cid:374)a (cid:448)ardığı(cid:374)da ise iş işte(cid:374) geç(cid:373)iştir. O a(cid:374) sa(cid:374)a sade(cid:272)e (cid:272)e(cid:448)a(cid:271)ı (cid:271)ulu(cid:374)(cid:373)aya(cid:374) sorular sor(cid:373)ak düşer. Bu (cid:272)e(cid:448)apsız soruları(cid:374) ardı(cid:374)da(cid:374) da hayatı(cid:374)ı(cid:374) a(cid:374)la(cid:373)ı(cid:374)ı ara(cid:373)aya (cid:271)aşlarsı(cid:374). El(cid:271)et (cid:271)ir yerlerde hayatı(cid:374)ı a(cid:374)la(cid:373)la(cid:374)dıra(cid:272)ak şeyleri (cid:271)ula(cid:374)lar (cid:448)ardır. A(cid:373)a (cid:271)a(cid:374)a kalırsa (cid:271)u kişileri(cid:374) sayısı (cid:271)ir eli(cid:373)i(cid:374) par(cid:373)ağı(cid:374)ı geç(cid:373)ez. Çü(cid:374)kü (cid:271)u (cid:271)oşluğu(cid:374) özelliği (cid:271)u. Se(cid:374)i soru işaretleriyle (cid:271)ırak(cid:373)ak... Dışarıda(cid:374) (cid:271)aka(cid:374) (cid:271)ir i(cid:374)sa(cid:374) sa(cid:374)a (cid:271)u ruh hali(cid:374)de(cid:374) kurtul(cid:373)ak içi(cid:374) ça(cid:271)ala(cid:373)a(cid:374)ı ta(cid:448)siye eder (cid:271)ir de. Sa(cid:374)ki se(cid:374) (cid:271)il(cid:373)iyor(cid:373)uşsu(cid:374), (cid:271)u(cid:374)u hiç düşü(cid:374)(cid:373)e(cid:373)işsi(cid:374) gi(cid:271)i. O i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) içi(cid:374)i ke(cid:373)ire(cid:374) (cid:271)oşluğu(cid:374) yarattığı duyarsızlıkla (cid:373)aalesef (cid:373)ü(cid:272)adele de ede(cid:373)ezsi(cid:374). Ke(cid:374)di(cid:374)i hayatı(cid:374) akışı(cid:374)a (cid:271)ırak(cid:373)akta(cid:374) (cid:271)aşka çare(cid:374) kal(cid:373)az. Belki de çok a(cid:271)artılı oldu (cid:271)u(cid:374)lar a(cid:373)a i(cid:374)sa(cid:374) de(cid:374)eyi(cid:373)leyi(cid:374)(cid:272)e daha deri(cid:374)de(cid:374) hissediyor (cid:448)e kelimelere ancak böyle dökebiliyor. Herkesi(cid:374) de(cid:374)eyi(cid:373)i farklıdır ta(cid:271)ii. Mesela kita(cid:271)ı(cid:374) (cid:271)aşkahra(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) de(cid:374)eyi(cid:373)iyle (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) de(cid:374)eyi(cid:373)i(cid:373) (cid:374)e yö(cid:374)de(cid:374) (cid:271)akarsa(cid:374) (cid:271)ak farklı. A(cid:373)a i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) e(cid:373)pati kur(cid:373)ası (cid:448)eya (cid:271)ir şeyleri hatırla(cid:373)ası içi(cid:374) e(cid:374) ufak (cid:271)ir (cid:271)e(cid:374)zerlik (cid:271)ile yeter (cid:271)e(cid:374)(cid:272)e. Çü(cid:374)kü i(cid:374)sa(cid:374) hep dert yoldaşı arar kendine. O yüzden en ufak benzerlikte atlar hemen. Bende de öyle oldu işte. Kahra(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) (cid:271)oşluğu(cid:374)u ke(cid:374)di (cid:271)oşluğu(cid:373)la doldurdu(cid:373). Şu a(cid:374) ta(cid:373) da (cid:271)u (cid:271)oşlukta(cid:374) (cid:373)uzdaripke(cid:374) (cid:271)u kita(cid:271)ı oku(cid:373)ak derdi(cid:373)i hafifletti de diye(cid:271)iliriz. (cid:862)Dert paylaştıkça azalır.(cid:863) derler so(cid:374)uçta. A(cid:373)a (cid:271)u (cid:271)oşluğu gider(cid:373)eye yet(cid:373)ez ta(cid:271)ii. İçi(cid:374)izdeki karadeliği kapat(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) yolları(cid:374)ı da göster(cid:373)ez. Sade(cid:272)e size (cid:862)Hiç yokta(cid:374) iyidir.(cid:863) dedirtip içi(cid:374)izi ferahlat(cid:373)aya yardı(cid:373)(cid:272)ı olur. O deliği kapat(cid:373)ak (cid:271)izi(cid:373) eli(cid:373)izdedir çü(cid:374)kü. Eski tatlarda(cid:374) haz ala(cid:373)ıyorsak ye(cid:374)ileriyle değiştir(cid:373)eliyiz (cid:271)elki de. Her za(cid:373)a(cid:374) ye(cid:374)iliklere açık (cid:271)iri olarak e(cid:374) (cid:373)a(cid:374)tıklı çözü(cid:373) yolu(cid:374)u(cid:374) (cid:271)u olduğu(cid:374)u düşü(cid:374)(cid:373)ekteyi(cid:373). Duyarsızlığı(cid:373)ız (cid:271)elki de doyu(cid:373)suzluğu(cid:373)uzda(cid:374)dır. Bu(cid:374)u gider(cid:373)e(cid:374)i(cid:374) tek yolu ise lezzet a(cid:448)ı(cid:374)a çık(cid:373)aktır. Baze(cid:374) (cid:374)e kadar çok şeye sahip olursa olsu(cid:374), (cid:271)ir ya(cid:374)ı hep eksik kalır i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374). O eksikliği de (cid:374)e ile gidere(cid:272)eği(cid:374)i (cid:271)ile(cid:373)ezsi(cid:374). Bu duru(cid:373) (cid:271)ul(cid:373)a(cid:272)ada (cid:271)ildiği(cid:374)i sa(cid:374)dığı(cid:374) keli(cid:373)e(cid:374)i(cid:374) kutu(cid:272)uklara uy(cid:373)a(cid:373)ası gi(cid:271)idir. Neyi koy(cid:373)aya çalısırsa(cid:374) çalış o (cid:271)oşluğu kapata(cid:373)azsı(cid:374). He(cid:373) (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) he(cid:373) de (cid:271)aşkahra(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) yaşadığı duru(cid:373) da ta(cid:373) (cid:271)u işte. Ö(cid:374)e(cid:373)li ola(cid:374) dert yakı(cid:374)(cid:373)ak (cid:448)eya (cid:271)ir (cid:373)u(cid:272)ize ol(cid:373)ası(cid:374)ı (cid:271)ekle(cid:373)ek yeri(cid:374)e geç(cid:373)işe (cid:448)eda edip gele(cid:272)eğe (cid:271)ak(cid:373)aktır. Çü(cid:374)kü (cid:271)elli ki geç(cid:373)iştekileri(cid:374) sa(cid:374)a artık (cid:271)ir faydası yok. Ye(cid:374)ileri lazı(cid:373) sa(cid:374)a. Her ye(cid:374)i de uy(cid:373)aya(cid:271)ilir a(cid:373)a o (cid:271)oşluğa. Tek yap(cid:373)a(cid:374) gereke(cid:374) o pa(cid:271)u(cid:272)u(cid:374) sahi(cid:271)i(cid:374)i (cid:271)ul(cid:373)ak. Eğer se(cid:374) de külkedi(cid:374)i (cid:271)ulursa(cid:374), hayatı(cid:374)ı(cid:374) re(cid:374)kleri(cid:374)i geri kaza(cid:374)(cid:373)ışsı(cid:374) de(cid:373)ektir.
BENLİĞİMİZİ KEŞFETMEK Özgürlüğünüzün, hayatınızın kontrolünün başkalarının elinde olduğunu düşündüğünüz oldu mu? Birçok canlının aksine, insan doğduğu andan itibaren birilerine muhtaç olarak yaşamaya başlar. Henüz yeni doğmuş bir bebekken beslenebilmek, sevgiyi hissetmek, yaşamsal faaliyetlerimizi sağlayabilmek için ebeveynlerimize bağımlıyızdır. Fakat zaman geçtikçe bu bağımlılığımız azalmaya başlar, örneğin ilkokul çağına gelmiş bir çocukken yemeğimizi kendimiz yiyebilmeye başlarız, eylemlerimizin birçoğunu kendimiz gerçekleştirebiliriz, fakat bir noktada hala ailemize bağımlıyızdır. Ailemize, ebeveynlerimize olan bağımlılığımız zaman geçtikçe azalır ve bir gün ortadan kaybolur. Artık onlara bağımlı değilizdir fakat insan doğası gereği kendini bir şeylere veya birilerine bağlı hissetmek ister. İşte tamda bu noktada Jorge Bucay ‘Kendine Giden Yol’ adlı kitabında sağlıksız bir biçimde kendimizi çevremizdeki insanlara, onların ilgisine veya sevgisine bağımlı hale getirmek yerine kendimizi keşfederek ‘kendine bağımlı’ olma olgusunu benimsemekten bahsediyor. Jorge Bucay kitabında kendine bağımlı olma olgusunu farklı örneklerle açıklıyor. Bu örneklerden bir tanesinde insanın verdiği kararlarda, seçtiği yollarda kendine bağımlı olması ve bu sayede seçimlerinin sorumluluğunu üstlenebilmesinden bahsediyor. Yaşadığım bu hayatın bana ait olduğunun ve bir birey olduğumun farkına vardığım günden beri kendimi geliştirmek, kendimi keşfetmek için çabalıyorum ve bu kitabı okurken kendine bağımlılık olgusuna sahip olduğumu fakat bazı noktalarda bunu yanlış şekilde yönettiğimi fark ettim. Kitapta şöyle bir cümle geçiyor ‘Eğer kendimi eleştirel bir bakış açısından aramaya başlarsam, kendimi asla tanıyamam.’ , ve işte bu cümle tam olarak benim yaptığım yanlıştan bahsediyor. Hayatım boyunca attığım her adımın sorumluluğunu üstlenmeyi bildim, yaşadıklarımla ilgili kendimden başka kimseyi sorumlu tutmadım fakat yaptığım en ufak hatada kendimi gereğinden fazla cezalandırdım. Yaptığımın hata olduğunu fark ettiğim anda kendimi aşağıladım, kimi zaman salak olduğumu düşündüm, ‘Nasıl başaramadın?’ , ‘Nasıl böyle bir hata yapabildin?’ gibi sorularla köşeye sıkıştırdım kendimi. Bu kitabı okurken fark ettim ki hatalarımın sorumluluğunu üstlenebiliyorum bu oldukça iyi bir şey ve eğer yaptığım bu hatalar karşısında daha kabullenici, daha yumuşak bir tavırla durabilirsem işte o zaman kendimi keşfetmem ve hayatımı kontrol etmem çok daha kolay olabilir. Kitaptaki etkileyici bir diğer örnekte ise aslında her yıl yeni bir yaşa sahip olsak bile, benliğimizin değişmediğinden bahsediyor Jorge Bucay. Bir diğerinin aksine kitaptaki bu örneği okurken tam olarak kendi doğrularımla, inandıklarımla karşılaştım. Her yıl bir yeni yaşa adım atıyor olsak da geçmişteki benliğimizi, bizi biz yapan korkularımızı, mutluluklarımızı, deneyimlerimizi, anılarımızı geride bırakmıyoruz. Yeni yaşımızda onlara bir yenilerini ekliyor ve kendimize keşfedecek yeni benlikler katıyoruz. Aklınıza şöyle bir soru geliyor olabilir ‘Madem geçmişimizi beraberimizde yeni yaşımıza taşıyoruz o halde nasıl bağımsız olabiliriz, nihayetinde içimizdeki çocuk ancak birilerine bağımlı olarak yaşayabiliyor.’ Evet, haklısınız ve işte tam olarak bu nokta Jorge Bucay’e tam anlamıyla katıldığım nokta.İçimizdeki o çocuk yine içimizdeki yetişkin bize bağımlı olarak yaşamaya başlıyor, bu sayede tam olarak ‘kendine bağımlılık’ olgusunda yaşıyoruz. Ne içimizdeki çocuğu kaybediyoruz ne de onu başkalarına bağımlı halde bırakıyoruz. Bana sorarsanız insan işte tam olarak o zaman gerçekten kendini buluyor, çünkü düşünsenize doğduğunuz günden beri sizi siz yapan şeyler hala sizinle, hala içinizde o saf ve temiz duygulara sahip çocuk yaşayabiliyor çünkü siz onun ihtiyacı olan bağlılığı ona yine kendiniz veriyorsunuz. Öte yandan artık olgun bir birey haline geliyorsunuz, düşünebiliyor mantığınızı kullanabiliyorsunuz. Ve kendinize bağımlılığınızın sonucunda insanları ve kendinizi o tertemiz, çocukça duygularınızla seviyor; bir yandan da mantığınızı, olgunluğunuzu ve tecrübelerinizi kullanarak karar verebiliyor, seçim yapabiliyor ve en önemlisi tüm bunların sorumluluğunu alabiliyorsunuz. İşte bu yüzden ben insanların sevgisine, düşüncelerine bağımlı yaşamaktansa kendime bağımlı, kendi kararlarını verebilen, kendini sınırlarını çizebilen, içindeki çocuğu ve sınırsız sevgiyi kaybetmeyen bir birey olarak yaşamayı seçiyorum. Bu yolda kendimi keşfediyor ve keşfetmeye devam etmek istiyorum.Kaynakça: Bucay, Jorge. Kendine Giden Yol (2015)
Abdurrahman Soyoğlu 21401487 TURK102 - 8 NE KADAR ÖZGÜRÜZ? Hayat bizi nereye sürüklüyor? Kendi seçimlerimizi kendimiz mi yapıyoruz yaşayıp giderken? İnsan, en meşhur cümleleri süsleyen “özgürlük” duygusunu gerçekten de tadabilecek midir bu dünyada? Hemen her birey, gelecek ile ilgili planlar yapıp onların peşinden koşmak ile meşgul. Kariyer hedefleri, bir üniversite öğrencisinin gündemini en çok meşgul eden konuların başında geliyor. Bu yaşlarda olan neredeyse her öğrenci, iyi bir iş peşinde koşuşturuyor. Bunun yanında bu topluluğun büyük çoğunluğu, “mutluluk” yerine “para, makam” vb. olguları ön planda tutarak tercih yapmakta. Hal böyle olunca da gösterişli gökdelenlerdeki bir şirketten önemli bir pozisyon kapmak, meşhur iş yerlerinden manzaralı bir odada çalışmak gibi hayaller, hedeflerin başında geliyor. Peki, kaçımız hayalini kurduğumuz yaşamın bizi mutlu edip etmeyeceği üzerine kafa yorduk? Gelecek planları yaparken en çok da bu nokta üzerine eğilmek gerektiğini düşünmekteyim. O şekilde de mutlu olabileceğimiz yönünde kendimizi şimdiden ikna etmek, sorun çözmekten çok dönüşü bir hayli zor olan bir yola kapı aralamaktadır. Kim bilir, belki de içimizden bazıları böyle gösterişli ve bir o kadar da yoğun bir hayattan ziyade sade ama kendine daha çok vakit ayırabileceği bir hayatı tercih edecektir. Belki de onlar “horoz sesiyle uyanmak için para vermek” dahi isteyebilirler ve bu türden hayalleri olanlar için ise şimdilerde popüler olan hedefler yerine daha mutlu olacakları bu yolu tercih etmek daha isabetli olacaktır (Caymaz 47). Yaşamını şekillendirebilme açısından tercih hakkına sahip insanlar için durum bu şekildeyken, hayatlarını devam ettirebilmek için önlerinde tek yol bulunan bireyler için ne demeli? Onlar, kendileri ile birlikte bakmakla yükümlü oldukları ailelerinin geçimlerini sağlamak için onca zahmete katlanmak zorunda kalıyorlar. İşte bu gruptaki insanların büyük çoğunluğunu ise madenciler oluşturuyor. Evet, Soma’dan, Ermenek’ten, Karadeniz Ereğli’den söz ediyorum. Birçok insana iş kapısı her biri… Çalışanların neredeyse tamamı ise asgari yaşam koşullarına sahip ve asgari ücret ile aile geçindirmeye çalışıyorlar. Her ne kadar madencilik mesleği zor ve kir içinde olsa da çalışanların alın teriyle temizleniyor o ocaklar. Çalışanların hayallerini süsleyen meslek miydi peki madencilik? Onlar gerçekten “özgür” müydü bu hayatı tercih ederken? Hele her birinin o kadar temiz bir kalbe sahip olduğunu duyup okudukça dünyanın ne kadar adaletsiz bir yer olduğunu düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Bir işçi düşünün ki facia sonrası enkaz altından kurtarılsın ve ambulansa binerken “Çizmelerimi çıkarayım mı, kirlenmesin sedye…” cümlesini kurabilsin (Caymaz 115). Bu ülke birçok maden faciası atlattı şimdiye kadar. “Atlatmak” demişken kim atlattı sahiden bu üzüntüyü, felaketi? “Bu işi 301’de kapatırız.” Cümlesini rahatlıkla kurabilen devlet büyükleri mi, yoksa sadece açıklamalara yansıyan “Hepimizin başı sağ olsun.” benzeri sözleri kullanmaktan geri durmayan 80 milyona yakın Türk halkı mı? İçi su dolmuş maden ocağı enkazı başında beklerken “Benim oğlum yüzme bilmezdi.” feryadı ile yüreklerimiz dağlayan o gözü yaşlı teyze ile kendimizi bir tutamayız galiba. Evet, bu ülkenin evlatları olarak hepimiz yas tuttuk o günlerde ama o acıyı en yakından hissedenlerin acıları hala tazeyken biz çoktan unuttuk o madencileri. Türkiye şartlarında bu derece tehlikeli olan bir mesleği kim, neden “özgür” olarak seçer?Kısacası, Onur Caymaz’ın “Herkes Yalnız” adlı hikaye kitabındaki iki hikaye, beni insanların hayat tarzını seçme özgürlüğü üzerine derin düşüncelere yönlendirdi. Bir tarafta yığınların beğenisinin esiri olmuş insanların sahip olmadığı özgürlük, diğer yanda ise kendilerini bir yöne yönlendiren hayatı yaşamak zorunluğu ile kaybedilen özgürlük…
Kazansak da kaybetsek de... Haruki Murakami Ne demiş Murakami: “Nedendir bilmem, eskiden beri bir başkasına üstün gelmek ya da yenilmek pek umurumda olmadı. Bu özelliğim bir yetişkin olduktan sonra da değişmedi. Hangi konuda olursa olsun bir başkasını yenmeyi ya da ona karşı yenilmeyi kafama takmam.” (32) Bu kısım benim gibi kendini „avutanların‟ ilgisini çekiyor olmalı ki yenilmeyi pek de kayda almayıp eksikliklerimin üstünü örtebileyim. Küçükken sokakta oyunlar oynardık. Bu oyunları oynarken çoğumuzda kazanma gibi bir hırs yoktu. Oyundan keyif alıyorduk ve başka da önemli bir şey yoktu. Elbette kazanmak için hırs yapanlar da vardı. Bu insanlar bana hep anormal gelmiştir. Neden Murakami gibi olamıyordu herkes? Bu kadar önemli olan şey neydi? Zamanla bu hırs yapan çocukları yendiğimiz olurdu. Yenmenin verdiği hazzı çok doğru bulmuyordum. İçimi haz yerine üzüntü kaplıyordu çünkü yenmeyi, kazanmayı çok istiyorlardı. Oyunun sonunda bu hırs, çocukların yüzünde yerini öfke, kırgınlık ve nefretebırakmıştı. Bunu yüzlerinde okuyabiliyordum. İçten içe kazanamadıkları için kendilerini yiyorlardı. Halbuki benim umrumda değildi. Ortada ciddi bir şey yoktu. Kaybeden taraf ile dalga geçilir ve herkes evinin yolunu tutardı. Bu hırslı insanların bazıları yakın çevremde yer alıyor ve onların beni „yenmelerine‟izin veriyorum diyebilirim. Keşke bu hırslarından vazgeçseler de yalan söylemem ve böyle yollara başvurmam gerekmese. „Senin şimdi hiç hırsın yok mu?‟ sorusunu alıyorum. Hiç hırsım olmadığını söylediğimde ise şaşkın bakışlarla birlikte bunun doğru bir şey olmadığını ima eden kelimeler duyuyorum. Hırs olmadan başarı olmazmış. Tembeller hep hırsı olmayanlardan oluşurmuş. Başarı denince akla yazarlık da geliyor. “Ödül dediğimiz şey, ister akademik olsun ister Nobel Edebiyat Ödülü, değerlendirme kriterlerinin sayısal değerlere dayandıklarını bir kenara bırakırsak, objektif hiçbir dayanağı olmayan bir şeydir” (50-51) Aldığım soruda geçen başarı da aynı hırs gibi subjektifti. Kime göre neye göre başarılıydı. Başarı bir ödül mü kazanmaktı yoksa yüksek konumlara gelip çok para mı kazanmaktı? İkisi de olduğunu sanmıyorum ki bunları yapmak için „gereken hırs‟ bende yoktu. Bir gün Nobel Edebiyat Ödülü`nü kazanmış olsam hayatımda büyük gelişmeler ve değişiklikler olacağını düşünmüyorum. Dünyanın geleceğine ve başka insanların hayatlarına da bir etkisi olmayacaktır. Peki durum böyle ise neden bunlar başarı olarak sayılıyor? Bu durumdan Murakami sıklıkla yakınıyor. Murakami`ye göre “roman yazmak zor bir iş değildir.” (15) Madem zor değil neden yazmıyorsun dediğinizi duyar gibiyim. Bu konuda denemelerim de oldu elbette ancak „ringde kalmak‟ göründüğü kadar kolay değil. Hırslı olmayan birey iyi yazılar çıkaramaz diye düşünüyor olabilirsiniz ancak burada yenen ve yenilen ortadan kalkıyor ve yazar kendisiyle başbaşa kalıyor. Burada hırs ile kendini yiyip bitirmek yerine kendi kafamın içinde bir dünya kurabilmenin daha önemli olduğunu anlıyorum yazarlığı meslek olarak yapabilmek için.Kitapları bir kar küresine benzetiyorum. İçlerinde hapsolmuş ya da muhafaza edilmek istenen bir şey var. Sanki bir ruh kapanı gibi. Kitapların aslında ruhu yok. Kitabın yazarı , ruhunun bir parçasını sayfaların arasına saklamış ve okurlarının bunu görmesini heyecanla bekliyor. Hepimizin dünyasında sıradışı şeyler oluyor ve biz bunlar normalmiş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Kafamda tasarladığım şeyler üzerine saatlerce kafa patlatsam da diyorum ki: bunlar sıradan şeyler, kimsenin ilgisini çekmez ki. Böylece hiçbir şey olmamış gibi geçiştiriyorum. Bunlar benim aklımdan geçenler.Bazılarının kafasından sahte samimilikler ve yapmacık gülüşler geçiyor. Bazılarınınkinden ise „hiçbir şey umrumda değil, dünya da yansa aklımdakini yapıyorum‟ geçiyor. Kaybedenler kulübüne yazılacaksam başkan olmak için aday bile olabilirim. Sonuçta iş, kazanmak ya da kaybetmek değil roman yazabilmek için. Yazar, romanını yazarken birileriyle mücadele etmiyor, başkalarına rakip olmuyor. Yapmak istediği tek şey kendi iç dünyasını okurlarına aktarabilmek. “Peki nasıl yazar olunur” soruma da Murakami sayesinde cevap buluyorum. Yazar olma hayali artık o kadar da uzak değil benim için. Ben de belki bir gün kendi dünyamı anlattığım romanımda hırslı insanlar tarafından yargılanıp başarısız olarak yansıtıldığım bir manzara görmek istemem. Hayatta olduğu gibi yazarlıkta da insanlar kazananlar ve kaybedenler olarak ayrıştırıldıkça insanların bana neden uzaylı gibi baktıklarını anlıyorum. Hırsı olmayan insanların başarısız, hırslı olmamanın anormal olarak görüldüğü bu dünyada kazansam da kaybetsem de yazmaya başlamam gerektiği gerçeğiyle yüzleşiyorum. Ancak o zaman bir „yazar‟ olabilirim. KAYNAKÇA Murakami, Haruki. Mesleğim Yazarlık. Çev. Ali Volkan Erdemir. İstanbul: Doğan Kitap, 2019. 1. Baskı.
GELECEĞİ SEÇMEK Olasılıksız romanını ilk defa bundan iki yıl önce okumuştum. Geçenlerde tekrar elime aldım ve iki gün içerisinde bir solukta okudum. Dürüst olmak gerekirse roman okumayı çok seven biri değilim. Genelde kitabın yarısına gelmeden sıkılırım ve okumayı bırakırım. Ama Olasılıksız kesinlikle istisnalardan biri…Okumayı bitirdiğimde bittiği için üzüldüğüm romanlar arasında Olasılıksız... Bu kitaba olan merakım ilk defa bir öğretmenimin övgüyle bahsetmesinden sonra oluştu. İnternetten de roman ile ilgili bazı forum sitelerinden araştırmalar yaptım ve sonra okuma kararı aldım. Kitabın ortalarına doğru içten içe yazara hayran olmaya başlamıştım çünkü kitaptaki fikirler gerçekten olağanüstüydü ve beni başka evrenlere götürmüştü. Yazarın İstatistik profesörü olduğunu duyduğumda hem şaşırdım hem de böylesine dahiyane bir kurgunun ancak bu konuya böylesine hakim birinin yazabileceğini düşündüm. Özellikle determinizm ve olasılık üstüne bildiği her türlü akademik bilgiyi , Adam Fawer , hikaye ve olay kurgusuna çok iyi aktarmış. Açıkçası romana ilk başladığım zaman ilk sayfalar bana çok anlamsız gelmişti. Kitabın konusunu bile çözememiştim ve sonra bir süre kitap odamdaki rafta kaldı. Boş bir zaman bulduğumda tekrar okumaya başladım ve kendimi durduramadım. İnternette okumayı sakın bırakmayın, ilerledikçe ne kadar tat aldığınızı göreceksiniz yazıyordu ve tam olarak ne denilmek istenildiğini o zaman anladım. Zaten ertesi gün kitap çoktan bitmişti ve işin ilginci iki ay geçmesine rağmen romanla ilgili her detayı rahatlıkla hatırlayabiliyordum. Bana sorarsanız bunun sebebi kesinlikle Adam Fawer’in okuyucuya bilgiyi aşılayabilmesi. Okuduğunuz sayfalardaki bilgilerin hepsi birbiriyle öylesine bağlantılı ki resmen kuantum fiziğinin büyük kısmını kavramış oluyorsunuz. Her sayfayı çevirmeden önce durup kendi kendime düşüncelere daldığımı hatırlıyorum. Romanı okurken yer yer öyle aydınlanmalar yaşadım ki bir anda kainatın tüm sırlarını çözmek istedim. Belki de beni bu kitaba böylesine bağlayan benim yıllardır fiziğe olan ilgimdir. Kitaptan sizlere yer yer kesitler göstersem ve sizce bu romandan mı yoksa bir fizik kitabından mı alınmış diye sorsam eminim çoğunuz fizik dersiniz. İşte belki de Adam Fawer’ı eleştirebileceğim tek nokta burası. Yer yer – istatikçi olmasından dolayı – fazlaakademik bilgiye yer vermiş ve bu, romanı edebi özelliğinden biraz olsun uzaklaştırmış. Kitabın sonlarına doğru gelirken, aklımda birçok soru işareti kaldı ve bunların hepsini araştırıp dahasını öğrenmek istedim ve yaptım da. Kitapta Adam Fawer bazı kimyasallardan dolayı beynindeki frekansları etkilenen bir ana karakter yaratmış. Frekanslardaki bu değişim karakterin geleceği görmesini sağlıyor ve kitabın adı da – olasılıksız – tam olarak buradan geliyor. Sonra kendi kendime sormaya başladım. Gerçekten de geleceği bilebilmek mümkün olabilir mi ?  Şimdi bunları düşündüğümü hatırladıkça kendime gülüyorum Ama yazar her şeyi o kadar güzel ve mantıklı bir şekilde bağdaştırmış ki, yarın okusam yine aynı soruları kendime soracağıma eminim. Aslında bu muhteşem eserde her ne kadar anlatılanlar fazla karmaşık ve kafa karıştırıcı olsa da bana göre ana fikir çok basit. Hayatımız boyunca yaptığımız ve yapmakta olduğumuz bütün seçimler bizim ve çevremizdekilerin geleceğini belirler ve bu tamamen bizim elimizde. İnsan kendi kaderini kendi çizer ve her hareketimizin sonucunu görebilirsek geleceği görebilmek hiç de zor değil. Anlaşılan yazar bu basit ana fikri okuyucuya aktarmak için biraz sıra  dışı bir yol seçmiş Eser hakkında bu kadar ipucu yeterli ve daha fazla uzatmayacağım. Bu romanı kesinlikle ve kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum. Eminim pişman olmayacaksınız ve ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.  Lütfen kitabı bitirdiğinizde bu yazımı bir daha okuyun Hoşçakalın, iyi okumalar…
Yavuz Arda Yakut Ya Çocuk? “Ben artık dayanamıyorum Tarık, çocukları da alıp annemlere gidiyorum”, hepimizin hayatımızın herhangi bir anında tanıklık ettiğimiz, alışık olduğumuzu düşündüğüm bu cümle Kramer vs. Kramer filminde bambaşka bir biçimde karşımıza çıkıyor. Artık kocasının ilgisizliğine dayanamayan Bayan Kramer ne annesine gidiyor, ne de gittiği yere çocuğunu götürüyor. Aynı evde yaşamalarına rağmen aslında birbirini hiç tanımayan bir genç adam, Billy ile hikayenin Tarık’ı Ted’i yapayalnız bırakıyor. Bayan Kramer kocasının kendisine olan sevgisinin azaldığını düşündüğü için kurulu düzeninden vazgeçebiliyorsa, bence evliliklerde temeli sevgi oluşturuyor. Hollywood filmleri başta olmak günlük hayatımızda da iki insanın birbirini sevmesi ve ardından evlenip yuva kurmalarına çokça şahit oluyoruz. Yalnız burada şuna değinmeden edemeyeceğim, filmlerde işlenen aşk ve sevgi gerçek hayata uyarlandığında pek de sahici durmuyor(bu yorumuma şiddetle karşı çıkanlara yağmurun altında sırılsıklam vaziyetteyken öpüşmeye, kaçımızın teoride sıcak bakıp da pratikte uygulamaktan kaçındığını soruyor ve köşeme çekiliyorum). İki insan birbirini severek evleniyor ama, bu evliliğin devamında aşk ve sevgi bence gündelik hayatın koşuşturmaları, iş hayatı, karşılıklı saygının tükenmesi gibi nedenlerle sona erebiliyor. Boşanma oranları ülkemizde ve dünya genelinde artmaya devam ediyor. Boşanmanın semptomatik tedavisi için bir ilaç bulmak günümüz koşullarında pek de mümkün olmuyor. Aranızdan bazılarının “tedavi bulunamazsa ne olur kardeşim, boşanırlar”, dediğini duyar gibiyim. Peki ya bu çiftin çocuğu varsa bu kadar rahat “boşanırlar, olur biter”, diyebilir miyiz? “Kangrenli kolu keseriz, hallolur” şeklinde bir yaklaşım sergileyebilir miyiz? Kendi adıma konuşmak gerekirse anne ve babamın boşanma sürecinde önce korku ardından da bir bilinmezliğin içinde bulmuştum kendimi. Benzer duyguları pek çok annesiyle babası boşanmış çocuğun da hissetmiş olduğunu düşünüyorum. Ortaokulda bir arkadaşım yaptığımız sıradan bir telefon konuşmasında anne ve babasının boşanacağını ilk kez bana söylemiş ve “nasıl bir his”, demişti. O anki şaşkınlığım ve üzüntümle hemen bir cevap bulmaya çalışmış ve ona “iki odan oluyor abi, aslında çok güzel yanları da var”, şeklinde çocukça bir cevap vermiştim. Bu cevabım her ne kadar şimdi bakınca çocuksu gelse de, ona tıpkı Ted Kramer gibi, bu sürecin elle tutulur yanlarının da olduğunu göstermeye çalıştığımı düşünüyorum. Yani çocuğun bu sürece alışması, alışabilmesi sevdiklerinin desteğine ve özellikle de anne babasının ona karşı olan tutumuna dayanıyor. Bana kalırsa boşanma sürecinde anne ve baba çocuğa ne kadar destek olursa çocuğu da aslında o kadar iyi tanıyor, onun isteklerine, düşüncelerine daha çok önem vermeye başlıyor. Artık iş veya günlük hayatın koşuşturmalarından ötürü anne veya baba “çok işim var” diyerek çocuğu başından savamıyor( tabiri caizse bir eş diğer eşe çocuğu paslayamıyor), işlerini değil çocuklarını hayatlarının merkezine koymayı tercih ediyorlar. Bu şekilde bence hem kendileri mutlu oluyor hem de çocuğun daha mutlu ve huzurlu büyümesini sağlıyorlar. Filmde çocuğunu neredeyse hiç tanımadığını gördüğümüz Ted’in de bu süreç içerisinde oğlu ile daha çok yakın olma fırsatı bulması bunun güzel bir örneği bence. İyi hoş ama, bu güzel örneğin gerçekleşmesi için illa da bir boşanma mı gerekiyor, sizce anne ve baba(bu tutumu evliyken de sergileyen anne babaları hedeflemediğimi belirteyim) boşanmamışken neden çocuklarıyla bu kadar ilgilenmiyor? Bence çocuk nasıl hayatı öğrenmeye çalışıyorsa, anne ve baba da ilk kez ebeveyn olmayı öğreniyorlar ve bazı şeyleri doğru yapabilmeleri için ilk önce yanlış yapmalarıYavuz Arda Yakut gerekiyor. Her ne kadar film “Kramer Kramer’e Karşı”, şeklinde Türkçeye çevrilmiş olsa da anne ve baba ayrılığın ardından birbirlerine karşı olmamalı, çocukları için beraber hareket etmeli ve ona hala onun anne ve babası olduklarını hissettirmeli bana kalırsa. Yani “Kramer Kramere’e Karşı” olmamalı, Kramer ve Kramer beraber hareket etmeli. Kaynakça: - Benton, Robert. Kramer vs. Kramer. 1979. Columbia Pictures. Film
KÖSE 1 HAZAL KÖSE 21302574 SECTION:001 TÜRKÇE DERSİ BAŞAK BERNA CORDAN 09.07.2015 KELİMELERE SIĞMAZ AŞK Birbirlerini seven, birbirlerine âşık iki insanın, Abidin Dino ve Güzin Dino arasında geçen mektuplarından oluşan Sensiz Her Şey Renksiz adlı eser, isminin dikkatimi çekmesi nedeniyle merak edip okuduğum ve beni çok etkileyen bir kitap. Bir mektupta Abidin Dino’nun Güzin Dino’ya ‘’ Can, sensiz her şey renksiz.’’(12) diyerek yaptığı aşk seslenişi kitaba adını vermiş. Her satırı aşkla yazılmış bu mektuplar adeta beni alıp başka diyarlara götürdü. Öyle duygusal bir anıma denk geldi ki kitabı okurken daha da çok etkilendim ve aşk denen duygunun gücünü bir kez daha anladım. Kitabı okumayı bitirdikten sonra ise derin düşüncelere daldım ve aklıma Sait Faik’ in o ünlü sözü geldi: ‘’ Bir insanı sevmekle başlar her şey.’’ Eski zamanlarda mektuplaşma vardı. Bir mektup atılırdı ve sonra cevabının gelmesi günlerce beklenirdi. Seven insanlar beklerdi, sabrederdi, heyecanını hiç yitirmeden merak ederdi. Cevap gelince ise o mektubu ellerine bir alışları vardı ki, gerçekten anlatılmaz yaşanır dediklerindendi. O duyguyu onları izlerken bile anlayabilirdik. Onlar heyecanları gözlerinden okunan, sevgileri satırlara sığmayan çiftlerdi. Ne güzeldi aşkları, birbirlerine bakışları, yüzlerindeki samimiyetleri… Onlar utangaçtı, gözlerini kaçırırlardı, yanakları kızarırdı, adeta dilleri tutulurdu da konuşamazlardı. Bu hâlleri sevimliydi, ilişkileri sıcacıktı. Peki, şimdiki ilişkiler de böyle mi? Bu kadar samimiler mi? Sevgileri kelimelere sığmasa da en güzel betimlemeleri sevdikleri için seçip mektupların içerisine serpiştiren sevenler gitti de o sevdalar bir mesaj ve telefonun tuş takımıyla basitleşmedi mi sizce de? Önceden, mektubun gelme süresi sabırları ölçerdi ama onu beklemek bile çok güzeldi, heyecan vericiydi. Şimdi öyle değil ki. Artık bir mesaj birkaç dakika bile gecikse sinirlenen, sabredemeyen nesil var. Sevginin anlamı ve gerçekliği ise tartışılır bir kavram oldu. Bu kitaptaki mektuplarda o kadar derin duygularla karşılaştım ki bazı şeyleri sorgulamadan edemedim. Bu sorulardan en önemlisi ise elbette şuydu; sevgi nedir? Sevgi emektir, sesini duyunca bile kalp atışlarına hâkim olamamaktır, yazdıklarını tekrar tekrar okumak ve her defasında aynı ölçüde mutlu olmaktır. Her gece uyumadan en son düşündüğün ve her sabah uyandığında ilk aklına gelendir. O mutlu olsun diye fedakârlıklar yapmak, bazı şeylere göz yumabilmek, moralimiz bozukken bile bazen sadece o üzülmesin diye gülümsemektir. Sevince onun gülümsemesi enerji kaynağın, onun varlığı ise hayatına renk katmana sebep oluverir. Bir çocuğun elindeki oyuncak gibidir sevdiğin, elinden alınınca üzülürsün, boşlukta hissedersin,KÖSE 2 ağlarsın. Tek farkı ise çocuğun eline yeni bir oyuncak verince durum düzelir ancak sen kimseyi sevdiğinin yerine koyamazsın. Sevgini verdiğin değer ölçer. Adını duyunca bile heyecanlanırsın, sana göre her yüzde onun siması vardır. O uyurken, yemek yerken, gülerken onu izlemek sana keyif verir. O denli keyif alırsın ki bu işten, o film izler bir köşede, sen ise onu izlersin diğer köşede. Öyle boş boş değil, gözlerinin içine, en derinlere dalacaksın. Hem de öyle bir kaybolacaksın ki gözlerinde o konuşurken, onun ağzından çıkanları kaçıracaksın bir an. Ne kadar süredir yanında olduğun değil, ne kadar süredir onu görmediğin belirler özlemini. Çok sürmez, hemen özlersin. Doyamaz ki insan sevdiğine. Kokusunu içine çeke çeke öpersin, gönlünü ayrı tenini ayrı bir seversin. Eğer bunlar olmuyorsa mı? O hâlde sevgiden, aşktan bahsedemezsin. Sevgiliye yâr da denir, yâr ise uçurum demektir. Hem seni en çok heyecanlandırabilen hem de en çok üzebilecek olandır. Ne zaman ne olacağı belli olmayan bu hayatta, kaybetmeden sevdiğinin değerini bilmek gerekir. Aşk, herkesin tatması gereken bir duygudur ve bu barındırdığı gücünü hep koruyacaktır.
KENDİMİ BULDUĞUM SATIRLAR Dürüst olacağım. Eskiden şiir okumayı pek tercih etmezdim. Varsa yoksa roman. Çünkü şiir okurken kendimden bir parça bulmam gerekirdi mutlaka. Yıllarca bu parçayı bulmaya çalıştıysam da bulamadığım için şiirin üzerinde pek durmamıştım. Fakat şiir okumak son birkaç senedir hoşuma giden bir etkinlik hâline geldi. Artık okurken kendimi bulduğumu hissettiğim, içimde bir sıcaklık duygusu uyandıran ve beni oldukça heyecanlandıran bir uğraş oldu şiir. Bir şiir kitabını okurken çoğu insan gibi gerçekten ilgimi çeken şiirler sayılı oluyor, dahası içinde yaşanmışlıklarımı veya hislerimi bulamadığım satırları gerçek anlamda özümseyemediğimi düşünüyorum. Kaldı ki tüm şiirlerde kendimi bulmam veyahut kendi hayatımdan benzer bir duyguya rastlamam olanaksız. Bu yüzden de okuduklarımın etkisini hissetmem için öncelikle kendi izimi sürmeliyim kitabın yapraklarında. Bilge Karasu’nun ‘Şiir Çevirileri’ adlı kitabını okuduğumda tahmin ettiğim gibi içinde kendimi bulduğum satırlar vardı. Kitapta daha çok aşk üzerine olan ve renklerin kullanıldığı canlı şiirler dikkatimi çekti. Üst üste birkaç kez okuma ihtiyacı hissettiren dizelerdi bunlar. Hemen çeviremedim sayfaları. Bazı satırlarıysa hemen kısa kısa alıntılar yazdığım defterime geçirdim ki ara sıra açıp okuyabileyim. Kitapta şiirlerde kullanılan renkler oldukça dikkat çekici. Renklerin çoğu sevgiliyi betimlemek için ki bu da beni en çok etkileyen kısım. Mesela Rimas’ta şu şekilde geçiyor: “-Şiir ne ki? -diyorsun, mavi gözlerini gözlerime mıhlarken. Şiir ne mi? Soracak mıydın sen de? Şiir… sensin ya! …“ (Becquer, 21) Bu kitaptaki en sevdiğim satırlardan. ”Şiir sensin ya!”. Ne müthiş bir iltifat. Her kadının duymayı isteyeceği türden kelimeler bunlar. Buradaki renk mavi, şiirlere en yakışan renklerden birisi. Öyle ki mavinin şiire kattığı ahenk kırmızı ve siyahla yarışır benim için. Bana göre iletişim en başta gözler arasında olur. Mavi renk burada sevilen kadının göz rengi. Bu sayede okurken o gözlerin yazarda uyandırdığı etkiyi hayal edebiliyorum ve şiir biraz daha kişisel hale gelmiş oluyor. Çünkü gözler mavi renkle kısıtlandı ki bu da bu şiirde hayal etmemiz gereken sevgili betimlemesini açıklığa kavuşturuyor. Huzurun rengidir mavi fakat daha birçok duyguyu ve düşünceyi taşıyabilir. Bazen bir annenin gözyaşı olur, bazen bir çocuktaki mutluluk, bazen de dingin ve alabildiğine uzanan deniz. Belki de sevgilinin gözleri olur, sözleri olur veyahut saçları… Yeşilin satırlarıysa bunlar: “…Teni yeşil, yeşil saçı, Gözü soğuk, gümüşten. Yeşil istedim seni…”(Lorca,25) “…Gözleri yeşil, Menekşe sesi...” (Lorca,35) Yeşil temiz renk, hep doğayı getirir aklıma. Ağaçlar ve bitkiler sayesinde doğanın yarısından çoğudur yeşil. İnsanların üzerine de yansır bu yeşil enerjisi. Belki yazar da bu yüzden kadınıntenini, saçlarını ve gözlerini yeşil olarak betimlemiş. Saflığı ve doğallığı temsil ettiği için. Menekşe sesi tamlamasını okuyunca da kadının sesindeki zarafet ve yumuşaklığı hissediyorum. Bir çiçeğin adıyla özdeşleşmiş olduğundan dolayı sesinin doğallığı için kullanıldığını düşünüyorum. Belki menekşelerin sahip olduğu farklı renklere de gönderme yapmıştır şair. Mor dingin ve yorgun bir sesi, beyaz umutlu ve huzurlu bir sesi, sarıysa canlı ve mutlu bir sesi temsil edebilir. Özellikte ilk şiirde yeşile bir ısrar var. Diğer yeşil nesnelere de gönderme yaparak şiirin güzelliğini pekiştirmiş. Okurken ferahladığımı hissettim ister istemez ve bu renklerin şiirdeki gücünü kanıtlıyor. Şiir okumak kendimi yeniden tanımamı sağlıyor. Farklı yanlarımı keşfediyorum çoğu zaman satırların içinde. Şiirde en güçlü temanın da aşk olduğuna inanıyorum. Daha çok okutuyor kendini çünkü. İçinde kendi ateşini ve tutkusunu barındırıyor ve kaçınılmaz bir şekilde satırlara da yansıyor bu tutku. Ben de bu duyguları bulabilmek için şiir okuyorum ve ruhumun şiire karşı büyük bir açlığı var. Sima ALKAN KAYNAKÇA Şiir Çevirileri. Çev. Bilge Karasu. Haz. Tunç Tayanç. İstanbul. Metis Yayınları. 2014
Özgürlük Sokakta “Başkaldırıyorum öyleyse varım.”1 diyerek Descartes’ı anan Albert Camus geliyor aklıma. Hayatım boyunca, toplumun bana öğretmeye çalıştığı tüm değerleri kabul etmeden önce sorgulamam gerektiğini küçük yaşta öğrendim. Üç yaşımda elime oyuncak olsun diye süpürgeyi tutuşturup bana kadın olarak yerimi öğretmeye çalışan toplum, bana kendisine güvenmemem gerektiğini küçük yaşımda öğretmişti. Bir baskı altında büyüyen insanları düşünüyorum. Bu insanlara üzülüyorum ancak bir noktadan sınra karşı koymadıkları için bu insanlara kızmaktan kendimi alı koyamıyorum. Belki de ben şanslı bir insandım, bunun yanlış olduğunu küçükken kavradım. Ancak, “ben babamdan böyle gördüm” diyerek at gözlükleriyle dörtnala koşan insanlar her yerde, bunun farkındayım. Son zamanlarda izlediklerim gördüklerim yaşadığım çevreye dayanma eşiğimi giderek düşürmeye başladı. Kırk beş çocuğun tacize uğramasını “bir kereden bir şey olmaz” diyip sineye çekenlerden, devletin yarattığı terörü meşru görenlere kadar o kadar çok şeye kızıyorum ki. Öfkem bana sürekli bir şey yapmam gerektiğini söylüyor. Ancak öyle bir zamandayız ki bir katliamın hesabını sorarken başka bir katliama kurban gider olduk. Peki, bu şartlar altında Camus’nün öğütlediği gibi canımız pahasına başkaldırmaya devam edebilecek miyiz? İşte La Haine, canından başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan üç gencin her şeye rağmen devlet terörüne karşı ayaklanmasını anlatıyor. Film, zamanında ırkçılığı ve sosyal sınıf farklılıklarını eleştirmesiyle büyük ses getirmiş. Bu ses yıllardır hor görülen, ezilen azınlıkların çığlığı desek hiç yanlış olmaz. Filmde en sevdiğim sahne şüphesiz ki Said’in billboarddaki “Bu dünya sizindir.” yazısını “Bu dünya bizimdir.” diye değiştirmesi. Çünkü biliyorum “siz” dili her zaman ötekileştirir. Direnişin dili ise her zaman “biz” olacaktır. Devlet mi birey için vardır, birey mi devlet için? Bu yıllardır süregelen bir tartışma. Benim için bu sorunun cevabı apaçık ortada. Daha büyük amaçlar için kendini feda eden daha doğrusu başkalarının kendisini feda etmesini isteyen insanları bir türlü anlayamıyorum. Son zamanlarda belki de duyduğum en doğru düşünceyi tekrarlıyorum “Uğruna ölünecek davalar vardır, ama hiç biri uğruna öldürmeye değmez.”2 Takım tutar gibi fanatikçe insanı değil devleti tutan insanlar var çevremde. Bu insanlar her yerdeler. Benim gibi düşünen insanlar da azınlıkta ve delirmenin eşiğindeler. Azınlığın haklı sesini fütursuzca bastırmaya çalışan bu kalabalığa inat bizi ayakta tutan tek şey ise öfkemiz. Belki de filmle aramdaki bağı en çok ana karakterlerde kendi öfkemi görmem kurdu. O haklı öfkeyi ben her gün yaşıyordu. Gözü dönmüş bir devlet tarafından katledilen kardeşlerimi düşünüyorum. Bu insanlar şuan aramızda olsalar bize ne derlerdi bu soruyu her gün kendime soruyorum. Bu insanlar neden öldü? Aklıma Cemal Süreya’nın şu dizelerinden başkası gelmiyor: “Yaşayanlar unutmuştu bizi /Biz öldüğümüzle kalmıştık” Gerçekten, biz bu insanları neden unutuyoruz? Biz bu insanların hesabını niye sormuyoruz? Niye sorgulamıyoruz? Niye çocuklarımızın da böyle yetişmesine izin veriyoruz? 1 Camus, Albert, Başkaldıran İnsan. Can Yayınları, İstanbul, 2014. 2 Camus, a.g.e.La Haine bana kendi toplumum gibi düşüş halinde olan bir toplumu gösterdi. Bir sahnede polislerin, protestocuları dövmek için sokağa çıkan kalabalığa müdahale etmemesi filmdeki nefretin benim ülkemdekiyle tıpatıp olduğunu kavramamı sağladı. Filmdeki insanlar aslında benim her gün sokakta yanından geçtiğim insanlardan farklı değildi. Bu yüzden filmin sonunun bizim yaşayacağımız son olduğundan emin oldum. Filmin en zekice kurgulanmış noktası ise şüphesiz ki Vinz’in "Önemli olanın düşüş değil, yere çarpıştır." sözü. Çünkü film, anlatmak istediğini dolandırmadan, açık seçik bir şekilde anlatırken insanoğlunun düşüşünü çok net bir şekilde göstermiş ve inişte yere ne kadar sert çakıldığımızı gözler önüne sermiş. Film belki izleyenin canını yakıyor hatta ciddi bir umutsuzluğa sürüklüyor ancak izleyici izlediğinin gerçekliğinden şüphe duymuyor.Kaynakça Kassovitz, Mathieu. Protesto. 1995 Camus, Albert, Başkaldıran İnsan. Can Yayınları, İstanbul, 2014.
Fikri Tuğberk Kara 21301991 Turk102-sec.028 KÜÇÜK SİGARALAR VE BÜYÜK HAYALLER Hayatı boyunca sigara içmeyi bir kez olsun denememiş birisi olarak, bu kitabı ödevim için seçmeden önce araştırıp kitabın genel çizgisini öğrenince, bu kitap tam benlik dedim. Etrafımdaki insanların çoğu bu zehiri içerken benim sorularıma ve yorumlarıma maruz kalmıştır. Bir bağımlı için benim söylediklerim bir şey ifade etmeyebilir; çünkü arkadaşlarıma her yorum yapışımda aldığım cevap: “ sen nereden bileceksin ki?” . Evet ben sigarayı içime çekmenin nasıl bir duygu olduğunu bilemem ama bildiğim kadarıyla George Orwell bu hissi verdiği “hazzı” biliyordu ve ortaya koyduğu rakamlarla ve yorumlarla beni çok iyi bir biçimde aydınlatmayı başardı. Okumuş olduğum bu eser deneme türünde yazılmış bir eser olduğundan dolayı yazımın geri kalanını bana en çok hitap eden iki denemenin konularını ayrı ayrı değerlendirerek devam edeceğim 1- Kitaplar ve Sigaralar Bu denemede açık bir biçimde 20. Yüzyılın başlarındaki İngiltere’yi kitap okuma açısında eleştiren bir George Orwell ile karşılaştım. Eline geçen kitapların fiyatlarını teker teker hesaplayarak ve İngiliz halkının sigaraya, içkiye ve gece eğlencelerine harcadığı ortalama meblağları karşılaştırarak, çarpıcı gerçeği gözler önüne seriyor. George Orwell’ın beni bu konuda aydınlatmasından sonra kendi kendime : “ İngiltere’de durum böyleyse, herhâlde Türkiye bu konuda içler acısı hâldedir.” dedim ve araştırmaya koyuldum. Türkiye’de yaklaşık on yedi milyon sigara bağımlısı insan var. on yedi milyon insan günde bir paket sigara içse ( bazı insanların günde 3, 4 paket içip, bazılarının bir paketi 3 günde bitirdiğini düşünerek aldığım ortalama değer ) ve ortalama bir paket sigaranın fiyatını yedi Türk Lirası olarak kabul edersek, karşımıza büyük bir meblağ çıkacak ( bu miktar paranın sadece zehire harcandığınıdüşünürsek ) , yüz on dokuz milyon Türk Lirası. Bu miktar para ile alabileceğimiz kitapları düşünelim, kitap ücretinin ortalama yirmi Lira olduğunu varsayarsak ( bazı kitaplar yüz Lira iken sahafların çoğu üç veya beş lira gibi düşük ücretlerle kitaplar satıyorlar ) , günde yaklaşık altı milyon kitap satın alabiliyoruz. Bu miktarda kitabın, kitap okuyanların nüfusa oranının yüzde 0,01 olan Türk halkı üstünde bırakacağı olumlu etkileri düşünmek cidden içimde kelebekler uçuşturdu. Büyü ihtimalle okumayan insan kalmaz, insanlar daha çok okumaları için teşvik edilmiş olur, orijinal kitaba verecek param yok diyen insanların sayısında azalma olur ve bu tip insanların yöneldiği korsancılık sektöründe böylece yok olur. Yani bir çeşit zehire verilecek parayla kitap alınmasıyla çok şey değişir, çok… 2- Kitapçının Anıları George Orwell’ın bu kadar bilgili olmasındaki en büyü etken zamanında bir süreliğine sahaflık yapması olduğunu düşünüyorum. Eminim, eline geçen çoğu kitabı da okuyarak kendine birçok şey katmıştır. Yaklaşık 10 yıldır Ankara’da yaşıyorum ve sahaf denince aklıma Zafer Çarşısı ve Kitapçılar Çarşısı aklıma gelir. Oralara işim düşmeden önce, açıkça söylemek gerekirse, sahaflara fakir insanların gittiğini düşünürdüm, oraları kötü yerler olarak bilirdim. Hafızam beni yanıltmıyorsa, 10. Sınıfta bir kitabı sadece zafer çarşısında satıyorlardı, oraya gitmek zorundaydım, tabii ki yerini bilmiyordum ve dedemle gittim . Gittiğimde gördüm ki kitap okumayı seven birisi için sahaflar tam bir cennet. Sebep belli : Çeşitlilik ve ucuzluk. Goerge Orwell’ın deneyimleri bence çok değerli .George Orwell sahafın aynı zamanda bir insan sarrafı olduğunu da bana açık bir biçimde gösterdi . Sahaf bir bir çeşit insanı gördüğünden, kimin kendini tatmin etmek için kitap ayırttırıp bir daha gelmeyeceğini , kimin iyi kitapla kötü kitabı ayırt edebileceğini rahatlıkla anlayabilir.sahafların bu özelliklerini bir dünya yazarından duymak, bendeki sahaf profilini olumlu bir yönde etkiledi . artık sahafkavramını , insanlara bir dolu bilgi aşılamaya çalışan bir hemşire gibi görüyorum .eğer gönüllü bir biçimde gidersen hemşirenin yanına , eminim kendine birçok şey katacaksın. Sonuç olarak , bu kitapta üstte yorum yaptığım 2 deneme gibi birçok deneme bulunmaktadır ancak bu iki deneme benim ilgimi daha çok çektiği için bu denemeler hakkında yorum yapmak istedim . Benim için , o zamanlarda yaşanan sorunların birinci elden anlatılması cidden önemli bir edinim olduğundan herkesin bu denemeleri okumasını tavsiye ederim .
Akkuş | 1 21302255 Ceylan AKKUŞ TURK 101 - 11 Neslihan DEMİRKOL NEDEN HAYATIMIZI ERTELERİZ? Semih Gümüş’ün Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz kitabını elime aldığımda “bu kitap bir şeyleri ertelemekle ilgili” dedim. Okuyup bitirdiğimde hiç de haksız olmadığımı gördüm. “Ben acaba bir şeyleri erteliyor muyum?” diye sorgulamaya başladım. Aklıma ertelediğim o kadar çok şey geldi ki elime kağıt kalem alıp bir liste yapmaya başladım. Liste sayfalara dönüşmeye başlayınca ürktüm ve kalemi bıraktım. Ertelediğim bu kadar fazla şey varsa ben sanırım hayatımı baştan sona erteliyorum kanaatine vardım. Kendime neden bir şeyleri ertelediğimi sordum. Yani beni neler bir şeyleri ertelemeye, bir ileriki tarihe o şeyi yapmaya itiyor onu düşündüm. Sonuç olarak üç sebep buldum; korku, kafa karışıklığı ve sabırsızlık. İçimde varlığını uzun süredir unuttuğum bir korku taşıdığımı fark ettiğimde epey afalladım. “Bu kadar büyük korkulara sahip olmak beni korkak bir insan yapıyor bu yüzden anı yaşamaya cesaretim yok ve her şeyi erteliyorum” diye düşündüm. Gördüğünüz gibi kendimle yüzleşirken bile korkaklık yapıp erteleme alışkanlığımı anlamlı kılabilmek için bahaneler uyduruyorum. Korkuyorum çünkü yaşadığım ülke bana güven vermiyor. Korkuyorum çünkü kötü koşulları değiştirmek için bir girişimde bulunmadım şimdiye kadar. Korkuyorum çünkü bu girişimleri yaparsam sahip olduğum şeylerden mahrum kalacağımı düşünüyorum. Kısacası vurdumduymazlığım, ümitsizliğim ve bencilliğim beni korkak bir insan yapıyor. Bu korkularım da anı yaşamaktan beni alıkoyuyor ve ben kendimi güvende hissetmek için bir şeyleri ertelemeyi seçiyorum. Korkularım kafamı karıştıran en bütük sebep. Ama kafamın karışık olmasının bir diğer nedeni de kendimi iyi ifade edememem. Yazarken bu durumla çok karşılaşmıyorum çünkü durup kim olduğuma dair kendi kendime düşünme zamanım oluyor. Ama konuşurken iş böyle değil. Her şeyi söyleyip hiçbir şey anlatmamış oluyorum. Kendimi iyi ifade edemediğim için beni rahatsız eden şeyleri belirtemiyorum, beğendiğim şeyleri paylaşamıyorum ve sonuç olarak karşımdaki insanın beni dinlerken dikkatinin dağılmasına sebep oluyorum. Başka bir deyişle kendi kendimi dinlenmeye değmez bir insan yapıyorum. Bu nedenleAkkuş | 2 hayatta en çok yapmak istediği şeyleri ifade ederken kesin olamıyorum, bu şeyleri ileriki bir tarihe atmak zorunda kalıyorum. Çünkü bu hayatta en çok gerçekleştirmek istediğim şeyler benim hayallerim ve ben hayallerimi kaybetmektense onları hiç ulaşamadığım bir geleceğe hapsederek güvende tuttuğumu sanıyorum. Son olarak sabırsız bir kişiliğe sahip olduğum için çoğu zaman doğru yerde doğru şeyleri yapamıyorum. Sonuç olarak bu erteleme refleksimi harekete geçiriyor. Her şey istediğim zamanda olmayınca çabuk vazgeçiyorum ve başka zaman yeniden denemek için erteliyorum. Bu noktada da hiçbir şekilde yapmak istediklerimi tamamlamış olmuyorum. Olan harcadığım zamana ve enerjime oluyor. Ertelemenin en kötü yanının da bu olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi yapmayı ne kadar ertelerseniz erteleyin sonuç olarak kaybettiğiniz zaman ve enerjiyi geri alamıyorsunuz. Sadece zaman öldürmüş oluyorsunuz. Sonuç olarak kendimle ilgili şu karara vardım. Öncelikle korkularımla yüzleşmeliyim. Mesela herkesin aksine ben bu terör ortamında okulun tatil edilmesine kesinlikle karşıyım. Terörün en büyük nedenlerinde biri cahillik. Bu cahillerin bizim de eğitim ve öğretim hakkımıza müdahale etmesine izin vermiyorum. Kendimi iyi ifade edebilmek için daha çok kitap okumaya karar verdim. Kitap okuma süreci hem kelime dağarcığımı geliştirir hem de sabretmeyi öğrenmemi sağlar diye düşünüyorum. Ne de olsa kitap okumak film izlemek gibi değil. Sonuca ulaşmak için bazen bir kitap için iki saat değil iki ay bile yetmez. Artık hayatımı ertelemek istemiyorum. Yapmam gereken çok şeyim ve belli ki çok az zamanım var. Anı daha çok yaşamak ve yapmak istediklerimi tam anlamıyla yapmak istiyorum. Ceylan Akkuş KAYNAKÇA 1. Gümüş, Semih. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz.Can Yayınları,2014.
Körleşmenin Getirdiği Kazanım ​ “Körlük, zamanı ve mekânı alt etmeye yarayan silahtır, varlığımızın tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları gerek kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram, körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri hâlinde beraberlikleri düşünülmeyecek nesnelerin ve yaratıkların yan yana bulunabilmelerine olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir.” (94) diyor Elias Cannetti Körleşme ​ isimli kitabında. Bu cümle beni birbirinden farklı düşüncelere sevk etti ve aslında yazarın ne kadar haklı bir noktaya parmak bastığına kanaat getirmeme sebep oldu. Bazı durumlar bizim gerçeklere bakmak istemediğimiz anlarda bile gerçekliklerini devam ettiriyor. Kafamda olan bu kabullenme hâli de çeşitli örneklerle desteklenebilir aslında. Uzay gerçeğini veya modern fiziği bir körlükle kabul ettiğimiz aşikâr olmakta beraber birçok bilgiyi bir varsayım daha doğrusu körlük halinde kabul ediyoruz ve bu körlük aslında bize açmaya yetkin olamadığımız birçok yeni kapıyı açmamıza müsaade ediyor. Ve bu durum aslında evrenin egemen kuramının körlük olduğunu da bizlere ispat ediyor. Öğrenme sürecimizde büyük bir atılımı bu körlük öğretisi sayesinde yaşadığımızı düşünüyorum. Ancak her insan kendi körlük sürecine ulaşıp içindeki benliği çıkarabilmeli bence. Bunun için Elias Cannetti şöyle diyor “Kien’e göre insanlar özgür oldukları sürece hiçbir şey öğrenmek merakına kapılmazdı; ancak özgürlüklerinden olup zindanların dört duvarı arasına girdikten sonradır ki, bir şeyler öğrenebilmek, kültürlerini artırmak konusunda eşi bulunmaz bir fırsat elde etmiş olurlardı.” (88) Bana burada zindan kelimesinden çağrışım yapan kitapta bahsedildiği gibi körlük gerçekliği. İnsanın görmek için önce görmemenin ne demek olduğunu anlaması bilgiye ulaşabilmek için de etrafındaki diğer olgulara karşı kör olabilmesi ile gerçekleşiyor olmasa da benim bilgi edinme sürecim böyle gerçekleşiyor. Örneğin bir konuda araştırma yapmaya konmadan önce kesinlikle zihnimin arınması ve bu araştırmayı sonuca ulaştırabilmek için de kafamın içindeki diğer olguları yok etmem yani dünyadan irtibatımı koparmam gerekiyor. Bu durumu düşününce de aslında kısa dönemli bir körlüğe ulaşma hâli benim kişisel ilerlememde yol alabilmem için en önemli kaynak olup çıkıyor. Bunu her bilgiye ulaşırken yaptığım bir kaynak olarak söylemiyorum çünkü insanın gözlem yeteneği ile de hiçbir basılı kaynakta ulaşamayacağı bilgilere sahip olabileceğini biliyorum. Ancak herhangi bir okuma yapmak gerektiğinde veya aklı yormak gerektiğinde insan körleşmeli ve dünyanın güzelliklerine yüzünü çevirmelidir bence. Bunun hem bilgiyi edinmede hem de bilgiyi yorumlamada insana inanılmaz bir motivasyon olacağını düşünüyorum. Bizleri bu dünyada diğer varlıklardan ayıran aklın temel çalışma prensibini de duyularını istediği gibi yönlendirmesine bağlıyorum. Diğer varlıklar çevresindeki gelişmelere tüm koşullarda bağlı olmasına rağmen insan hem kendi elverişli çevresini oluşturmakta muvaffak hem de kendi çevresinde kendini çevreye kapatabilmekte başarılı, bu koşullarda insanoğlunun gelişmesindeki en önemli pay bence. İnsan bilinci ile düşünebilen bir varlık ve bilinç insana bazı imkanlar sunuyor daha fazlası insan bu imkanları ne derece değerlendirebilirse o kadar bilgiye sahip olabiliyor. Ben bilincin sağladığı en önemli imkânın körleşme olduğunu düşünüyorum, biliyorum ki insan ulaşamayacağı gerçekliklere bir körlük hâli ile ulaşmış ve bu durduğu yerde kalan gerçeklikleri ispatlamakta başarılı olmuş bir yapıdır. Aynı şekilde insanın öz gelişiminde de kendini dünyaya karşı körleştirerek gelişebileceğini daha doğrusu kendini dört duvar arasına kapatarak bazı bilgilere ulaşabileceğini ve yorumlayabileceğini düşünüyorum.Kaynakça: Cannetti, Elias. Çev. Ahmet, Cemal. Körleşme​. Sel Yayıncılık, 2015 ​ Mustafa Berk
YARGILAMA! Onca yıl çalışma, ün peşinde koşma, saygı açlığında bir arayıcı olma, çaba ve daha birçok şey. Ve hepsi küçük bir kaza ile saniyeler içinde gidiyor ve insanlar hakkınızda konuşmaya başlıyor. Nedir bu, kader mi? Tanrı`nın bir yaptırımı mı? O kadar çalışmanın, uykusuz gecelerin sonucu bu mu olmalı? İnsanların boş laflarına, çıkarımlarına, acıyan bakışlarına boyun mu eğmeli? Hiç sanmıyorum. Hep beraber düşünelim hadi sebeplerin ne olabileceğini. Her ne kadar insanlar bunun kaderin bir cilvesi olduğunu düşünse de, asıl sebep bence çok daha farklı ve bir bakıma da çok önemli. Ne mi olabilir? Bir doktor olduğumuzu varsayalım. En iyilerinden biri. Hayatımız boyunca çalışıp kendimizi geliştirme, en iyiye ulaşma yolunda pratik yapmışız ve hiç beklenmedik bir günde trafik kazası geçirince ellerimiz işlevini yitirmiş. Ardından insanlar konuşmaya başlar. Kazazedenin artık işe yaramayacağını iddia ederler. Gayet olağan bir olay. Aslında her gün bu tarz olaylar başkalarının başına geliyor, illa ki bir doktorun başına gelmesi gerekmiyor tabii ki. Her gün insanlar kendileri için önemli olan varlıkları kaybediyorlar ve başkalarının yargılamalarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Aileleri, sevdikleri, hatta manevi değerleri olan hatıraları uçup gidiyor hayatlarından. Komik geliyor biliyorum ama çok sevdiği bir arkadaşından hediye gelen bir kalemi kaybedince günlerce ağlayıp kalemi arayan bir arkadaşım var. Dürüst olmak gerekirse onu yargılamıştım. Bir kalemin bu kadar önemli olabileceğini düşünememiştim. Daha sonradan öğrendim ki arkadaşını kısa süre önce bir trafik kazasında kaybetmiş. O gün anladım ki, küçük gibi gözüken bu tarz şeyler başkaları için çok önemli olabiliyor. Bunları her zaman göz önünde bulundurmak lazım tabii birini yargılamadan önce. Neden birilerini yargılarız? Nedir amacımız? Amacımız kendimizden farklı olan birini kendimize benzetmeye çalışmaktır. En azından benim fikrime göre budur insanların birini yargılamadaki amacı. Başkaları tarafından çok yargılandığımı söyleyebilirim. Neden olduğunu anlamadığım bir şekilde davranışlarım, konuşma şeklim ve olaylara bakış açım başkalarınınkinden çok daha farklı imiş. Bunu da banayakın bir arkadaşım çok kibar bir dille izah etti. Komik olan şu ki, bunu öğrenene kadar kafamda devamlı yeni şeyler kuruyordum neden bana garip bir şekilde davranıldığı ile ilgili? Sanırım yengeç burcu olmamdan kaynaklanıyor bu problemim. İnsanların neden böyle davrandığını onlara sormandan önce kendi kendime fikirler üretiyorum. Bu davranışımdan kurtulmak için çok uğraştım ve çabalarım sonucunda kurtulduğumu mutlulukla siz okurlarımla paylaşabilirim. O günden beri kimseyi yargılamıyorum ve çok mutluyum. Ne gerek var ki başkalarının sorunlarını, kusurlarını kendimize dert etmeye. Hem bizim yaşam enerjimizi götürüyor hem de çevremizin. Başkalarını hiç sıkılmadan yargılayıp, onların heveslerini kırmak üzere eleştirenler genelde yapacak hiçbir şeyi olmayan, hayattan sıkılmış, zavallı insanlar. Bu eski alışkanlığımın bana onlardan geldiğini düşünüyorum. Onları hayatımdan uzaklaştırmamla birlikte hayatım güzelleşti, aydınlandı. Her gün çok daha rahat uyuyor, çok daha rahat, sevinçle uyanıyorum. Size de aynısını tavsiye ediyorum. Eğer çevrenizde varsa böyle insanlar, devamlı başkalarını yargılayan ve onların kusurlarını yüzüne vurup bundan zevk alan, onlardan uzaklaştırın kendinizi. Arkanızı dönün ve koşmaya başlayın. Çok daha mutlu hissedeceksiniz. 1 Biz insanlar sadece ve sadece kendimizden mesulüz. Neale Donald Walsch2 ’ın dediği gibi “Başka bir ruhun yolculuğunu yargılamak sana düşmez.” Bir insanın kendini yargılaması başkalarını yargılamaktan daha zordur. Kendini yargılamayı başarabilen insan bilgelik mertebesine her geçen gün daha da yaklaşır ve bizim de 1 Google Resimler 2 Pinterest.comamacımız bu olmalı. Her zaman başkalarından önce kendimizi yargılamalıyız. Başkaları tarafından ne kadar yargılansak, ne kadar eleştirilsek de hiçbir zaman onlarda kusur aramamalıyız. Bilakis kusur örtmeliyiz. Başkaları ne düşünürse düşünsün, ne söylerse söylesin gerçek olan bir şey var ki “hiçbiri bizi ilgilendirmez.” Mutlu olmak istiyoruz değil mi? Çok kolay. İnsanları üzmeyip, kalp kırmayacağız. Bir kere onları ve onların kusurlarını koşulsuz sevmeyi başarabildik mi çok daha mutlu hissedeceğiz. Bu yüzden bebekler çok mutlu. Ne olursa olsun onlar koşulsuz severler ve bu dünyadaki en güzel şeydir. Koşulsuz, saf sevgi. 3 Adilhan ADİL 3 Pinterest.com/Neale Donald Walsch
Korkularımı Yenmeyeceğim Biz daha doğmadan, anne karnında suyla haşır neşir oluyoruz, suyun içinde yaşıyoruz âdeta. Bunu öğrendiğimden beri insanların suya, denize olan korkusunu hiç anlamam. Belki de beni 5 yaşımda denize bırakıp artık kendi kendine yüzeceksin alış artık buna demelerindendir. Suya, denize olan bağımlılığım, sevgim bir başkadır benim. Asla korkmadım, korkmamda bir sürü kötü tecrübe yaşamama rağmen. Yaşayabilir, şu an bende sudan korkan ve saatlerce denizde kalmayı bırakın, ayağını bile sokamayan bir insan olabilirdim. Ama ne yazık ki insanlar birbirlerini korkularıyla yargılarlar. Çünkü korkularıdır insanları güçsüz kılan. Aynı zamanda korkularıdır insanları insan yapan. Defalarca sevdikleri tarafından kırılan, en yakını tarafından dolandırılan ya da en basitinden geçmişte yaşadığı kötü bir anısı yüzünden yavru bir kediden bile korkan insanın ne kadar üstüne gidip ‘korkularında yüzleş, onları yen artık’ diye emir verebiliriz ki? Aldatılan bir kadının tekrar aldatılma korkusunu yenip size körü körüne bağlanmasını nasıl sağlayabilirsiniz mesela siz erkekler? Ya da küçükken onu terk eden kedisi yüzünden kazandığı terk edilme korkusunu nasıl bir anda silip hayatına devam etmesini isteyebiliriz bir düşünsenize. Bunlar verebileceğim en basit örnekler elbette. Daha önce de dediğim gibi korkular insanı hem güçsüz kılar hem de insanı insan yapan en önemli şeylerdir, hayatı şekillendirir, yönlendirir. Balık Öyküleri kitabında Grey’in şöyle bir notu var; ‘’ Önemli olan, balığın peşinde denizler, dalgalar açmaktır, onları öldürmek değil...’’(syf.53). Bu cümlede geçen balıkları korkularımıza, denizleri ve dalgaları da bizlerin hayatına benzettim ben. Korkularımızı yenmek, dahası onları öldürmek zor ve zaten böyle bir şeye de gerek olduğunu sanmıyorum. Önemli olan korkularımızı yenme safsatasından kurtulup onlarla yaşamayı ve onları kabul etmeyi öğrenmek. En azından daha basit ve sancısız bir yol bu bana göre. Çünkü insanların bana neyi yapmalıyım ya da neyi yapmamalıyım diye verdikleri gereksiz öğütlerden ve korkularımla var olup onları kendi çapımda kabullenmeme rağmen insanların hâlen bu korkularıma aşina olmak istememelerinden aşırı bunaldım. Uçsuz bucaksız denizlerde, sonsuz okyanuslarda korkusuzca yaşamak, beni ben yapan, zayıflıklarımla, hatalarımla, kusurlarımla var olup kimseye hesap vermeden uzun ve huzurlu bir uykuya dalmak istiyorum artık. Her ne yaptıysam ve neyin bedelini ödüyorsam bu cezanın bir sonu olmalı artık. Çünkü ben çok yoruldum ve bu yorgunluğun getirisi olan asık suratım ve zehirli kelimelerimle insanları daha fazla incitmek ve onlara laf yetiştirmekle harcadığım zamanımı beni hak eden ve bana değer veren kişilere veremediğim için pişmanlık yaşamak istemiyorum daha fazla. Bazı insanlar etrafındaki güzellikleri göremeyecek kadar kör, bazı insanlar ise fazlasıyla acımasız ve gereksiz geliyor artık. Zamanında hayatımı ne kadar mahvedecek, korkularımla alay edip güçlü yanlarımı değersiz kılacak ve zayıflıklarımı gün yüzüne çıkarmayı görev bilecek insanları hayatıma soktuysam, bunun cezasını yeterince çektiğimi düşünüyorum. Artık ben de mutlu olmak, etrafa ışık saçmak, yaptığım ufacık hatalardan pişman olup bedel ödememek ve iç huzurumun eski hâline dönmesini istiyorum. Bunların gerçekleşmesi için de en ufak bir çaba sarf etmek istemiyorum açıkçası. Çünkü ben bunları çoktan hak ettim! Herkesten çok hak ettim hem de. Sadece bana uygun en mavi okyanusta beni seven ve bana değer veren, beni korkularımla kabul eden ve bu korkularımın başıma açtıkları sorunlarda bana destek olan insanlara ihtiyacım var. Artık bu dünyada yaşamaya değer ve yaşadığım her dakikaya minnet duyacağım anlara ihtiyacım var.
Ayça Sert 21802061 YİRMİNCİ YAŞ GÜNÜ Çocukken doğum günlerinin anlamı hediyelerle sınırlıydı. Ne kadar fazla hediyeniz varsa, ne kadar çok kişi tarafından doğum gününüz kutlanıyorsa ve isteklerinizin ne kadarı yerine getiriliyorsa o kadar çok sevildiğinizi düşünürdünüz. O zamanlar yirmili yaşlar biz çocuklara uzak görünürdü. Oysa şimdi yaşım yirmi eşiğine dayandı dayanacak. Yetişkinlik ve çocukluk çatışmasının gürültüsünü zihnimde hissedeceğim yıllara ayak basmak üzereyim. Derler ya hep “Belli bir yaşa geldik artık,” diye, şimdilerde o yaşın yirmi olduğunu düşünmeye başladım. Bu yaş kapısının eşiğine adımımı attığım gibi yirminci yaşın kalan yaşamımızın bir provası olduğu hissiyatına kapılıyorum. Büyümek denen bu çıkmazı da şu sözlerle anlatıyor bize Murakami: “Ben henüz yaşam denen şeyi tam olarak kavramış değilim. Gerçekten de. Yaşamın nasıl işlediğini tam anlayabilmiş değilim,” (Murakami, 2019, s. 47). Bir genç kızın yirmi yaşına girdiği akşam başına gelen ilginç bir olayı konu edinen bu kısacık öykü yüreğime azıcık da olsa su serpemeye yetiyor ve doğum günlerinin gerçek anlamını yüreğimizde değiştiren bir büyü yapıyor sanki Murakami. Doğum gününü enteresan kılan şey evrensel bir konu olmasıdır. Bu dünyada doğum günü olmayan bir kişi bile yoktur. Doğum gününü bilmeyen, doğum günü kayıtlara geçmeyen insanlar da olabilir fakat, elbet bir gün doğmuş olduklarını biliyoruz. Bu yüzden “Bugün benim doğum günüm olsun,” diye karar verdiklerinde kimse onlara karşı çıkmaz. Birisi de çıkıp “Sen o gün doğmadın ki o günü doğum günün seçemezsin,” diye itiraz edemez. Doğum günlerinin güzelliği budur işte, Adaletsiz ve acımasız zihniyetli insanların yaşadığı bu dünyada herkese eşit bir şekilde dağılan ve herkesin empati kurmayı başarabildiği tek şey olarak kalmasıdır. Dünyada adil olan nadir şeylerdendir. Doğum günleri renk, din, ırk, cinsiyet ayırmadan tüm insanlar için o yirmi dört saati özel kılar. Zengin de olsanız fakir de olsanız, sadece o günden bir tane sahip olabilirsiniz. Ünlü de olsanız tanınmayan bir kişi de, o gün sizin için sadece bir kere kutlanılabilecektir. Doğum günleri aynı zamanda bağışlayıcıdır da. İyi de olsanız kötü deAyça Sert 21802061 olsanız sizi bu özel günden mahrum etmek istemez asla. Herkese bu “özel gün” adaletli olarak, herkes için sadece bir gün olacak şekilde eşitçe dağıtılmıştır. Bu durumun bu kadar adil olması muhteşem bir şey değil midir? Doğum günümü kutlamayı oldum olası sevmezdim. Çünkü ortada kutlamaya değer bir şey olmadığını düşünürdüm ve bu gün için çıkan yaygaraya asla anlam veremezdim. Oysa bir yaştan gün alıp almamak ya da yaşınızın artması değil konu. Çünkü kutlanan aslında yaşınız değil ya da bugüne kadar hayatta kalabildiğiniz için bir tebrik kutlaması değil. Konu dünyadaki varlığınızın başlangıcını kutlamaktır, yani kutlanan varoluşunuzdur. Eğer doğmamış olsanız, sizi tanıyanların varlığını algılayamadığınız için onlar sizin için asla doğmamış olacaktı ve eğer ki onlar doğmamış olsaydı sizin varlığınızı, varoluşunuzun başlangıcı olan doğumunuzu kanıtlayan tek bir ipucu bile olmayacaktı. Aslında doğum günleri bu basit nedenden dolayı kutlanıyor: Sizi tanıyanlar varoluşunuzu, siz de onları algılamış olmayı kutluyorsunuz. Klişeleşen bu geleneğin temelinde “Evet, buradasın ve iyi ki beraber var olabiliyoruz!” heyecanı yattığını anladığımız zaman doğum günlerinin enteresan dünyasının kapısını aralayabiliyoruz. Bu kapıdan içeri adımımı attığım zaman Murakami’nin bana o günün benim için gerçekten özel bir gün olduğunu ve bu güzel eşitliği kutlamamız gerektiğini düşündüğünü fısıldadığını şimdiden işitiyor gibiyim. Doğum günlerini konu edinen öyküleri içeren bir seçki oluşturmaya karar vererek çıkar bu yola Murakami ancak kitabın eksik kaldığını düşünüp bir tane de ben yazayım der. Bir yazarın seçkileri okurken faydasını gördüğü şeylerden biri de budur. Bir tema üzerine seçkiler okunurken sizin de zihninizde âdeta bir ışık yanar. O yüzden Murakami büyülü değneğini yüreğime dokundurunca ben de bir tane yazıvereyim diyorum. Son ana dek o akşam büyük bir değişim olmasını bekleyen doğum günü kızı gibi ben de o günümü hatırlanabilir kılacağım. Sahi, peki siz yirminci yaş gününüzü hatırlıyor musunuz?Ayça Sert 21802061 Kaynakça: Murakami, Haruki. Doğum Günü Kızı. Çev., Ali Volkan Erdemir. İstanbul: Doğan Kitap, 2019.
Saadet Selen Arıduru İNSAN OBJE VE KUTSALLIK İnsanoğlu değiştirmeye ve dönüştürmeye meraklıdır. Düşünebilen varlıklar olarak, hayatta sürekli birtakım şeylere yeni anlamlar yüklemeye, onları farklılaştırmaya ve hatta yozlaştırmaya meyilliyiz. Elimizin değdiği yere güzellik götürebildiğimiz gibi; kötülüğe, acıya da boğabiliriz şu dünyayı. Kitap beni çok eski ve “kutsal” bir yolculuğa çıkardığında aklımdan bu düşünceler geçiyordu. Çok büyük anlamlar ve değerler yüklenmiş kutsal şamdanın peşinden yaşlı adam (acıyla sınanmış kişi) Benjamin ile birlikte ben de oradan oraya sürüklendim. Benjamin şamdanı kurtarmanın derdine düşmüşken, ben de kutsallık olgusunu sorguladım. Kutsal olan, belki de sadece insanlar kutsallaştırdığı için kutsaldı. Şamdan gerçekten Tanrısal bir şeyle bezenmiş miydi bilmiyorum ama tarihsel ve dinsel açıdan bir toplumun kalbinde yer ettiği ve tüm haşmetiyle onları aydınlattığı belliydi. Ortak bir değer uğruna insanların dünyanın her neresinden olursa olsun, ister küs ister barışık, ister tanıdık ister yabancı, ne denli birleşebileceğine ve mükemmellikle organize olabileceğine şahit oldum. Yolculuk boyunca yaşlı ve bitkin Benjamin ile şamdanın sonunu merak ederken, benim için değerli olan şeyleri düşünmeye başladım. Bir obje için değil belki ama bir insan için bir sürü sıkıntıya katlanabilir ve şehirler, ülkeler arasında sürüklenmeye razı olabilirdim belki. Çünkü bazen bazı insanlar var olduğu için yaşadığımızı düşünürüz, onlarsız bir hayat düşünemeyiz ve yokluklarını hayal bile etmek istemeyiz. Gönülden, coşkunlukla bir sevgi besleriz ki sevgi dünyayı ayakta tutan elementlerden biridir. Sevgi tıpkı kutsallık gibi dünyevi olmanın ötesinde bir şeydir. Değerli olanı değerli yapan ona duyduğumuz sevgidir. Sevmek ve sevilmek uğruna onca sıkıntıya katlanıyoruzdur belki de. Aslında her zaman hayat tarafından sevilmek ve hayatı sevmek için çabalıyoruz. Başımıza gelen tüm kötü şeylere isyan ederken aslında hayat bizi sevmiyor diye hayıflanırız. Sevgi arayışlarına gireriz ve asla doymayız. Kim sevgiye doyabilir ki? Birçok insan hayatta bir amacı olduğuna inanır. Sadece yaşamış olmak için yaşadığını düşünmez. Hayatı önemsemeyen biri bile kendine mutlaka küçük küçük hedefler belirler. Ama dünyevi ama ilahi herkes kendine edindiği işleri veya başkalarının (belki de Tanrı’nın) verdiği görevleri yerine getirmek için uğraşır. Ben bana verilen bir görev var mı, Tanrı beni niye yarattı bilmiyorum ama hayatı her daim sevgiyle kucaklamaya ve sıkıntılarla mücadele ederek yaşamaya gayret ediyorum. Benjamin’in görevi kutsal olanla sınanmak, şamdanaşahitlik etmekti. Ne kadar kutsal olursa olsun bir eşyaya bu kadar saplantılı kalmanın kötü bir şey olduğuna inansam da, Benjamin’in sabırla ve azimle görevini tamamlama istediğine, yaşlılığa ve yorgunluğuna aldırmadan tek başına bütün bir halkın sorumluluğunu, kaygısını üstlenmesini saygıyla ve hayranlıkla karşıladım. Kutsal olanı koruma amacı ve sevgisi, görevini tamamlama aşkı Benjamin’e dayanma gücü vermiş ve hatta ömrünü uzatmıştı. Şamdanın yolculuğunun başlangıcına da bitişine de şahit olan ilk ve son kişi oydu ve şamdanı huzura kavuşturunca kendi görevi de hayatı da son buldu. Kutsal bir eşyaya adanan bir ömür aslında kulağa o kadar ürkütücü ve anlamsız geliyor ki… “Kutsal”a değil de “eşya”ya çekilen dikkatim belki de bana anlamsız olduğunu söylüyor. Romanda şamdanın bir eşyadan çok daha fazlası olduğu aşikar. Şamdan sadece bir simge; birliğin, güzelliklerin, huzurun ve acının son buluşunun simgesi. Şamdan yaban ellerdeyken halk da darmadağın,düşman memleketlerde. Ne zaman ki şamdan güvende, o zaman insanlar da güvende. Ancak yine de sormadan edemiyorum, bir eşyaya yüklenen bu denli anlam ve değer, duygulara düşüncelere veya insana yüklenseydi daha doğru olmaz mıydı?
Hüsna Kübra Yeşildal KORKMA, SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK1! Türk milletine ait destanları okuma fırsatı buldunuz mu hiç? Her biri, ayrı ayrı ve çok yüklü hazineler barındırır. O duygu, her birinde inanılmaz bir incelikle okuyanın içine işlenir. Türk tarihini biraz övmekte haklıyım galiba bu durumda. Çünkü tarihimiz hep destansı mücadeleler ve zaferle dolar taşar. Parlayan gözlerimiz gururumuzu ele verirken, diğerlerinin gıpta ile baktığı ve adından sürekli söz ettiren tarih bizimkisi işte. Olabildiğince, her zaman ve her yerde övünmeliyiz bu değerlerimizle. Mustafa Kemal’in de dediği gibi “Ne mutlu, Türk’üm diyene!”2. Yalnız bu önemli özdeyişten çıkarılan yanlış anlaşılmaları da aklımızdan silmeliyiz. Öyle ki, burada kastedilen, ülkesi ve ülkesinin tarihi için savaşan her Türkiye vatandaşının ruhunda, Türk tarihi ve şerefinin, inceden inceye var oluşudur. Bu gururu yüreğinde taşıyan bizler; ülkemiz topraklarında paylaştığımız tüm değerleri önümüze koyarız ve tek ortak sevincimiz vatan sevgisi dahi olsa, kardeş sayarız birbirimizi. Hepimiz, tarihimiz ile ilgili hatırlatmalar yapıldığı her an duygulanırız ve bu bizim milli birlik ve beraberlik duygumuzun, içlerimize ne kadar da güzel işlendiğinin bir göstergesidir. Biz, vatanımız ve bağımsızlığımızın göklerde dalgalanan simgesi, bayrağımız için, tek vücut olmuşuzdur çünkü. Arif Nihat Asya ne kadar da güzel söylemiş, burunlarımızın direğini sızlatan Bayrak şiirinde; “Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü, Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü, Işık ışık, dalga dalga bayrağım, Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.3” 1 Mehmet Akif Ersoy-İstiklal Marşı(şiir) bkz. ilk dize 2 Mustafa Kemal Atatürk tarafından ilk kez 10. Yıl Nutkunda kullanılmıştır. Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1972 yılında öğrenci andına da eklenmiştir. 3 Arif Nihat Asya-Bayrak(şiir) bkz. ilk kıtaTürk milletinin her ferdi, feda edebileceği tüm maddiyatını bir kenara bırakmış ve vatanı için, bayrağı için, canını ortaya koymuş. Böyle kahramanlıklarla bütünleşen, işte böyle bir aşktır vatan ve bayrak Türk töresi için. Bir sevgi değil, sevgiden de öte… O ay yıldızın yere düşmesi ise korku değil, korkudan da öte, ölümcül bir illete yakalanmak gibidir. Bizler öyle bir nesiliz ki, vatan uğruna feda edilmiş binlerce nefesden emanet almışız bugünümüzü. Şehitlerimizin, yitip giden hayatların arkasından, ateşin düştüğü küçücük hanelerde dahi, tek bir söz işitilir; “Vatan sağ olsun…” Bugün, her şehrimizde, başımızı çevirdiğimiz birçok yerde; zaferlerimizin, bağımsızlığımızın ve şehitlerimizin anısına, göndere çekilmiş şanlı bayrağımızı her gördüğümüzde, dualarımızı eksik etmememiz gerekir. Kanımızda dolaşan, bu asalet dolu şan ve şerefimiz için her birimiz şükür borçluyuz Allah’a. Şairlerimiz, elbette ki, benim onlarca kelime ile anlatamadığımı, birkaç dize ile anlatıp titretiveriyorlar ruhumuzu. Orhan Şaik Gökyay diyor ki; “Bu vatan, toprağın kara bağrında Sıradağlar gibi duranlarındır; Bir tarih boyunca, onun uğrunda Kendini tarihe verenlerindir…4” Mithat Cemal Kuntay’ın bir deyişinden de yola çıkarak gururlu bayrağımızdan bahsedeyim biraz. “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.5” demiş değerli ustamız. Ay yıldızlı, al bayrağımız; bu sözü birebir yaşatan cinsten bir örnek teşkil ediyor bana sorarsanız. Her ülkenin bayrağı bütünüyle bir bağımsızlık sembolüdür ancak, üzerine işlenen detaylara da ayrı ayrı anlamlar katılır. Türk bayrağında gördüğümüz kırmızı renk, düşünmeden vatanı uğruna canını feda eden Türk askerinin kanını temsil ederken, hilal Müslümanlığımızın simgesi ve yıldız ise büyük çabalarla kurtuluşa erdirilmiş Türkiye Cumhuriyeti’dir. Nasıl da güzel sembolize ediyor milletimizi güzel bayrağımız… 4 Orhan Şaik Gökyay-Bu Vatan Kimin(şiir) bkz. ilk kıta 5 Mithat Cemil Kuntay-On Beş Yılı Karşılarken(şiir) bkz. son beyitBiz ki, zamanında üç kıtaya birden sahip olmuş ve önderlik etmiş, adıyla sanıyla şanlı Türk milletinin torunlarıyız. Ecdadımızın, topraklarımızı “vatan” haline getirirken içerisine girdikleri vaziyeti ve bu bağımsızlık mücadelelerine, canları pahasına girerek, bayrağımızın ufukta göğsünü gere gere dans etmesini sağladıkları gerçeğini, tüm hücrelerimizle hissedebilmeliyiz. Unutulmamalıdır ki bu milletin alnı açık birer üyesi olarak; sahip olduklarımız, yaptığımız veyahut yapacağımız her şey bize emanettir. Öncelikle yolumuzun açık olmasını diliyorum ve milli şuurumuza ters düşebilecek her şeyden olabildiğine uzakta seyredilmesini temenni ediyorum. Saygılar… KAYNAKÇA: https://tr.wikipedia.org/wiki/Ne_mutlu_Türküm_diyene http://www.siir.gen.tr/siir/o/orhan_saik_gokyay/bu_vatan_kimin.htm http://www.dersimiz.com/siir-2303-On-Bes-Yili-Karsilarken-Mithat-Cemal-KUNTAY.html http://www.siir.gen.tr/siir/a/arif_nihat_asya/bayrak.htm
Gaye Aşkın EVRİM BİR TEORİ DEĞİL, GERÇEKTİR Evrim, çok uzun süredir tartışma halinde olan ve gündemden düşmeyen bir konu günümüzde. Kabul edenler olduğu kadar etmeyenler de var. Özellikle, evrimin din ile çeliştiği iddiası en bilinen tartışma konusudur. Bunun yanı sıra birçok bilimsel bulguya rağmen evrimin saçma olduğunu iddia eden ayrı bir grup insan da bulunmakta. Elbette bu eleştiriye açık bir konu fakat evrimi göz ardı etmek de bir yanılgıdan ibarettir sadece benim gözümde. Bu konu, 14-15 Ekim tarihlerinde Bilim ve Ütopya dergisi tarafından düzenlenen Evrim Dersleri seminerinde detaylı bir şekilde tartışıldı ve incelendi. Evrimi anlamaya meraklı birçok farklı insanı bir arada görmek ve onlardan biri olmak beni de hayli mutlu etti. Evrim, üzerinde düşünülmesi ve muhakkak irdelenmesi gereken bir konu. Çünkü yanlış yerlere çekilmeye ve manipüle edilmeye çok açık. Yani sonucunda evrimi kabul etmeyen biri olsanız bile önce anlamaya çalışmanız, okumanız ve sorgulamanız gerekiyor. Zannımca zaten bunlardan birini bile yapıyor olsanız evrime karşı bir tavır almaktansa merak edip araştırmaya devam edersiniz. Evrim hakkındaki ilk büyük yanılgı ya da tabu: Maymundan gelme düşüncesi. Öncelikle bu algı bir şeyleri yarım yamalak okuduktan sonra çıkarılan bir sonuçtan ibaret. Birçok insanın “Benim atam nasıl bir maymun olabilir?” gibi yakarışları ve akabinde Darwin’i suçlamaları en alışılageldik durumlar. Fakat asıl olan, yani Darwin’in kast ettiği durum şudur: Evrim, canlıların ortak ata/atalara dayanan köklerinin milyonlarca yıl boyunca birbirinden türeyerek ve gelişerek oluştuğunu açıklamaktadır. Yani insan ile şempanze yaklaşık 6 ila 7 milyon yıl önce ortak bir ataya sahiptiler. Kısacası insanlar maymundan gelmedi sadece ortak bir ataları vardı. Tek hücreli canlılardan itibaren başlayan bu serüven milyarlarca senelik sürecin ardından insanda son buldu. Tabii bu demek olmuyor ki evrim artık yok elbette ki var hatta öncekinden çok daha hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. Özellikle son yıllarda evrimin hızının 100 katına çıktığı söylenmektedir. Ayrıca genel olarak baktığımızda evrim sürekli gelişim içinde ve bizler de bunun bir parçasıyız. Evrimi sadece fizyolojik bir değişim ve gelişim olarak düşünmemeliyiz. Aynı zamanda sosyal, dilsel ve psikolojik gelişim açısından da düşünmemiz gerekir. Genelde evrimin tek bir odak noktası varmış gibi algılıyor çoğu kişi fakat bu bahsettiğim diğer değişimlerde evrimi evrim yapan temel taşlardır. Bu değişkenleri yok sayarak yani evrimin tek bir açıdan değerlendirmek, tabular üzerinden eleştirmek ve sorgulamadan araştırmak evrime zarar veren yaklaşımlardır. Bir başka açı ise evrim ile dinin çeliştiği düşüncesi. Bu bakış açısı, belli bir kesim insanın ön yargı ve tabularıyla besleniyor ve yayılıyor. Seminerin ikinci gününde de sıklıkla değinilen bu konu birçok İslam aliminin, evrimin mümkün olabileceği ile alakalı varsayımlarını ve bununla birlikte bir kısmının da uzun sürmüş araştırmalarının olduğunu gözler önüne seriyor. Bu bizlere açıkça gösteriyor ki inanç sistemlerimiz, dinimiz evrimi anlamaya bir engel değil. Seneler evvel daha az kaynağa ulaşılan bir dönemde araştırmaktan, sorgulamaktan vazgeçmemiş bilim insanlarına karşın günümüzde bu kadar çok kaynağa kolay erişiminGaye Aşkın olduğu bir ortamda ön yargılarla hareket etmek ilkel bir davranış olmaktan öteye geçmez. Kaldı ki Darwin dindar bir protestandır. “Evrimin babası” olarak bilinmesinde büyük katkısı olan Türlerin Kökeni kitabının sonunu şu şekilde sonlandırmıştır.“Yaradanın başlangıçta bütün özünü birkaç ya da bir biçime üfürdüğü yaşamı böyle anlayan ve böylesine basit bir başlangıçtan en güzel, en olağanüstü biçimlerin türemiş ve türemekte olduğunu kavrayan bu yaşam görüşünde gerçekten yücelik vardır.”(519) Buradan anlaşılacağı üzere, başta Darwin’i hedef göstererek onu ve evrimi kabul eden tüm insanları dinsiz olmakla suçlamak asılsız bir iddiadır sadece. Dindar olup evrim kabul etmek aykırı bir davranış değildir. Veyahut evrime inanıp ateist olmak da mümkün. Evrim üzerinden bu etiketleri yapıştırmak çok daha kolay zedeleyebildiği için insanları, belli bir kesim de bunu prim yapmak için kullanıyor. Halbuki her iki durumda insanların kendi değerleriyle ve onlara verdikleri önemle alakalı şeylerdir. Yani ikinci veya üçüncü şahıslara yorum yapmak ve eleştirmek onlara düşen görevler değildir. Evrim bütünüyle düşünmeye, araştırmaya ve sorgulamaya teşvik eden bir olaydır. Bunu reddetmek mesela bunu evrim konusu müfredattan çıkararak yapmak bilimsel düşünce tarzına vurulan bir kettir. Maksadın eleştirel ve analitik düşünme becerilerini geliştirmek olması gereken bir dünyada evrim gibi bir gerçeği reddederek, varlığımıza dair şüphelerin bir safsatadan öte olmadığı fikrini dayatıyor bizlere. Fakat halen saygıdeğer bilim insanlarımızın - Aziz Sancar- gibi evrimin bir inanç meselesi olmadığını bir gerçek olduğunu dile getiriyor olmalarını bu konuya yaklaşımları olumlu etkileyen bir gelişmedir. Halen evrimi anlamak ve anlatmak için uğraşılıyor olması ve zamanla da ilginin artıyor olması ben ve benim gibi meraklıların hayli tatmin eden bir durum. Bunun giderek artmasını dilemek ve anlamak- anlatmak da bizlere düşen bir görevdir elbette. Kaynakça Darwin, Charles. Türlerin Kökeni. Çev. Öner Ünalan. Evrensel Basım Yayınları. 201 Evrim Dersleri, 14-15 Ekim, 2017, Ankara, Bilim ve Ütopya Dergisi.
Cennetten bir parça: Datça //* Nehir Erdem Datça, Akdeniz ve Ege'nin kesiştiği noktada bulunan, Muğla'ya bağlı bir belde, benim tanımımla ise, cennet ön gösterimi. Üç yaz kadar önce aklıma koymuştum Datça'yı görmeyi. Ne var ki kimseyi ikna edememiştim benimle gelmeleri için. Malum, birçok insanın tatil anlayışı bütün gün güneşin altında uyuyup arada denize “batıp çıkıp”, akşam olunca da gece hayatına karışmak. Ben ise tatil olarak huzur arayanlardanım. Sahilde ya da havuz başında Demet Akalın'ın ya da başka bir mevsimlik şarkıcının şarkılarını ezberlemeye mecbur kalmaktansa, yaşlıların kurallarının geçtiği bir beldede huzurdan ölmeyi tercih ederim. Tatil demek, dinlenmek demek değil mi? Şehrimde de eğlenebilirim ama şehirde huzur nerede? Bu yüzden emekli mekanı olarak tabir edilen beldelerden vazgeçemiyorum. Yıl içinde kirlenen ruhumu buralarda temizliyorum işte, bir nevi meditasyon yani. Sonunda, annemi ikna edebildim, merkezde bir otel buldum ve Datça'ya biletlerimiz alındı. Bu otobüs biletlerinin ayrıca birer “roller coaster” bileti olduğunu ise dokuz saatlik yolculuğumuzun son iki saatinde anladık. Ama ne demişler, cefa çekmeden sefa sürülmez. Muğla'ya varana kadar her şey sıradandı. Muğla'da verilen molanın ardından tırmanmaya başladık. Dağları tepeleri aştık, korkunç uçurumlardan geçtik. Tek şeritli dar bir yol, kocaman bir otobüs ve bu otobüsü uçurumdan aşağı yuvarlanmaktan koruyacak yarım metrelik bir bariyer. Sonunda, tek parça olarak Datça'ya girdiğimizde bütün bu eziyete değdiğini anladım. Böyle bir güzelliğin yol üstünde olması beklenemezdi; ona ulaşmak biraz zahmetli olmalı ki öyle herkes gelmesin, keşfetmesin burayı. Doğa ananın dağların arkasına sakladığı bu cennet parçasının halkı da keşfedilmekten, Bodrum ya da Antalya gibi bir turizm mekanı haline gelmekten kaçınıyor. Gözlemlediğim kadarıyla, yerli halk burada pek misafirperver değil, insanlar geliyorsa gelsin ama çok kalmasın, hemen gitsin istiyorlar. Çünkü potansiyel görülen her alana beş yıldızlı bir otel kondurmak, kocaman bir tesis inşa etmek alışkanlık haline gelmiş bizde. Oysaki Datça'da bu tarz büyük otellere rastlayamazsınız. Bunun en önemli sebebi Datça'yı kirletmemek, bakirliğini korumaya çalışmak. Ayrıca halk, gelen insanların Datça'yı artık sömürmeye başlamasından da şikayetçiydi. Bir otobüs firmasının bürosunda çalışan doğma büyüme Datçalı bir abi ile sohbet ettik, biz ona sormadan o bize söyledi Datça sakinlerinin veesnafının neden dışardan gelenleri hoş görmediklerini. Datça'da restoranlarda, otellerde, dükkanlarda, hemen hemen her tarz yerde çalışmış yıllardır. Artık gelen müşterilerin gittikleri restoranlarda masaya oturmadan önce pazarlık yapmasından, esnafı zarara uğratmasından yakındı bize. Gerçekten birkaç kez buna şahit olmuştum. Sanırım insanlarda bu küçük beldenin daha ucuz olması gerektiği gibi bir algı var. Ancak alınan hizmet İstanbul'dakinden farklı değilken daha ucuza mal edilmesi nasıl mümkün olabilir? Ayrıca babasının incir yetiştirdiğinden bahsetti. Gözü gibi baktığı ağaçlarda yetiştirdiği incirleri, insanlar izinsizce ve torbalarca topluyorlarmış. İnsanların bunun hırsızlık olduğunun farkında olmadıklarını söyledi bize. Oysaki babası o incirleri satarak geçimini sağlıyormuş. Turistlerin yararından çok zararı olduğunu söyledi durdu. Gelelim, ben Datça'nın nesine böyle hayran oldum? Tam olarak havasına ve suyuna... Sıcak ama bunaltmayan, nem seviyesi düşük; oksijeni bol bir havası; bir bardak sudan daha berrak bir denizi var. Öyle ki, sahilin üstündeki çeşmeler için koyulan “içilebilir su” manasına gelen tabelayı, ilk anda deniz için “bardağa koy iç” anlamında koyulduğunu düşündüm. Limanında bile temiz olan deniz, koylarında ciddi anlamda sürahide yüzüyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Birkaç Datça koyu görme fırsatım oldu ve hayatımın geri kalanını Karaincir'de geçirmeye karar verdim. Karaincir incecik kumu olan bir sahile sahip. Datça'da taşlık olmayan ve böylesine berrak olan tek deniz buradaydı. Ayaklarımın altında ipek dokulu bir halı hissiyle 50 metre, belki daha fazla, yürümeme rağmen hala sığ kalabilen bir deniz... Dalga da olmadığı için insanlar istedikleri kadar açılıp uçsuz bucaksız denizde özgürlüklerini hissedebiliyorlar. Bir de Palamutbükü ünlü Datça'nın. Ancak burası taşlık ve denize girerken biraz acı çekiliyor. Buna rağmen Palamutbükü'nü neden bu kadar sevdim bilmiyorum. Karaincir rüya gibiydi ama Palamutbükü daha samimi, daha gerçekçi geldi belki. Otelde ayırttığımız günlerin sonuna gelince, mecburen Ankara'ya dönmek zorunda kaldık. Roller coester maceramız bu sefer yolculuğun başındaydı ve ucunda Ankara olduğu için daha korkutucu geldi. Tatilimin sonunda kendime yeni bir yaşama amacı edinmiştim, bir an önce emekli olup Datça'ya yerleşmeliydim.
Sümeyra Üstün Avrupa Ne Kadar İzin Verdiyse O Kadar Günümüzde Türklerin Avrupa'ya ait olup olmadığı birçok yabancı medya unsurları tarafından her gün itina ile tartışılmaktadır. Bunun üzerine Sayın Onur Bilge Kula'nın detaylı ve açıklayıcı incelemesini okuduktan sonra, benim de kafamda bazı şeyler belirdi. Medyada ele alınan konular çoğu zaman tutarsız bir şekilde yansıtılmaktadır. Bunlara örnek olarak şu gösterilebilir; Türkiye, Avrupa'ya uygun kültürel bir yapıya sahip değildir. Açıklar mısınız, sevgili Avrupa, sizin kültürel yapınız nasıldır? Genelgeçer bir kültüre sahip olmadığınız apaçık ortadadır, neden hâlâ kültür konusu üzerinde ısrarla tepiniyorsunuz? Finlandiyalı bir vatandaşın Portekiz bir insanla aynı kültürü paylaştığı iddia edilemediği gibi, Avrupa'nın belirli bir kültürel yapıya sahip olmadığı gözle görülür şekilde bellidir. Avrupa'yı oluşturan da nice farklı kültür, insan ve dildir. İtiraf edilmelidir ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi durumları geçtiğimiz yılda iyice karmaşık bir hale gelmiştir. Zor bir dönemden geçen Türkiye, âdeta bir hedef tahtası haline dönmüştür. Avrupa devletlerinin medya unsurlarının, Türkiye'nin içişlerini felaket bir şekilde göstermeye yönelik çalışmaları maalesef hep başarılı olmuştur. Almanya'da doğup büyümüş bir Türk olarak şunu söyleyebilirim ki, son birkaç yıl içerisinde Alman televizyonu ve haberleri Türkiye'yi kapsayan çeşitli konularla dolup taşmıştır. Dolup taşmakla kalmaz, mübalağalı bir biçimde olayların aktarılması söz konusudur. Bu sadece Alman medyasına has bir durum değildir, Avrupa'nın farklı devletleri de Türkiye'nin içişlerini kendilerine dert edinmişlerdir. Haberleri büyük bir şaşkınlıkla, aynı zamanda da olağanüstü bir sinirle izliyordum. Fakat artık içeriğinin büyük bir kısmını ezberlediğim için, haberleri ve gazeteleri es geçiyorum. Ve eminim ki, Almanya'da yaşayan Türkler de benimle aynı fikirleri paylaşıyordur. Var olan ile yansıtılan arasında dağlar kadar fark var, bu farkı Avrupa insanının görmesi mümkün değildir, çünkü Türkiye'yi yansıtıldığı kadar bilir ve kendi medyasına güvenir. Hal böyle olunca, Almanların ve tabii ki Avrupalıların bizi kabul etmek istememesi ve barbar bir millet olarak algılaması ne yazık ki gayet normal bir durum haline gelmiştir. Türk milletinin yaşadığı bu olumsuzlukları kullanarak, 'kültürel yapı olarak Avrupa'ya uymuyor' demek büyük bir tutarsızlıktır ve Avrupa Birliği'nin Türkiye Cumhuriyeti'ni kabul etmemesine yardımcı olan bir bahanedir. Buna ek olarak Avrupa'nın büyük sorunlarından bir tanesinden daha bahsetmek istiyorum; İslamofobia. Türkiye'nin algılanmasını büyük bir ölçüde etkileyen unsurlardandır. Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin özgür bir ülke olduğuna inanmak istiyorum, farklı dinlerden birçok insan bir arada yaşıyoruz ve sanılıyor ki, herkese din konusunda baskı yapılıyor. Böyle bir durum söz konusu olamaz ve olmamalıdır. Ve tabii ki, ülke içerisinde meydana gelen zorbalıklara göz yumulmamalıdır. Avrupa'da yapılan propagandalar ve nefret söylemleri ne yazık ki giderek artıyor, Avrupalılar da tedirgin bir hale getirilmiş durumda. Bu tedirginliğin ana kaynağı, medyanın ve Avrupa'nın kabul etmediği insanlara yönelik sessiz saldırılarıdır. Bu nedenle, Türkler, Avrupa'nın izin verdiği kadar Avrupalıdır. Fakat Türkler yüzyıllar boyunca Avrupa'nın etkin bir elemanıydı, savaşlardan sonra kalkınma yıllarında işçi göçleri Avrupa devletlerine büyük bir katkı sağlamaktaydı. Çoğu Avrupalılardan önce gelmişlerdi. Çeşitli bölgelere göç eden Türkler, ayak uydurmada ne kadar zorlansalar da başardılar ve hâlâ yaşamlarını başarılı bir biçimde sürdürmekteler. 1970 yılından önce bir peynir fabrikasında çalışmak için göç eden dedem, aradan birkaç yıl geçtikten sonra ailesini de yanına alarak yeni bir hayata adım atmıştı. Benim hikayem de tam da orada başlıyor aslında. Ve hâlâ Türklerin topluma kabul edilmemesi ısrarla sürüyor ve düşünün, aradan o kadar yıl geçmesine rağmen! Türkiye'de Avrupa'lı, Avrupa'da ise göçmen... bu insanların kimlikleri artık kafalarını karıştırıyordu. Özünün hiç bir yerde kabul edilmemesi kadar kötü bir his daha yoktur fikrimce. Gittiğin her yere ayak uydurmak zorunda kalmak, bu duyguyu en iyi anlayanlardan biri de benim.Kaynakça: Kula, Onur Bilge. Avrupalılık Nedir? Türkler Ne Kadar Avrupalıdır?. İş Bankası Kültür Yayınları,
Sabiha Ulusoy RENKLİ RÜYALAR OTELİ “Hayatta iki tane doğru vardır. Kağıt üzerinde doğru olanlar ve doğru olduklarını hissettiklerimiz.” (E.Baran) Kadere ve içinde bir şemsiye gibi kapladığı derin felsefeye inanır mısınız? Yoksa siz kaderi tamamen hür iradenizle kendi yolunuzu çizme olgusu olarak mı görürsünüz? Hayatta tek bir doğru yok. Aksine birbirinin sağlamasına dahi zıt çıkacak birden fazla doğru var. Hangisi daha yerindedir, hangisi daha iyidir, hangisi tamdır bilemem. Fakat en nihayetinde, bildiklerimiz aslında olanlardan daha fazla. Buraya kadar oldukça soyut konuştuğumun farkındayım. Aslında başka bir kapıya anahtar hazırladım. Hepimizin hayatını esir alan, düşüncelerini sorgulatan ve mutlaka bir kez olsun çalmak zorunda olduğumuz bir kapı: Ahlâk. Açıldıktan sonra geçtiğimiz eşikten hoşlanır mısınız, bir cevap vermek pek kolay olmasa gerek. “Kâğıt üzerinde doğru olanlar” derken ahlâkın bizi esir almasına değiniyor Esra Baran. Öyle de değil mi? Attığımız her adımın temelinde kendi serbest irademizin olduğunu iddia etsek de aslında sınırlarımız toplumun bize dayattıklarından ibaret. Giydiğimiz kıyafetler, sıktığımız parfümler, attığımız kahkahanın tizliği karşısında bile durup tekrar düşünüyoruz bunun doğruluğu hakkında. Kimse bize “Sen aslında ne istiyorsun?” diye sormuyor. Kendi kendimizi büyüttüğümüzü zannederken, hakikati irdelediğimizde toplumun bizi kendi kurallarıyla büyüttüğünü görüyoruz. Kendi hamuru ile arzularımızı karıştırarak yoğuruyor bizi ahlâk kuralları. Ve en sonunda hep seyreltilmiş kalıyor bütün heveslerimiz. Çocukluğuma dair unutmadığım ve beni tiksindiren bir anı var. Elinden tutmuş birlikte yürürken bir arkadaşına rastlıyor küçük kuzenim Mehmet. Kıza karşı oldukça kibar ve masumane bir tavırla gülümsüyor; çocuk işte. Kızın annesi de bunu görür görmez kızını bir hışımla kolundan tutup çekip götürüyor fakat bir yandan da Mehmet’e de tehditkar bakışlar atmayı ihmal etmiyor. Daha çocukluğun temiz ve güzel duyguları içinde kumlarla oyun oynamaktan ve salıncakta gökyüzüne daha fazla ulaşmaktan başka bir şey hayal etmezken sırf doğru (!) olduğu için masumiyetleri baltalanıyor insanların. Halbuki benim çok sevdiğim bir erkek arkadaşım vardı beş yaşındayken ama ben kötü yola düşmedim… Ve çocukluğumuzla da kalmıyoruz; büyüyoruz. Giydiğimiz etek uzun veya kısa fark etmeksizin edebimizin seviyesine bir ölçüt olarak kabul ediliyor. Ne kadar kısaysa o kadar ahlaksız kabul ediliyor bir kız. Toplum denen çirkin bakışlı yaratık bundan hiç hoşlanmıyormuş. Halbuki ben kısa etekleri çok severim. En çok da kırmızı olanları… Saf duygularımızı, saf arzularımızı ve sonuna kadar sadece kendi benliğimizle ortaya çıkmış olan isteklerimizi sonuna kadar yaşayabiliyor muyuz? Özgür varlıklar olarakSabiha Ulusoy doğuyoruz. Yaratılışımızın esasında hayvan ve bitki gibi diğer canlılardan ayrı olarak hür irade ile dünyaya gelsek de her zaman arzularımızı sınırlayan fanus içinde ekip biçiyoruz düşüncelerimizi. “İçimizden gelen ne varsa yaşamalı mıyız?” sorusuna yarım ağızla cevap veriyoruz hep. Biliyoruz arzularımızın sınırlarını aştığımız an duygularımızın aşağılanacağını. Aldığımız her kararda, attığımız her adımda önümüzdeki yegâne engel toplumsal sorgulamalar. Yüreğimizden kopup gelen isteklerin ellerine vurulmuş bir kelepçe, ayaklarımıza da bağlanan ağır yükler misali varoluşumuzun özüne keskin bir işkence hepsi. Rüyalar Oteli’nin en renkli köşesinde yaşasak keşke içimizden geldiğince. Toplumun bir türlü dizginlenemeyen ve insanlık boyunca ruhlarımızı damgalamış ahlakın kurallarına takılmadan koşup eğlenebilsek gönlümüzce. Eteklerimizi giysek, aşık olsak, el ele tutuşup kumdan kaleler yapsak! Kahkahalarımızı kontrol etmeden havanın tam en görkemli yerinde patlatsak neşemizi, mutluluğumuza işaret etse dudaklarımız. Gecenin en tatlı vaktinde sarhoşluğu yaşasak, kıyafetlerimizle denizin en derinine atlasak. Gönlümüzce yürüsek sokakta geceleri, gülsek, ilk öpücüğümüzden sonra pişman olmasak hiç. Eteklerimizi giyip özgürce dolaşsak toplumun kurallarına yem olmuş insanlarının ayıplayıcı bakışlarına maruz kalmadan. Renkli Rüyalar Oteli’nde kapatsak gözlerimizi ve fanusun içine hapsolmadan uçsak gitsek… Kaynak:  Baran, E. (2016). Renkli Rüyalar Oteli. İstanbul; Okuyan Us Yayınları
Mustafa Özkan İr En Kıymetlilerimiz Bu hayatta sizin için en değerli varlıklar nelerdir? Bir düşünün. Aklınıza tonlarca şey gelebilir: para, oyun, iş, okul, internet… Ama ben öyle iki şey biliyorum ki bir tanesi oldukça kısıtlı ve o yüzden değerli, diğeri ise onlarsız bu çetrefilli hayata devam etmemizin mümkün olmadığı varlıklardır. Tabii ki de ben burada onların ne olduğunu söyleyip yazıyı daha da sıkıcı hale getirmeyeceğim. Ne de olsa o değerli ve limitli olan varlığı siz de bu yazıda kaybetmek istemezsiniz. Hazırsanız kemerlerinizi bağlayın ve kumandanıza Click diye basın. Şimdi bir kavram düşünün. Ama öyle sıradan bir tane değil. Bu öyle bir şey ki başına gitmek isteseniz olmaz, sonuna gidelim deseniz yine olmaz. Hatta o gerçekten var mı yoksa sadece insan beyninin ürünü mü o bile belirli değil. Belirli olan bir şey var ise o da onun değeri. O kadar değerli ki insanlık tarihinden bile eski olmasına rağmen insanların her zaman ilgisini çekiyor ve felsefede önemli tartışmalara yol açıyor. Öyle eski ve felsefeye konu olmuş dedim diye sanmayın ki artık önemi kalmadı. Günümüzde de değerini hâlâ koruyor. Hele hele bu devirde herkes sizden bir şey beklerken aynı anda onu da vermenizi istiyor. Bazıları ise onu sizden almak için türlü hallere giriyor. Zaten limitli olan bir şey için de bu kadar istekli kişi olunca da değeri ikiye katlanıyor. Bu yüzden de günümüzde onu korumak ve verimli bir şekilde kullanmak için türlü türlü yöntemler geliştiriliyor. Muhtemelen siz neyden bahsettiğimi anladınız ama eğer aklınızdan geçen para ise önceki paragrafı baştan okuyabilirsiniz. Ama dikkat edin çünkü onu kaybetmek istemezsiniz. Siz düşünedurun, ben de size ikinci kıymetli varlıktan bahsedeyim. Bu varlıklar paha biçilmez varlıklardır. Bir hayatımız varsa ve bu hayatı sürdürebiliyorsak tamamen ikinci tür değerli varlıklarımız sayesindedir. Çünkü hayatımızı yaşanılabilir yapanlar onlardır ve onlara muhtacızdır. Her sabah yataktan kalkmamızın nedeni onlardır. Ama farkında değilizdir bu durumun. Onlar sadece ihtiyacımız olduğunda ya da onları kaybettiğimizde görünür hale gelirler. Kaybedince anlarız onların değerini. Aynı yataktan kalkamayınca ve hayatın akrep ve yelkovanı durunca… İşte ikinci varlıklar da böylesine önemli varlıklardır. Bu iki kavram da aslında Click filminin de bir nevi ana temaları. Bu filmin on altı yıl önce çıkmış olması da bu iki şeyin ne kadar önemli ve yaşadığımız dönemle alakalı değil de zamansız iki kavram olduğunun kanıtı. Filmin yapmak istediği ise çok basit. Tipik bir modern insanın hayatını nasıl geçirdiğini göstermek. Bunu ise işkolik bir mimar üzerinden yapıyor. Onun bitmek bilmeyen yükselme hırsı yüzünden hayatındaki en önemli bu iki şeyi nasıl hiçettiğini gösteriyor. Aslında ikinci varlıklara değer verdiği ve onları mutlu etmek istese de farkına varmadan kendini işine adadığı için onları üzüyor ve erteliyor. Sadece ikinciyi kaybetse yine iyi bunları yaparken birincinin nasıl tükendiğinin farkına bile varmıyor. Tanıdık geldi mi? Eğer gelmediyse ne mutlu size. Çünkü bugünlerde ben de dâhil çoğumuzun hayatının bu mimardan en ufak bir farkı yok. Koşuyoruz, koşuyoruz ve daha çok koşuyoruz. Hırslarımız gözlerimizi öylesine köreltmiş ki bitiş çizgisini göremiyoruz. Eğer olur da bitiş çizgisini geçecek olursak, bir ileridekine çeviriyoruz yönümüzü. Bu sefer de hemen ona doğru hızlanmaya başlıyoruz. Hâl böyleyken, hem birinci varlığımızı tüketiyor, ikinci varlıklara ise onları göz ardı ettiğimiz için zarar veriyoruz ve kıymetlerini bilmiyoruz. Yine de siz siz olun hayatın bu karmaşasında ikisinin de ne kadar kıymetli olduğunu aklınızdan çıkarmayın ve onlara gereken değeri hâlâ nefes alıyorken verin. Ne de olsa zamanımız tükeniyor ve sevdiklerimiz bu dünyadan birer birer göçüyor.Kaynakça Coraci, Frank. Click, 2006. Columbia Pictures. Film.
Nur Safa Gündüz Cumartesi Anneleri’nden Plaza de Mayo Anneleri’ne Ceza Hukuku dersindeyim, telefonla uğraşmamam gerekiyordu. Hafıza Merkezi’nin bir gönderisi düşüyor önüme, “zorla kaybetmelerin yüzde 67’sinde kaybedilenlerin bedenleri hâlâ bulunamadı, yüzde 7’sinde ise bedenler bulundu ancak ailelerine teslim edilmedi”. Profesörse aynı anlarda ceza hukukunun insaniliğinden bahsediyordu, “arkadaşlar, modern ceza hukuku toplumu korur, devleti korur”. Adı ceza hukuku olan bir hukuk ve içinde iğnelerle kazıya kazıya çaresiz hakkaniyet arayışımız. Pekâlâ, hukuku tamamdı da, zorla kaybetmeler neyin nesiydi? Dersten çıkıyorum, dalgın dalgın fakülteyle kütüphane arasındaki yolda yürüyorum. Zorla kaybetmek, kaybedilmek, faili meçhuller ve kayboluş... Bu kelimelerin tam olarak ne anlama geldiğini düşünmeye çalışıyorum. Benzer bir yürüyüşü devletin insanları bir yere kapatabilmek yetkisi üzerine de yapmıştım, görenler muhakkak “deli” diyordu kendi kendimle kavga eden hâlime. “Nasıl oluyor da devlet insanları alıp da kapatabiliyor duvarların arasına?” diye sorup sorup akıl erdiremiyordum. Siyasi suçlular üzerine düşünüyordum, F tiplerinin işkence badanalı duvarlarını, hep bir önceki kuşağı daha az özgürlükçü olmakla suçlayan hiç de daha fazla özgürlükçü olmayan insanları ve insan haklarını. Öyleyse bu iki yürüyüşümde çok farklı yerlerde gezinmiyor, hemen hemen çok yakın iki konu arasında mekik dokuyordum. “Hukukun bittiği yerde... Neydi o söz, hukukun bittiği yerde... ne başlıyordu? Tiranlık!” “Pek tabii, tiranlar da hukuku kullanıyor-du, hukukun bitmesi diye bir şey yok, yani ardıllık ilişkisi yok ortada, acaba Locke bunu düşünmüş müydü, düşünmek istememiş miydi?” “Kaybetmek nasıl bir duygu? Kaybettiğinin akıbetini bilmemek nasıl bir duygu asıl? Hayır asıl kaybedilmek nasıl bir duygu? Kaybettiren bunu hangi duyguyla yapıyor, gücün ona verdiği haz ne kadar daha ileriye götürebilir onu?” Mesela bir eşyamı kaybetmiş olduğumu düşündüm, nerede olduğunu bilmemek nasıldı diye düşündüm, “dağınık yurt odamda eşyalarımın arasında bir yerde mi?” yoksa “yolda yürürken mi düşürdüm?” veya “birisi onu çaldı mı?”, bunlara cevap verememek insanı mutlaka yoruyor. Peki bir insanın kaybedilmesi nasıldı? Peki çocuğunu kaybeden bir insan ne hissederdi? Cumartesi sabahları Galatasaray Meydanı’nı düşündüm. Öğlene doğru meydandaki hareketliliği, beyaz örtüleriyle barış diyen, insanlara selam vererek meydana doğru üçer beşer giden, çocuklarının nerede olduğunu altı yüzü aşkın haftadır soran anneleri düşündüm. Kaybedilen bir insanın annesi, babası, ağabeyi, kardeşi... “Bunca haftadır insanlar gerçekten neyin savaşını veriyor, anlayabiliyor muyum?” diye kendimi sorguluyordum. Ben bunları peş peşe düşünürken kütüphaneye varmış, girişte kartımı okutmuş, ikinci kattaki kitapların arasına varmışım bile. Türkçe dersi için sözde kendime kitap bakıyorum, işte bugün burada yazacağım yazı için güzel bir roman bakıyorum ama kafamdaysa hep aynı soru dönüyor “ne menem bir şey bu hukuk, bukalemun gibi her şeye uyuyor, kılıf oluyor”. İşte bu soruyla kitapların arasında dolanırken beni dersten beridir kafamı kurcalayan kaybetmelere götürecek incecik, çirkin bir kapak dizaynı olan, dürüst olmak gerekirse ilk bakışta hiç de çekici durmayan bir kitap buldum. Bir çocuk parkında insanların hiç önemsemediği, en çirkin, en çekinik bulduğu çocuğu izleyip de hayran kalmanın, onun zekâsını keşfetmiş olmanın mutluluğuna benzer bir buluştu sanırım. Kitabın adı başta hiçbir anlam ifade etmiyor: Okulcuk. Ama hemen altında yazan yazıyla şimşekler çakıyor: Arjantin’de Kaybolma Öyküleri. Yazar Alicia Partnoy, 1976’da Arjantin’deNur Safa Gündüz kaybedilen insanlardan bir tanesi. Yani otuz bin insandan bir tanesi ama aynı zamanda o yıllarda kurtulan birkaç insandan da bir tanesi. La Escuelita adı verilen onlarca toplama kampı okulcuklardan birine hapsedilmişti Alicia. Hem kaybedilendi hem kaybedilen yakınıydı Alicia. Kurtarılmış hayatını da kaybedilen yakınlarına adadığını yazıyor, yani kurtuluş tek başına hiçbir anlam ifade etmiyor onun için de. Tıpkı kaybedilen Cemil Kırbayır’ın ağabeyi Mikail Kırbayır’ın eylemlerinin 654. haftasında Galatasaray Meydanı’nda “Cemil’in ölüsüne ne yaptınız? Cemil’i katlettiniz ama öldüremediniz. Benim de 28 yaşımı, 29 yaşına çıkaramadınız. Çünkü biz kayıp yakınları ömrümüzün kalanını onların yaşaması ve yaşatılmasına adadık” sözlerindeki ısrar gibi. Hikâyelerden birinde (ya da anılarından birinde demek daha doğru olacaktır) Alicia, çocukluktan bu yana burnunun büyüklüğünü ve kemerli şeklini hiç sevmediğinden bahsediyor. Sonraları okulcuktaki işkence dolu günlerde burnunun büyüklüğü ve şekli, gözüne bağladıkları gözbağını yukarda tuttuğundan, ışığı ve dünyayı biraz daha fazla görmesine imkan verince burnunu nasıl sevmeye başladığının ironik anısını paylaşıyor. Bir başkasında da kızının yüzünü artık anımsayamadığını, anımsamak için hafızasıyla girdiği yarışı doğal ve bir o kadar çarpıcı bir biçimde aktarıyor. Yine tıpkı aynı Galatasaray Meydanı eyleminde babası kaybedilen Zozan İrmez’in mektubundaki sözlerini anımsatıyor: “Umutlarımız tükenmedi hâlâ. Bir gün çıkıp gelecek ya da herhangi bir sokakta dolaşırken yanımdan geçecek ve o beni tanımazsa bile ben onu tanıyabileceğim diyorum”. Kerevan’ın kızı Zozan’dan, Alicia’nın kızı Ruth’a doğru bir zincir bu ve bu zincirdeki halkalar şimdi Galatasaray Meydanı’ndan Mayo Meydanı’na uzanıyor ve direniyor. Zorla kaybetmelerin, faili meçhullerin arkasında devletlerin olduğunu meydanlardan haykırıyorlar bizlere, özellikle de biz üniversite öğrencilerine. Çünkü bilgi öyle kürsülerde yalıtılmış hâlde bulunmasın, hayata dokunsun diye. İşte tam da bu hikâyeler bizim birçok şeyi anlamamıza yardım edebilir. Çünkü birkaç saat önceki Ceza Hukuku dersinde harıl harıl not alan biz öğrenciler ve hukukun üstünlüğünden bahseden profesör gerçekle bağını, devletin ve madalyonun diğer tarafını ancak yüzünü sokaklara dönerek anlayabilir. Bunları açığa çıkarıp diri tutmadıkça, takipçisi olmadıkça ve hesabını sormadıkça bu ihlâller devam edecek. Nitekim, geçtiğimiz ağustos ayında yıllardan beridir giderek çoğalan kaybedilen insanlar listesine bir tanesi daha eklendi: Santiago Maldonado. Hem Galatasaray Meydanı’nda hem Mayo Meydanı’nda ve tabii ki dünyanın geri kalanında birçok insan aynı soruyu soruyor: Maldonado nerede? Önüne modern sıfatı koyduğumuz her isim aklanıyor mu, bizi geçmişten, çok değil kırk elli yıl öncesinden çok farklı bir yere mi taşıyor? Hukuk ve insan hakları bugün Cumartesi Anneleri’ne ya da Plaza de Mayo Anneleri’ne bir cevap verebiliyor mu, bir cevap verilmesi için işlev görüyor mu?
Burcu Ilgın Pala 22201551 BenliğimdekiİkiÇizgi Kendimden çok uzak hissettiğim zamanlar oldu. Bu anlarda bilincine vardığım uzaklık sadece soyut anlamda ruhuma karşı hissettiğim bir uzaklık değildi. Sanki ruhuma uzakolduğum kadar, ruhuma ev sahipliği yapan bedenime de bir o kadar uzak hissederdim. Karşımda oturur beni seyrederdi. Ben olduğumu bilirdim ama bir yandan ben de değildim. Yaşadığım birtakım olaylar karşısında ya da sahip olduğumu düşündüğüm kişiliğimle hareket etmediğimi hissettiğimde kendimi eski ben gibi hissetmez, bir suyun oluşturduğu girdapta ruhumun hafifçe çekildiğine şahitolurdum. Ruhumun ve bedenimin beni terk ettiğine inandığım anlardan biri, öfkemin kontrol altından çıkıpbenipençelerinin içinehapsetmesindenoluşuyordu.Normaldesakin vesoğukkanlı, hatta soğuk biri olarak görülüyordum dışarıdan. Zamanla hissettiğim ani parlamaları, öfkeyi, sesimi yükseltme isteğini içime atmayı ve her ne olursa olsun dışarı yansıtmamayıöğrenmiştim. İyi ya da kötü, kendime oluşturduğum kişilikbuydu.Kendi kurallarımakarşı çıktığımda,öfkeme yenik düşüp sesimi yükselttiğimde bir an için kendime yabancı hissederdim. Ruhum bedenimi yavaşça terk ederek emin adımlarla yürümeye başlardı. Sanki bir ebeveynin veya hayatımda örnek aldığım birinin benimle hayal kırıklığına uğraması gibiydi. Dışarıdan izlediğim ben ve içimde hissettiğim ben aynı değildi. İzlediğim ben isem, göremediğim ben kimdi? Bu anlarda kendimden o kadar uzaklaşmış, kendime o kadar yabancı hissederdim ki ayna karşısından geçmeye dahiutanırdım. Sadece kendime değil, çevreme de yabancılaştığımı hissediyordum.Ensevdiğim kahveyi yudumlarken tadı güzel gelmiyor, konuşmaktanzevk aldığıminsanlar benim içinbirer hareketsiz tabloya dönüşüyordu. En sevdiğim aktiviteleri yapan sanki ben değildim. Haz alarak giydiğim kıyafetler sanki birer bez parçasına dönüşmüştü bedenimden sallanan. Tanıdık olmayan bu his ruhuma o denli ağır geliyordu ki, paralel bir evrenin içinde binlerce ben ile birlikte kayboluyordum sanki. Murakami’nin sözleri daha yeni anlam kazanmışçasına vücudumdaki kanım gibi pompalanıyordu: “Merdivenden çıkıp binanın önüne geldiğimde mevsim artık bahar değildi. Gökteki Ay da kaybolmuştu. Orası artıkbenim bildiğimcadde değildi. Caddeboyundaki ağaçlar da tanıdık değildi” (Murakami, 2022, s. 151). Benliğim, özümü kaybettiğimden şüphe duyarken beni ben yapan her şeyin ayaklarımın altından kaydığını hissediyordum.Onlarıelimde su gibi tutmayaçabalıyordum,eklemlerimin arasından sızıpyokoluyorlardı. Sadece iki çizgi arasında yürümem gerektiğine dair olan inancım beni nefessiz duvarlar arasına hapsetmişti. Yaşantının doğrusal olmadığı bilgisi aklımda yer etmiyorken bu anlamsız koşuşturmaya devam ediyordum. Bir taraftaki çizgiden kaçarken az kalsın diğer çizgiyebasıyor, geriye savruluyordum. Bu çizgilerden çıkabileceğimi, bunu yaparsam kendime ihanet etmiş olmayacağımı fark edemiyordum. Benliğimi kaybetmemek için kendimi paramparçaediyordum, bir çerçeve içine sıkıştırarak kendi kendimi yok ediyordum. Yıllarca bulunduğum alana alışmış ve onu rahatlık alanım hâline getirmeyi başarmıştım, ancak bu rahatlık alanı benim kafesim hâline gelmişti. Açlıktan kendi kuyruğu yiyen bir hayvana benziyordum. Rüzgârda sürüklenen toza dönüşüyor, her yağan yağmurla birlikte yere akıp gidiyordum. Her davranışımı dışarıdanizlediğimi hissediyordum. Sadece sessizlik vardı, sessizbir yalvarış vardı,sessizbir fırtına vardı, yağmur vardı kemiklerime kadar beni yıkayıp götüren, buz gibi tenime saplanan yağmur vardı. Zaman bana karşı çalışıyordu sanki, bazen yanımda bazen arkamdaydı. Gözlerimin önünde bir yabancı anlam veremediğim bir çaba içerisindeydi. Hissettiğim bu “yabancı” kişinin de benden ibaret olduğunu bilmek uzak bir yalgındı benim için. Başkasının adına uğraştığı, kaybettiği bir savaşvardı; benise sadece birseyirciydim. Kaynakça Murakami, H.(2022). Birinci TekilŞahıs.(Çev.Erdemir,A. V.).İstanbul: DoğanKitap.(Orijinal yayıntarihi, 2021).
Ada Topçu Murat İplikçi 9 April 2018 Zaman Akan Bir Nehir İse; İkimiz de bu yazıdan nefret edeceğiz, veya, ey okuyucu, çok seveceksin bu satırları. Hangisi olacak bilmiyorum ama umarım sonunda nefret ettiğin şey yalnızca bu yazı olur sevgili okuyucu, aynadaki görüntün değil. Zaman. Her gün defalarca kere kulaklarımıza çalınır bu tanıdık kelime. Ne kadar hızlı geçtiğinden bahsedilir, su gibi aktığı söylenir ve sonu daima tek cümleye bağlanır: “Ah! Ne kadar da hızlı değişiyor her şey!” Oysa ki dönen şey devran, değişen şey de çevremiz değildir. Biz değişiriz. O yüzden birine kitap ödünç verirken daima “en başta nefret edeceksin bundan” uyarısını yaparım. Hele de verdiğim kitap üzerine yaza yaza hem seni, sevgili okuyucumu, hem de günlük hayatında benimle zaman geçirmeye mahkum olan (bunu kendi rızasıyla yapanlar var, inanabiliyor musun?) bütün yakınlarımı bıktırdığım Chuck Palahniuk ise. Güven bana sevgili okuyucu, her kelimesinden nefret edeceksin Palahniuk’un. Duyduğun öfkenin ‘tükenmişliğin yazarına’ değil de kendine olduğunu anladığında da birkaç katına çıkacak ama güven bana; sadece en başta nefret edeceksin. Üzerinden zaman geçecek ve zaman seni değiştirecek. Aradıkların ve kaçtıkların değişecek hatta hayatının bir noktasında ikisi aynı şey olacak. En derin tutkuların en büyük korkularına, geçmişinin karanlık zebanileri de seni hayatta tutan güçlü kalelere dönüşecek. Bütün bunlardan önce, sana bir yer ayırdım, zamandan bahsetmek üzere oturmaz mısın biraz? “Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz.” Ne nehir aynı kalır, ne de sen. Zamanın değiştirdiği ve senin gözlemleyebileceğin tek şey fikirlerinde oluşan değişikliklerdir. Gençler okudukları kitaplarda ayna ararlar, yaşlılar ise sanat. O yüzden oldum olası anlamsız bulmuşumdur küçücük çocukların eline Oblomov tutuşturulmasını. Hayatı dondurma çubuklarından çıkan tasolar ve Pokemon’un $1yayınlanacağı saati beklemek ile geçen bir çocuk için Tom Sawyer’ın maceralarının nasıl bir anlamı olabilir ki? İçinde kendini bulamayacağı bir yazı ve şehrin ortasındaki betonarme evinden göremediği orman ve deniz manzarası ona ne çağrıştırabilir? Dürüstçesi ben, büyüdüğümü Ernest Hemingway’in altı kelimelik küçürek öyküsü anlam kazandığında anlamıştım. Şu an en sevdiğim kitaplar zamanında okumadan rafına bıraktığım ve yıllarca tozlandırdıklarım. Değişiyorum. Zaman ve devran değil, ben. Ayrıca yalan söyledim, en sevdiğim kitaplar hala rafta duruyor. En sevdiğim kitaplarım hala okumayı bitiremediklerim. Bitirmeyi beklemiyorum, bitirdiğim günün biteceğim gün olduğunu biliyorum. Değişime karşı gelmenin öfkeli bir denizde yelken açmak kadar imkansız olduğunu biliyorum. Sevgili okuyucu, gelecek başlı başına bir baş ağrısıdır. Akıntıya karşı yüzmek sakin bir nehirde mümkün olabilirdi lakin sanırım zamanı akan bir nehre benzetecek olursak bu bir yaz döneminde Dicle nehrindense, ölüler diyarını yaşayanlardan ayıran mitolojik nehir olan Styx’e (Yunan mitolojisindeki karanlık ve ölümcül nehir) benzetilmesi daha uygundur. Açıkcası attığım en büyük adım iki yıl öncesi ile aynı insan olmadığımı kabullenmekti sanırım. Eğer bunlar senin için rahatsız edici bilgilerse, ey okuyucu, arkanı dönüp gitmekte özgürsün ama uzun zamandır kendim dışında biriyle zaman hakkında konuşmak için yanıp tutuşuyorum ve sanırım burada kalarak değişimimin bir parçası oluyorsun. Eğer anlık bir doyum istiyorsan aynaya bak, hiç şüphesiz ki yorgunluktan çökmüş göz altları sana çalışmış olmanın sağlayacağı ilginç memnuniyeti sağlayacaktır. Ben daha fazlasını istiyorum. Değişimi görmek, parçası olmak istiyorum. Zaman haline gelmek istiyorum. Biliyorum ki, sevgili okuyucu, hayatım boyunca farklı bir versiyonum tekrar tekrar eline alacak bu kitabı. Her defasında başka bir gözle okuyacak bu satırları ve hiçbir zaman bittiğini düşünmeyecek, çünkü ben, kendim, hiç bitmeyeceğim. En nihayetinde ise, siz ve ben, ikimiz de bu yazıyı seveceğiz. Benim acemi kelimelerim ve devrik cümlelerim bir gün anlam kazanacak. Benden, sizden ve bu devirden geçtiğinde, zamanın akan sularında başka bir günde, başka bir gözde. Teşekkür ederim, sevgili okuyucu, bu akıntıda kürek çekmeme yardım ettiğin için. Geçmişinin yeşil gözlü kara köpeğini oyalayacağımı söylemiştim sana önceki yazımda, hatırlıyor musun? Eh, sen de değişiyorsun aynı benim gibi, ey okuyucu, artık onu oyalamama gerek kalmadı. Doğrunun gücü ile sen, henüz hayattayken, kainatı fethettin. $2Kaynakça: Yanık Diller Derleyenler: Chuck Palahniuk, Richard Thomas, Dennis Widmyer $3
AŞK DEDİĞİN “LAF” MIDIR? Sanal ve bir gece sürüp adına “aşk” denen ilişkilerin sıkça yaşandığı günümüzde Can Dündar, gözlerimizi yaşartan ve ağzımızda unutulmaz bir tat bırakan bir kitap hediye etmiş okurlara. Okumayı bitirdiğinizde kitabı göğsünüze alıp bastırmak ve yaşanan o bütün güzel, aynı zamanda buruk aşkları yüreğinizin derinlerinde hissetmek isteyişinize şaşırmam; çünkü aynısını ben de yaptım. Yüzyılın aşklarından biri “Latife -Mustafa Kemal”, Milli mücadele yılları…Savaş yeni bitmiş ama asıl savaş şimdi başlayacaktır. Biri zafer kazanmış bir komutan, diğeri üç dil bilen, piyano çalıp ata binebilen bir genç kız. O dönemde yaşanan diplomasi trafiğinde Paşa’nın mektuplarını yazan, tercümanlık yapan, konukları ağırlayan boynunda “Paşa”sının resmini taşıyan, Avrupa görmüş bir Latife Hanım, daha ilk görüşte Mustafa Kemal’in dikkatini çekecektir. Mustafa Kemal ise yaşamını at sırtında geçirmiş, aile düzeni olmamış, aklında yapmayı düşündüğü bir dolu yenilikler olan bir devrimcidir. Her iki tarafın ailelerinin de destek vermediği bir evlilik biraz da Mustafa Kemal’in bir rol model olması gerektiği için de gerçekleşecektir. Latife Hanım, sevdiği adamla etrafındaki tüm aileler gibi bir evlilik hayal etmiştir. Ama farkında olmadığı eşinin bir dünya lideri ve yaşamını milletine adamış bir insan olmasıdır. Mustafa Kemal’in bir tablonun arkasına yazarak yaptığı sürpriz evlilik teklifi ile başlayan süreç tek taraflı olarak bitse de Latife Hanım’ın kalbinde hep yaşayacaktır. Evlilik zordur belki ama bir dünya liderinden boşanmış bir kadın olarak yaşamını devam ettirmek daha da zor olmuştur. Geriye kalan ömrünü görülmeyen ama hissedilen bir baskı ile sürdüren bu acılı kadın, sessizliğe bürünerek kaderine boyun eğmiş; geriye halen açılmamış anılarını bırakarak kalbinde yaşanmamış, yarım kalmış bir aşkla göçüp gitmiştir. Bir başbakanın opera sanatçısı ile olan aşkı “Ayhan-Adnan”, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Adnan Menderes ile opera sanatçısı Ayhan Aydan Alnar arasındaki yasak aşkın öyküsüdür. Tanıştıklarında her ikisi de evlidir, çocukları vardır. Ayhan Alnar’ın boşanması ile taşındığı evde devam eden bu aşk, Adnan Menderes’in devlet işlerinden fırsat bulduğunda makam arabası ile ziyaretleri, gelemediğinde ise gönderdiği çiçeklerle ve sıkça ettiği telefon görüşmeleriyle devam eder. Bu evde sevdiğinin yanında “Menderes” değildir; yalnızca “Adnan” dır, huzuru bulduğu, sevdiği, sevildiği kadının yanındadır. Bu aşk, Menderes’in başka bir kadına gönlünü kaptırması ve Ayhan’ın bu ilişkiden doğan çocuğunun kaybı ile yavaş yavaş küllenirken, ikili Yassıada mahkeme salonunda karşılaşacaktır. Dava süresince geçmişte yaşanılan bu sevda tüm dünyanın gözleri önüne serilecektir. Saflığın ve masumiyetin gölgesinde olması gereken bir aşk çirkin söylemlere konu edilecektir. Ayhan Hanım ise terk edildiği ve tüm özel hayatı delik deşik edildiği halde aşkına sahip çıkmış, yalnızca “sevdim” diyerek ilgili dava dosyasından Menderes’in beraat etmesini sağlamıştır. Bu aşk öyküsünde beni en çok düşündüren Adnan Menderes’in eşinin olaylar karşısında sessizliğini koruması ve tüm davalar süresince çocuklarına ve evliliğine sahip çıkma ağırbaşlılığını gösterebilmesi ile o dönemde muhalefette olan CHP’nin yasak ilişkiyi bildiği halde iktidar olabilme uğruna bu söylemleri asla kullanmamasıdır. Günümüzün siyasi olaylarını anımsarsanız, bu yaklaşımdaki asaleti sanırım algılayabilirsiniz.Müziğin bir araya getirdiği iki insan “Çiğdem-Melih”, aşklarını söz ve bestelerde buluşturdukları şarkılarda dile getirdiler. O şarkılar ki büyük bir aşkın asil meyveleri ve hâlâ hepimizin yüreğine işleyen melodilerdir. Alışılmışın aksine kadının yaşı büyüktür; eleştirilere, engellemelere rağmen kalbine söz geçiremez. Aralarındaki yaş farkı zaman zaman her ikisini de rahatsız eder ancak besteler sözleri, sözler besteleri tamamlamıştır. Aşkın büyüsü uzaklardan bile gidip gelen mektuplarla müziklerin üzerine hissedilerek yazılan sözlerle bütünleşerek şarkılara yansımıştır. Birlikte unutulmaz eserlere imza atılmış, birçok ödül paylaşılmıştır. Kadının zamansız ölümüyle erkeğin arabada haykırarak ağlamasının üzerinizde yaratacağı etki sanırım bir gözyaşı selinde kaybolmakla eşdeğer olacaktır. Günümüzde bile unutulmayan ve dudaklarımızdan dökülenler şarkılar yüreklerini müziğe koyan iki güzel insanın sevdasıdır. Yüzyılın Aşkları’nda anlatılan gerçekte yaşanmış, hepsi birbirinden özel on aşk öyküsü var. Hemen hepsi acılarla bütünleşmiş, birçoğu mutsuzlukla sonuçlanmış, hem erkeklerin hem de kadınların yaşamlarında derin izler bırakmış büyük aşklar. İhaneti, şiddeti, terk edilişi, gözyaşları ve acıları da barındıran bu sevdalar, geride kırık kalpler bırakmış olsa bile aşk ile geçen bir günün bile bir ömre bedel olduğunu hissettirecek kadar büyükler. Kaybeden hangi taraf olursa olsun diğerinin incinmesini istemeyecek kadar da yüce yürekli aşklar okuduklarımız. Yüreklerimizde yer alacak ve mutlulukla sürecek efsanevi aşkların içinde yer almak ve aşkın “laf” olmadığını anlayabilmek dileğiyle…
Nedir Gerçek Mutluluk ? Ben insanın hayatında birinci önceliğinin mutluluk olması gerektiğine inanırım. Burda kastettiğim bencillik seviyesinde bir mutluluk değil tabii ki. Bu yüzden bir insanın hayatındaki diğer bütün detaylar - para, başarı vb. - mutluluğa araç olduğu oranda değerlidir bence. Yaptığım gözlemler, edindiğim tecrübeler ise bana mutluluğun çağımızda biraz daha geri planda kaldığını, araçların amaç olmaya başladığını gösterdi. Günümüzde maddiyat, başarı hiç olmadığı kadar ön planda. İnsanlar, ben de dahil, hayatının büyük bir kısmında mutlu olmak için değil para ve başarı elde etmek için çalışıyor. Bunlar mutluluğu getirmediği için de hayal kırıklığı yaşamamak için mutluluk kavramının içini boşaltıyoruz; zengin olmayı, başarılı olmayı mutlu olmak olarak tanımlıyoruz. Ben mutluluğu Deanne Dengel'ın resmindeki gibi tarif ediyorum. Öyle kaygısız, basit, doğal... Doğduğum andan itibaren maddiyat, başarı, iyi bir hayat yaşayabilmek için para kazanmak -tabii ki bunların hiçbir önemi yok demiyorum- herkese olduğu gibi bana da çevrem tarafından en önemli şeyler olarak aktarıldı. Bu aktarma hem aktif hem de pasif yollarla gerçekleşiyor. Okulda, evde büyüklerimizden bu öğütleri duyuyor, çevremizde de bu özelliklere sahip insanların saygın olduğunu görüyoruz. Yaşım ilerledikçe bu “gri” şeylerin tek başına hiçbir şey ifade etmediğini fark ettim. Mutluluk gibi soyut bir kavramı böyle somut şeylerden ummak başından hata zaten. Bunun her ne kadar farkında farkında olsam da arzuladığım hayatı yaşamak için harekete geçmem öyle kolay değil çünkü başarılı olma zorunluluğu öyle bir işlenmiş ki içime onun eksikliğinden korkuyorum, kalkıp gidemiyorum İzmir'e... Nihayetinde birçoğumuz belki o çok gerekli sanılan başarıya ve paraya ulaşıyoruz ama yüzümüzde şu resimdeki insanlarınki gibi saf, berrak gülüşler olmuyor sık sık. Bugün bir genç önce liseye, sonra üniverseteye girmek için senelerini feda ediyor, birçok şeyden fedakarlık yaparak bu sınavlara hazırlanıyor, amaç ise sürekli bitmek tükenmek bilmeyen o “geleceğe yapılan yatırım”. Sonu gelmiyor bu yatırımın bir türlü. Dünü bugünümüze, bugünümüzü yarınımıza yatırım yaparak, kendimizi kandırıp durarak, harcıyoruz ömrümüzü. O sırada ıskalanan o kadar çok şey var ki mutluluğun asıl kaynağı, kendisi olan, bana kalırsa hayattaki en güzel tecrübeler. Bunlardan taviz verseydim şimdi kahrolurdum. Lisede okuldan sonra arkadaşlarla çıkıp çay, batak yaptığım çarşıyı, gitiğim sayısız halısahayı, gecenin bir vakti çıplak ayaklarımızı denize sarkıtarak oturduğumuz iskeleyi, deplasman tribinünde coşkuyla izlenen bir maçı, o amatör ruhu,bunların en ufak parçasını bugüne kadar elde ettiğim hiçbir başarıya değişmem; bu çok sıradan, basit olaylar o çok önemli ve olmazsa olmazmış gibi gösterilen başarıdan, paradan çok daha fazla mutlu ediyor beni, kendimize biraz fazla yük yükleyerek haksızlık etmiyor muyuz? Yığınlar dolusu paramız olsa ne çıkar ki ? Dostların bol olduğu bir sahil kasabasına yerleşip sabah kendi bahçenizde elinizle yetiştirdiğiniz ürünlerle kahvaltı yapıp, arada balığa çıkıp, akşamları da tavla atmak muhabbetinden en keyif aldığınız insanlarla... Mutluluk işte budur, yığın dolusu para veya başarılı olmanız gerekmez böyle yaşamak için. Deanne Dengel'in bu resmi bu yüzden çok hoşuma gitti, “Home Sweet Home” adlı bu tablosunda o da mutluluğun maddiyatla bir alakası olmadığını göstermiş, Evin damı su akıtıyor, bunu bir şemsiye kullanarak çözmüşler, bir tavuk içeride geziniyor, ayağı kırılmış bir masa altına kitap konularak kullanılır hale getirilmiş, belli ki bu insanlar günümüzde dev bir kitlenin hedeflediği o geniş maddi imkânlara sahip değil ama bu insanlar mutlu, bunu yüzlerinden okuyabiliyoruz, çünkü sevdikleri insanlarla iç içeler. Asıl olay da bu zaten. Yegâne kriterimiz hayatımız hakkında, sevdiğimiz insanlarla, ailemizle, kardeşim dediğimiz arkadaşlarımızla bir arada olmak olmalı. Onlar yanımızda yoksa ne anlamı kalır başarının, paranın pulun. İşte bunu iyice anlayıp “gri” nin peşinde koşarken hipnoz olmuşçasına, “yeşil” i ıskalamamak gerek, yoksa çok ah vah ederiz sonra ama zaman geri gelmiyor değil mi ? Kaynakça : diannedengel.com/images/new_prints/dianne_dengel_home_sweet_home.jpg İlker DEMİREL 2 Şubat 2016 Ankara
Samed Toprak Güzelküçük Ölünce Geçer Her Şey Bu yazımda çoğu insanın hayatlarının bir döneminde karşılaşmış olduğu bir insandan bahsedeceğim, hani hiçbir şeyden mutlu olamayan, her şeye bahane üreten, sürekli sıkılan, keder bağımlısı bir insan vardır bilir misiniz? Hah, işte o insan uzun bir süredir ben oluyorum galiba. Kim olduklarını bilmediğim insanların su gibi akıp gittiğini düşündükleri, benim içinse her günün 24 saatten fazla sürdüğü şu “kısacık” ömrümüzde nadir de olsa gülüyorum ben de işte. 8-9 Senedir Kendimi İyi Hissetmiyorum’u okumadan önce yüzümün güleceğini hiç düşünmezdim açıkçası. Melankoli bağımlısı olduğumdan ismini beğenerek almıştım ilk başta fakat kitabı okuduktan sonra “Aman, ölünce geçer her şey” demeyi başarabilen bir insan bıraktı Feyyaz Yiğit bana. 8-9 sene olmuş mudur bilmiyorum ama ben de uzun bir süredir iyi hissetmiyorum kendimi. Hatta bazen o kadar iyi hissetmiyorum ki, kalkıp bir satıra tülbent sarıp, üzerine de çiğ et koyup yastığımın altına atasım geliyor, kim bilir belki gerçekten işe yarıyordur diyorum, korkar belki bütün dertlerim satırdan da koşarak uzaklaşır ama… Benim hikâyem de terzi kendi söküğünü dikemez misali, birine babaanne tülbendi bütün dertlere çareymiş desem kesin tutar o, ama ben kendim denesem sadece çiğ etin kokusu siner yastık- yorgana. Biliyorum da ben kötü gün dostlarından değilim belki ama genellikle insanların kötü günlerinde yanlarında olmayı tercih ederim. Her ne kadar kendi hayatıma uygulayamasam da çare olurum dertlerine insanların o kötü zamanlarında, şimdi Sezar’ın hakkı da Sezar’a! Hem iyi günlerinde yanlarında olup da ne yapacaksak insanların? Beterin beteri var ama iyinin de iyisini göremedim ben daha. Bazıları da mutluluk paylaşınca çoğalır diyor, e yedi milyar nasıl mutlu mesut yaşıyoruz baksanıza!? Yine insanların mutlulukları derken kendi mutluluğuma sıra gelemedi bir türlü işte. Açıyorum bazen Feyyaz Yiğit’in şarkılarını, seçiyorum kendime kitaptan bir sayfa, ardından gelen gün ışığı gecenin karanlığında… Tam mutlu mu oldum acaba diye düşünüyorum, bir bakmışım saat 7, başlasın okul telaşı her zamanki gibi. Belki de diyorum ben çok düşündüğüm için uzun zamandır kendimi iyi hissetmiyorum. Kaybettikleri şeyleri bulamayan insanlar sürekli bir arayış içerisinde kalırlarmış unutmadıkları bir hüzünle. Mesela yıllar önce kaybettiğim bir çocukluk dönemi kitabımı ne zaman raflarıma baksam hatırlarım, gözüm arar bilmediğim bir nedenden. İyilik ve mutluluk için bir arayıştayım fakat ne bulabildiğim var kaybettiğimden bu yana ne de etrafımdaki diğer insanlardan geleceği var o mutluluk sırasının bana. Sanki herkesin kapısını çalıyor mutluluk denen arkadaş, insanlara altın tepsiler içerisinde bir şeyler sunuyor, bir tek benim kapımı bulamadı. Belki de benonu aramaya çıktığım zamanlar eve uğruyordur, bilmiyorum. Karşılaşamıyoruz pek fazla neticede, bazen yolda görüyorum selam veriyorum, acelesi oluyor, geçiveriyor yanımdan hızlı bir şekilde. Gelirse de kapım her zaman açık kendisine, içeride koyu bir sohbet; yanımda beni hiç yalnız bırakmayan ahretlik dostlarım dert, tasa, keder ve altı hala yanmakta olan bir çaydanlık… Benim hayatım da böyle işte… Yazar olmadığımdan olsa gerek kendimi iyi hissetmiyorum desem herkes aynı cevabı verir yüzüme: “Bunlar da geçer Toprak merak etme.” Bunlar da geçer diye diye bitiriyoruz ömrümüzü. Hâlbuki biter mi dert, tasa, keder; geçer mi hiç kötü günler? Kendini kaybetmiş ve bir türlü bulamayan bir insan için bitmez kötü günler. Ya kapılmak lazım yeni jenerasyon akımına ki bunun anlamı düşünmeden yaşa; ya da gerçekten ölünce geçecek her şey... Ben 3-4 senedir kendimi iyi hissetmiyorum, geçer mi bilmem bu günler. En azından 4-5 sene kalmış Thunder & Shadows kahvehanesinde sıcak bir oralet içmeme…
Beste Cebeci Gelecek, Geçmiş ve Şu An Hep geçmişi düşünüyoruz, yakın geçmişi. Yaptığımız hataları, pişmanlıkları, bazen de güzel anıları… 20 yıl önce neler olduğunu çevremdeki büyüklerden duyuyorum, yaşamadığım için çok bilmiyorum ama her şeyin çok daha zor olduğunu, duyguların çok daha yoğun yaşandığını, zamanın çok daha yavaş geçtiğini söylüyorlar. Şimdi hayat çok hızlı, bir günümün nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Her sene yılbaşını, doğum günümü, özel günleri sabırsızlıkla beklerken bir bakıyorum hepsi geçip gitmiş. Ne değişti? Bundan 20 yıl sonra ne değişecek? Ben 38 yaşında olacağım, tabii ölmezsem veya dünyanın sonu gelmezse. Ama yaşımdan başka kesin bu olur diyebileceğim bir şey yok. 20 yıl önce de insanların bu olanları tahmin edebildiklerini sanmıyorum. Babaannem görüntülü konuşmayı hâlâ bir mucize olarak görüyor. Bizim de şu an hayal ettiğimiz veya hayal bile edemediğimiz şeyler gelecekte bizi bekliyor. Uçan arabalar belki de çoğu bilim kurgu filminde olduğu gibi uzaylılarla iletişim… İzlediğim bu Kurtuluş Günü adlı filmde de teknoloji oldukça gelişmiş gösteriliyordu, hatta uzaylılarla sorunlar bile yaşanmıştı. Tabii ki film birilerinin hayal gücü, gerçekleşir mi, hayal olarak kalır mı bilmiyorum. Bu hızlı değişim içinde böyle bir tahmin yapmak zor. Peki, 20 yıl sonra teknoloji dışında biz nasıl değişeceğiz? Birbirimizi yemekten başka dertlerimiz olacak mı, savaşmayı kesip hepimizin insan olduğunu hatırlayabilecek miyiz? Bence hisler yok oluyor, robotlaşıyoruz. Zamane aşkları diye boşuna demiyorlar, artık o kadar ben merkezci olduk ki başkaları hakkındaki üzüntülerimiz bile gerçek değil, bize dokunmayan yılan bin yaşasın değil mi? Düşünebilmek, hissedebilmek, bilim teknoloji, elimizde bu kadar güç varken neden bunları güzel amaçlar uğruna kullanmıyoruz? Aslında bence bu kadar teknolojiye gerek yok, hayatımızı kolaylaştırdığını kabul ediyorum ama aynı zamanda doğal kaynaklarımıza zarar veriyor. Artık bir ihtiyaç olmaktan çıktı bence. İnsan doyumsuz bir varlık, sürekli fazlasını istiyoruz fakat aslında tam da bu noktada, biraz isteklerimiz doğrultusunda gelecekte çevreyi, doğayı nasıl etkileyeceğimizi tahmin edip kendimizi durdurmamız gerekiyor. Tabii belki öyle bir teknoloji geliştirilir ki doğaya ihtiyacımız kalmadan hayatımızı sürdürebiliriz, bilemem ama her ne yapılırsa yapılsın ağaçların, yeşilliğin, göllerin, maviliğin yerini tutamaz bence. Zaten sadece doğaya değil birbirimize de zarar veriyoruz. Haber izlemekten korkuyorum, bugün kaç insanın öldürüldüğünü öğrenmek bana ağır geliyor. Bazen keşke bunları görmeme şansım olsaydı diyorum ama maalesef geçmişte de vardı gelecekte de olacak. Hep savaşmak için bir neden var. Nedir bu neden, anlayamıyorum. Bu kadar cana değecek sebep ne? Ortak bir nokta yok mu, çözmenin başka bir yolu yok mu? Sanırım yok. Dünyayı, olanı biteni takip etmek çok önemli fakat bana zarar vermeye, sağlığımı kötü etkilemeye başladığı noktada elimden de bir şey gelmiyorsa galiba en iyisi daha fazla kurcalamamak ve biraz cahil kalmak. Cahillerin daha mutlu olduklarını söyleyen görüşe katılıyorum. Çok şey bilmek, çok şey düşünmeye sebep oluyor. Çok düşünmekte her zaman olumlu bir şey olmuyor. O yüzden bu konularda şu an cahil kalmayı seçip farklı bir konuya geçmek istiyorum. Bir tercih hakkınız olsa hangi zamanda yaşamak isterdiniz? Geçmişte mi, gelecekte mi? Yoksa şu an olduğunuz yerden memnun musunuz? Hazırlık atlama sınavımın konuşma bölümünde bu soruyu cevaplamam gerekmişti. Heyecandan çok düşünmeden cevap vermiştim fakat yine aynı cevabı vereceğim. Geçmişte yaşamak isterdim. Zaten teknolojiyle çok aram yok geleceği de o kadar merak etmiyorum, geçmişe gidip o zamanı tecrübe etmek isterdim. Teknolojiyle çok aram yok dedim ama zamanımın çoğunu cep telefonumla geçiriyorum, o olmasa ne yapardım merak ediyorum. Şehirler gelişmemiş olacağından mesafeler kısa olurdu her yere yürüyerek gitmek, mektupla haberleşmek, çevredeki insanlarıtanıyıp hal hatır sormak isterdim, sokaklarda rahatça dolaşabilmek ailemin merak edeceği, endişeleneceği bir şeylerin olmamasını isterdim. Farklı bir konuya dalmadan yazımı burada sonlandırsam iyi olacak. İsteklerim böyle ama şu anı yaşamaktan başka bir şansım yok, olanları değiştirmek başka bir seçenek ama bu konuda umutsuzum. Umarım hala bu konuda umudu olan birileri vardır.
GÜNAH KEÇİSİ Her insan hayatı boyunca çeşitli hatalar yapar. Kimisi bunlardan çok pişman olur, kimisi ise bunları hayat tecrübesi olarak görür. İnsanların bir kısmı bu hataları başkalarının üzerine yıkmayı tercih eder. Böylelikle içlerini rahatlatırlar, vicdan azabı çekmezler ve kendilerine her zaman bir bahane bulmuş olurlar. ‘İçimizdeki Şeytan’ da bizim için bir sığınma bölgesi, bir bahane ve avunma köşesi değil midir? Yapılan her hatayı, işlenen her suçu, yalanları, öfkeyi, korkuyu… Toplum tarafından ‘kötü’ diye isimlendirilen her davranışı, içimizde var olduğunu sandığımız o şeytanın üzerine yüklüyoruz. Öyle bir şeytan ki, kötü tüm özelliklerin, hataların yüklendiği ama içinde masumiyet ve istem dışı hareketleri bulunduran küçük bir çocuk sanki. Bu yüzden o şeytana yüklenen her hata vicdan azabını azaltıyor ve affedilmeyi arttırıyor ansızın. Bütün kişilik bozukluklarının bir sonucu belki de kendimize bir şeytan bulmak. Öyle büyük sorunlarımız, korkularımız, acizlik ve acınası hallerimiz var ki, bunları insanlara göstermemek için kendimize bir günah keçisi buluyoruz. “İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum.” (syf 249-250) Eleştirilmekten, yargılanmaktan ve sorumlu tutulmaktan öyle çok korkuyor ki insanoğlu, sırf kendi nefsini tatmin edebilmek için hatalarını yok sayıyor bazen de. Kısa bir süreliğine vicdan azabı çekmeyip kendini rahatlatabiliyor ancak bir süre sonra içinde bir şeytan olmadığını, o şeytanın aslında kendisi olduğunu görüyor insan. “Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var…” (syf 250) Büyük hatalar yapmış bir şeytan yerine tembel, iradesiz, bilgisiz ve yalancı bir insan kalıyor geriye. Sorunlarla yüzleşmek yerine kolay yola başvuruyor çünkü. Tepkilerden korkuyor, acı çekmekten, acı çektirmekten, kalp kırmaktan, gönül alamamaktan korkuyor insan. Tüm bunlar ona hayali bir günah keçisi yaratıyor. Belki de insanın yaratılışiçgüdülerinden biri de içindeki şeytanı yaratmaktır. Tıpkı hayatta kalma, yalan söyleyince kızarma gibi. Başkalarına yalan söylememek için içimizde küçük bir şeytan yaratıyoruz evet, peki ya kendimize söylediğimiz yalanlar? Belki de en büyük kötülüğü kendimize yapıyoruz. Kendimize yalan söylüyor ve kendimizi kandırıyoruz. Sabahattin Ali’nin de dediği gibi “En korkunç yalan da budur: Kendimize karşı bile kullanacak kadar pençesine düştüğümüz bu derin ve gizli yalan…” (syf 209-210) Gece başımızı yastığa koyduğumuzda düşündüğümüz, rüyalarımızda ve en çok da kabuslarımızda karşımıza çıkabilecek o büyük yalan ve derin hatalarımız… İçimizdeki şeytan bu hata ve yalanları üstlenirken kendimizi bir kez olsun düşünmüş müydük? Aslında en başından beri tek düşündüğümüz şey kendimizdi ancak kendimizi kandırmanın sonuçlarını hiç hesaba katmamıştık. Çünkü insanoğlu her zaman anlık kendini kurtarmanın peşindedir. Sonrasını düşünebilen, olay örgüsünü hesaba katabilen ve bazen duygularını bir kenara bırakıp mantıklı düşünebilen çok az insan kaldı. Belki de içimizde bir şeytan olduğuna ve tüm kötülükleri üzerine aldığına inanmak yerine içimizdeki canavarın hiç var olmadığına inanmak tüm dünyayı güzelleştirebilecek bir düşünce olurdu. “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir.” (syf 249) İçimizde bir şeytan yaratmak veya olduğuna inanmak yerine, bazen her insanın hata yapabileceğini, tüm bu korkularımızla tek başımıza savaşabileceğimizi düşünüp; günah keçilerinden, şeytanlardan ve tüm kötü özelliklerimizden arınmak belki de insanoğlu için inanılmaz bir hayat tecrübesi olacaktır. KAYNAKÇA Sabahattin Ali. İçimizdeki Şeytan. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014
Mert Köksal Çocuk Gözünden Dünya Ne kadar çocuksun? Ya da çocukluğunu ne kadar özlüyorsun? Peki, içinden çocuksu bir şeyler yapmak geldiğinde çekinmeden yapabiliyor musun? Bu kitap bence çocukluğunu özleyenlerin, çocukluğundan bir şeyleri tekrar yaşamak isteyenlerin ya da hiç büyümeyip içinde hep o küçük çocuğu saklayanların kitabı. İçindeki çocuğu korumak çok önemlidir aslında çünkü hayattan zevk alabilmek, çok küçük şeylerden bile mutlu olmak ve zevk almak içindeki çocuğu ne kadar koruduğunla alakalıdır. Çünkü çocuk demek mutluluk demektir. Peki, aslında çocuk olmak ne demektir? Çocuk olmak; gece yarım saat geç yattığında kendini mutlu hissetmektir, bayramda sokakta gördüğün macuncudan ya da pamuk şekerciden aldığın şekeri yerken duyduğun neşedir, diğer insanlara saf ve karşılıksız duygularla yaklaşmaktır. Bir insanı ırkına, cinsiyetine, yaşına ve etniğine göre değil de iyi ya da kötü olmasına göre değerlendirmektir bence çocuk olmak. İçindeki yaşam enerjisinin zirvede olmasıdır ve belki de en büyük derdinin dışarıda hangi oyunu oynayacağını düşünmek olmasıdır. Aslında bu yüzden özler çoğu insan çocukluğunu çünkü çocukluğunda her şey daha güzel olmasa bile küçük şeylerden zevk almayı bilir insan. Çocukluğundaki neşeyi, dertsizliği ve belki de rahatlığı özler insan yoksa neden herhangi bir insan hayatının parasının olmadığı ve hiçbir şekilde özgür olamadığı dönemine dönmek ister hatta ve hatta onu özler ki? ‘Keşke çocukluğuma geri dönebilsem.’ lafını büyük ihtimalle yukarıda saydığım sebeplerden dolayı gerek orta yaşlı insanlardan gerek de yaşlı insanlardan bu kadar çok duyarız. Bence yaş olarak çocukluğa dönemesek bile çocuksu ruhumuza her yaşımızda dönebiliriz elli yaşında hatta doksan yaşında bile. Bazılarınız ‘Çocukluktan sonraki yaşadığımız acılardan, dertlerden, sorunlardan ve uğraşlardan sonra çocukluğa dönmek imkânsızdır.‘ diye düşünebilir aslında zaten biz bu sorunlarla karşılaştığımızda çocukluğumuzdan çıkarak büyüme yolunda bir adım atmış oluruz. Yani aslında bizim büyümemize neden olan asıl şey bu sorunlarla karşılaşmamızdır ya da bir bakıma gerçek hayatın zor şartlarıyla tanışma olarak da yorumlanabilir. Sizce içindeki çocuğu koruyabilenlerin sırrı ne olabilir peki? Çok basit aslında: Mutlu olmayı becerebilmek daha doğrusu becerebilmekten çok mutlu olmayı istemek, arzulamak ve çocukluğumuzda olduğu gibi küçük şeylerden mutlu olabilmek. Aslında ‘ Ben 5 Kere İyilik Yaptım Çocuklardan Büyüklere Ders Kitabı ‘ kitabında da görebileceğimiz gibi Türkiye’nin farklı yerlerinde yaşayan çocukların aynı yaşta olmalarına rağmen bir kavram üzerinde düşündükleri ya da akıllarına gelen çağrışımlar çok farklı bu yüzden her şeyden önce insanın mutluluğu kendine uyarlaması yani kendi hayatına uygun bir hale getirmesi lazım. Çünkü çoğu kavram çocuklarda da olduğu gibi yetişkinlerde de farklılık gösterecektir ne de olsa insanların hayattan beklentileri ve arzuları aynı değildir. Bu yüzden insanın hayattan ne istediğini belirleyip hedeflerine göre hayatını şekillendirmesi çok önemlidir. Bir insanın mutlu olması bu şekillendirme ile doğru orantılıdır. ‘ Bir çocuktan bir şey öğrenilmez. ‘ derler aslında o kadar güzel öğrenilir ki. Çünkü bir çocuk bir yetişkine göre olayları farklı açıdan görür ruhsal olarak farklı görmeyi zaten kesinlikle onaylarız ama ondan öte fiziksel olarak bile farklı görürler çünkü yetişkinler üstün bir konumdan bakarken genellikle bir çocuk bu kocaman dünyada kendini bir bakıma küçülterek her şeyi biraz abartılı bir şekilde görür. Bu yüzden çocukluğundaki bazı güzel anıları tekrar yaşamak isteyenler, içindeki çocuğu tekrardan biraz hareketlendirmek isteyenler ya da Türkiye’nin bambaşka illerindeki çocuklarda kendinden bir şey bulmayı isteyenler için çok güzel bir kitap. İçimizdeki çocukların asla uyumaması dileklerimle…
CEHALET, MEMLEKET VE KADINLAR Söğüt İdil Güneş Zaman geçtikçe, devir değiştikçe insanların ve toplumların değer yargıları değişir. Zamanın bize kattığı büyümekten, olgunlaşmaktan ibaret değildir çoğu zaman. Hem kişisel yaşantılarımızda olanlar hem de dünyanın geçirdiği değişim süreci var olan ahlaki normları değiştirirler. Toplumdan topluma, yaşantıdan yaşantıya değişen bu normların varlığı kültürlerin yapılanmasını ve değişimlerini de etkilerler. Refik Halid Karay, Memleket Hikayeleri adlı öykü kitabında yıkılan Osmanlı ve yeni devletin kurulduğu yılların Türkiye’sindeki toplum sorunları ve ahlak çatışmalarından bahsediyor. Olaylar farklı kültürler ve şehirlerde geçse de Karay genel olarak kadının yeri ve toplumun yozlaşması konusuna değiniyor. Kitabın genelinde dikkatimi en çok çeken şey, öykülerde kadınların yaşadıkları ve yazarın bu durumlar üzerine yorumları oldu. Henüz gelişmemiş, çoğunluğun cahil olduğu Anadolu kasabalarında geçen bu öykülerdeki kadınlar davranışları, tutumları yüzünden sert bir biçimde eleştirilerek kaderlerine mahkum ediliyorlar. Karay da toplumun cehaleti ve kadınlara bakış açısını devrinde görülmemiş bir biçimde eleştiriyor kıyaslarda bulunuyor. Örnek olarak Karay, Yatık Emine adlı öyküde bir köye devlet tarafından sığınmaya gönderilen Emine’nin köy halkı tarafından ahlaksız damgası yemesi ve sonunda ölmesini vicdani ve ahlaki duygular çerçevesinde ele alıyor. Köy halkında bulunan cehaletin yanı sıra bastırılmış cinsellik duygusu da Karay’ın eleştirdiği en temel noktalardan biri.Günümüzden yaklaşık yüz sene öncesinde savaşa hazırlanan, İslam dininin hayatın merkezinde olduğu bir toplumun kadına bakış açısı şaşırtıcı veya beklenmedik değil. Halen bile bazı kesimlerde kadınların ikinci sınıf insan muamelesi gördükleri dikkate alınırsa, o zamanlarda erkeklerin ahlaki değer yargılarını öne sürerek egemenliklerini ortaya koymaları o dönemin en temel özelliklerinden biri. Din olgusunun yüzyıllardır bizim kültürümüz içinde olduğu ve erkek egemen bir toplumda yaşadığımızın yadsınamaz bir gerçek olduğunu küçüklüğümden beri okuduğum kitaplar ve dinlediklerimden öğrenmiştim. Fakat kadınların durumunun bu kitapta şeffaf ve realist bir biçimde işlenmesiyle ben de aklıma gelmeyen bazı gerçekliklerle karşılaştım. Toplumun koyduğu kalıplara uymayan kadınların yaşadıkları, onlara yüklenen görevler ve ödevlerin acımasızlığı beni derinden etkiledi. Yaşadığımız rahat ve özgür hayatın sancılı ve ağır süreçlerden geçerek bugünlere geldiğini bu kadar açıkça görmek, beni üzdü ve düşündürdü. Bana kalırsa hiçbir insan veya hiçbir halk tamamen ahlaklı ve saf olamaz. Her insanın öngöremediği, yanıldığı durumlar olabilir ve eğer bu yanlışları yapan kadınlarsa hatalarının bedellerinin toplum tarafından ödetilmesi ne günümüzde ne de geçmişte kabul edilebilir bir olgu değil. Birinin sırf kadın olduğu için ahlaksız damgası yemesi ve toplumun dışına itilmesi insanlık dışı bir hareket ve bunu yapanların sadece erkekler olmaması, kadınların toplum yaşantısının empoze ettiği düşünceler sonucu hemcinslerini düşüncesizce yargılayabilmesi benim anlayışıma çok uzak. Hele bizimki gibi üstü kapalı da olsa genel bağlamda uygunsuz olayların yaşandığı bir toplumda günah keçisi seçilmesi ve bunun çoğunlukla kadınlar olması trajikomik bir durum yaratıyor. Kendimizi gelişmiş bir ülke olarak adlandırdığımız şu yılda bile her gün kadınların suçlandığı ve yargılandığı bir hikayeduymamak işten bile değil. Örnek olarak gazetelerde veya haberlerde kadınların eşleri veya aileleri tarafından cezalandırıldığı o kadar çok olayla karşılaşıyoruz ki bu artık ülkemizde olağan bir durum olarak karşılanıyor. Anlamadan, dinlemeden yargılamak bence dünyadaki en büyük haksızlıklardan biri. Yaşananlar doğru olsun olmasın, ilgisiz kişilerin bile yorum yapacak ve yargılayacak hakkı kendilerinde bulması belki de hala toplumumuzda kadınların hak ettiği muameleyle karşılaşmadığını gösteriyor. Evet ben toplumumuzda yaşayan kadınların karşılaştığı sıkıntıların çoğunu yaşamadım belki fakat temelde benim de hayatımda kadınlar ve erkeklerin eşit olmadığına dair temelde basit ama düşündürücü olaylar yaşanıyor. Örnek olarak ailemin genel tutumu da kız ve erkek çocuğu söz konusu olduğunda bambaşka. Erkeklerin toplumda kendilerini koruyabileceği, kızların daha kapalı ve korumacı büyütülmesi gerektiği hemen hemen çoğu kızın büyürken karşılaştığı bir tutum. Bugün bu bakış açısını değiştirmek bizim elimizde, geçmişte kadınların yaşadıklarına bakarak yirmibirinci yüzyılda durumun aynı olmaması gerektiğini rahatlıkla söyleyebilirim, ama herşeyden önce kafa yapısı ve hayata karşı bakış açısı değişmeli. Bu algı 1909 ve 2014te farklı olmalı, kadınların toplumdaki yeri ve yaşama kattıkları artık göz ardı edilmemeli.
TEK HECE YALNIZLIK Çağımın en büyük korkusu yalnızlık tek heceymiş, anladım. Paylaşılmazmış, korkuturmuş. Meğer küçükken karanlığın kekremsi tadı korkutuyormuş beni. Kalp atışlarımı ivmelendiren çıplak duvarların yüzüme çarptığı soğuklukmuş, yalnızlık. Büyüdüm. Artık kafama kadar çekmiyordum yorganı çünkü yorgan gibi bütün çocukluk avuntularımı teker teker yitirdim. Karanlıklar yine de sardı içimi. Ben büyüdüm, kalbim küçüldü. Etrafımdaki insanlar çöldeki kum taneleri gibi savruldu ıssız yamaçlara. Hayallerim yünden iplik gibi çözülüp yerini kırıklıklara bıraktı. Dilimdeki pamuk şekeri eridikçe canımı acıttı öyle ki insanlardan beklentilerimin beni daima üzdüğünü fark etmem çok uzun sürmedi. Elimde çocukluğumdan kalan mercanları çakıl taşlarıyla takas etmeye başladığım gün büyüdüm ve büyüdükçe yalnızlaştım. Bu muydu büyümek? Gülüşlerin azalması, kahkahaların sessiz çığlıklara yenik düşmesi, sol göğsünün pırpırlardan vazgeçmesi, yorganın artık koruyucu kalkan olamaması… Büyüdüm ve herkes gibi koşuşturmalar içinde kendimi unuttum. Sadece kendini de unutmadı ki insanoğlu. Gündelik telaşlarda hatırlayamadığımız “iyi misin?” sorusunu bile içten söylemeyeli epey oldu. Parçası olduğumuz tüketim toplumunun insanı ben merkezli düşünmeye iten dinamik zemini; bizi sadece başkalarından ayırarak yalnızlaştırmadı, aynı zamanda kalabalıklar içinde kendimize de yabancılaştırdı. Sanırım tam olarak işte o an büyüdüm. Kalabalıklar içinde yalnız değil de herkesin yapayalnız kaldığını fark ettiğim o an. Uğultuları kulakları dolduran sık adımların belli bir harmoniyi oluşturamadan birbirlerinden kopuk danslarının yanı sıra bankın iki ucunda oturan insanların maskeleriyle birbirleri arasındaki uçurumu büyüttükleri o an… Her korna sesi tahammülsüzdü, her uğultulu adım, günlük uğraşların içinde kaybolan suretlerin dürtüsünü ezgilemeye başlamıştı. Kalktım, yürüdüm. Ne kadar girdiysem kalabalığa, o kadar ayrıştım uğultulardan. Kulakları dolduran titreşimlerden kaçmayı başardım ve tıpkı küçükken masmavi çehrede kayan uçurtmam gibi özgürlüğü parmak uçlarımda hissetmeye başladım hele güvercinlerin bile uçmaktan umudunu kesip Arnavut kaldırımı üzerinde geçen uzun yolculukları sonrasında. Başımı eğdiğimde taşların örüntüsünü aklıma kazır gibi dikkatliydim, sanırım bu da yalnızlığın ekşi kokusuydu. Zamanla insanların yüzüne bakmaktansa her bir kıvrımımla ezberledim gri zemini. Çünkü her suret başka bir öyküydü -ya daha şiirsel ya da daha düz- modern toplumun kaçırılmaz götürüsü başka bir yalnızlık. Tıpkı Arnavut kaldırımı gibi dumana boyanmış griler vardı her bir göz kırışıklığının sonunda.Güneşin yüz çevirmeye başladığı noktadan yayılan dinginlik huzursuzluk verirdi bir zamanlar, kuşların endişeli kanat sesleri bile tırmalardı kulaklarımı. Sonra zamanla fark ettim ki yalnızlık dediğimiz o keskin ve soğuk tek hece algıdaymış, asıl mesele küçük bir nüans farkıyla yapayalnız kalmamakmış. Cem Şancı’nın “Yalnızlık Doktorası” adlı eserinde de bahsettiği üzere Halit Ziya’nın ‘Yalnızlık bir mahrumiyet değil, lükstür.’(Şancı,2014, s.13) ibaresi modern çağın cezası olarak gördüğüm yalnızlık kavramının aslında kendimizi dinlememiz için kaydırılan zaman diliminden başka bir şey olmadığını yardımcı oldu. Öteki taraftan zaten yalnızlığın soğuk yüzü eriyen vakitlerde sevdiriyormuş kendini, büyümek bu yüzden kendini artık zamanlarda hissettirirmiş. Küçükken yalnızlık ertelenen sevgiler, hayal kırıklığıyla son bulmuş beklentiler, dumanlı hisler ve kalp küçülten yaşanmışlıklarken şimdilerde bir çeşit özgür olma durumu, yürüyeceğin yolu sihirli dokunuşlarla var etme çabası haline geldi. Her ne kadar tek kişilik de olsa yalnızlık kırık dökük parçalarıyla modern toplumun gelişimini ivmelendirdi. Pervasız özgüvenimiz nereden geliyor sanıyorsunuz? Şahsen benim sol yanım güç kazandıkça küçüldü; dilimin ucuna gelen her duyguyu yutmaktan ya da gözyaşlarımı saklamaktan bıkmadığım zamanlarda. Dardı günler o yüzden sığdıramadım ya tozpembe günlüğüme gömdüğüm Ben’i. Sonrası yapayalnızlık, “Toprak gibidir yalnızlık,/Zamanla sarar seni, köklerini alır içine,”(Şancı,2014, s.14). Tam bu noktada, uzakta da olsa birinin varlığını hissetme içgüdüsü toprağı savurup en anlamlı anti depresan etkisini yaratma gücüne sahip. Yalnızlık, her ne kadar Cem Şancı’nın bahsettiği gibi lüks olsa da ileriki evresi yapayalnızlık sığınak bulma derdidir. Bundan dolayı, yalnızlık tıpkı mutluluk gibi başarıdır ki başaramadığında yapayalnız kalırsın. Zaman puslu kollarıyla çevrelerken acımtırak dokunuşlarla sol göğüs kafesimizi o kadar küçültür ki dar zamanlarda yok etmeye bile yeltenir. Kaynakça  Şancı, C. (2014). Yalnızlık Doktorası. İstanbul: Remzi Kitabevi Mervenur Dükmen
Beril TAYFUN 21502696 1 YÜZLEŞMEK Hayatta yaptıklarımızdan, verdiğimiz ve veremediğimiz kararlardan ne kadar sorumluyuz? Ne kadar bilinçli yaşıyoruz, yaptığımız seçimlerden ötürü kendimizi ne kadar sorumlu tutuyor, ne kadar suçluyoruz? Bu sorular Kevin Carter’ın akbaba ile kız çocuğunu gösteren Pulitzer ödüllü fotoğrafının hikâyesini öğrendiğimde aklımdan ilk geçenlerdi. Sudan’da çekilen fotoğraf belki bazıları için dünyadaki adaletsizlik ve acımasızlığı gösteriyordu, ancak ben bu fotoğrafa baktığımda daha farklı şeyler düşünüyordum. İnsanın aslında vahşi doğaya ait olduğunu görüyordum ve gerçekte acımasız olanın oradaki akbabadan çok insanın kendisi olduğuna inanıyordum. Dünyanın başka bir yerinde istediği her şeye sahip olan ve son model yeni bir araba, ev, elbise almayı düşünen birileri vardı; onlar isteselerdi elbet bir değişim yaratabilirlerdi… Acımasız olan ne fotoğrafçı, ne akbaba ne de bu resmi insanın yüzüne vuran gazetecilerdi… Acımasız olan insanın kendisiydi… Fotoğrafı çeken Carter, yardım merkezine yürümeye çabalayan bu kız çocuğuna bulaşıcı hastalık taşıma ihtimalinden ötürü dokunmayacak, sadece akbabayı kovalayıp kaldığı kampa geri dönecekti. Ve bu kararı aldığı andan itibaren hayatı değişecekti… Fotoğraf ün kazandıkça insanlar kız çocuğuna ne olduğunu soracak ve o gün aldığı kararın pişmanlığını yaşayan Carter kendi hayatına son verecekti… Belki de bir fotoğraf bir hayata bedeldi… O gün orada yanlış bir karar verdiğine inanan Carter kendisini suçlamış, kendi vicdanıyla yüzleşmiş ve intihar etmişti… İnsanın kendi vicdanı gerçek adaletti belki de… Carter’ın hayatını sonlandırması aslında insanlık adına çok önemli bir şey söylüyor ve içimizde vicdanı ile hareket edebilenlerin halen var olduğunu gösteriyordu. Carter belki bazılarına göre korkaktı, verdiği kararın sonuçlarına katlanamadığı için kaçmıştı bu dünyadan. Belki de hepimizden daha cesurdu, böyle bir fotoğrafı çekmiş ve insanların yüzüne vurmaktan, acı gerçekleri haykırmaktan çekinmemişti. Öyle ya da böyle, o gün o kız çocuğunu bırakmaktan dolayı duyduğu vicdan azabı bir türlü onu bırakmamış ve bu işkenceye son vermek için intihar etmişti. Carter’ın intihar mektubunda yazdıkları aslında ne kadar acımasız bir dünyada yaşadığımızı gösteriyordu: “Depresif hissediyorum… telefonsuz…kira için para…çocuk bakımı için para…borçlar için para...para!!! Ölülerin cesetleri, öfke ve acıların canlı hatıraları peşimi bırakmıyor… Aç veya yaralı çocuklar,Beril TAYFUN 21502696 2 katiller…”1 demişti Carter. İnsanoğlunun para ve güç takıntısını ve bunları elde etmek için her türlü zalimliği yapacağını anlatmıştı aslında. Belki de fotoğrafta akbaba yerine bir insan olsa hiçbir şey değişmezdi… İnsanlar da kendi aralarında bir vahşi doğada değiller miydi zaten? Fotoğrafla ilk karşılaştığımda ve Carter’ın çocuğu ortada bırakıp kendi kampına döndüğünü öğrendiğimde içim nefretle dolmuştu. Carter’ın açıklaması da acımasızca bir bahane gibi görünmüştü gözüme. Kim hastalık taşıyabileceği bahanesiyle bir çocuğu açlığa, umutsuzluğa ve dahası ölüme terk ederdi? Akbabayı kovalamıştı belki ama akbabanın dönmeyeceği konusunda nasıl bu kadar hayalci olabilirdi? Kendisi sahiden çocuğun güvenli bölgeye ulaştığına inanıyor muydu? Bu sorularımın cevabını Carter aslında cevaplamıştı. Çocuğu ölüme terk ettiğini, akbabanın veya açlık ve tükenmişliğin çocuğu güvenli bölgeye ulaşmaktan alıkoyduğunu biliyordu. Bu yük onun vicdanını gün be gün tüketiyordu, belki de Pulitzer ödülünü kazanması yaraya tuz basmakla eş değerdi… Yaptığı hatayı yüzüne çarpıyordu dünya, vicdanı ona “acımasızca çocuğu bıraktın, kaçtın ve şimdi ödüllendiriliyorsun, bunu hak ettiğini düşünüyor musun?” diyordu belki de. Kendisini affedemiyordu, bu yüzden en değerli şeyi olan yaşamını kendi elinden aldı. Carter’ın intiharını öğrendiğim zaman ilk anda içime dolan nefret yok olmuştu. Yaptığı çok cesurca bir hareketti ama kendime sormadan edemiyordum, içimi dolduran nefretin sorumlusu Carter mıydı? Aslında değildi; asıl sorumlu o çocuğu aç bırakan bizlerdik. Carter mesleğini yaparken bir yol ayrımı ile karşılaşmış ve o anda bir karar vermişti. Doğru veya yanlış bu kararı sorgulamak bizlere düşmezdi, biz ne o anda Sudan’daydık ne de Carter’ın fotoğrafı çekerken düşündüklerine tanık olmuştuk. Carter zaten kendi vicdanı ile hesaplaşmış ve kendi idealleri doğrultusunda bir karara varmıştı. Bu onun kararıydı, bir zamanlar yaptığını düşündüğü hatayı hayatı ile düzeltmişti belki de… Asıl nefret duymam gereken kendi ırkımdı. Acımasızca ve bencilce o çocuğu aç bırakan, Carter’ı sorgulayan empati yoksunu vicdansızlardı asıl suçlular. Daha da acısı gündelik hayatın akışında kendimi kaybettiğimde, bencilce kendi isteklerimi düşündüğümde dönüştüğüm kişiydi asıl suçlu. Bütün insanların içindeydi bu suçlu; kendi bencilliğimiz, insan doğamızdı… Öyle ya da böyle, herkes kendi vicdanı tarafından yargılanıyordu; Carter cesur davranmış ve vicdanı ile yüzleşebilmişti. Belki de hepimizin kendi vicdanıyla konuşmaya ihtiyacı vardı, insan olmanın gerçek anlamını hatırlayabilmek ve yaşama gerektiği değeri verebilmek için… Karşımızdaki kişiyi yargılamadan önce ona ve onun içindeki vicdan duygusuna güvenmemiz gerekiyordu belki de… Yazımı bitirirken sizleri Carter’ın son sözleri ile bırakıyorum: “Çocuğu kurtarabilirdim. Makinamı bırakıp onu kucağıma alıp yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum. Şimdiyse önce insan olduğumu.” Beril TAYFUN 30.01.2016 1 http://kirazintadi.blogspot.com.tr/2013/06/kevin-carter.html Bu sitede Carter’ın İngilizce olan intihar mektubu bulunabilmektedir.Beril TAYFUN 21502696 3 KAYNAKÇA:  http://kirazintadi.blogspot.com.tr/2013/06/kevin-carter.html (Bu sitede Carter’ın İngilizce olan intihar mektubu bulunabilmektedir.)  https://en.wikipedia.org/wiki/Kevin_Carter#/media/File:Kevin-Carter-Child- Vulture-Sudan.jpg (Fotoğrafın alındığı adres)
Verda Nur Sarıbaş Kurşunlu Şelalesi’nde Esrarengiz Bir Gezi Bazı kitaplar, filmler, belki bir kıyafet ya da bir koku insanı bulunduğu zamandan alıp başka zamanlara veya başka diyarlara götürüyor. Beni değişik diyarlara götüren ve her anında sanki bu dünyada değilmişim gibi hissettiren öyle bir yeri gezdim ki şuan bile gözümün önüne getirdikçe mutlu oluyorum. İşte o yer, Antalya’nın eşsiz güzelliklerinden biri olan Kurşunlu Şelalesi. Küçüklüğümden beri şelaleleri hep değişik ve sıra dışı bulmuşumdur. Bu yüzden Antalya’ya girdiğim anda ilk önce şelaleleri görmek istedim. Henüz Kurşunlu Şelalesi’nin bulunduğu tabiat parkına girmeden meraktan ve heyecandan yerimde duramıyordum. Biraz yürüyüp, merdivenlerden inip çıktıktan sonra gördüklerime gerçekten inanamadım. Sanki bir film sahnesindeydim, uçağım gizemli bir adaya düşmüş ve ben de yiyecek ararken susuzluğumu giderecek mükemmel bir şelaleyle karşılaşmış gibiydim. Beni sanki tılsımlı fısıltıyla kendisine çekiyordu. Yer ayağımın altından kayıyor, kendime engel olamadan ilerliyordum, ortamın verdiği serinlik ve esrarengiz bir havayla. Boyumdan kat kat daha büyük olan devasa kayaların arasından geçerken dünyadaki tek insan sanki benmişim ve yeni bir yer keşfediyormuş gibi hissediyordum. Öyle bir heyecanla ilerliyordum ki etrafımdaki onlarca insanın farkına bile varamıyordum. Serinliğiyle beni kendine çeken şelaleye kayalıkların arasından ulaştığımda her açıdan farklı bir güzelliğinin olduğunu bana anlatmak istiyordu sanki. Gürül gürül akan suyun yüksekten hızlıca düşmesiyle havada özgürce dolaşan her bir su taneciği tenime değdikçe, geçirdikleri uzun yolculuktan bahsediyor gibiydiler. Üstümün ıslanması ayaklarımın çamur içinde kalmasını umursamıyordum. Sadece orada öylece durup ortamın büyüsü içinde kaybolmak istiyordum. Beni değişik zamanlara götürmesini ister gibi gözüm kapalı ayakta kalmıştım. Tam o sırada sanki bir su perisi beni elimden tuttu ve şelalenin içine çekmeye başladı. Bir tarafımda gözlerime inanamayacak kadar güzellikte, şırıl şırıl akan bir şelale; öbür yanımda yukardan sarkan upuzun sarmaşıklar ve kayalara sıkıca tutunmuş yosunlar… Evet, gerçekten şelalenin altındaydım. Üstüm başım daha çok ıslandıkça bu dünyadan daha çok uzaklaşıyor, ufak bir çocuk gibi oluyordum. Kayalıklardan, çamurlardan ve şelaleden korkmuyordum; sanki hep oraya aitmişim gibi… Sırtımı kayalıklara verip şelalenin beni içine alıp ruhumu temizlemesini istiyordum. İçimde ne bir kötülük ne hırs ne mutsuzluk vardı; hiçbir olumsuz şey yoktu. Sadece mutluluk hissediyordum. Kendimi hiç olmamış kadar özgür hissediyor ve korkusuzca kayalıklardan kayalıklara atlıyordum. Sonsuza kadar orada kalacakmış gibi sahipleniyordum ortamı. Nasıl gerçek olabilir bu kadar güzel bir yer? Nasıl beni bu kadar heyecanlandırabilir? Etrafımdaki insanların bana çılgın gibi bakmasını umursamadan şelalenin güzelliğini doyasıya yaşamaya devam ediyordum. Her yerim ıslak, ayakkabılarım çamur içindeydi ama ben daha önce hiç eğlenmediğim kadar eğlenmiş, suyun tadını doyasıya çıkarmıştım. Su perisinin rehberliğinde, şelalenin altından çıkıp suyu takip ederek yürümeye başladım. Aşağılara indikçe suyun hızı yavaşlıyor, su gibi ben de sakinleşiyordum. Suyun büyük oranda durduğu ve bir göl oluşturduğu yere gelince burada saatlerce durduğumu ve artık bu efsanevi güzellikteki yerden ayrılma vaktimin gelip çattığını anladım. Oradan uzaklaşırken böyle muhteşem bir yerde bulunduğum için çok mutlu aynı zaman da bu güzelliklerden ayrıldığım için hüzünlüydüm. Fakat içimdeki ses yolumun tekrar bu büyülü mekâna düşeceğini fısıldıyordu bana. Hayatımda gördüğüm tartışmasız en güzel yerdi. Benim için her zaman farklı ve eskimeyen yerini koruyacak olan esrarengiz ve bir o kadar da sıra dışı olan, kendimikaybederken bulduğum, ilerledikçe küçüldüğüm ve kesinlikle tılsımlı olduğuna inandığım yer Kurşunlu Şelalesi…
Fatma Naz DONMA 21503088 MUTLULUĞA İLK ADIM Her şeyin güzel olacağı temennileriyle geçiyor hayatımız. Kötüye giden onca şeyin yanında hep daha iyisini bulabileceğimize inanıyoruz ya da inandırılmaya çalışılıyoruz. Mutluluğun nerede olduğunu düşünmek yerine, kendimizi toplumun bizi hangi yolda daha çok takdir edeceğini düşünürken ve bunun için çaba harcarken buluyoruz. Küçücük bir güzellikten doğacak kocaman gülümsemelerden mahrum bırakıyoruz kendimizi. Belki de bu dünyayı daha yaşanabilir kılacak olan şey bizim tek bir tebessümümüzken bu rekabetçi hayat maratonunda bu minik detayları kaçırıyoruz. Bu detaylara minik demenin ne kadar doğru olduğunu bilemiyorum aslında. Hayatta bizi mutlu eden, bizi diğer insanlardan ayırabilen ne varsa değerli olmalıdır, eğer bir kalıba sokmamız gerekiyorsa bu minik değil kocaman olmalıdır. Şekil 1-Hthayat/Mutlu çocuk yetiştirmek için on ipucu Küçük bir çocuğun gözlerindeki o güzel ışıltıyla anlam bulur mutluluk. Kollarını kocaman açıp bütün dünyayı kucaklayabileceğine olan inancıyla tutunur umutlarına. En sevdiği çikolatayı yemek, kendinden çok büyük olan aşık olduğuna inandığı abi ya da ablasının ona attığı tek bir gülücük ya da akşam olduğunda ailesiyle birlikte doyasıya geçirdiği zaman onun mutluluğu için yeterlidir. Ona göre başına daha güzel ne gelebilir ki? Derken büyümeye başlar çocuk. Büyür ve hayatın aslında küçükken oynadığı oyunlardan ibaret olmadığına inanmaya başlar. Hâlbuki hayat herkesin karşısına kendi tecrübelerine ve hedeflerine göre oyunlar çıkarır. İnsan büyüdüğü için üzülmemelidir; çünkü asıl olay çocuk olmak değil, içindeki o çocuk ruhunu her zaman muhafaza edebilmektir. Karşına çıkan zorlukların aslında sana özel tasarlanmış oyunlar olduğunu anlamaya başladığın zaman mutlu olmaya hazırsın demektir, artık çocukluğun da seninle birlikte geleceğine taşınmıştır çünkü.Muhattap olacağın insanlar oynadığın oyuncak bebeklerin, yazacağın yazılar ise kurduğun evcilik oyunun bir parçası olduğunda hayatın aslında gözümüzde büyüttüğümüz kadar ciddi olmadan da başarıyla ve zevkle geçirilebileceğini anlarsın. Önyargılarımızı bir kenara bıraktığımızda mutluluğun ulaşılmaz olmadığına inancımız artmaya başlar. İnsanların kafamızda kurdukları başarı tabularını bir bir yıkabilmeye başladığımızda üstesinden gelemeyeceğimiz sorun, aşamayacağımız dağ kalmamıştır artık. Çünkü mutluluk sadece takdir edilmeyle, insanların bizi övmesiyle sahip olunabilecek bir şey değildir. Mutluluk, başını yastığa koyduğunda ve seni senden başka hiç kimse duyamıyorken ‘İyi ki yapmışım.’ diyebildiklerindir. Bir insana yaptığın küçük bir yardım ya da kabul etmek istemediğin bir teklifi reddedebilmek bile sana bu hazzı yaşatmak için yeterli olabilir. Bunlar gözümüze çok değersiz ya da basit olaylar gibi görünse de aslında birçoğumuzun yapmaya cesaret bulamadığı olaylardır. Herkesin her istediğini kabul eden insan mutsuzluğa mahkûmdur çünkü kendi iradesiyle neler yapabileceğinin farkında olamıyordur. Bu insan bir kere ‘hayır’ diyebilmenin verdiği keyfi ve özgüveni tattığında o zamana kadar mutlu olmasının önündeki en büyük engeli de keşfetmiş olur. Hayatında kazanabileceği en büyük artıyı da kendisine eklemiştir artık. Sıradaki yapması gereken şey ise bunu diğer insanlara yaymaktır çünkü mutluluk bulaşıcıdır ki bir insana başkalarının mutluluğunda payı olmasından daha çok ne keyif verebilir ki? Diğer insanlara attığın her adımda özgüvenin biraz daha yerine gelir ve için hiç olmadığı kadar rahat olmaya başlar. Biliyorsundur ki sen elinden gelenin en fazlasını yapıyorsundur artık. Adım attığın insanların yüzünde gördüğün en ufak bir gülümsemede bile bir katkının olduğunu bilmek sana paha biçilemez bir mutluluk verir. Şekil 2-News/Harvard-A quest for happiness Uyandığımız her yeni günde kendimize mutlu olmak için sebepler yaratmalıyız. Hayatta her zaman moralimizin bozulacağı, modumuzun düşeceği olumsuzluklarla karşılaşabileceğimizi bilerek; bu olumsuzlukların hiçbirinin çözümsüz olmadığına, güneşin elbet birgün bizim için doğacağına inanarak ve umudumuzu asla ama asla kaybetmeyerek mutluluğa ulaşmamızın mümkün olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız.KAYNAKÇA Şekil 1- HT-hayat internet sitesi / Anne ve Çocuk http://www.hthayat.com/anne-ve-cocuk/cocuk/haber/1013027-mutlu-cocuk- yetistirmek-icin-10-ipucu Şekil 2-News Harvard / Gazette Story 2016 http://news.harvard.edu/gazette/story/2016/04/a-quest-for-happiness/
Tezer Özlü ve “Yaşamın Ucuna Yolculuk” Hakkında… Tezer Özlü adını arkadaşlarımdan sıkça duyduğum ancak önceden bir türlü okumaya fırsat bulamadığım bir yazar... Kitaplarında işlediği melankolik temalardan ve onu okuyan her kişiden duyduğum “Bu kitabı okuyan depresyona girer.” cümlelerinden dolayı Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabını okumaya başladığım andan itibaren kitaptaki hüzünlü hava beni aniden sardı. Kitabı okurken, yazarın hayata karşı duyduğu öfkeyi her hücremde hissettiğimi söyleyebilirim. Etrafımızdaki insanlar her ne kadar mutlu bir hayat yaşıyor gibi gözükseler de hepsinin içinde bastırdıkları veya bastırmaya çalıştıkları büyük bir öfke yatıyor. Bu durumun en pozitif görünen insanın içinde bile yaşanmakta olduğuna yemin edebilirim. Çok basit bir nedeni var aslında tüm bu öfkenin. Çoğumuz hayattan istediklerimizi alamıyor, haksızlığa uğruyor ve hayat karşısında yenilen tarafta kalıyoruz. İstekleri gerçekleşen insanlarda da bu durum var; isteklerinin hiçbiri gerçekleşmeyen insanlarda da… Yaşlı ve yalnız insanların Berlin’deki yaşamlarında öfke dolu bir yalnızlık geçirmesini örneklerken yazar, hepimizin hayatına ayna tutuyor. Kendimden örnek verecek olursam; yaşlılığımda asla yalnız ve çekilmez biri olmak istemem, bunun düşüncesi bile beni korkuya ve endişeye sürükler. Çoğumuz bu gibi insanlarla hayatımızda karşılaşıyoruz. Onların genç insanlar tarafından nasıl sevilmediğini, onlara ne lakaplar takıldığına da tanık oluyoruz. Bu bir insan için şahit olması en zor olaylardan biri. Bütün hayatınız boyunca diğer insanlar tarafından saygı duyulan, takdir edilen ve kıskanılan bir insan olsanız bile, yaşlandığınızda ve özellikle yaşlıyken yalnız ve huysuz biri hâline gelirseniz hayatınız diğer insanlar için bazen tamamıyla önemsiz hâle gelebiliyor.İnsanın kendini ve etrafındaki insanları algılayışını, hayatta kendini konumlandırma biçimi olarak görüyor Tezer Özlü. İnsanın, duygularını eğer anlamlandıramaz ve onu biçimlendiremezse ölü bir bedenden farkının olmadığını söylüyor. Bu noktada ona kesinlikle katıldığımı söylemeden edemeyeceğim. Bazı insan tipleri vardır ki gerçekleştirdiği eylemlere hiçbir anlam yüklemez ve öylesine yaşayıp geçer hayatı. Onun için tek gecelik bir ilişki de sıradan bir şeydir; ilişki yaşadığı insanı aldatmak da. Böyle insanlara kızmıyorum ve onlardan nefret etmiyorum aslında. Onlara sadece acıyorum, çünkü hayatın bundan çok daha fazlası olduğuna inananlardanım. Bir bebeğin doğum anı ve ailesinin tam da o an yüzünde beliren gülümsemesi, sınavdan çok başarısız notlar aldıktan sonra azmedip çalıştıktan sonra en yüksek notu alan öğrencinin yaşadığı haklı gurur ve sevinç, yaşadığı zorlu hastalıklardan sonra hayata sımsıkı sarılan ve o hastalığı yenen insanların ailesiyle olan sevinç kutlamaları… Bu anları örnek vermemin sebebi, aslında hayatın anlamının aslında çok daha derin olduğudur. Keyifli ve güzel anlar kadar üzüntülerimiz, hayal kırıklıklarımız ve mutsuzluklarımız da hayatı hayat yapan unsurlardır. Bunlar da insanı insan yapan ve onun hayatta ilerlemesine yardımcı olacak duygulardır diye düşünüyorum. “Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz.”. Bu cümle kitapta Tezer Özlü’nün yapmış olduğu alıntılardan sadece bir tanesi ve benim de çok beğendiğim bir söz. Herkes zor bir hayat yaşıyor ve kendi tırnaklarıyla bir şeyler başarmaya çalışıyor. Kimsenin hayattan aldığı zevk bakımından doruğa ulaşmış olduğunu düşünmüyorum. Severek izlediğim yabancı dizide, yine çok sevdiğim bir karakter şu cümleyi söylemişti: “Hayat kendi tırnaklarınla duvarı kazıyarak kendini yukarı çekmeye çalıştığın bir lağım çukurudur.”. İlk bakıldığında çok etkileyici bir cümle gibi gözükmüyor, evet ama benim için çok anlamlı bir söz. Gerçekten de hayat hepimizin önüne bir çok engel koyuyor ve zaman zaman pes edebileceğimiz anlar karşımıza çıkıyor. Yaşamaya dayanamayanlar bunabir son verip intihar ediyor. Kalanlar ise zorluklarla boğuşmaya devam ediyor. Gerçek cesaret bunu yapabilenlerde ve hayatın zorluklarına göğüs gerebilenlerde. Bunu başarabilenler aslında kendi hayatlarının kahramanları oluyorlar ki bu bana göre gerçekten dünyada alınabilecek en güzel ödüllerden birisi. Sevginin ve güzelliğin farkında olduğumuz kadar hayatın kötü yanlarının da farkında olup yaşamdaki duruşumuzu buna göre belirlememiz hepimiz için anlamlı bir yaşamın sırrı aslında. Kitaptaki kadar melankolik bir ruh hâlinde dünyayı yorumlamasam da melankoliyi aslında diğer duygulardan daha gerçekçi ve samimi bulduğum için severim diyebilirim. Ruhumuzdaki acılara, üzüntülere yine aynı oranda kahkahayla cevap verebileceğimiz günleri herkes gibi ben de bekliyorum tabii.
Mülksüzler Lise hayatım boyunca birkaç farklı yerde birkaç farklı kişiden duyduğum bir kitaptı Mülksüzler fakat bu kişilerin ve yerlerin bende bıraktığı olumsuz etkilerden olacak, kendimi bir türlü bu kitabı okumaya ikna edememiştim. Herhangi bir felsefi temele dayanmadan “aykırı” ve “anarşik” takılmaya çalışan gençlerin birbirlerine hava atmak için kullandıkları bir kitap olduğu izlenimine kapılmıştım. Sonra yapacak daha iyi bir şey bulamadığım sıcak bir yaz günü kitabı Kobo’ma ( bir e-kitap okuyucu) yükledim ve daha ilk sayfalardan itibaren ne kadar yanıldığımı anladım. İnsanlar hakkında yanılmamıştım tabii ki, fakat kitabın kendisi tüm bu olumsuz çevrelerden bağımsız bir şekilde çok güzeldi. Kitabı okurken çok zevk almamın sebeplerinden biri sanırım baş karakterin (Shevek) fizikçi olması olabilir. Shevek’in düşünce sistemini ve olaylara tepkisel yaklaşımını kendime yakın gördüğümden bu durum kendimi kitabın içinde bulmamı sağladı. Son zamanlarda okuduğum en sürükleyici ve “eğlenceli” kitaplardandı. Girişte bahsettiğim genç arkadaşlardan biri olmaktan korkmadan rahatlıkla söyleyebilirim ki kitap genel olarak birey ve toplumsal ilişkilerimize yönelik çok önemli ve yerinde birtakım eleştirilerde bulunuyor. Bu eleştirilerin birkaç tanesinden ve bende bıraktıkları etkilerden bahsetmek isterim. “Yaşadığı sürede de, ölümünden sonraki bir çok yıl içinde de kendi dünyasının [Dünya] fizikçileri onun [Einstein] yöntemine ve yenilgisine sırt çevirmişler, verimli teknolojik sonuçlarıyla kuantum kuramının görkemli tutarsızlıklarını takip etmişler, en sonunda da teknolojik usulle o kadar yoğun olarak ilgilenmişlerdi ki bir çıkmaza girmişler, hayal güçleri tükenmişti” (sf.486). Bu yazı için biraz teknik kaçabilir, fakat kitapta en çok etkilendiğim görüşlerden biri bu. Kısaca özetlemek gerekirse, 1960’larda yapılan deneyler Einstein’ın kuantum fiziğine karşı getirdiği eleştirilerin ve itirazların geçersiz olduklarını gösterdi. Böylece tüm bilim dünyasını (etkisi bugüne kadar da süren) bir “kuantum furyası” ele geçirdi. Bu yönelimin bir sonucu olarak günümüzde teknolojik gelişime verilen önem, ayrılan zaman ve kaynaklar artarken temel bilimler ihmal ediliyor. Bu benim de (en azından kendi bildiğim çevrelerde) gözlemlediğim üzücü bir durum. Bu durumun ülkemizdeki yansımalarından biri için Ali Nesin’in bir gazete demecine bakabiliriz : “Türkiye bir mühendisler ülkesi. (…) Bilimsel gelişmeyi teknolojik gelişme olarak algılıyorlar. Tek amaçları elektrikli araba yapmak. En sonunda yapacağım bir tane elektrikli araba önlerine koyacağım.” Kitapta rastladığım bir diğer eleştiri de eğitim sistemimiz hakkında : (ülkemizde durum daha da içler acısı, fakat o bu yazının konusu değil.) “Sınav sistemi ona anlatıldığında çok şaşırmıştı; doğal öğrenme isteğini, bu bilgiyle doldurulma ve istenildiğinde geri kusma dizisinden daha fazla engelleyebilecek bir şey düşünemiyordu” (229). Bu tespitin üzerine söylenebilecek çok fazla bir şey yok. Gerçekten de küçük yaşlardan itibaren öğrencilerin kafalarına zorla hazır bilgileri yığıp, “sınav” zamanı bu bilgileri geri kusturup sonra insanların geleceklerini bu sınav sonuçlarına göre belirlemek, ideal bir öğrenim yolu olmaktan son derece uzak. Shevek’in de vurguladığı gibi sınav sistemimiz “öğrenme” ve “merak” duygularını azami düzeye indirmek için sanki özel olarak tasarlanmış gibi. Sorgulama ve araştırmacılık gibi gerçekten önemli hususlar yerine ezberleme ve hızlı işlem yapma gibi sözde “yetenek”ler ön planda tutuluyor. İşte yalnız bu “eğitim” süreci boyunca merakını ve akıl sağlığını koruyabilen azınlık ileride insanlığı ileri taşıyacak eylemlere katılabiliyor.Sonuç olarak, gerek günümüz ve hatta belki de gelecek toplum yapısına getirdiği eleştirilerle gerek insan doğasına bakış açısıyla beni derinden etkileyen bir kitap oldu. Miraç Lütfullah Gülgönül 21602357 Bibliyografya : Le Guin, Ursula K. Mülksüzler. İstanbul : Metis Yayıncılık, 2016.
Özlem Doluyuz Kaybedilmişlere! Yaşamımız boyunca neredeyse her türlü değeri, ilişkileri görür geçiririz. Temelimizi ve değerlerimizi oluşturan aile/akraba ilişkilerimizden tutun da dostluklara, komşuluklarımıza, unutulamayan aşklarımıza, ayrılıklarımıza ve ölüm denen (kiminin bir son kiminin de bu evrende daha başlangıç olarak gördüğü) kavramın zamansızca gelerek yuttuğu tüm bu insanlara kadar her yaşanmışlık, veda etmeden önce, bir iz bırakıverir hayatlarımıza. Bu izler bize hayatımızın anlamını kazandırmaktadır. Ama ne yazık ki kaybedince anlarız bizim için ne kadar kıymetli olduklarını. Ve özlem başlar içimizi yiyip bitiren, ruhumuzu törpüleyen, sağlığımızı kemiren… Çeşitli yaşanmışlıklarla şekillenerek herkese göre farklı tanımları olabilen özlem; benim için her gün yaşadıklarımla, yaptığım işlerle, okuduğum kitap ve dinlediğim şarkılarla kısacası hayatımda iki anlamıyla da ‘yürüdüğüm yollarda’ değişkenlik göstererek farklı anlamlar kazanmakta ve bazen de anlamlarını yitirebilmekte. Bana göre özlem, insanların hissetmekten kaçamadığı ve ansızın gelen çok yoğun bir duygu. Dünyaya gözlerimizi özlemle açar onunla da kaparız. Neden mi? Elimizde değil ki, insanoğlunun doğasında var değer bilmezlik, doyumsuzluk. Şu an elinizde olan ama hak ettiği değeri yeterince veremediğiniz bir eşyanızı düşünün, cevabını bulmak bence çok zor hele de henüz kaybetmediyseniz. İnsanlara verdiğimiz değerler, cevabını bulamadığımız bu eşyadan daha çok olsa da sonuç ne yazık ki gene aynı oluyor. Bazı durumlar, tamamen o insanı kaybetmeyecek olsak da bizlere bu çıkmaz sokağı (ayrılıkları,kayıpları) ön gösterimmişcesine sergileyebiliyor. Nasıl mı? Zorunlu sebeplerden dolayı artık göremeyeceğiniz birisi olduğunda; aylarca süren göreve giden babanız, askere veya sizden uzaklarda okumaya giden sevdiğiniz, dünyanın öteki ucunda kendine yeni bir hayat kurma amacıyla yola çıkan dostunuz ve daha benzeri verilebilecek birçok örnek yaşatabilir bu çıkmazı ruhunuzda. Henüz bunlara benzer bir ayrılığa denk gelmediyseniz ileriki hayatınızda daha çoğuyla karşılaşma olasılığınız bir o kadar artıyor. Ama öznen yaşamamış olmak tecrübe edinemeyeceği anlamına da gelmiyor. Dinlediğimiz yaşanmışlıklar, okuduğumuz kitaplar bizlere fazlasıyla tecrübe katabilir . Aynı Sen Buralarda Yokken kitabının benim ruhumun derinliklerinde uyandırdığı farkındalıklar gibi. Nilüfer Altunkaya’nın annesi ve babasına adayarak yazdığı bu kitapta bir mahallede yaşanan kaybolmuş ve özlemi çekilen birçok insan ilişkisi, çeşitli konularda farkındalığıma katkı sağlamış olsa da en büyük farkı tek konuda hissettim: Ölüm. Daha çok yakın bir zaman dilimi içerisinde, hayatımın önceki yıllarından tanıdığım birinin kaybını yaşamış, bir saat önce canına kıymış birinin olduğu istasyonda tesadüfen görevlilerin işlerini yapış stresini yanlarından geçip giderken solumuş olsam da belki de henüz en yakınlarımdan birini kaybetmemiş ve acısını tam anlamıyla bilemeyecek olmam okuduğum satırlar karşısında duyduğum ve fazlasıyla güçlü olan empati hissinin derinliğini azaltmadı. Sanırım özlemlerin en büyüğü ölümün alıp götürdüğü birine duyulan. Yalnızca o kişiyi bir daha göremeyecek olmak değil bunu yaratan. İstemsizce oluşan ne olursa olsun bekleme duygusu. O haberi işittikten sonra Salih’in ağabeyinin de kendi kendine söylediği ve ruhumun derinliklerine işleyen o satırlarda da olduğu gibi: “Anneler delirebilir, babalar gittikçe sararabilir ama kardeşler ölmemelidir. Ölmediğini de bir tek ben biliyorum. Belki bir rüyaya dönüştün.Korkularımıza karıştın…” (Altunkaya, Sen Buralarda Yokken). Bu cümleleri okumak bile bir insanı göz yaşlarına boğabilirken kim bilir kendini söylerken duymak yüreğini nasıl parçalar. “eski telaşlarımdan sonsuz bir sabır biçtim. yürüdüm toprağın avuçlarını. zamana yenildim, günlerin ayazında bekledim. beklemek insanın yalnızlığıdır.” (Altunkaya, Sen Buralarda Yokken) Bir ağabeyin toprağa kattığı kardeşiyle ilgili hissettikleriyle birlikte yaşadıkları anılarının sentezini beş satırda okumak bile ağır gelebiliyorken bir insana, empatiyle o anı yaşadığını imgelemek, sebebi olabiliyor gözünden akan bir damla yaşa. Daha öncesinde, bu kadar kuvvetli olmasa da, çeşitli yazarlardan okuduğum benzer cümleler de hissettirmişti farklı tarzlarda hisleri. Oğuz Atay’ın Babama Mektup’ta yazdıkları başkaydı, Yekta Kopan’ın Bir de Baktım Yoksun kitabında başka Özdemir Asaf’ın ölmüş olmasa da kaybettiği Lavinia’ya karşı yazdığı Çizik şiirinde ve aynı dizelerin sonrasında Kaan Tangöze tarafından yapılan şarkıda kullanılmasıyla hissettirdiklerinde bambaşka. “Geleceğim, bekle dedi, gitti… Ben beklemedim, o da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu… Ama kimse ölmedi.” (Asaf, Çiçek Senfonisi, 184) Gerçekten ayrılıklarda bekle dersin gider, sen beklesen de beklemesen de gelmeyeceği bellidir ve gelmez, gelemez. Ölümse bu biraz da normal karşılanabilir ama kimse ölmemişse de ölüm gibi hissetirebilir de. Kitaptaki Mesafe başlıklı kısımda (71) “Yaratılmış olanın hikayesi…” diyerek başlamış ve bu öyküde anlattıklarıyla yazarın amacı okuyucularına tam olarak da bunu hissetirmekti Salihe karşı (ki benim de en etkilendiğim ve sevdiğim bölüm oldu). Birine derinden özlem duymak, ciğerlerinin o bekleme hissiyle dolup taştığını hissettmek her faninin elbet tadacağı kaçınılmaz duygulardandır. Yaşayarak edinilen tecrübelerle de olsa duyulmuş sözlerde, okunmuş satır ve dizelerde, dinlenmiş şarkılardan geçen hislerle de olsa (“sen gittin ya özler oldum, yollarını gözler oldum.”(Dolu Kadehi Ters Tut,Özler Oldum) sözünde hissettiğim gibi), her insanın hayatına silinmeyecek izler bırakır. Bu izler, siyah veya gri de olsa bir renktir ve küçümsenemeyecek kadar anlamlar katar hayatlarımıza. Özlem duygusu, her ne kadar kaçınılmaz olsa da aslında bu nedenler sayesinde değerlidir(ve bir o kadar da doğal). İnci AksoyKaynakça Nilüfer Altunkaya/ Sen Buralarda Yokken. İstanbul: Alakarga Yayıncılık,2017. Yekta Kopan/ Bir de Baktım Yoksun. Can Yayınları,2016. Oğuz Atay/ Korkuyu Beklerken. İstanbul: İletişim Yayıncılık,2004. Özdemir Asaf/ Çiçek Senfonisi. Yapı Kredi Yayınları,2013. Kaan Tangöze Bekle Dedi Gitti, 2016 Dolu Kadehi Ters Tut/ Dünyanın En İyi Albümü, 2017.
Sabiha Ulusoy ZİNCİRLEME TEZATLIKLAR “Bu yazıda herkes kendine ait bir satır bulacak; tartmasını bilene ağırlığı, hissetmesini bilene ise varlığı vaad ettim.” Hepimiz içimizde bir boşluk taşıyoruz tanımlayamadığımız. Somut ağırlığının yanı sıra, kelimelerle anlatılamayacak kadar da soyut bir varlık veya yokluk; adını ne koyarsanız. Her ne kadar kelimelerle şekil vermeye çalışsak da biliyorum ki biz de başarısız olacağız bizden öncekiler gibi. Ama bu boşluk her ne ise –ister duygusal boşluk deyin, isterseniz sıkılmak– bildiğim tek şey mutluluklarımızın ardında saklanan bir sis, buhranlarımızın temelini yaratan bir demir misali yerleşik hayatta, hem de ruhumuzun tam ortasında. Bendeniz, elimden geldiği kadar anlatmaya çalışacağım size. Boğazımdan inen her kahve yudumunun ardından içimdeki ağır boşluğun farkına varıyorum. Gitmek zor, kalmak ise oldukça acı verici. İnsan hem kendinden hem de geçmişinin izlerinden kaçmak istiyor. Ne kadar iyileştiğimizi düşünsek de varoluşun siyah ve beyaz sınırları arasında hapis kalmış olan grinin buruk rızasını hepimiz taşıyoruz. Öyle bir rıza ki yaşanmaya adanmış ama bir o kadar da tuz basılmış taze bir yara gibi. Gerçekliğimizden kaçmak zor; insanlardan sıyrılıp duygularımızın ardındaki yeni bir dünyada yaşamak ise çok daha zor. Ardımızda bize el sallayan yarım kalmış aşklar, dizi incinmiş çocuklar ve veda gözyaşları döken dostlar… Hepsi yaşamımızın mülkiyetini almış ama bir kiracı gibi yüreğimizde oturan kayalıklar misali. Duygu evreninin çalkantılı denizinin köpüklü ve haşin dalgaları çarpıyor her birine. Aşındıkça aşınıyorlar; gündüzleri meltem eşliğinde, geceleri ise mehtap ışığının dansında. İkinci kahve yudumunun biraz daha soğumuş olduğunu fark ediyorum. Ya içimizdeki bu ağır boşluk? O da soğur mu fiyakalı bir fincanda bekledikçe? Hatta bunu bir kenara bırakalım; boşluğun ateşi mi olurmuş? Oluyormuş demek ki. Ağır ağır, cayır cayır yakan bir alev dalgası gibi süratle ruhumuza nükseden ama hissedilmeyecek kadar da sönük bir sıcaklık. Zincirleme tezatlıklar arasında çırpınıyoruz; yolumuz nereye bilmiyoruz. Battıkça yüzüyoruz; yüzdükçe boğuluyoruz. Kendimizi balık zannediyoruz fakat her zaman bizden büyük olana yem rolünü üstleniyoruz. Gönlümüzün yerçekimsiz sahasında nefes bile alamadan savrulup gidiyoruz. Gözyaşlarımızın göktaşları kalbimize bir arı misali tek tek saplanırken bilincimizi dış dünyanın gerçekliğinden ayıramıyoruz. Gerçeklik nedir? Parkta oynayan bir çocuğun gülüşünde mi saklanır? Yoksa İzmir Caddesi’nde bir sabah vakti evine Kaynak: Sabiha UlusoySabiha Ulusoy sıcak ekmek alıp götüren eskimiş kasketini başından çıkarmayan amcanın yüzündeki yaşanmışlık çizgilerinde mi uyur? Belki de dün akşamdan kalan kadehte güneşin ilk ışıklarıyla yakut gibi parlayan şarabın içinde yüzüyorlardır. Ya da bir bakarsınız; yuvasını inşa etmek için karşı bahçedeki yaşlı ağaçtan bir parça solmuş kahverengi yaprak alan dişi kuşun ağzındadır. Hiç olmazsa merdiven gıcırtısıyla irkilen ve çocukluğunun tatlı anıları hala tazeymiş gibi aklından geçen, yaşadıklarının buhranını hala ocağında tüttüren bir kadının gözlerindeki buğudadır. Vücudumuzun tam ortasında, kalbimizin bulunduğu yerin o taraflarda hâlâ ısrarla taşıdığımız kasvetli boşluğun her gün bir gram daha büyümesine tanığız; bilinçli ya da bilinçsiz. Büyümek böyle bir şey işte. An geçtikçe bir yenisi eklenir damarlarımıza. Kanımızda dolaşan, hücrelerimizi inşa eden demirin özüyle temellerini atıyoruz bu kasvet binasının. Mutluyuz. Gülüyoruz. Dostlarımızla sohbet ediyoruz. Yan masadaki yakışıklı adamın cilveli tavırlarına kaçamak bir bakış atıyoruz. Saçlarımızı tarayıp makyajımızı tazeliyoruz. Mutsuzuz. Üzülüyoruz. Ağlıyoruz. Siliyoruz. Yaşıyoruz. Devam ediyoruz. Ve sadece yürüyoruz. Uyanıyoruz ve uyuyoruz. Zıtlıklar arasında bir hayat kuruyoruz kendimize. Etrafımıza bakıyoruz; izliyoruz ne varsa. Ediniyoruz, öğreniyoruz, biliyoruz, özümsüyoruz yaşamayı. Ve yaşatıyoruz içimizde ne varsa. Okuyoruz boşluklarımızı tartmak amacıyla. Boşluğun ağırlığı mı olurmuş? Oluyormuş demek ki. Hem de çok ağırmış. Kasvetli, yok edici ve içine ne atıldıysa sindiren bir tanımlanamazlık. Anlatmaya gücüm yetmiyor. Her gün benliğimle birlikte taşıdığım ve ruhuma komşu olmuş bu bilinmezliğin etrafında dönüyor tüm sırlarım. Düşündükçe bulamıyorum; okudukça anlamlandırmaya gayret ediyorum. Düşmanım mı dostum mu olduğunu bilmediğim o ‘şey’ kendime dahi anlatmadığım sırları barındırıyor sessiz sakin. Adını “ağır boşluk” koydum senin içimde büyüyen gri renk. Seni tanımak adına okuduğum kitabın son sayfasını kapattığım an yemin ettim gerçekliğine. Varlığına şahidim. Yokluğuna ise… Kaynak:  Yıldız, H. A. (2014). Ağır Boşluk. Ankara; Hece Yayınları.  Fotoğraf: Sabiha Ulusoy, Finike/Antalya, 2014.
Öğrencinin adı: Yunus Umeyr Kılıç Öğrenci Numarası: 21301404 TURK 101-10 09.12.2014 BİTMEYEN ÇİLE Adanmış bir ruhun bitmez, tükenmez şiirleri... Okumakla bitirilemeyecek kadar derin ve tekrar tekrar okumakla yeni manalara açılan tükenmez şiirler... Onun şiirleri ne bir hayal ve ne de bir rüyanın parıltısı , onlar yalnızca hakikatin ta kendisi. Çekirdeğinden doğduğu bir fikrin hakikatleri ve uğrunda yazılan bir davanın yalnızca nazma dönüşmüş gerçeklerdir Çile. Kelimeler satırlara sığmaz da taşar, içindeki manalar fazlaca gelir de taşınmaz yalnızca bire satırda. Aklın , hayalin, ruhun ve de kalbin ortasına yerleşir ancak ondaki manalar. Bu sıkleti de ancak bunlar kaldırabilir. Bir fikir uğruna dünyalara meydan okumuş, bundan vazgeçmesi uğruna ona sunulanları elinin tersiyle itmiş bir şair Necip Fazıl. Bir dava ki uğrunda girilen zindanlar, çekilen çileler Necip Fazıl'a bir deste gül gibi olmuş. Davası uğrunda çektiği çilelerin hepsi ona hoş gelmişti. O bütün varlığıyla adamıştı kendini bu yüce davaya, otuzundan sonra şereflenmişti bu davayla. Lakin onun için yeni bir doğuş olmuştu bu dava. Hayatının bundan önceki kısmını bir lahzada silmiş ve de çöplük olarak nitelendirmişti. Hayatının çilesi de bundan sonra başlamıştı. Fakat ne zindanlar ve ne de çekilen çileler onun ruhuna sıklet vermemişti. O davası uğrunda bunların hepsini göze almıştı. Çünkü onun bedeni azap çekse de, ruhu gül gülistan olurdu bu davada. Hayatı ona zindan, yaşamayı ona çile yapmışlardı kalemle ona karşı gelemeyenler. Bu acılar onun iliklerine kadar işlemişti ki Zindandan Mehmed'e Mektup'ta bunu okuyucuya dahi en derinduygularla hissettirebilmiştir. Zindanı âdeta yaşatırcasına anlatan ve çektiği acıları içine bürüyen Necip Fazıl şiirin sanatsallığından da hiç taviz vermemiştir. Bu çilesini bu şiirde şiirin nazmına öylesine işlemiştir ki çekilen bu acılar okuru dahi şevke getirmiştir. Bu zindan dünyaları ona kapatmışsa da Allah'a ulaşan bu yüce yolu asla kapatamamıştır. Üzerlerine koca duvarlar, kalın demirler çekilse de bunların hiçbiri onu Rabb'ine ulaştıran yol olan duadan alıkoyamamıştır. Çektiği bunca çileye dayanağı da gönlündeki iman ve yüce Rabb'iydi. Sakarya Türküsü bir başkadır onun dilinde. Şiirin ve sanatın belki de zirve yaptığı bir şiir... Lakin bir sanat ki Allah davasının topluluğuna bağlı bir sanat... Yalnız kulağa hoş gelen bir şiir değil aynı zamanda ihtiva ettiği manalarla da bir farklıdır Sakarya Türküsü. Sakarya onun dilinde âdeta Necip Fazıl'ın ruhunun tecessüm etmiş bir hali gibidir. Öz yurdunda garip bir Sakarya Necip Fazıl'ın ta kendisidir. Sakarya onun ruh ikizi olmuştur şiirde. Onu anlamak da Sakarya'yı anlamaktan geçer. İstanbul'u sevmek ve tanımak ancak Canım İstanbul'u okumakla mümkündür. Onu okumayan ne İstanbul'u sevdiğini ve ne de onu hakkıyla tanıdığını iddia edebilir. Öylesine içten anlatılmış ki İstanbul, şayet İstanbul'dan bihaber bir insan dahi okusa Canım İstanbul'u, İstanbul'a hayran olmaması imkân dâhilinde değildir. Bu şiir her yeni okunuşunda insanı İstanbul'a bir kez daha hayran eder. Onu okudukça ne bir bıkkınlık gelir ve ne de bir bezginlik. O yalnızca yeniden okumaya şevk ve iştiyak verir ve İstanbul'u bir kez daha insanın gönlünün başköşesine oturtur. Böyle bir şehre de böyle bir şiir yakışırdı zaten. Bu şiirleri ne kadar anlatmaya çalışsak da yine onlardaki sanatın ustalığını dillendirmeyi başarmış sayılamayız. O ustalığı görmek ancak o şiirleri yüzünden okuyup o sanatı tadabilmekle mümkündür. Her bir şiir farklı bir âleme açılan bir pencere gibi insana yeni yeni dünyaların kapısını aralar ve şiiri tekrar tekrar okudukça o dünyalar çok daha net anlaşılır. Fakat ne kadar çok okusak da bu Çile'yi okumakla bitiremeyiz çünkü bir sonraki okuyuşta anlaşılacak bazı manalar kalacaktır elbet. Ama tek çare ise bir daha okumaktır bu şiirleri.
Melis Derya Ertür Kendi Sesimin Peşinde Hayatta bazen sesimizi duyurmakta zorlanırız. Çoğu zaman bu durum sadece çevremizdeki insanların bizi anlamamasından değil, kendimizin bile ne anlatmak istediğini bilmemesinden kaynaklanır. İçe kapanık ve sessiz bir çocuk olarak büyüdüğümden kendi yaşantımda bu sessizlikle sıkça karşı karşıya geldim. Bir derste anlamadığım kısmı sormak istedim ama eleştirilme düşüncesi kafamı kurcalayıp durdu. Bir arkadaşımla yaşadığım tartışmada haksız konuma konsam da aramızdaki ilişkimiz bozulmasın diye bir şey diyemediğim oldu. Hatta bir keresinde geziye gittiğimiz servisten emniyet kemerimi çözemediğim için inemeyip bir şey söylemeye utandığım için serviste herkesin geri dönmesini beklediğim bir anım bile oldu. Çocuklukta başlayan bu sessizlik, bizle beraber büyüyüp insanın kendini anlatamadığı bir engel hâline geliyor. Bazen sessizlik bir çeşit kaçış türü gibi gelir. “Belki konuşmazsam işler yoluna girer, ters bir durum yaşamam, olay tatlıya bağlanır” diye düşünüyoruz. Ama aslında sorunlar, konuşmadıkça daha da büyür. Bu farkındalığı anlamak benim için kolay olan bir süreç olmadı. Liseye başladığım ilk yıllarda, farklı bir şehre taşınmamın da etkisiyle kendimi dış çevreye karşı aşırı derecede kapatmıştım. Sınıfımdaki insanlarla bir grup çalışması olduğunda, kendi fikirlerimi paylaşmak yerine diğerlerinin beni yönlendirmesine izin verirdim. Kendi düşüncelerimi dile getirirsem küçük düşürülecekmiş gibi hissederdim ve bu düşünceleri kendime saklardım. Ama zamanla büyüdükçe sessiz kaldığımda sadece kendimi kapatıp kaybettiğimi fark ettim. Bir başka zorlandığım konu ise kendi kimliğimi bulmak oldu benim için. Hâlâ tam olarak buldum diyemem çünkü bence bu konu biz ölene kadar devam edip değişebilecek bir arayış. Kim olduğumu, nelere inandığımı ve neleri savunacağımı anlamak sesimi duyurmak için atabileceğim ilk adımdı. Bunu hemen hayata geçirmemin kolay bir yolu yok çünkü sonuçta bu bir yolculuk. İnsan kendi içinde bir şeyleri oturtup çözmedikçe dış dünyaya sesini duyuramaz. Yıllar boyunca başkalarının üstünde düşünüp savunduğu düşünceleri kendim sorgulamadan benimsedim. Bir grubun parçası olmak için kendi inandıklarımı içime atıp kendimden taviz verdim. Ama artık şunu biliyorum ki: Kendi sesim sadece bana ait olan fikir ve hisler ile ortaya çıkabilir. Başkalarının düşüncelerini benimsemem sadece onların düşüncelerini dünyaya duyurduğum anlamına gelir. Bu düşünce yapısına varana kadar hayatımın son dönemlerinde umutsuzluğa ve korkuya kapıldığım zamanlar oldu. Kendi düşüncelerimi dile getiremediğimher an, sanki benden bir şeyler kayboluyormuş gibi hissettim. Ancak zamanla bu korkunun yersiz olduğunu ve kendime güvenmem gerektiğini fark ettim. Sonuç olarak baktığımızda herkesin içinde duyurmak istediği bir sesi vardır, önemli olan onu eleştirilme korkusu olmadan dile getirebilmektir. Bu yolculuğumda öğrendiğim en önemli şeylerden biri de sesin bir kelime veya cümle değil, hayallerimizle ve yaptığımız eylemlerle de dile getirilebileceğidir. İnsan korkusuz bir şekilde kendini ifade edebildikçe daha güçlü hayaller kurar ve o hayalleri hayata geçirebilmek için bütün çabasını ortaya koyar. Bu yolculuk kendimize olan güvenimizi yeniden inşa ettiğimiz bir gelişme sürecidir. Abi Daré’nin Sesim Duyulana Dek kitabını okuduğumda bu duygu ve düşüncelerimi tekrar gözden geçirme ve tam olarak kafamda oturtma fırsatı bulduğum bir süreç yaşadım. Hikâyenin ana karakteri Adunni’nin kararlılığı, bana kendi düşünce sürecimde yol gösterici olurken aynı zamanda bu yolculuğumda ilham verici bir kaynak oldu. Adunni’nin şu sözleri kitaptaki her şeyi özetler gibiydi: “Ben de bir gün kendi sesimi bulacağım. O ses sadece bana değil, başkalarına da ışık olacak” (301). Kitabı bitirdiğimde ise kendi sessizliğimle yüzleşmeye hazır hissettim ve kendimi baskıladığım zamanları yenebilmek için tekrardan cesaretle doldum. Çünkü sessizlik hayatımızdaki bir son değil, yeni başlangıçların ve fırsatların işareti olabilir. Kaynakça: Daré, Abi. Sesim Duyulana Dek. Epsilon Yayınları, 2022.
Mutluluğun Peşinde…/Metehan Çam Paulo Coelho’nun okuduğum her kitabında ruhun derinliklerine yapılan yolculuklara tanıklık etmişimdir.Uğruna bir ömrün harcanabileceği duyguları bulmak uğruna yapılanbilinçsizmiş gibi gözükenaslında kendimizi bilinçsizlik uykusundan uyandırdığımız yolculuklardır bunlar. Bu sefer aşkın peşinde hem aşk hem ihanet dolu bir yolculuğun tanıkları yaptı bizi eşsiz yazar Paulo Coelho.Aldatmakimkânsız aşkın peşinde tutku dolu maceralar arayan bir kadının iç dünyasına yaptığı mutluluğun ve sevginin kaynağına inen bir hikâye sunuyor bize. Kalbimizin derinliklerine dokunan duygularla betimlenmiş birmaceranınhikâyesi bu. Modern dünyanın insanlara biçtiği kaftan ruhlarımızınderinliklerine inerek gerçekte istediğimiz gibi yaşayamamamıza neden oluyor. Toplumun mutlu olmanın anahtarları olarak gördüğü somutluklara sahip olup da mutlu olamamış insanların yalnızlaştırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. İşteAldatmak’takendisine biçilen rolü oynamaktan usanmış ve mutlu olmak için hayatına heyecan katmak isteyen bir kadının kendi içerisinde yaşadığı fırtınaları hissediyoruz her sayfada. Ama mutluluğun ve imkânsız aşkın peşinde yapılan bu yolculuğu en ilginç kılan, kuşkusuz bunun yine toplumun biçtiği rolü oynayansadıkkocasını aldatan bir kadın tarafından yapılmış olmasıdır.Aldatmakinsanlığın,tarihin tüm sayfalarında karşılaştığı bir gerçeğeışık tutmakla kalmıyor bunun bir insanın hayatını nasıl değiştirebileceğinide gözlerönüne seriyor. Onun bilinmezliklere yapılan yolculuklarda nasıl da yol gösterici bir rehber olabileceğini görmek bu kitabı eşsiz kılıyor. Toplumun gözünde bir aileye sahip olmak, varlıklı bireş, güzel bir ev, huzur ve barış dolu bir ülkede yaşamak mutluluğun vazgeçilmez ölçütleri olmuştur. Onlar için güzel bahçeler arasında bulunan evinizde mutsuzluk deryası içinde olmanız önemli değildir. O eve sahip olmak zaten o kişiyi mutlu yapmıştır da ondan değil mi? Çoğu insanın bunlara sahip olmadan doğduğu vebunları elde etmekiçin ömürlerini harcadıkları bir dünyadabu mutluluk ölçütlerine sahipbir kadının aslında aradığının heyecan olduğunu her sayfada açıkça görebiliyoruz. Ergenlik aşkıyla kocasını aldatarak aradığı, ihanet duygusunun ona verdiği, sıradanlıktan çıkanbir bilinçsizliğin içinde aradığı şey tam da bu: heyecan. Yaşadığı her günün aynı olmasını istememe arzusu ya da tek tuval hakkımız olan bu ömürde her rengi kullanarak resim yapma isteği bu tutku dolu kadının aradığıarzular. Aldatmanın ona verdiği zevk peşinde yapılmış bir yolculuk değil mutlu olma özlemininpeşinde çaresiz bir kadın tarafından yapılmışbir iz sürmenin hikâyesini buluyoruz Aldatmak’ta. Yaşadığımız her günü farkında olmadan geçirdiğimiz gerçeğinidüşünmeden edemiyorum sayfaları çevirdikçe. Sanki bir bilinçsizlik deryasının tam ortasında dalgaların götürdüğü yere gidiyoruz. Mutlu olmak için yaşadığımızı söylüyoruz ama onu nasıl nerede ve ne yaparak bulacağımızı sormadan. Her günün birbirine benzemesinden korkuyoruz ama yarının bugüne daha çok benzemesi için çabalayıp duruyoruz.Aldatmaksanki yüreğimizin en derinlerinde kalmış duyguları gözlerimizin önüne seren bir ayna gibi çıkıyor karşımızave bu gerçekleri yüzümüze haykırıyor. Bir kadının içinde yaşadığı fırtınalarda tanıklıkediyoruz buduyguların varlığına. Bu bir aşk hikâyesi veya ihanet hikâyesi kesinlikle değil. Bu, gerçekten yaşadığını hissetmek isteyen bir insanın hayatına katılmış olan anlamı bulmasının peşinde yaptığı yolculuğun hikâyesi. Ve bizler, bu yolculuğun tanıkları olarak anlıyoruz ki yaşamak,sevgiyi bize verilen yüreklerde hissedebilmektir. Son sayfayı çevirdiğimde yine yüreğimin en derinlerineseslenmiş bir Paulo Coelho kitabı bitirmenin heyecanını yaşadım. İmkânsız bir aşkın gölgesinde yapılan tutku doluihanetlerin heyecanını bende kalbimde hissedebiliyordum. Sanki hayatını değiştirmek, yaşadığını hissetmek isteyen bu kadın gibi bende kendimi bir bilinçsizlik uykusundan uyandırmıştım. En sonunda yaşamanınsevmek olduğunu anlamam ise bu kitabın benim için çok ayrı bir öneme sahip olmasına neden oldu. İhanetin heyecanının, tabuları yıkmanın veya sahip olunanlarının hepsinin bir köşeye atılarak sahip olamadıklarımızın peşinden bizi sürükleyen duyguların değil yaşadığımızı bu evrenin ruhuna kazıyacak olan sevgimizin ne kadar vazgeçilmez olduğunu anlattı bana bu tutku doluroman. Sevmenin nefes almak olduğunu ve ruhumuzun gerçekten yaşadığımızıhissetmesinin tek yolunun sevmek olduğunaşahit oldum Aldatmak’ta. Son sözcüğü okumamlaimkânsız aşkın peşinden koşan bututku dolu kadının hayatındaki tek eksiğin sevgi olduğunu anladım. Sevmekten mahrum bir yüreğin yaşadığını hissetmesimümkün değildir. Bizi bu bilinçsizlik uykusundan çıkartan, yaşadığımızı hissetmemizi sağlayan tek şey kuşkusuz yüreklerimizde duyduğumuz sevgidir. Kitapta denildiği gibi hayat uzun bir tatil değil, sonsuz bir öğrenme sürecidir ve bizim bu süreçte öğrenmemiz gereken tek şey ise sevebilmektir, sevginin varlığına inanabilmektir. Kitabı bitirdiğimde aklımda kalan bir cümle hâlâbu kitabınbende yarattığı heyecanı yüreğimin en derinlerinde hissetmemi sağlıyor: ‘Sonsuza dek sevmek, sonsuza dek yaşamak demektir.’ Metehan Çam21300834 TURK101-2
Turhan Seçilmiş 1 21401181 Turk102-5/Başak Berna Cordan 23.02.2015 İKİ UCU AÇIK BIÇAK Uzun zamandır görüşemediğim bir çocukluk arkadaşımla bir cuma akşamı sinemaya gitmeye karar vermiştik ve sıra bir sinema gününde en zor şey olan karar aşamasına gelmişti.İyi bir sinemasever olarak bu zorlu kararı verebileceğimi söyledim, daha önce hakkında sayfalarca inceleme okuduğum ve Akademi Ödülleri’ne de aday olan “Damien Chazelle”in yönettiği “Whiplash” adlı filme gitmemizi önerdim, ne hikmetse onlarca sinema bulunan Ankara’da “Whiplash” sadece üç sinemada oynuyordu. Ankara içinde yaptığımız hatırı sayılır bir yolculuk sonrasında sinemaya vardık. İlk girdiğimde filmin sonunda etkilendiğim kadar etkileneceğimi tahmin bile edememiştim. Film konservatuarda ilk senesini geçiren bir baterist ile onu yeteneklerinden dolayı kendi orkestrasına alan öğretmeni etrafında gelişiyor. Film tabii ki bu kadar basit değil. Miles Teller’ın büyük ustalıkla canlandırdığı Andrew iyi bir baterist haline gelebilmek için saatlerce hatta günlerce elleri kanayana kadar çalışan bir genç. Saatlerini baterisiyle geçirmesinin temel nedeni ise mükemmeliyetçi bir yapıya sahip olan, küçük düşürme, korkutma, hakaret, küfür ve hatta fiziksel şiddet kullanımını eğitim için son derece normal metotlar olarak kabul eden J.K. Simmons’ın oynadığı Fletcher adlı karakterin ona karşı olan haksız davranışları. Fletcher o kadar hırslı bir adam ki Andrew’a film boyunca nerdeyse köle muamelesi yapıyor ve bu durum da sizi filmi sonuna kadar koltuğunuza yapışarak izlemenize ve inanılmaz derecede gerilmenize sebep oluyor. Sonradan film hakkında okuduğum yazılarla filmin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan Damien Chazelle’in de eskiden bir konservatuar öğrencisi olup Fletcher’a benzer bir öğretmene rastlayıp dayanamayarak müzik okulunu bıraktığını da öğrenmiş bulundum. Filmin ana teması bana göre kesinlikle kontrolsüz hırsın insana yapabilecekleri. Hatta filmi izlerken lisedeyken çok sevdiğim bir öğretmenimin hırsla ilgili biz öğrencilerine söylediği bir söz gelmişti, söz şöyle: “Hırs iki ucu açık bir bıçak gibidir, hedefine gereğinden fazla saplarsan sana da saplanır.” Şahsen hiçbir zaman hırslı bir birey olmayı beceremediğimi söylemeliyim ama şu yaşıma rağmen hırsları yüzünden hayatını kendine zehir eden, arkadaşsız kalan çok fazla insan gördüm. Bunları gördükçe de hırslı bir insandan çok azimli ve sorumluluk sahibi bir insan olmaya başladığımı söyleyebilirim. Hırs ve azim; aynı şeyi yapmanın iki farklı yoludur; hırsa kin, azime sabır eşlik eder sözünü de kendime hayat felsefesi edindim. Hırsın fazlası o kadar kötü ki eğer belli bir toplumu yöneten zümrede barınıyorsa sadece o zümreyi değil onun altındakileri de çok kötü bir şekilde etkileyebiliyor. Bunun en büyük örneklerinden biri de şüphesiz ki Sarıkamış felaketi. Öyle ki yaklaşık doksan bin asker başlarındaki Enver Paşa’nın o gözünü kör eden hırsı yüzünden donarak ölüyor ve askerlerimiz adeta bir katliama kurban gidiyor. Kişisel hırsları yüzünden koca bir milleti kaosa sürükleyen Enver Paşa ise çözümü kaçmakta buluyor. Günümüz Türkiye’sinde yaşanan durum ise ne yazık ki Enver Paşa’nın yaşattırdıklarından farksız. İnsanları kişisel hırslarına alet etmiş zümrelerin tavırları yüzünden Türk milleti olarak düştüğümüz durum içler acısı. Öyle ki bu bireylerin,zümrelerin birbirlerine besledikleri kin ve hırsları koca bir nesilin yitip gitmesine sebep olabilir ve ilerde gelecek nesillerin üzerinde de çok kötü etkilerSeçilmiş 2 bırakabilir. Fakat asıl problem de zaten çevresinde olan bitenlere duyarsız,eğitimsiz nesillerin yöneticilerin menfaati ve geleceği için yetiştirilmesi. Gittikçe sorgulama yeteneğini yitiren, silikleşen, düşünme yeteneğini hiçbir şekilde kullanmayan bir nesil. Unutulmamalıdır ki bir toplumun gelişimini çoğunlukla o toplumu yöneten zümreler belirler. Gelişmişlik seviyesi ülkelerde uygulanan eğitime göre farklılık gösterir ve eğitim sistemi ile doğrudan bir ilişki halindedir. Eğitim sisteminiz ne kadar iyiyse,vatanınıza o kadar nitelikli insan kazandırırsınız. Eğitimden yoksun bırakılmış bir halk kontrol edilmesi en kolay halk tipidir. Her yıl değişen eğitim sisteminin bir götürüsü olarak bizim halkımız da ne yazık ki iyice cahilleşmeye, kontrol edilmesi gittikçe kolaylaşan kör bir koyun sürüsünden farksız bir hale gelmeye başlamıştır. Umarım bir gün milletimiz bu kişisel hırslardan ve bu hırsların götürdüklerinden arınabilir ve millet olarak tekrar dimdik durabiliriz.
Yasin Alptekin AY BASKILANAN İÇGÜDÜLER Dünyamızda her gün meydana gelen cinayetler, hırsızlıklar, tacizler insanların vahşi içgüdülerinden kaynaklanan acımasızca davranışlardır ve bunların hepsi aslında insanoğlunun doğasında vardır. Doğduğumuz günden itibaren benliğimizde olan saldırganlık eğilimi yaşımız büyüdükçe baskılanır. Örneğin çocukları ele alalım. Dört yaşındaki kardeşinizin hiçbir sebebi yokken gelip size vurduğu ya da saçınızı çektiği olmuştur. Yaşımız ilerledikçe bu davranışların yanlış olduğunu ve toplumda kabul edilmediğini görür ve onları baskılarız. Bu hisler hiçbir zaman yok olmaz, sadece derinlerde bir yerde saklanır. İçinizde uyuyan bu yaratığı serbestçe açığa çıkarmak için senede bir geceniz olsa saldırganlığınızı saklamaya çalışır mıydınız? Şimdi büyüdüğünüz, çocukluğunuzu geçirdiğiniz yeri hayal edin. Aileniz, arkadaşlarınız, komşularınızla birlikte olduğunuz güzel zamanları. O mutlu günlerin arasında öyle bir gece olsun ki ülkedeki bütün suçlar serbest ve bütün sevdikleriniz birbirinin boğazına sarılıyor. Hayal edebildiniz mi? Sizden hoşlanmayan hatta nefret eden insanların içlerindeki kini kusmak için bekledikleri bir gece olsaydı rahat uyuyabileceğinizi zannetmiyorum. Peki ya siz böyle karanlık bir gecede ne yapmayı düşünürdünüz? Bütün gece korkuyla evde oturup bir başkasının kaderinize karar vermesini mi beklerdiniz yoksa dışarı çıkıp kan tutkunuzu mu giderirdiniz? Böyle bir fırsatı kaçırır mıydınız? Sanmıyorum, siz de insansınız. Sirenler çalıp da av sezonu kapıya dayandığı zaman evden dışarı adımınızı atın, sadece eğlenmek ve kafanızı boşaltmak için elinize bir makineli ya da pompalı tüfek alın. Hareket etme yetisi olan tüm canlıları delik deşik etmek artık sizin hakkınız. Toplumumuzun bize dayatmaya çalıştığı değer yargılarını yıkmak için elinizde bir şans var, bunu kullanmaktan sakınmayın. Nefret ettiğiniz herkesten intikamınızı alın. Sizi sınıfta küçük düşüren bir arkadaşınızı, gece geç saatlere kadar yüksek sesle müzik dinleyen komşunuzu, kızınızın onaylamadığınız erkek arkadaşını bir yere not alın, arınma gecesine kadar sabredin ve gönül rahatlığıyla onlardan kurtulun. Bu gecenin sevmediğiniz kişileri ortadan kaldırmaktan başka faydaları da var. Kafanızı yastığa koyduğunuz zaman güvenle uyumak ya da sokak aralarında sizi bekleyen tehlikeli insanlar olmadığını bilerek yürümek için yılın bir gecesinden vazgeçebiliriz. Böylelikle azalan nüfus, azalan harcamalar sayesinde bir taraftan halkın refah seviyesi yükselirken, diğer taraftan işsizlik seviyesi düşer, aynı zamanda ülkenin ekonomisi kalkınır. Peki buna değer mi? Daha iyi standartlarda yaşamak için insanlığınızdan taviz verir miydiniz? Peki ya ertesi sabah aynada kendinize bakacak yüzünüz olur muydu? Sonuçları ne kadar olumlu olursa olsun ben bütün bunları yapamazdım ve çoğu insanın da bu şekilde hareket edebileceğini sanmıyorum. Böyle vahşice bir çözümün ülkede güven ortamı oluşturması ya da ekonomiyi kalkındırması önemli değil, ahlaki değerlerden vazgeçeceksek yaşamanın anlamı yok. İnsan gibi davranmayacaksak insan olmanın da anlamı yok. Böyle bir gecede hayatını kaybedenlerin tamamına yakını evsiz, fakir, korunmasız ve güçsüz insanlardan oluşacak, yani bizim gözümüzde potansiyel suçlulardan. Henüz suç işlememiş insanları kendimizden daha suçlu gördüğümüz için onları öldüreceğiz ve bunun dünyamızı daha güvenli bir yere dönüştürdüğüne inanacağız. Sağlam bir güvenlik sistemi kurduracak paramızın olması yaşamayı hak ettiğimizi göstermez. Kimin yaşayıp kimin öleceğine karar verecek kadar zeki ve irade sahibi olsaydık, Arınma Gecesi’ne ihtiyaç da duymazdık. Bu filmi izlememle birlikte daha önce hiç düşünmediğim konuları düşünmeye başladım: Suç nasıl engellenir? İçimizdeki canavarı tamamen yok etmenin bir yolu var mı? Güvenli bir dünya için nelerden vazgeçersiniz? Barış için savaşmamız mı gerekiyor?
ÇAĞINA FAZLA GELEN TEKNOLOJİ Elimizde, kucağımızda hatta hemen baş ucumuzda ısırık alınmış elma amblemiyle yer alan teknolojik ürünlerin yaratıcısı Steve Jobs eminim çoğu insana uzak gelen bir isim değildir. Şubatın ilk Çarşamba akşamında ben de yazabileceğim serbest bir konu ararken, geçen sene çıkan “Steve Jobs” adlı filme denk geldim ve şeytana uyup yazı yazmadan önce ‘‘Şunu bir izleyeyim.’’ dedim. Beni tanıyanlar bilir, teknolojiyle gerçekten çok ilgilenmem. Kullanmasını bilirim, kötü değilimdir fakat; hiçbir zaman özel ilgi alanım olmamıştır. Dolayısıyla bu filmin beni şu an bu yazıyı yazmaya yöneltmesi gerçekten beni de şaşırtıyor. ‘‘İyi ki günümün iki saat on dakikasını vermişim.’’ dediğim filmin hissettirdiklerini sizlerle de paylaşmak istediğimi zaten anladığınızı düşünerek izin istiyor, başlıyorum. Film birçok olay anlatıyordu tabi ki. İşin magazini bir Hollywood yapımı olması gereği boldu ama yine de neden bilmem bu magazin kısmı aklımdaki Steve Jobs figürünü doldurunca kendisini daha çok tanımış olmak istedim. Filmlerde izlediğimiz her ne kadar gerçek hikayeden esinlenmiş olsa da tabi ki tamamen gerçeği yansıtmıyor ama ben sanki gerçekmiş gibi ele alacağım. Steve Jobs’ın Apple’dan kovulup sonra tekrar hatta daha üst bir pozisyonla geri döndüğünü zaten duymuştum ama detaylarını bilmiyordum. Detaylar zaten filmin yarısından fazlasını oluşturuyor ki bu da en güzel kısım oldu benim için çünkü Steve Jobs aslında ürettiği teknolojiyi intikam planı gibi kullanarak Apple’ın onu tekrar işe almasını sağlıyor. İntikam kelimesini de sevmem, kin besleyip intikam meraklısı olanları da. Fakat gerçekten güzel, temiz bir amaçla yapılan bir işi bencillikten dolayı mahveden kirli ruhlu insanları daha çok sevmediğimdendir herhalde. Steve Jobs bu kadar ileri görüşlü planıyla amacına istediğinden daha geç ulaşıyor ama istediğiniz şeyin peşinden koşmayı gerçekten bir kez daha gözler önüne seriyor. Gel gelelim belki de bu kadar etkilenmemi sağlayan en önemli kısma. Bir baba kız ilişkisi. Steve Jobs ve kızı Lisa arasında tam on dokuz yıl süren soğukluk. Kızların babalarına hayran olması bana hep klişe gelirdi birkaç sene önceye kadar. Beş sene önce arkadaşım babasını kaybettiğinde babamın ölümsüz olmadığını, aklıma takılan en saçma sorunu bile asla çekinmeden gidip anlatabileceğim kişinin her zaman yanımda olmayacağını çok geç ve ağır bir şekilde farketmiştim. O yüzden klişe gelen şeylere artık daha çok öğrenilmiş, deneyimlenmiş olarak bakmaya çalışıyorum. Hikayede ise Lisa babasına ne kadar ulaşmaya çalışırsa çalışsın Steve Jobs onun kızı olduğunu uzun süre kabullenemediğinden aralarını iyice açmış, düzeltmeye çalışmak isterken de daha da batırmıştı. Filmin sonunda kızı on dokuz yaşındayken barışmaları gerçekten sevindiren bir son oldu ama yine de hoşuma gitmeyen kısım Steve Jobs hala neden bunu yaptı kimse açıklanmaması. B ilmediklerinden de olabilir tabi ki. Son zamanlarda üzerine uzunca düşündüğüm başka bir konunun, her insanın yalnız olduğu ve kendimize yetmeyi becermek kendimize verebileceğimiz en güzel hediye olması olduğunu da tekrar aklımda yer etmesini sağladı. Geçen seneye kadar insanlarla bir sorun yaşamazken son iki üç aydır sanki içime babam kaçmışçasına insanlara baktığımda sadece kusur görmeye başladım. Arkadaşilişkilerimi de etkiledi doğal olarak. Filmi izlerken de Steve Jobs aynı benim gibi hep kendi kendine yetebileceğini erken yaşlarında fark ederek asla özel bir uğraş göstermeksizin hayatına bu şekilde yön verdiğini görünce, ‘‘ Yapan yapabiliyor!’’ dedim. Hala arada sırada ‘‘ Ben mi yabaniyim, ilerde çok mu pişmanlık duyacağım?’’ gibi sorular soruyordum kendime. Cevabımı güzelce alıp, kendime güzel bir anı bırakmış oldum. Steve Jobs gibi çağı değiştiren insanları umarım ilerde torunlarımız hala bilir, örnek alır. En iyi dileklerle, hepinize en güzel fikirlerin geldiği bir Çarşamba diliyorum. SOLİN BİZSEL Kaynakça • · Film: Steve Jobs (2015)
ÖLMEYE DAİR Otuz beş yaşa yolun yarısı diyen birinin kırk altı yaşında ölmesi, kuşkusuz, hayatın sevimsiz bir cilvesi olmuştur. Öyle ya, yolun yarısını tahmin etmek zaten korkunçtur. Bir de ettiğin tahminin çok daha erken haline razı olmak dehşet verici olmalıdır. Öylece otururken gelen yaşlanma düşünceleri, bütün ihtişamıyla ölümü, beraberinde getirir. Herkes öleceğini bilir de, kimse kendine yakıştıramaz. Hiçbir baba, kızına: “Yavrum yaşım otuz beş, yolun yarısıdır, kaldı bir otuz beş daha, günlerimiz sayılı, unutma…” diyemez. Ortaokullu bir çocuk, gece, yatağında huzurlu bir şekilde yatarken, öleceğini fark eder, bedeni betona çarpmış gibi parçalanır, içine korku dolar da, ben yetmişimde öleceğim diyemez. Çünkü insan ölmeyi kendisine yediremez. İnsan şöyle der: “Bugüne dek her şeyi atlatmış, bütün bu zorluklara göğüs germiş olan ben, hayatta kalmayı bu kadar seven ben, ölecek olamam. Ne yani, ruhumdan eser kalmayacak ve var olan tek gerçek ‘hiçlik’ olacak ha? Hayır, hayır öyle olamaz. İster milyonlarca yıldır bu iş böyle olmuş olsun, benim sayemde değişecek gerçekler. Ölümü aldatan ilk kişi ben olacağım!”. Sonunda, nasıl oluyorsa artık, ölümü aldatma hayali ölümden daha makul ve mantıklı bir hâl alır. Cahit Sıtkı Tarancı da, ölümden korkan, belki herkesten daha fazla korkan bir adam olduğundan, çoğu şiirinde sona yaklaşmış olmanın şaşkınlığını yaşar. Gözlerinde fer, yüreğinde umut bitmiştir (syf:227). Sönen cevheriyle beraber o heyecanlı delikanlı, tarihin sayfalarında yerini almıştır. Şakaklarındaki kır saçları, ruhunu kar gibi üşütmüş, yaşının hatırlatıcıları olmuştur. “Otuz Beş Yaş” şiirinin yanı sıra Cahit Sıtkı, “Son Gece”, “Korkulu Köprü”, “Aynalar”, “Ömrümde Sükût” ve “Uyku” şiirleri de olmak üzere, sayılamayacak kadar fazla şiirinde daha ölümü konu almıştır. İroniktir ki, ölüme ithaf edilmiş bir şiiriyle ölümsüzlüğe ulaşmıştırşair. Yazar, “yaşamış bir adam” yerine, “ölecek olan adam” adını lâyık görmüştür kendine. Yaşarken ölmek gibidir umudunu ve şevkini yitirmek. Ancak Tarancı, neredeyse, ölüyken yaşamaya uğraşır. Çünkü ölmek her zaman bedensel değildir. Ölmek mutluluktan ümidi kesmektir. Ölmek, bulutların beraberinde renk değil yağmur getireceğine inanıyor olmaktır. Rüzgârın getirdiği serinlikten, sokaktaki köpekten duyulan rahatsızlıktır. Ölüm bir aynayla baş başa kalıp da, vaktini yaşının verdiği güzelliğe bakmayarak harcadığın an yanındadır. Cahit Sıtkı’nın şiirleri arasında çoğunluğa damgasını vuran “ayna” düşkünlüğü, kendiyle yüzleşmesinin bir sona ulaşamadığının göstergesi gibidir. “Dar Kalıp” adlı şiirinde de aynasıyla karşı karşıyadır Tarancı, “Bir Lâhzam” şiirinde de. Yazar gerçekten, sürekli bir aynayla baş başa kalacak kadar yalnız, kendi gözlerindeki mucizeyi kaçıracak kadar cansızdır. Ölmekten bu kadar korkan bir adamın ise bazı dizelerinde bir ruh, bir gölge gibi sessiz ve hissiz olmak istemesi, sırlı bir cam parçasında yaşamaya çalışması kadar çelişkilidir. Bir şiirinde ‘renkleri simsiyah bir saraya’ çekmiş (syf:78), bir ötekinde ise kuşları ‘şeffaf bir aydınlık içinde semaya’ uçurmuş (syf:81), benliği boyunca fâni hayatının parlak ve karanlık tarafları arasında dolanıp durmuştur. Ömrünün bir nihayeti olduğunu anlamış olan Cahit Sıtkı, belki de onu tek anlayan ve seven “aynalar” olduğu için onlarlardır. Yazar kaçacak bir delik arar beyhude, ölümün nefesi ensesinde. “Son Gece” şiirinde toprağa kapanan, “Uyku” şiirinde adımlarıyla mezarlar eşeyen Tarancı, belli ki hayatı geç anlamış ancak erken bırakmış. Aynadaki kırışıklıkları demek ki, mutluluklardan değil pişmanlıklarındanmış. Bedeninden önce ruhu pes etmiş, iç açıcı bir şiir yazayım derken, içine bir “ mezarlık” koymadan da edememiş (“Bu Sabah Hava Berrak”, syf:175). Korkunun sebebi ister işlenilen günahlar (!) ister içgüdüler olsun, sonsuz yokluk, hiçlik, artık var olmayacak olma düşünceleri hiçbir zaman heyecanlarını kaybetmeyecekler. Biz, bunları her fark ettiğimizde şaşıracak, her şaşırdığımızda“bir yolu olmalı” diyeceğiz. Eninde sonunda uzay ya da cennete (en iyi ihtimalde ikisine de) bel bağlanılacak yine de işimiz gücümüz hala yaşamak olacak. Ölümün karanlık sessizliğine çekilmemek için de: “(…) Hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak… (…) ‘Yaşadım’ diyebilmen için.” (Nazım Hikmet, Yaşamaya Dair)
Mert Şölen Yarım Kuyruklu ve Tek Bacaklı Hayatımın büyük bir kısmı boyunca ejderhaları küçük yaştaki çocuklar için yaratılmış fantastik yaratıklar olarak gördüm ancak Ejderhanı Nasıl Eğitirsin (2010) ile karşılaştıktan sonra bu düşüncem tamamen değişti. Film serisiyle yeni tanıştığımda Hıçkıdık’ı, hikâyenin ana karakteri, kendinin farkında olmayan bencil bir insan sanmıştım. Şu an ise düşünüyorum da daha önce hiçbir film karakterine bu kadar bağlanmadım. Bu karaktere bağlanmamın asıl sebebi filmde merhamet, arkadaşlık ve aşk duygularının her yaştan kitlenin anlayacağı şekilde anlatılması. 5 yaşındaki bir çocuktan 80 yaşındaki yaşlı bir bireye kadar her kesimden insan filmdeki ana fikri rahatlıkla anlayabilir. Film boyunca tüm duyguları bir arada yaşadım ve aklımdan çıkaramıyorum. Belki de bir animasyon filminden bu kadar etkilenmem ilginç karşılanabilir ancak filmi bu kadar övüp de bitiremememin sebebi filmin akışına ek olarak filmin içine saklanmış olan ince detaylar. Karakterler arasında fiziksel ve kişisel özellikler bakımından bağlantı kurulması tüm filmlerde başarıyla sonuçlanmıştır. Saklanmış olan ince detaylar izleyicinin o karakterleri gerçek hayattan kişiler olarak görmesini sağlar. Bu sayede de karakterler anlam kazanır ve hayatımızın bir parçası olur. Filmlerde saklanılan detaylara ek olarak filmde geçen olayların da izleyiciler üzerindeki etkisi oldukça fazladır. Bir karakterin hayatını kaybetmesi, bir savaşın kazanılması veya ikikarakterin ilişkisinin anlatılması izleyicilerin kendilerini karakterlere daha yakın hissetmesini sağlar. Bu da filmin yıllar boyunca kalıcı olmasını ve hakkında sonu gelmeyen sohbetlerin açılmasını kaçınılmaz kılar. Bir filmi kalıcı kılan başka bir özellik ise kullanılan arka plan müzikleridir. İçinde keman ve piyano sesleri kullanılan müzikleri çok severim ve en çok beğendiğim filmler de genellikle bu tarzda müzikler içerir. Bu tarz müzikler sayesinde filmlerdeki coşkuyu, üzüntüyü ve mutluluğu doruğuna kadar hissederim. Ayrıca bu duygular arasında ani geçişler yapmak için de doğru müziği kullanmak çok önemlidir. Ölümü anlatan bir sahnenin birkaç saniye içerisinde coşkulu bir sahneye dönüşmesi buna örnek olarak verilebilir. Kısacası müzik notalarının akışı filmdeki olaylara paralel gidiyorsa filmin izleyiciye aktarmak istediği duygular tam olarak hissedilebilir. Bu da demek oluyor ki müzikler bir filmde ne kadar düzgün kullanılırsa o kadar etkili ve kalıcı olur. Filmlerin ana hikâyesine ek olarak karakterler arasındaki ilişki ve diyaloglar da filmin akıcı olmasında önemli rol taşır. Herhangi bir filmin devam filmini ve dizilerini izlememin en büyük sebeplerinden biri de bu. Bir filmde sevdiğim iki karakterarasındaki ilişkiyi ilgi çekici bulursam o filmin evreni hakkında her şeyi öğrenmek için bir an bile beklemem ve hemen diğer dizi ve filmleri izlemeye başlarım. Kendimi o evrenin bir parçası gibi görmek için çabalarım. Ancak iki karakter arasındaki bir ilişki için sadece birkaç dakika ayrılmışsa bu pek de ilgimi çekmez doğrusu. Kendimi tam anlamıyla olaylara kaptırmak için film üzerinde uzun uzun düşünmem ve karakterlere karşı içimde özel duygular beslemem için onların kişiliklerini tam olarak anlamam gerekir. Konunun uzun dakikalara veya mümkünse ayrı bölüm ve filmlere dağıtılması gerekir ki diyalogları tam anlamıyla anlayabileyim. Bu sayede filmde kopukluk yaşamam ve olayları daha rahat takip edebilirim. Önemli olan bir konunun ne kadar hızlı anlatıldığı değil, ne kadar başarılı bir şekilde aktarılabildiğidir. İzleyicinin anlatılmak isteneni rahatlıkla anlaması o filmin başarılı olduğu anlamına gelir. Kaynakça Cowell, C. (Yapımcı), & DeBlois, D. (Yönetmen). (2010). Ejderhanı Nasıl Eğitirsin [Film]. Amerika Birleşik Devletleri: DreamWorks Animation.
Aslı Erdoğan 22302521 Cumhuriyet Kültürü: Özgüven ve Özsaygı Ulus deyince aklınıza ne geliyor bilmiyorum ama ben yakın zaman önce buranın çok önemli ve değerli bir yer olduğunu öğrendim. Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına devlete ev sahipliği yapan yer burasıymış. Resim Heykel Müzesinden Etnografya Müzesine gezerken keşfettim oraları. Gerçekten de farklı bir dokusu vardı. Dikilen binalar eskinin modern tarzına göre tasarlanmış, şimdikilere hiç benzemiyor. Tüm yapıların kendine ait farklı ve özgün bir yapısı var. Hacettepe Hastanesinin binası ile eski İş Bankası binasının arasında farklılıklar var ama bunlar Çukurambar ya da Söğütözü gibi insanın gözünü yormuyor. İkisinde de bir şeylerin düşünüldüğü, buna emek verildiği belli. O nedenle ilgi çekiyor. Çünkü belli ki bir zihniyetin, bir kültürün yaşamasını istemişler, bunun için çalışmışlar. Öğretmenlerim bana sık sık “Önemli olan not değil gösterdiğin çaba.” derdi. İşte bu sözü etiyle kemiğiyle Ulus’ta gördüm ben. Bu çabayı görebilmek her şeyden önce insanı mutlu ediyor. Bizim için uğraşan birileri de varmış dedim içimden. Ortaya güzel bir şey koymak için gösterilen gayretin uzaktan nasıl göründüğünü anladım Ulus’ta. Bu sandığımdan daha güzel, daha saygın bir şeydi. İşin içinde olduğum için bunun ne kadar anlamlı olduğunu göremiyordum. Bir iş var, onu yapacağım ve bitecek gidecek diyordum. Kendi dünyama hapsolduğum için kendime dışarıdan bakamıyordum. Ulus sayesinde ilk defa kendime başka gözle bakabildim ve insanın neden bir işi en iyi biçimde yapması gerektiğini anladım. Bu saygınlığı çok arttırıyor. Çukurambar gibi yerler ise bende tam tersi bir etki uyandırıyor. Dünyanın en büyük binasını da dikseler dikkatimi çekmiyor. Sanatsal tarafı bir yana özensizlik görüyorum oralarda. Sanki birisi orada yaşayanları istif etmek istemiş de böyle bir yer tasarlamış. Ulus çok eski olmasına rağmen beni daha mutlu etti bu nedenle. Bir anlam ve değer bulunca işin rengi değişiyor.Görsel 1: Aslı Erdoğan’ın 2 Mart 2024 tarihinde çektiği fotoğraf. Bugün Ulus’u restore etsek ve bir Avrupalıyı orada gezdirsek eğer mimariye ve kültüre biraz aşina ise orada yabancılık çekmeyecektir. İlk yıllarda başlatılan bu Avrupai mimari atılımı yıllar geçse de aynı değeri korumaya devam ediyor. Demek ki olabiliyor. Bugün bana medeniyeti hatırlatan hemen hiçbir şey yok. Sanırım bundan dolayı bir ön yargım vardı. Derdim ki bu topraklar asla gelişmiş ülkelerdeki gibi bir kültür oluşmaz. Biz onlar gibi değiliz. Onlar gibi değiliz ancak onlar gibi olabilirmişiz. Aslında hâlâ da olabiliriz. İşte yıllar önce çıkmış birileri ve bunun hiç de eğreti durmayacağını göstermiş. Gayet de güzel yapmış. Bu ülkeye vekendime dair ön yargılarımı da bir nebze yumuşattı. Seninle ne alakası var derseniz olmasına imkânsız gözüyle baktığınız bir şeyin gerçekleştiğini görünce ister istemez kendime de pay çıkarttım bundan. Ulus, bugün pek kimsenin yüzüne bakmadığı ve tarihin tozlu sayfalarına karışmış olan bu kadim kent tüm yıpranmalara karşı istenirse yapılabileceğini gösteren bir anıt gibi duruyor orada. Değerini buradan alıyor. Görsel 2: Aslı Erdoğan’ın 2 Mart 2024’te çektiği fotoğraf. Bir işi düzgün yapmak ve ön yargılı olmamak… Ulus’un bana kattığı şey bunlardı. Zaten bu Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk senelerini de çok iyi yansıtmıyor mu? Mimaride çok tuhaf bir şey yakaladım. O dönemin zihniyeti neyse onu yansıtıyor garip bir şekilde. Tesadüf olabilir olmayabilir de. Ulus orada yeni emeklemekte olan bir devletin çağdaşlaşma gayretini gösteriyor. Bu nedenle oradayken ön yargılardan sıyrılıp öz saygı kazanıyorsunuz. Çukurambar ve türevleri de tam tersinin bayrağını taşıyor. Görgüsüzlüğe varan bir şatafat, plansızlık, programsızlık ve kargaşa hâli…Kaynakça: Tarihi İş Bankası Binası. Ankara. Aslı Erdoğan. 2 Mart 2024. Etnografya Müzesi Görünümü. Ankara. Aslı Erdoğan. 2 Mart 2024.
Betül Özlem Yılmaz AŞK VE BAĞIMLILIK Hayatımız boyunca olaylar silsilesine kapılıp gideriz, neyin ne zaman olduğunu bilincimizde tutmadan önemsemeyiz bile. Bazen sadece yaşarız, hayatta o an sadece nefes almak önceliğimizdir. Ancak bazen öyle bir olay başımıza gelir ki o nadir olarak gerçekleşen olay hayatımızın ve düşüncelerimizin seyrini değiştirir. Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat adlı öyküde bir kadının hayatını etkileyen hem hüzünlü hem de merak uyandıran macerasına şahit olmak beni her yönden heyecanlandırdı. Onun hayatında kalıcı bir iz bırakan bu olay aşkın çaresizce umut dolu ve bir o kadar da trajik gücüydü. Bir gün boyunca hayatımızın nasıl değişeceğinin de bir kanıtıydı. Hayatımız her an farklı bir yöne kayabilir; çünkü yaşadığımız olaylar ansızın bizi derinden etkileyebilir ve böylelikle o anın kalıcılığı da kaçınılmaz olur elbette. Yirmi dört saat diliminde yaşananlar ne kadar az ve geçici bir zaman dilimi olarak gözükse de o bir gün içerisinde yaşanılan ve hissedilen duygu yüklü anların ağırlığı kişinin üzerinde hep kalır. Bu hissedilen duygu aşk bile olabilir; çünkü duyguları insanlar yönetemez ve özellikle aşk söz konusu olduğunda kimse kalbine söz geçiremez. Ben aşkın ne kadar çaresizce bekleyiş olduğunu, ama ne kadar acı verse de buna engel olunamadığını gördüm bu öyküde. Diğer yandan adamın kumara olan tutkusu ise adamın aşkıydı ki bu bağlılık ölümle ve hiçlikle bile sonuçlanabilirdi. Aşk ve bağımlılık kavramları birbirine ne kadar yakın olsa da bu öyküde ikisi de her ne kadar kötü sonuçlansa da aşk insanın duygularındaki yakıcı olsa da en güzel olandır. Evet, aşk da bir bakıma bağımlılıktır; ama içinde bir kişiye olan doyumsuz sevgi barındırır. Kadının aşktaki tutkusu her ne kadar onu derinden yaralasa da o anı tekrar en baştan yaşamak için birine anlatmak ister. Bu da aşkın ne kadar güzel ve unutulmaz bir duygu olduğunun en somut kanıtıdır. Bağımlılık ise her zaman kötü sonuçlanır; çünkü bir insan yaşamı boyunca özellikle kötü bir alışkanlığı –öyküde de geçtiği gibi kumar gibi- bağımlılık hâline getirirse yaşamı tek ondan ibaret olur ve bu onu bitirir ve en sonunda insanın içindeki yaşama sevincini alarak yok eder. Bu yüzden her şeyin belli bir seviyede olması en iyisidir; çünkü böylelikle insan daha özgürce hiçbir baskı altında kalmadan yaşayabilir. Aşk; ilkbaharda ağaçlarda açan çiçekler gibidir; canlı ve aynı zamanda umutla dolu bir yaşamın simgesi. Bağımlılık ise sonbaharın o beklenilmedik amansız ve kuvvetli rüzgârları gibidir; ısrarcı ve zorlayıcı. O rüzgârlar dökülen yaprakları savurur ve yapraklar bir çaba gösteremeden akıntıya kapılıp sürüklenirler. Aşkta ise çiçekler mutluluğu simgelercesine rengârenk açarlar; ama ansızın ilkbahar kışa dönüştüğünde bir hiçliğe kapılıp giderler. Bu örnekten de görülüyor ki aşkta da bağımlılıkta da bir kayboluş ve sürüklenme aşaması vardır; ama ikisinin de insanlara haz veren ve cazip gelen kısımları vardır. Ben hayattan zevk almanın kişinin karakterine bağlı olduğunu düşünüyorum. Bağımlılık insanı çok kötü etkiliyor ve o yaptığın şey ilk başta sana zevk verse bile sonra ona bağlandığın için kaybettikleriniartık çok geç olunca, geri dönülemeyince fark ediyorsun. Kadının aşkı ve ona yardım isteği ile tutuşmasını göz ardı etmesi de adamın içinde çok daha farklı bir tutkuyu barındırmasından kaynaklanıyor. Yine de yaşam için mücadeleyi öğrenmek ve öğretmeye çalışmak bu hayatta yapılması gereken en önemli şeylerden biri benim görüşüme göre. Hayat bize beklemediğimiz yeni maceralar sunar ve yeni kapılar açar ve bu doğrultuda da doğru kararları kendi benliğimizle seçmek gerekir. Ben bu öyküden yola çıkarak insanın benliğinin başka biri tarafından değiştirilmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorum; çünkü her ne kadar bir insanı uyarmak önemli ve etkili olsa da bu onun tutkularından vazgeçeceği anlamına gelmiyor maalesef. Yine de geçmişe dönüp içine en derinden işleyen, aklından hiçbir zaman çıkmayacak olan o anıları gözden geçirmek hem rahatlamanın ve huzuru tekrar bulmanın başka bir yoludur. Öykü: Zweig, Stefan, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, 1925
Tutsak Hayatı Gece, balkonuma çıkıp gökyüzüne kaldırıyorum kafamı ve şehrin kirli ışıklarına rağmen kendi ışığını bana gönderebilen birkaç yıldıza bakıyorum. Düşünüyorum, belki de şu an ışı- ğıyla huzur dolduğum o yıldızın çoktan ölmüş olabileceğini düşünüyorum. Önce heyecanla- nıyorum bu düşünceyle öyle ki kalbimin hızlandığını dahi fark ediyorum. Hayal etmeye çaba- lıyorum hemen, ışık hızında o yıldızlara, o galaksilere doğru yol aldığımı hayal ediyorum. Hayalimde, hızla ilerledikçe etrafımdaki uzay eğilip bükülüyor, âdeta dans ediyor. O devasa uzayda ilerlerken gözüme bir süpernova, büyük bir yıldızın patlaması çarpıyor ve hemen du- ruyorum ki o devasa yıldız patlarken oluşturacağı renk cümbüşüne tanık olayım. Müthiş bir enerji ile patlıyor o gözlerimi bir saniye bile alamadığım yıldız ve bin bir tonda mavi, yeşil, kırmızı ışıkla o karanlık uzayı renklendiriyor sadece benim için. Haz alıyorum bu hayalden, çok keyifleniyorum. Zaman geçiyor, bu haz dolu hayalim silikleşmeye başlıyor artık zihnim- de. Korkuyorum, bırakmak istemiyorum onu. Zihinimi zorlayabildiğim kadar zorluyorum gitmesin diye ama nafile. Ne kadar çabalasam da önünde sonunda yok olup gidiyor bu düşüm. Gözlerimi açıyorum ve kendimi ilk başladığım yerde, hapishanemde, buluyorum. Evet, ben bir tutsağım aslında, bu koskoca evrende Dünya adında bir hapishanede tutsa- ğım. Tutsak olarak adlandırıyorum kendimi çünkü keşfedilmeyi bekleyen o ucu bucağı olma- yan evrene, sadece uzaklardan bakıp hayal etmekle yetinmek zorundayım. Şimdi bu tutsaklık değil de nedir ki? Hapishane duvarları arasında, dışarıda onu bekleyen dünyayı hayal eden bir mâhkumdan ne farkım var? Tutsaklığım sadece mekânla da sınırlı kalmıyor, zamanda da tut- sağım ben aslında. Evrene görece sonsuz küçüklükte bir ömre tutsak edilmişim. Hatta öyle kısa ki zamanım, eğer hapishanemden kaçabilsem bir adım atmaya dahi ömrüm yetmezdi. Mucizelerle dolu bir evrene rastgele salınmışım ve bu mucizeleri keşfetmeye ne zamanım ne de imkânım var. Acımasızca geliyor bu bana. Öfkeleniyorum, baş kaldırmak istiyorum bu acımasızlığa. Lâkin ne öfkemi kime yönlendireceğimi biliyorum ne de neye baş kaldıracağı- mı. Büyük ve hedefsiz bir öfkeyle bu tutsak hayatında kendi kendimi tüketiyorum. Ne zaman kafamı kaldırıp baksam gökyüzüne bu döngüyü en baştan yaşıyorum. Sonunda tükeneceğimi bile bile yine de kaldırıyorum kafamı ve yıldızlara bakıp hayal kuruyorum çünkü biliyorum ki bir tutsak olarak yapabileceğim en güzel şey hayal etmek. Her kafamı kaldırıp göklere baktığımda evrende özgürce gezindiğimi hayal etmiyorum aslında bazen de üstün bir varlığın gelip beni hapishanemden kurtardığını hayal ediyorum. Hayal değil de umut demek istiyorum buna. Umut ediyorum, öyle bir varlığın olduğunu, kü- çücük dünyamızın yanından geçerken kalbimden geçenleri duyacağını ve beni o çaresizce ar- zuladığım mucizevi maceraya çıkaracağını umut ediyorum. Umutlarım gerçekleşirse nasılhissedeceğimi düşlüyorum ve süpernova izlerken duyduğum hazdan bile daha güçlü bir haz duyuyorum. Bütün bu haz ve öfke birbirine giriyor ve iliklerime kadar evrendeki varlığımı hissediyorum. Evrenin bir parçası olduğumu hissediyorum. Dünyadaki bir tutsak da olsam, hayranı olduğum evrenin her bir köşesini asla keşfedemeyecek de olsam onun bir parçası ol- duğumu büyük bir mutlulukla kavrıyorum. Hapishanemde beni mutlu eden yegâne şey olan bu kavrayışın her hücreme yayılmasına izin veriyorum. Güneş yüzünü bana gösterirken artık yorulduğumu duyumsuyorum, zihnim yorulmuş. Peş peşe gelen haz, öfke ve mutluluğun sonucu yaşadığım duygu selinin beni yorduğunu bili- yorum ve derin nefeslerle havayı içime çekip kendimi sakinleştiriyorum. Hapishanemde yeni bir günün başladığının habercisi olarak yükseliyor ufukta, evrendeki sonsuz yıldızdan sadece biri olan Güneş. Ve ben gecenin karanlığının kayboluşunu buruk bir tebessümle izlerken, çok- tan ertesi gece için sabırsızlanmaya başlamış oluyorum. Batuhan Turgay
Şiir ve İ(cid:374)sa(cid:374) Ol(cid:373)ak Türkiye’de ve Türkçe’de şiir çok ö(cid:374)e(cid:373)li (cid:271)ir yere sahip olagel(cid:373)iştir. Şiir (cid:271)u yö(cid:374)üyle yaşadığı topraklarla ola(cid:374) (cid:271)ağı(cid:374)ı hiç kopar(cid:373)aya(cid:374) (cid:271)e(cid:374)de de (cid:271)üyük etkiler (cid:271)ırak(cid:373)ıştır. Bir (cid:271)ireyi olarak içi(cid:374)de (cid:271)ulu(cid:374)duğu(cid:373) toplu(cid:373)la ola(cid:374) (cid:271)ağla(cid:374)tı(cid:373)ı her zaman güçlü tut(cid:373)aya çalış(cid:373)ışı(cid:373)dır. Ba(cid:374)a göre şiire sadık toplu(cid:373)lar her za(cid:373)a(cid:374) (cid:373)a(cid:374)evi anlamda bir olgu(cid:374)luğa eriş(cid:373)işlerdir. Refik Er(cid:271)aş ta(cid:373) elli yıldır Türk şiiri(cid:374)e dolayısıyla Türk (cid:373)a(cid:374)evi dü(cid:374)yası(cid:374)a çok ö(cid:374)e(cid:373)li katkılarda (cid:271)ulu(cid:374)(cid:373)uştur. İlk şiiri(cid:374)i (cid:1005)96(cid:1006) yılı(cid:374)da yayı(cid:373)la(cid:373)ış şair. Ve o gü(cid:374)de(cid:374) (cid:271)eri şiirle (cid:373)ü(cid:374)ase(cid:271)eti hiç kesil(cid:373)e(cid:373)iş. Şiirleri kro(cid:374)olojik olarak i(cid:374)(cid:272)ele(cid:374)diği(cid:374)de Türk i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) elli yıldaki duyuş ve a(cid:374)layış değişi(cid:373)i(cid:374)i so(cid:373)utlaştır(cid:373)akta. Türk toplu(cid:373)u(cid:374)u(cid:374) (cid:271)izatihi içi(cid:374)de yaşaya(cid:374) şair yaptığı izle(cid:373)eleri şiirleri(cid:374)de dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) (cid:862)ö(cid:374)e(cid:373)li i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:863) üzeri(cid:374)de(cid:374) yap(cid:373)akta. Bu a(cid:374)la(cid:373)da şair Türk toplu(cid:373)u ve Türk zihi(cid:374) dü(cid:374)yasıyla ola(cid:374) (cid:271)ağla(cid:374)tısı(cid:374)ı hiç(cid:271)ir za(cid:373)a(cid:374) kes(cid:373)ediği çok açık. Şair içi(cid:374)de yaşadığı toplu(cid:373)a (cid:271)aşka hiç ki(cid:373)se(cid:374)i(cid:374) gü(cid:272)ü(cid:374)ü(cid:374) yete(cid:373)eye(cid:272)eği hizmetleri yerine getirir. Her şair kulla(cid:374)dığı dile ve dolayısıyla (cid:271)irlikte yaşadığı i(cid:374)sa(cid:374)lara (cid:271)ir kıvraklık ve geliş(cid:373)işlik katar. Yunus Emre’(cid:374)i(cid:374) yokluğu(cid:374)da Türkçe’(cid:374)i(cid:374) (cid:271)ugü(cid:374)kü geliş(cid:373)işliği(cid:374)e erişe(cid:373)eye(cid:272)eği çok açıktır. Yahut Yahya Ke(cid:373)al’i(cid:374) içi(cid:374)de ol(cid:373)adığı (cid:271)ir Türk tarihi yazıl(cid:373)ası i(cid:373)kâ(cid:374)sızdır. Çü(cid:374)kü o(cid:374)ları(cid:374) tarih sah(cid:374)esi(cid:374)de (cid:271)ulu(cid:374)(cid:373)a(cid:373)ası de(cid:373)ek (cid:374)eredeyse (cid:271)ütü(cid:374) toplu(cid:373)u(cid:374) duyuş dü(cid:374)yası oluştura(cid:374) (cid:272)ılız kal(cid:373)ası, ihtiyaçlara (cid:272)evap vere(cid:373)ez hale gel(cid:373)esi de(cid:373)ektir. Cılız, gelişe(cid:373)e(cid:373)iş (cid:271)ir dille güçlü (cid:271)ir (cid:373)illeti(cid:374) i(cid:374)şa edil(cid:373)esi (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) değildir. Çü(cid:374)kü hem teknik hem toplumsal geliş(cid:373)e (cid:271)irtakı(cid:373) fikri ihtiyaçlara ge(cid:271)edir, (cid:271)u ihtiyaçlara lisa(cid:374) (cid:272)evap vere(cid:373)ediği za(cid:373)a(cid:374) toplu(cid:373)u(cid:374) i(cid:374)kişafı dur(cid:373)ak zoru(cid:374)da kalır. Dil toplu(cid:373)u(cid:374) her (cid:373)a(cid:374)ada geliş(cid:373)esi(cid:374)e (cid:271)ir yol açar, geliş(cid:373)eleri teşvik ve hatta (cid:271)azı duru(cid:373)lara o(cid:374)lara iştirak eder. Refik Er(cid:271)aş şiirleri dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374)i(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) duygu dü(cid:374)yası(cid:374)ı (cid:271)izlere aç(cid:373)akta çok (cid:373)ahirdir. O(cid:374)u(cid:374) şiirleri(cid:374)de dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) ço(cid:272)uğu, yaşlısı, (cid:373)e(cid:373)uru, dola(cid:374)dırı(cid:272)ısı, ze(cid:374)gi(cid:374)i, fakiri, yö(cid:374)eti(cid:272)isi, yö(cid:374)etile(cid:374)i her kesi(cid:373)de(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374) ke(cid:374)dileri(cid:374)de(cid:374) (cid:271)ir şeyler (cid:271)ula(cid:271)ile(cid:272)ektir. Ma(cid:373)afih herha(cid:374)gi (cid:271)ir şiir okuyu(cid:272)usu(cid:374)u(cid:374) da dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) zihi(cid:374) dü(cid:374)yası içi(cid:374)de heye(cid:272)a(cid:374)lı (cid:271)ir geziye çık(cid:373)ası işte(cid:374) (cid:271)ile değildir. Bir (cid:271)akarsı(cid:374)ız sekse(cid:374)lerde vapur hattı(cid:374)da si(cid:373)it sata(cid:374) yalı(cid:374)ayak, yoksul, ya(cid:271)a(cid:374)sı (cid:271)ir ço(cid:272)uksu(cid:374)uz (cid:271)ir (cid:271)akarsı(cid:374)ız işte(cid:374) çıkarıl(cid:373)ış (cid:271)eş ço(cid:272)uk (cid:271)a(cid:271)ası (cid:271)ir fa(cid:271)rika işçisi. Her türlü yoksulluğa rağ(cid:373)e(cid:374) hayata yüz çevir(cid:373)e(cid:373)iş, pes et(cid:373)e(cid:373)iş, hayata dair u(cid:373)utları ola(cid:374) kaygılı a(cid:373)a (cid:373)esut i(cid:374)sa(cid:374)lar… Şiirleri okurke(cid:374) kâh (cid:374)eşele(cid:374)ir kâh deri(cid:374)de(cid:374) (cid:271)ir (cid:373)elâl dalgası(cid:374)a kapılıp gidersi(cid:374)iz. İ(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) e(cid:374) deri(cid:374)de kal(cid:373)ış duyguları(cid:374)a sesle(cid:374)(cid:373)eyi (cid:271)aşarır usta şair. İ(cid:374)sa(cid:374) ol(cid:373)ak hisset(cid:373)ekse eğer şairi(cid:374) eserleri(cid:374)de i(cid:374)sa(cid:374) olduğu(cid:374)uzu hatırlarsı(cid:374)ız. Refik Er(cid:271)aş’ı(cid:374) so(cid:374) şiir kita(cid:271)ı Bağışla Ziya(cid:374)ı(cid:373)ı’ yı okurke(cid:374) (cid:373)oder(cid:374) yaşa(cid:373)ı(cid:374) o(cid:374)(cid:272)a ta(cid:374)ta(cid:374)ası içi(cid:374)de u(cid:374)uttuğu(cid:373) i(cid:374)sa(cid:374)lığı(cid:373)ı ye(cid:374)ide(cid:374) hatırladı(cid:373). Şiirler derslerde(cid:374)sı(cid:374)avlara, sı(cid:374)avlarda(cid:374) ödevlere koşadururke(cid:374) kaçırdığı(cid:373) i(cid:374)sa(cid:374)lığı(cid:373)ı (cid:271)a(cid:374)a tekrar (cid:271)ahşetti. Hayatı kaçır(cid:373)ak i(cid:374)sa(cid:374) ol(cid:373)ayı kaçır(cid:373)ak de(cid:373)ektir. İ(cid:374)sa(cid:374) ol(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) a(cid:374)la(cid:373)ı sez(cid:373)ek, hisset(cid:373)ek, duygula(cid:374)(cid:373)aktır. Dolayısıyla gü(cid:374)lük yaşa(cid:373)ı(cid:374) koşuştur(cid:373)a(cid:272)ası içerisi(cid:374)de duygusal yö(cid:374)ü(cid:374)ü u(cid:374)uta(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)oğlu(cid:374)u(cid:374) hayatı (cid:271)oşu (cid:271)oşu(cid:374)a yitip gidiyor de(cid:373)ektir. Za(cid:374)(cid:374)ı(cid:373)(cid:272)a so(cid:374) dö(cid:374)e(cid:373)lerde duygusal yetileri(cid:373)izi kay(cid:271)et(cid:373)e(cid:373)izi(cid:374) se(cid:271)e(cid:271)i i(cid:374)sa(cid:374) ilişkileri(cid:373)izi(cid:374) zayıfla(cid:373)ası, o(cid:374)ları(cid:374) yeri(cid:374)i (cid:373)aki(cid:374)eleri(cid:374) al(cid:373)ası. İ(cid:374)sa(cid:374) ilişkileri(cid:374)i(cid:374) yeri(cid:374)i (cid:373)aki(cid:374)eleri(cid:374) al(cid:373)asıyla i(cid:374)sa(cid:374) da ola(cid:374)(cid:272)a hızıyla (cid:373)aki(cid:374)eleşiyor, duygusal yö(cid:374)ü(cid:374)ü kay(cid:271)ediyor. Geride (cid:271)ıraktığıysa i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) içi(cid:374)de (cid:271)ir (cid:271)oşluk tat(cid:373)i(cid:374)sizlik hissi. O so(cid:374) dö(cid:374)e(cid:373)lerde herkeste(cid:374) duyduğu(cid:373)uz (cid:862)tat(cid:373)i(cid:374)sizlik(cid:863) i(cid:374) se(cid:271)e(cid:271)i i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) duygusal yö(cid:374)leri(cid:374)i kay(cid:271)et(cid:373)esi, (cid:373)aki(cid:374)eleş(cid:373)esi. Bu yüzde(cid:374) (cid:271)e(cid:374) (cid:373)oder(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) soru(cid:374)ları(cid:374)a e(cid:374) iyi şiiri(cid:374) ve şiir oku(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) (cid:272)evap vere(cid:272)eği(cid:374)i düşü(cid:374)üyoru(cid:373). Refik Er(cid:271)aş şiirleri(cid:374)i(cid:374) (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) üzeri(cid:373)deki e(cid:374) (cid:271)üyük etkisi şiirleri oku(cid:373)a(cid:373) es(cid:374)ası(cid:374)da kay(cid:271)ettiği(cid:373)i u(cid:374)uttuğu(cid:373) insanlığı(cid:373)ı hatırlat(cid:373)ası oldu. Ve (cid:271)u hatırlayış hayatı(cid:373)da ye(cid:374)i (cid:271)ir sayfa aç(cid:373)a(cid:373)a vesile ola(cid:272)ağa (cid:271)e(cid:374)ziyor. Meh(cid:373)et Halit Şiri(cid:374)
Sessiz Çığlıklar Solomon Northup isimli yazar “12 Yıllık Esaret” adlı kitabında yaşadığı korkunç kölelik yıllarını anlatıyor. Şimdiki zamanda sadece bir hikâye olarak kalan bu 12 yıl insanı hayrete düşürmeye yetiyor. İnsanın, para için ne kadar cani varlıklar olabileceğini gözler önüne seren bu eser, kendi dünya sevgimi sorgulamama sebep olmasıyla hayatıma yeni bakış açıları kazanmama da sebep oldu. Kitabın yazarı ve kahramanı olan Solomon on dokuzuncu yüzyılın ortalarında yaşayan bir siyahi müzisyendir. Yabancı ve sanatçı görünümlü iki adam Solomon’u iş yapma bahanesiyle kandırıp Amerika’ya götürürler ve köle olarak satarlar. Şeker üretmek için köleleri çalıştıran zengin işadamları diğer insanların hayatlarını aynı Solomon’unki gibi hiçe sayarak mahvederler. Günümüzde köleliğin kalmadığı düşünülse de aslında hâlâ daha böyle caniler yüzünden her yıl on binlerce çocuk kayıplara karışıyor fakat bu kaçırılanların yaşamının bir önemi olmadığı düşünüldüğünden olsa gerek hiçbir zaman gündeme oturamıyor. Biz ünlülerin çocuklarının yaşam tarzıyla oyalanırken binlerce can para ile satılıyor ve bedenleri kötü amaçlar uğruna kullanılıyor. Son zamanda “Pizza gate” adıyla haberdar olduğumuz tüyler ürperten gerçekler, Dünya’nın sandığımız gibi huzur içinde yaşanan bir diyar olduğu zannını yerle bir ediyor. Zengin ama insan vasfına uymayan bazı şahıslar artık paralarını neye harcayacaklarını şaşırmış olacak ki pizza siparişi verir gibi küçücük çocukları evlerine sipariş ediyorlar ve bu zavallı çocuklara cinsel istismarda bulunacak kadar insanlıktan çıkabiliyorlar. Tıpkı kitaptaki köle sahiplerinin çocuklara davrandıkları gibi davranan bu kişilerin paraları sayesinde insanlar tarafından itibar görmesi de insanı çıldırtmak için yeterli bir sebep. Fakat biz bu olayları araştırmaya bile gerek duymuyoruz çünkü biz kaçırılmadık, bir tırın kasasına balık istifi gibi koyulup yüzlerce kilometre havasız gitmedik, bizim onurumuzu kimse böylesine çiğnemedi, bize hiçbir zaman köpekten bile daha değersiz gibi davranılmadı, biz hayatta kalmakla yaşamanın arasındaki farkı anlamak zorunda kalmadık. Niye umurumuzda olsun ki biz insan gibi doğduk insan gibi yaşadık, en azından öyle düşündük. Mazlumun çığlıklarına sağır kulaklarımız pop müziklere aç hâle geldi ama biz farkında bile olamadık. Biz çaresizliği, paramız yetmediği için lüks bir telefonu alamamak zannettik ve dertsiz başımıza dert çıkarmayı başardık. Yardıma muhtaç olan insanlardan habersiz yaşarken, ünlü kişilerin hayatını ezberlemeyi bir kültür zannettik. Tıpkı on dokuzuncu yüzyılın inşalarının köleliği normal karşılaması gibi biz de insanların açlıktan ölmesini normal bir durummuş gibi karşılamaya başladık. Artık bu duruma bir son vermemiz lazım. İnsanlara hayvandan daha beter bir yaşamı reva gören zalimlere dur deme vakti çoktan geldi. Bunu yapabilmek için de bu dönemde en güçlü alan olan medyayı çok iyi kullanmamız lazım. Sosyal medyadan sesimizi duyurarak birçok insanın bilgilenmesi ve destek vermesini sağlayabiliriz. Bunlara ek olarak herkes işini dürüstçe yapmalı ve yakınındakileri herhangi bir suça bulaşıp bulaşmadığı hususunda gözden geçirmeli. Eğer biz cesur olabilirsek; korkak suçlular, karşımızda durmaya asla güç yetiremez. Biz cesur olarak mazluma umut olabilirsek bu esaretler de çok sürmez ve zararın çoğundan kurtulmuş oluruz. Sandığımızdan çok daha kötü olan bu Dünya’nın sandığımız hâle gelmesi için hepimiz çok dikkatli ve çalışkan olmalıyız. Bizleri kandırmak için yapılan yönlendirmelerin farkına varıp ona göre hareket ederek niyeti kötü olan kişilerin planlarını bozabiliriz. Biz insan olmakla insanlara insan gibi yaşama hakkını sağlayabiliriz. Böylece sessiz çığlıklara artık bir son verebiliriz. Kaynakça: Northup Solomon. 12 yıllık esaret. Çev. Aykut Sığın. İstanbul: Maya Kitap,2015, 1.Baskı Fahreddin Susar
Ömer Faruk Eriş Çocukluğumuza Geri Dönmek Çocukken hepimizin güzel hayalleri vardı hayata dair. Bazılarımız pilot olup göklere çıkmayı isterken bazılarımız da dalgıç olup derinlere inmeyi isterdi. Engin hayal dünyamızın bitmek bilmeyen, olağanüstü hayallerinden sadece ikisiydi bunlar. “Çocukluk işte...” derdi büyükler bu hayallerimize cevap olarak. Bu da onların olabildiğine sınırlı hayal dünyalarının – hayal demek ne kadar doğrudur bilmiyorum- kusurlu ve yetersiz savunmasıydı. Çünkü büyükler sadece çıkarlarına odaklanırlardı. Onlar için hiçbir hayalin önemi yoktu. Yanlış anlaşılmasın sakın. Büyük olmak olgun olmak değildir. Küçücük yaşta çocukların bile büyükleri kıskandıracak derecedeki olgunluklarını gördüm ben. Büyük olmak, büyümeyle beraber gelen kendini beğenmişliğe ve olağanüstü hayal dünyası yerine menfaat lanetine sahip olmak demektir. İşte ben de büyümeyle beraber gelecek sınırlı hayal dünyasına ve çıkar avcılığına karşı koymaya çalışan ama bir türlü beceremeyen mağdurlardan biriyim. Hal böyleyken, geçenlerde gittiğim Küçük Prens filmi yetişti imdadıma. Antoine de Saint- Exupéry’nin yazdığı Küçük Prens kitabından uyarlanan bu film, her yaştan insanı etkilediği gibi beni de derinden etkiledi. Filmi izlediğimde aklıma gelen ilk şey, benden başka büyümeyen ya da büyümek istemeyen bir sürü insanın olduğuydu. Bu konuda yalnız olmadığımı bilmek ve bana bir nevi armağan olan bu filmin kendi çocukluğumu yeniden kazanabileceğimi öğretmesi, beni büyüklük ile çocukluk arasındaki savaşta bir adım hatta bin adım öteye taşıdı. “Ne de olsa kendini beğenmişlerin gözünde diğer insanlar birer hayrandır.” (Küçük Prens, 2015) Büyükleri büyüklerden daha iyi tanıyan Küçük Prens ne kadar da yerinde bir söz söylemiş. Gerçekten etrafımızda gördüğümüz çoğu “büyük” övgülerden başka bir şey duymuyorlar. Filmde çok sıradanmış gibi kullanılan ama bir o kadar da düşündürücü olan bu güzel tespitler adeta aklıma kazındı. Hatta sadece aklıma değil bundan da önemlisi kalbime kazındı. “Gözler kördür. Kalple aramak gerekir.” (Küçük Prens, 2015) Acaba büyükler kalpleriyle aramaktan ne zaman vazgeçtiler? Sonra anladım ki ben çocukluğun büyüsünü sadece mantık sayesinde değil, kalbimin de yardımıyla koruyabilirim. “İşte benim sırrım. Çok basit: İnsan ancak kalbiyle görebilir. Aslolan göze görünmeyendir.” (Küçük Prens, 2015) Zaten büyümek mantığın kalbe karşı üstünlük kurması değil midir? Çünkü büyükler sınırlı hayal gücüne sahipti, çünkü onlar menfaatlerini hayallerinden daha çok düşünürlerdi. Kalp menfaat gözetmeye değil, hayal kurmaya yarardı. Hayalse çocukluğun esrarengiz büyüsüydü. Bu düşünceler eşliğinde, kalbimin tozlanmış kapısına tokmağı vurdum ve uzun zamandır beklediğim çocukluğum yeniden ortaya çıktı. Yıllar sonra çocuk olmanın tadına tekrardan bakabildim ve çocuk olmanın her yaşta olabileceğini fark ettim. Filmi izlerken yalnız ve çalışmaya zorlanan başroldeki karakterde kendimi gördüm. Sonra anladım ki sürekli bir beklentiye maruz kalmak ve bu beklentiden dolayı yalnız bırakılmak, çocukken bile çocuk olmamızı engelleyen en önemli etkenlerden biriydi. Üzerimize yüklenen ağır sorumluluklar, bize verilen çocuk olma nimetini elimizden alıyordu. Aslında, bizden beklenenler ya da sorumluluklarımız, bir büyüklük alameti olan çıkarcılıktan ötürü değil miydi? Biz de bir menfaat kurbanıydık. Belki de bunlar mantığın kalbin önüne geçmesinden sonraki en büyük sebepti bizden çocukluğumuzu alan. Bu yüzden filmdeki karakter gibi ben de bu sorumlulukları önemsememenin, bizden çalınan çocukluğumuzu geri getirebileceğini fark ettim. Bu paha biçilemez yol sayesinde kendimi yine hür olduğum çocukluk diyarlarında buldum. “Çocukluk işte...” diyerek kendi sınırlı dünyalarını savunmaya çalışan büyüklere cevap olarak ben de Küçük Prens gibi “Büyükler de çok tuhaflar!” demeyi ve yoluma devam etmeyi öğrendim.Kısacası benim için filmden öte olan Küçük Prens’in mükemmel bir dönüm noktası olduğunu söyleyebilirim. Sınırsız hayal dünyasına sahip çocukluğumun kapısını aralayan bir dönüm noktası... Büyümek ile beraber gelen menfaatçifik lanetinden kurtulup çocukluğumdaki özgür hayal dünyasına kavuştuğum dönüm noktası... Küçük Prens bana kendimi büyüklüğün zindanından göklere çıkarabileceğim ve orda tıpki Küçük Prens gibi yıldızlara bakarak çocuklar kadar mutlu olabileceğim kaçınılmaz bir fırsat verdi. Kaynakça Osborne, M. Küçük Prens. 2015. Mars. Film.
YANİ NE ÇIKAR SİZ BİZİ ANLAMASANIZ DA Bana bir kedi bir de adam bahşedin. Ben size kedinin burnunu sızlatan, bıyıklarını beyazlatan, kuyruğunu kısaltan bir aşktan bahsedeyim. Bir kedi başını kaldırdı ve adam esnedi. Ve bir adam sakallarını yokluyordu kasılarak, kedi de kedi hani. Adam deyip geçmeyin yirmi birinci yüzyılda böyle bir tabir zor idi. Kedi âşık oldu be abi. Adam ne mi yaptı? Adam, hiçbir şey… Yani dedi kedi adama, ne çıkar sen beni anlamasan da?Bir başka adam düşünün, her şeyi anlamış ama her şeyi söylemesine gerek bırakmayacak kadar da anlatmış kendini. Bir adam düşünün, takmış aklını bir kere mesela, tahtadan bir ren geyiğine. Bir adam düşünün, mesela her yere yetişmiş ama hiçbir şeye geç kalmamış. Bir adam düşünün ki gelecekten korka korka dönen bir mutlu imiş. Bir adam düşünün ki uzaktan yüzünü bile seçemediğim ama adı en sevdiğim şairin adı olan. Yani dedi kedi sakallarını yoklayan adama, sen bana geç kaldın mesela. Benzer oluyorum Cansever’e, sonunu siz biliyorsunuz ben başını anlatayım diyorum. Bekledim mesela, önceleri bir şey duymadım ne sevgi, ne nefret. Ama nasıl bekledim, mesela hep uyanıktım. Mesela hep aittim, hem sevgim, hem nefretimle. Bir kedi en fazla ne kadar sevebilir, en fazla ne kadar nefret edebilirse, en fazla ne kadar bekleyebilirse o kadar bekledim mesela. Yani ne çıkar bir kedi sizi sevmişse? Yani diyor kedi adama bir kedinin aşkından korkacak ne yaşamış olabilirsin? Adam anlamadı mı sandınız, bir adam tabi bir kediyi sevebilirdi. Belki de kedinin mutlu sonu o kadardı. Kovalandıkça cesurca kükremeyi bekleyen kalbi korkmayı öğrendi. Şefkat gezdirdi kollarında bir gün sarılırlarsa diye. Adam gibi sevdi mesela kedi. Sevgi büyütmeyen adamlara nefretini verdi, onlarla nefretini büyüttü. Sonunu biliyorsunuz nankör dediler mesela. Yani dedi kedi o adamlara benzedim şimdi. Uyuyunca geçer diyen adamlara inat uyanıkken bekledi, sizlerle tanıştı mesela. Bir kedi için çok haklıydı. Adam ne mi yaptı? Adam, hiçbir şey… Yine birine adam demek bazı abilere ağır geldi. Yani dedi kedi adama, ne çıkar sen beni anlamasan da? Dedim ya kedi de kedi hani. Sayfalarca şiir yazıyor ren geyikli adam. Bekler mi diyor mesela, bir sürü yaz gününün içinde bekler diyorum. Yani diyor kedi bana, havalar güzelken sevmesi kolay mesela. Kimseye bir şey söylememiş o ama bir daha gelmemiş diyorlar. Bir daha gelir mi diyorum, mesela uyanık bekledim ama bir daha gelmedi diyor. Sadece gelsin istedim diyorum. Bir ses daha duyduğum oluyor beni bekliyorsun diyor ve onu bekliyorsun beni beklerken. Bir de benim sesimi duyun isterseniz, bekliyorum diyorum. Öncesinde bir konyak içer misiniz diyorum, izninizle. Ben mi? Sevmek mi? Miktarını mı, asla bilemezsiniz. Ne o adamları ne de sizleri korkutmayı istemem çünkü. Bazı adamları ne çok sevdim mesela, hiç dokunmadığım adamları… Ne çok unuttum o adamları nerden sevdiysem, en çok oradan unuttum onları. Ve dokunduğum adamları inanılmaz sevdim mesela. Korktuğum adamların incitmeye korkan öpücüklerinde sevildim. Miktarı mı, asla bilemem. Kalbim bunu kaldırsa birkaç damarı da öpmeleri gerekebilirdi çünkü. Ne iyileşirdim mesela! Yani ne çıkar beni anlamasalar da? Dedim ya kedi de kedi hani.KAYNAKÇA 1- "Google." Google. Web. <https://www.google.com.tr/search?newwindow=1&rlz=1C1GGGE_trTR528TR528&espv=2&biw =1366&bih=667&tbm=isch&q=edip cansever sözleri&revid=585921015&sa=X&ei=C2A1VeLkDoWnsAHeqoDIBg&ved=0CBwQ1QIoAA#imgrc=N UPSYZNObewYgM%3A;e7S-ngcnqOdr6M;https%3A%2F%2Fs-media-cache- ak0.pinimg.com%2F236x%2F8f%2F12%2Fc7%2F8f12c7edc32fc5c7bca0eeec2ace1133.jpg;https% 3A%2F%2Fwww.pinterest.com%2Fsultan__pasali%2F%25C3%25B6zl%25C3%25BC- s%25C3%25B6zler%2F;236;236>. 2- "Google." Google. Web. <https://www.google.com.tr/search?newwindow=1&rlz=1C1GGGE_trTR528TR528&espv=2&biw =1366&bih=667&tbm=isch&q=edip cansever sözleri&revid=585921015&sa=X&ei=C2A1VeLkDoWnsAHeqoDIBg&ved=0CBwQ1QIoAA#imgrc=U a_GqijMVI_qRM%3A;QvhiRzuHXbBHiM;http%3A%2F%2F1.bp.blogspot.com%2F-tlvrNl3- Fpc%2FThmZ- BeIu1I%2FAAAAAAAAAhs%2FBHdAXQR9R5g%2Fs1600%2FCansever_Abaci.jpg;http%3A%2F%2F www.sabitfikir.com%2Fdosyalar%2Fsonsuzlugun-siiri-edip-cansever;329;500>.
Özgen1 Göksu Özgen 21201014 Turk102-9 Aslı Uçar Kan Bağı İnsanların doğumundan bu yana değişmeyecek olan tek şeyi ismidir, soyudur. Soyumuza bağlı olan bu insanları sevelim sevmeyelim hayatımızdan çıkarmamız imkansızdır. İçinde bulunmadığımız ortamlarda bizi bir bakıma temsil etmektedir aile fertlerimiz. Bu denli yakınındaki bir insanla eğer aramızı iyi tutmazsak hayatı kendimize zindan etmekten başka bir şey yapmayız. Eğer yanıbaşımızda sürekli olarak rahatsız olduğumuz bir kişi veya durum varsa hayatımızı ne kadar rahat devam ettirebiliriz ki? Ama bu böyle denildiği kadar kolay olmuyor. Sevmediğiniz bir özelliği bir arkadaşınızda gördüğünüz zaman ona bir şans verirsiniz, yine işe yaramazsa belki ikinci şansı da verebilirsiniz ancak bu öyle sonsuza kadar gitmemektedir. Bir noktadan sonra o arkadaşınızı hayatınızdan çıkarmak hiç de zor olmaz, bu en sevdiğiniz insan olsa bile... Böyle bir durumu hepimiz yaşamışızdır çünkü arkadaşlarımızı biz seçeriz ancak aile fertleri denince işler değişmektedir. Seçme olanağı kimseye tanınmamıştır. Dünyaya gelmeden önce bellidir o ve hayatımızdan çıkarmak nerdeyse imkansızdır. Çıkardığımız takdirde mutlaka bir şeyler eksik kalacaktır. Yerini başka bir şey alamaz. Başkabir insan yok aynı kanı taşıdığın. Kan bağının buunduğu insana zaten ister istemez bir yakınlık duyarsın, hani kan çeker derler ya aynen tam dedikleri gibi. Bu yakınlık beklentiyi de arttırmaktadır. En eksik hissedilen anda yardımına koşulan ve belki de derman bulmayı umduğumuz insan kan bağımız olan insandır. Bu konuda en çok dayanışmanın sağlanmasına yol açan şey ise arkadaşlığın kan bağıyla birleşmesidir. Demek istediğim bir aile fertiyle arkadaş gibi olduğumuz zaman ihtiyaç durumunda ondan daha iyi bir destek, yardım bulamayız. Aynı aileden olmanın verdiği bir özellik ise temel konulara verilen tepkilerin aynı olması, o konularÖzgen2 hakkında aynı görüşlere sahip olmasıdır. Bunu bilmek aynı duygulara sahip olduğunu bilmek insana güç verir. Çoğu insan kötü bir durumda, çaresiz kaldığında suçu kendisinde arayabilmektedir. Birarkadaşının vereceği tavsiye veya öneri pek etkili olmayabilir, birey kendi duvarları yüzündenarkadaşını engellemektedir. Ancak aile ferdi o duvarın nasıl geçileceğini iyi bilmektedir.Bundan dolayı onun söylediği her kelime çok etkili olabilmektedir. Kan bağı arkadaşlık duygusu ile güçlenince çok etkili olmaktadır. Ancak baba oğul ilişkisinden daha güçlü bir şey yoktur. Bir baba oğlu küçük yaştayken neye ihtiyacı olduğunu, neyi istediğini bir bakışından çıkarabilir. Bu özelliğin çocuğun büyümesiyle kaybolduğu düşünülse de gerçek değildir. Ancak görev değişimi olduğunu inkâr edemeyiz. Birey kaç yaşında olursa olsun babasının gözünde hâlâ kucağına aldığı hâliyledir. Belki baba hâlâ oğlunu anlamaya devam ediyordur ama ek olarak babasını anlayan bir oğul da çoktan yetişmiştir. İkisi de birbirinin neye ne zaman ihtiyaç duyduğunu çok iyi bilmektedir. İşte yukarıda bahsettiğim yardıma ihtiyaç durumunda dile getirmeden , sözünü dahi etmeden anlayıp yardıma gelen bir baba veya oğul asla seçilemez değiştirilemez. Tam da bu özelliğin vurgulandığı Rocky Balboa filminde desteğe ihtiyaç duyan bir babanın oğlundan destek almadığında sonra ise destek geldiğinde ruh halinin değişimine vurgu yapılmıştır. Benim en çok etkilendiğim sahne olan oğluyla konuşma sahnesi tüm bu anlattıklarımı doğrular niteliktedir. Birçok arkadaşlıklar olabilir, bazen bize ailemizden de yakın gelebilirler. Ancak hiçbir şey kan bağının verdiği sıcaklığı sağlamamaktadır. Aile fertlerini düşünmeden hayatından çıkaranların içinde her zaman bir boşluk kalacaktır. Kan bağı arkadaşlık bağından çok daha güçlüdür, istesek de kopması imkânsızdır. Özellikle de bir baba oğul ilişkisi...
M. Berk Alemdar 22003066 RESİMDEKİ RESSAM Hayatımızın başrolü olduğumuzu düşünürüz. Kısa metrajlı da olsa, düşük bütçeli de, hatta belki yarısında çıkıp gitmek isteyecek kadar keyifsiz de olsa kameraların bizim üzerimizde olduğuna inanarak yaşarız. Borç batağının altında kamburlaşmış ruhlarıyla lüks arabalarına sığmaya çalışanların, iyi maaşlar almak uğruna masa başında gözlerinin ferlerini günbegün akıtanların, yılların izlerini gizlemek için yüzlerine katmanlarca boya yapanların bitmek bilmez telaşına yol açan da bu inançtır. İzlendiğini düşünen insan, izlenmeye değer bir şey sunmanıngündelik tasasıyla gözlerini açar her sabah. Çünkü itiraf etmek istemese bile insan, bir gün kameraların odağını kaçırmaktan, kıymetli başrolünün elinden alınmasından ölesiye korkar. Başlangıçta insan bu inancın, modern zamanın bir sonucu olarak, kameraların ve kadrajların etrafımızı sarmasıyla oluştuğunu düşünebilir. Ama bana bunun basit bir şekilde doğru olmadığını, insanın sahne ışığını üzerinde hissetme ihtiyacının en azından ortaçağdan itibaren var olduğunu gösteren Diego Velázquez’in Nedimeler’i olmuştur. Kraliyet tablolarının atını korkusuzca savaşa süren veyahut ihtişamlı tahtında oturan kralı portrelemekle eşdeğer görüldüğü bir dönemde Velázquez, İspanya Kraliyet Ailesini tuvaline taşırken sadece kral ve kraliçeyi değil; nedimeleri, kahyayı, muhafızları, cüceyi, soytarıyı, prensesi ve hatta kendini bile dâhil etmiştir bu portreye. Ve bu resimde can bulmuş karakterler, statü ve resimdeki konumlarından bağımsız olarak, bizim bakışlarımızdan haberdar bir ciddiyetle gözlerimizin içine bakar hâldeler. Işığı üzerine toplayan, en canlı renklerle resmedilen tuvalin ortasına yer edinen prenses olsa da; silik bir karanlığın veya uzun bir mesafenin ardında görülen karakterler bile âdeta kendi portreleri çiziliyormuş inancıyla poz verirler karşımızda. Velázquez’in Nedimeler’ini benim için ayrıca özel kılan, görülen karakterler kadar görülmeyen bizleriz aslında. Resmin içinden bize ciddiyetle bakan gözlerin, elinde fırçasıyla bizi süzen ressamın karşısında anlık olarak afallayan ve karşılık vermeye çalışan bizler. Yüzlerce yıl öncesinden bizlere bakan birkaç çift göz bile kendimize çekidüzen vermeye çalışmamız, gözlerimizi kaçırmamaya çabalamamız için yetebiliyor. Bunca çabamızın altında hayatımızın kontrolünde olduğumuz, insanlara aktarmaya çalıştığımız bir imajımız olduğu düşüncesiyle yatıştırıyoruz kendimizi. Düşüncelerimizi, görünüşümüzü ve sevdiklerimizi insanlara göstermek istediğimiz hayat doğrultusunda şekillendirip; toplumca hoş karşılanmayan özelliklerimiz karşısında terbiye ediyoruz ruhumuzu. Âdeta reytinglerini yüksek tutmak isteyen bir dizi gibi biz de seyircilerimiz ne isterse ona göre evriliyoruz.Hayatımızın başrolü olduğumuz düşüncesine içten içe inansak bile, hayatımızın dümenini izleyicilerimizin eline verdiğimiz sürece bu rolü oynamak istediğimize gerçekten emin miyiz? Biz, Nedimeler resminde kim olarak görüyoruz kendimizi; kral veya kraliçe mi, prenses mi, cüceler mi, yoksa Velázquez’in kendisi mi? Ben şahsen bu sorunun en doğru cevabının prenses olacağını düşünürdüm. Resmin merkezine kendisini oturtmuş ve dikkatleri üzerine çekmiş hâlde; nedimeleri tarafından giydirilen ve özen gösterilen bir karakter olmak tablonun en prestijli konumu gibi geldi başlangıçta. Ancak resme tekrar ve tekrar baktıktan sonra fark ettim ki aslında benim, ve umarım birçok kişinin, olmak istediği yegâne karakter Velázquez’in kendisi. Belki resmin tam ortasında ve parlak renklerle aydınlanan bir karakter değil fakat elindeki fırçası ve karşısına almış olduğu tuvaliyle kendini istediği gibi resmedebilme gücüne sahip. Elindeki bu gücün varlığından haberdar olarak da kendini olduğundan daha ihtişamlı veya güçlü göstermek gibi bir telaş barındırmıyor ruhunda; basit ve sade bir şekilde kendisini bütün dünyanın gözlerine sunuyor. Hayatımızın başrolü olduğumuzu düşünürüz. Kısa metrajlı, düşük bütçeli hatta yarısında çıkıp gitmek isteyecek kadar keyifsiz olmasına aldırmadan rolümüzü layıkıyla oynamaya çalışırız. Ve belki de gerçekten hayatımızın başrolü, sahne ışıklarının doğrultulduğu yüz biziz. Fakat Nedimeler’in içinde kaybolurken fark ettim ki biz hayatımızın başrolü olma isteğinde aynı hayatın yönetmeni de olabileceğimiz fikrini fazlasıyla unutuyoruz. Dış etmenlerin, elimizde olmayan etmenlerin kontrolüyle sadece bize verilen rolü oynuyor gibi hissediyoruz kendimizi; bunun için de insanların düşüncelerine göre değiştiriyoruz oynama şeklimizi, mimiklerimizi, fikirlerimizi. Fakat katmanlarca süs ve seneler boyu yontulmayla insanların ideal kalıbına girmeye çalışan bir prenses olmaktansa, ben sönük renkli kıyafetlerim ve dağınık saçlarımla fırçamı özgürce sallamayı yeğlerim. Kendi hayatımın başrolü olmaktan daha çok, ben kendi hayatımın ressamı olmak isterim.Kaynakça Velázquez, D. (1656). Las Meninas. Museo Del Prado, Madrid.
Burak Buğrahan SEZER İnsan Ekim 7, 2014 Hepimiz zaman zaman hissetmişizdir içimizde yatan o kötülük kapasitesini. Hepimizin içinde yatan kokuşmuş canavar tekmelemiştir arada. Kıskanmışızdır, aşağılamışızdır, acımamışızdır, kendimizi düşünmüşüzdür. Bu insanoğlunun doğasında var, hiçkimse tamamen iyi değil. Günümüzde bunu ne kadar entellektüelite, drama, duyarlılık, sosyal sorumluluk gibi toplumsal icatlarla gizleme çabaları olsa da göğsümüzden söküp atamayız bunu. Amacım umutsuzluğa düşürmek veya kendimizi aşağılamak değil tabii. Aynı ying-yang anlayışında olduğu gibi iyi ve kötü aynı anda barınıyor içimizde. Sadece daha gerçekçi bir bakış açısı getirmek gerek kendimize, insanlığa. Hiçbirimiz çok duyarlı, ilgili, hassas veya entellektüel değiliz. Sosyal medyada paylaştığımız herhangi bir şey vicdanımızı rahatlatsa da gerçekte herhangi bir etkisi yok, tek yaptığımız bu sosyal duyarlılık yarışına katılmak. Kendimizi kandırmaya gerek yok. Jose Saramago romanı Körlük’de bunu çok daha net bir şekilde dile getiriyor. Roman bir anda herkesin nedeni bilinmeden kör olmaya başladığı bir dünyada geçiyor. Kimsenin görmediğini düşündüğümüzde, kimsenin yargılamıyacağını bildiğimizde neler yaparız? Gerçekten içimizden neler geçiyor? Saramago bunu bütün bir toplum boyutunda ele alıyor. İnsanların aslında ne kadar iğrenç ve kötü olabileceğini, ne kadar ileri gidebileceklerini gösteriyor. Sonuçta ne demişler; göz görmeyince gönül katlanırmış. Roman körlük salgının ilk başladığı sıfır noktasıyla başlayıp nasıl ilerlediğini anlatarak başlıyor. En başta farkına bile varılmazken daha sonra ülke çapında kriz durumuna geçiliyor. Hiçbir fikirleri olmadığı bu durumda hükümet karantina uygulamasına gidiyor. Durumun en büyük ironisi belki de hâlâ görebilen tek kişinin bir göz doktorunun karısı olması. Eski bir akıl hastanesine yerleştiriliyor körler, görebilen kadın kocasını yalnız bırakmak istemediği için o da onlarla giriyor karantinaya. Saramago kendisi de karakterin ağzından bir akıl hastanesinin aslında ne kadar durumlarına uygun düştüğünü söylüyor. İçerde olanlar gerçekten de bir tımarhaneden aşağı kalır gibi değil. İnsanların bütün etik değerlerinin sadece başkaları tarafından yargılanmaya bağlı olduğunu fark ettiriyor olanlar. İnsanlar birkaç parça yemek için birbirini öldürüyor, tecavüz ediyor. Sırf karşılarındakinin onlardan zayıf ve güçsüz olduklarını gördüklerinde yapabileceklerinin sınırı yok. Gruplaşmalar oluşuyor hemen karantinada, insanlar diğer grupların yiyeceklerini çalıyor, işkence, şiddet normal şeyler haline geliyor. Tecavüze kadar ileri gidiyor insanlar, sırf onlardan daha kalabalık ve daha güçlü olduları için. Sadece körler değil, kriz ortamındaki diğer insanlar da kendileri de tehlike altında oldukları için gerçekten çok uç kararlar alıyor kitapta. Karantina da yaşananların yanısıra onları içerde tutmak isteyen, görebilenlerin yaptıkları da utanç verici. Kendilerinin de o hale gelmesinden çok korkuyolar. Salgın hakkında hiçbir şey bilmiyor olmaları bunu daha da kamçılıyor. Bu korku ellerindeki kuvvetle birleşince insanları vurmak gayet doğal bir şey haline geliyor. Gerçekten kitabı okurken bazı kısımlarda kendimden önce insan daha sonra erkek olduğum için utandığım oldu. İnsanların ellerine güç geçtikten sonra, etraflarında yargılayan gözler olmayınca neler yapabildiğini görmek kişinindünyaya bakış açısını değiştiriyor. Ancak şahsi görüşüme göre asıl anlatılan insanın tiksinilecek bir yaratık olduğu değil. Yazarın amacı toplumun kendisine daha gerçekçi bir bakış açısı getirmesi, ne tamamen iyi ne de kötü. Romanda onlarca insanın içini ürperten kısım olmasına rağmen bir o kadar da iyi şeyler var. Görebilen kadının kocası ve diğer zor durumdakiler için yaptıkları, bunlar yazarın insanın içinde var olan iyiliği göstererek bizlere her türlü kötülüğe rağmen ümit olduğunu gösterme şekli. Gerçek dünyada da bu böyle, iyi veya kötü olmak sadece alınan kararlardan ibaret. KAYNAKÇA Jose Saramago, Körlük, Can Yayınevi, İstanbul, 2010
Ersavaş, Merve. Gazete Bilkent. 2015 Özgürlük Savaşı Özgürlüğün kıymetini içinde bulunduğumuz dünyada belki anlayamıyoruz, belki rahat yaşamımız bizlere özgür olduğumuzu hissettiriyor ama işin aslı gerçekten de öyle mi? Sıradan şehir insanı elinin altında bulunan modern imkanlar ile kendini özgür addederken, daha doğrusu kendini öyle görmeyi isterken Halldor Laxnes Özgür İnsanlar romanı ile bizi sıradan bir çiftçinin çileli hayatının tam orta yerine atıveriyor ve onun özgürlük mücadelesini iliklerimize kadar hissettiriyor. Özgür olduğumu zanneden ben, bir çiftçinin verdiği onur ve haysiyet mücadelesini okuyunca çizilen sınırlar içinde, birilerinin gizliden verdiği yönergeler ile aslında bir robot gibi yaşadığımızı farkettim. Bizim sahip olduğumuzu sandığımız özgürlüğün aslında bir hiç olduğunu, gerçek mücadelenin ve azmin bir çiftçinin hayatında nasıl da anlamlı ve çetin bir şekilde yer aldığını gördüm. Düşünün ki yıllarca emek vererek, alın teri ile bir birikim yapıyorsunuz ve sonra o birikim ile kendinizi ve ailenizi tam olarak özgür, bağımsız yapacak bir şey alıyorsunuz. Herkesin özgürlük anlayışı farklı olduğu için, kim kendine neyi uygun görürse onu alıyor. Fakat herkesin amacı aynı, tam bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşmak. Yıllarca bunun savaşını vermişsiniz, ne badireler atlatıp, kimlere boyun eğmemişsiniz sırf o hedefinize ulaşmak için. Tam o an geliyor, artık özgür ve rahat olacağınızı düşünüyorsunuz ama bir bakıyorsunuz bırakın tam olmayı daha çeyreği kadar bile özgür değilsiniz çünkü yeni sorunlar hep pat diye hayatımızın tam orta yerine düşüverir. E bu da inat değil mi? Yıllarca çalışıp, çabalayıp emek vermiş biri pes eder mi? Hiç de bile, inadına bütün zorluklara göğüs germek lazım değil mi?İşin aslı tam da bu noktada başlıyor, insan denen varlık sınırlarını ne kadar zorlayabilir? Ne kadar savaşabilir özgürlüğü ve bağımsızlığı için? Bjartur adında ki bu roman kahramanı tam da bu soruların cevabını veriyor. Hayatın her safhasında bir düşüyor, bir kalkıyoruz. İstediğimiz zenginliğe ulaşalım, arzuladığımız hedefimizi gerçekleştirelim yine de her zaman bir sorun buluyoruz. Aslında bir sorun mu buluyoruz yoksa yeni bir mücadele mi arıyoruz emin değilim. İnsana rahat batıyor olabilir, bu yüzden hayatta hangi noktaya ulaşırsak ulaşalım yine de bir mücadelenin içinde buluyoruz kendimizi. Bazen ise bu mücadele akıl almayacak kadar çetin ve uzun sürüyor. Bazı anlar o kadar çok şeye göğüs geriyoruz ki nasıl yaptığımıza, nasıl direndiğimize, nasıl ayakta kaldığımıza şaşırıyoruz. Şaşıyoruz şaşmasına da o mücadelemizi bir türlü unutmuyoruz, unutamıyoruz. Bir parçamız hep geçmişte kalıyor, bir parçamız hep acılara tutunuyor hatta yeri geldiğinde ondan besleniyor. Fakat bu durum, acıları taze tutmaktan başka hiçbir ise yaramıyor, işin kötüsü bu taze acılar yeri geliyor bizi hayattan alıkoyuyor. Unutamadığımız, anısına hakaret etmek istemediğimiz bir kişi gibi davranıyoruz geçmişimize ve karşımıza çıkan yeni insanları, yeni gelişmeleri de sırf bu sebepten dolayı elimizin tersi ile itiyoruz. Neden yaptığımızı bilmiyorum ama geçmişe sarılıp kalıyoruz, yeniliklere kapatıyoruz kendimizi, acıları usanmadan besleyerek büyütüyoruz. Acıyı beslememek lazım, arkaya dönüp bakmamak ve unutmak lazım. Bir kara sayfanın üzerine inatla ve hırsla yeni bir beyaz sayfa örtmek lazım, eğer o beyaz da kirlenirse bir beyaz sayfa daha eklemek lazım. Özgürlüğün peşinden ısrarla koştuğumuz zaman insan olmanın erdemine kavuşuruz, boyun eğmediğimiz zaman değerimizi anlarız. Her ne olursa olsun, kim ne derse desin, yolumuz dikenli teller ile kaplı da olsa çiçekli yollara ulaşmak için var gücümüzle mücadele etmeliyiz. Pes etmek mi? Tabii ki HAYIR. Hasan Tarık Yılmaz 21401060
MASUMİYET ÜZERİNE Çok güzel bir uykudan uyanmıştım. Mutlu, huzurlu ve dinç başladığım günlerden biriydi. Daha o gecenin akşamı son şiiri okuyup uyumuştum. Bir hafta boyunca güzel rüyalar görmeme aracı olan bir kitap dolusu sevgili, tarih, göç şiirleri... Yer yer içimdeki huzursuzluğu tetikleyen, ancak hiç mi hiç abartılı bulmadığım, aklıma yatan düşünceleri en anlamlı sözcüklerle bu kısa şiir kitabında harmanlamıştı John Berger. Şiirlerini okurken ya sevgilisi oluyordum ya da hiç kimsenin tanımadığı bir mülteci. Bazen fakirleşiyordum, bazen de aptallaştırıyordu beni şiirlerinin içinde. Büsbütün bir dram olan hayatını hissettiriyordu. Yaşadığı şeyleri bir bir keşfediyordum mısralarında. En çok da düşündürüyordu. Dünün ve bugünün insanını, etik anlayışını didikliyordum. O kendini ve sistemi suçladıkça ben de hayatımı ve içinde bulunduğum düzeni sorguluyordum. Bir şiiri vardı ki, besbelli haykırıyordu insan hayatının ne kadar değersiz, sahipsiz, tesadüfi olduğunu. Çaresiz ve kabullenmişti. Ben de öyleydim. Her şeyin farkında... Umutsuz, bıkmış ve yaşamış. En az onun kadar gerçekçiydim. ... " Bir gün daha sağ kalabilmek için her sabah gerekli kırıntıları aramak ve bulmak. Uyandığında bu yasal sahrada hak hukuk diye bir şey olmadığını bilmek. Geçen yıllar boyunca hiçbir şeyin iyiye gitmeyip tersine kötüleştiğini bizzat yaşayarak anlamak. Nerdeyse hiçbir şeyi değiştirememenin utancını duymak ve bunun seni başka bir çıkmaza sürüklemesi. Seni ve yakınlarını umursamazca hiçe sayan binlerce vaadi dinlemek.Altında kaldıkları toz dumana boyun eğmeyenlerin örneği. Öldürülen yakınlarının üzerine çöken ağırlığı ve sayıları o kadar çok ki onların masumiyetin sonsuza kadar yok olması bu yüzden. " ... (Berger 24) Çok şükür ki fiilen bir savaş ortasında kalmadım. Bu yüzden kaybettiğim bir yakınım da olmadı. Yıllardır yaşadığım yeri bir gecede de terk etmedim. Ancak Berger’in anlattığı şeyler yaklaşan bir felaketin habercisiydi benim için. Şiiri öyle güzel bir kronolojiye oturtmuştu ki, belki de bundan etkilenmiştim. Anlatmak istediği her olayı satır satır hissedebiliyor, istemsizce yaşadıklarım ile bağdaştırıyordum.Uyandığında bu yasal sahrada hak hukuk diye bir şeyin kalmamış olması, her geçen yılın bu kavramda giderek kötüleştiğini görmek, bizzat yaşamak ve binlerce dalga geçercesine yayınlanan vaadi takip etmek artık alışkanlık olmuştu. Kanıksamıştım. Kabullenmek ve ortaya atılanları takip etmekten fazla yapılacak bir şey yoktu. Kendi doğrularımı savunacak ve bu düzeni değiştirecek bir gücüm olduğuna inanmıyordum. Bir nevi boyun eğmekti bu, ancak başka alternatif bulamıyordum.Tüm bu yakarışları ve haksızlıkları sindirmek istemeyen o boyun eğmeyenlere gelirsek, kendileri hep vardı. Her zaman aktif azınlıklardı, ancak beni peşlerinden gitmeye hiçbir zaman ikna edememişlerdi. Neydi onlarda olup bende olmayan şey? Cesaret miydi? Umut muydu? Yoksa kaybedecek bir şeyleri mi yoktu? Canları benimkinden fazla mı yanmıştı? Açıklaması zor. Bunların hepsi eş olasılıkla mümkün olabilir. Tıpkı Berger gibi umutsuzum. Ancak yorgun değilim, inandığım doğrular için hiç bir zaman fiilen savaşmadım. Cesur olmadığımdan mı? Aksine, kafama koyduğum şeyleri başarmak için canım pahasına savaşmayı severdim. Ufacık bir kıvılcımla geçtiğim yerleri yakacak azim vardı içimde. Sadece kıvılcıma ihtiyacım vardı. Eli yakan, canı acıtan, gözle görülür bir kıvılcım...Azınlık olarak inandıkları için savaşıp istediği düzeni sağlayabilenleri çok okudum. Ama hiçbir zaman tanık olmadım. Bu yüzdendir ki harekete geçmek için bir motivasyonum olmadı. Peki kabulleniş ve hayata kaldığın yerden devam etmek miydi çözüm? Masumiyetin gene de bir yerlerde bulunacağına nasıl ikna olacaktık?Hiçbir şeyi değiştirememenin utancıyla çıkmazlara sürüklenmek tam da buydu. Masumiyet bundan sonra var olmayacaktı. Bu düzen içinde yeni doğan bebek de masum olmayacaktı, yaşadığının farkında olmayan bir at, bir çiçek de. Bunun sonu ya da çözümü olmaması da beni asıl utandıran şey olsa gerek. Dünya gözüm de büsbütün böyle bir yerdi. Kontrolün kimin elinde olduğu bilinmeyen, bir gün daha sağ kalabilmek için yaşadığın bu dünyada sadece hayatını devam ettirebileceğin en güzel sahrayı aramak... Sen bu arayışa çıktığın zaman ise, senden yüzyıllar önce yaşamış ötekilerin, çoktan senin adına kurduğu düzenler, yaptırımlar, verdiği yanlış vaadlerdi masumiyetin sonsuza kadar yok olması. Berger, John. Gökyüzü Mavi Siyah. Umutsuzluğun yedi yüzeyi. Çev. Cevat Çapan. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016. Ceylin Zeybek
Fatma Sıla Çakmak Cambaz Olma Rehberi Doğduğumuz andan itibaren yeryüzünde henüz yazılmamış boş bir kitap peyda olur birden, son sayfayı tamamladığımızda bizle birlikte kapanır kapağı ancak. O zamana kadar satır satır işleriz kitabı, şansımız varsa kapak kapandıktan sonra da okunmaya konuşulmaya devam eder. Kimi zaman birçok insanla tanışır kitabımıza buyur eder, kimi zaman da giden karakterlerin ardından bir maşrapa suyu döküveririz. Gün gelir biri girer hayatımıza, merkezimiz yapar etrafında döneriz ama kitap daima komodinin üzerinde kalır. Başkahraman olarak her gelene, gidene, güzele, çirkine uzaktan bakar kendi kitabımızı kendimiz yazarız. İşte her şey tam da bu noktada başlar: Nasıl kitap kahramanı olunur? Albayım Beni Nezahat ile Evlendir’ i okuduktan sonra düşünmeye başladım ben kendi kitabıma ne kadar kahraman olabildim diye? Sahi bir kitap kahramanını kahraman yapan aslında nedir? Kendi başına hareket edebilmesi mi, her zorluğa göğüs gererken korkusuzca dünyaya kafa tutabilmesi mi? Bence bir hikâye kahramanının sahip olması gereken en önemli özellik (ki sanılanın aksine gerçekten zor bir meziyettir) kendisi olabilmesidir çünkü ancak bu şekilde okunmaya değer olabilir. Bizler işte tam burada bir saniye durmalı, derin nefes almalı ve düşünmeliyiz; bir hikâye yazıyoruz evet ama o hikâye bizim mi gerçekten? Neticede herkes hikâye kahramanı.(Algör, Albayım Beni Nezahat ile Evlendir, 26) Bence bir hikâye kahramanı ilk önce kalbini takip etmeyi bilmeli, onun götürdüğü yola adım atarken içini kaplayan dinginliğin rehber olmasına izin verebilmeli. Kitap kapandıktan sonra elbet bir gün kitabınıza dâhil ettiğiniz kim varsa öyle ya da böyle ilişiğini kesecek sizden ve kalbinizi dinlemediğiniz kaç yaşanamamış anınız varsa hepsini peşlerinden sürükleyip yok olacaklar. Kim bilir belki de kalbinizi dinleseydiniz harika bir ip cambazı olabilirdiniz ve hikâyeniz alışılagelmiş kalıplardan çıkıp sizi gerçek bir kahraman yapabilirdi ancak siz yapmamayı seçtiniz. Cambaz olmaya cesaret edemezseniz kimseye (kendiniz de dâhil) ipin üzerinde olmanın neye benzediğini anlatamazsınız. Sonuçta bu sizin hikâyeniz ama ben kendi hikâyeme dünyayı gezmeden ya da bir uçurtma festivaline katılmadan nokta koymak hiç istemem mesela. Sonuçta kitap, hikâye adına ne dersek diyelim sadece bir hayatımız var ve onu şekillendirecek olan biziz. Bir hikâyeye kahraman olmak için ne mükemmel olmak nede dillere destan bir güzelliğe sahip olmak gerektiğini düşünmüyorum. Bence kahraman olabilmek için en önemli olan şey kendi yolumuzu çizmekten ve adım atmaktan korkmayacak kadar cesur olabilmek. Çünkü hayat anılardan, anılarsa kalbimizin sesine kulak verdiğimiz ufak kahramanlıklardan oluşur. Günün sonunda beş yıl önce öğlen vakti yediğiniz yemeği hatırlamazsınız, ya da o sizi özel kılmaz, ama ani bir kararla, sırf içinizden geliyor diye apar topar en iyi yemeği yemek için başka bir şehre gitmek… Emin olun o günü unutmazsınız. Albayım Beni Nezahat ile Evlendir’den sonra farkına vardım ki kendi yolumu nasıl çizeceğim konusunda bir el kitabı aramak ya da damdaki bir ustaya danışmak, beni olmak istediğim kişi yapmak için sönük kalacak. Çünkü adı üstünde kahraman olabilmek için bir şeyleri başarmak lazım, bu da ancak içimizden gelenlerin sorumluluğunu alıp hayata geçirmekle mümkün olur. Hepimiz tıpkı yolunu bulamayan bu adam gibi kendi yolumuzu bulmaya çalışıyor, kendi hikâyemizin kahramanı olmak için bir el kitabı arıyoruz. Ama korkmaya, endişelenmeye gerek yokFatma Sıla Çakmak kitap kahramanları da zaman zaman çıkmaza girebilir. Kahraman olmak her zaman en doğru, en kusursuz olmak değildir. Peki nedir? Yani demek istediğim o ki “Mesele nedir? Ana soru bu. Sence nedir?”( Algör, Albayım Beni Nezahat ile Evlendir, 97).
Akın Gün 21000158 Son Witcher 3 şu ana kadar oynadığım en iyi oyun sanıyorum. Hikâyesiyle, karakterleriyle, ​ müzikleriyle ve oynanışıyla başına oturanlara muhteşem bir deneyim yaşattı. Benim 160 ve giderek artan saatimi yiyen bu oyunu övmediğim yer, oyunun üzerine bir de bu yazıyı yazarsam kalmadı sayılacak Oyun hakkında genel bir bilgi vermek gerekirse, oyunun manevi kızını arayan Witcher Geralt’ın bu yolda yaşadığı olayları anlatıyor. Andrzej Sapkowski’nin aynı isimli kitap serisinden ilham alan oyun serisi Geralt ve Ciri’nin hikâyesini kitapların bıraktığı yerden devam ettiriyor. Witcher 3’de bu oyunun serinin final oyunu oma özelliğini taşıyor. ​ Final oyunları bir oyuncu olarak her zaman beni üzmüştür. Oyun dünyasına ısınmışsınızdır. Oyunda geçen karakterler hakkında lüzumsuz derecede bilgi sahibi olmuşsunuzdur. Arkadaşlarınızla, internetteki yabancılarla havadan sudan detaylar üzerine saatlerce tartışmışsınızdır. Bu süreç zarfında seriye çıkan her yeni oyun iyisiyle kötüsüyle o seriye bir şeyler katmıştır. Grafikler güzelleşir, oynanış gelişir, müzikler de bestekâr’ı değiştirmedikleri sürece sıkıntı yaratmaz. Nihayetinde final oyununa varıldığında yılların deneyimi bu oyuna aktarılır. En rafine oynanış, en güzel grafikler, en güzel müzikler oyuncuların yıllar boyunca büyüyen beklentilerinin karşısına çıkar. Oyunların beklentilerin altında ezilmesi ender görülen bir şey değildir. Ben aynı durumun Witcher 3 için de olabilme ​ ​ olasılığından çok korkmuştum. Çok şükür korkum hatasız çıktı da Witcher 3 oynadığım en güzel oyun ​ ​ olarak piyasaya sürüldü. Ama final oyunu finalliğini yaptı, oyunun verdiği muhteşem haz, Geralt ile olan son maceramızı bitirmenin burukluğu ile karıştı. Final oyunları sanki bu sonun çığırtkanlığını yapıyor. Bir oyunu ilk defa oynamak apayrı bir deneyimdir. İlk defa görülen mekanların, karşılan diyalogların, ara sahnelerin, müziklerin verdiği ilk deneyim bir daha bulunmamak üzere kaybolur. Bu demek değildir ki oyunlar yalnızca bir defa oynanmalıdır. Benim dokuzuncuya oynadığım oyun bile var. Birçok oyun tekrar oynanışta oyunculara yeni deneyimler sunmak için uğraşır, tekrar oynanabilirlik özellikle rol yapma oyunları için (bu Witcher 3’ün de içinde bulunğu oyun türü oluyor) ​ ​ çok önemli bir etkendir. Ama ilk oynanışın verdiği deneyim tekrar oynayanlar için ulaşılmaz kalır. Witcher 3’ün ilk oynanışta sunduğu muhteşem deneyimi bir de tadamayacak olmak, yalnızca benim ​için değil serinin bir çok hayranı için büyük bir üzüntü kaynağı. Hatta yerli ve yabancı bir çok internet sitesi oyunu tamamen unutup yeniden başlamayı dileyen hayranların oyuna övgü mesajlarıyla dolu, ha bir de oyundaki en güzel dişi karakterin kavgasını veriyorlar ama o apayrı bir konu. Onlarca saat, yüzlerce görev, binlerce satır dialog ve ben hala kendimi bu oyundan alamıyorum. O kadar güzel, o kadar derin, o kadar kendini içine çeken bir yapım olmuşki bittiğini kabul edemiyorum. Zaten oyunu bitirmemle oyuna tekrar başlamamın aynı gün olması bunun bariz bir göstergesi , Türkçe dersi için oyun üzerine bir yazı yazmam ve bunu yaparken de oda arkadaşıma Witcher 3’ü oynaması için baskı yapmam da tabii. 2008’den beri birlikte olduğum bir dünya ile ​ vedalaşmak çok kolay olmuyor. Zamanında Harry Potter da son kitabıyla aynı hissiyatı vermişti. Bir şeyle o kadar yıl ilgilenince o şey de senin parçan oluyor sanırım. İnsanın bir parçasına veda etmesi de acı veriyor. Ama maalesef her güzel şeyin bir sonu oluyor, elde ise yalnızca anılar kalıyor.
Ayşe Eda Tarakcı Daha Çok “Ben” Olmak B kişisi pazartesi sabahı erken kalkıyor. Güneş henüz küçük kızıl kıvılcımlar halinde yükselirken ufuktan, gökyüzü mavi-mor bir renk alıyor. B çok etkileniyor bu görüntüden. Mutfağa gidiyor, o sabah çayını sütlü içiyor, tadı umduğundan daha güzel. Evraklarını topluyor, ceketini alıyor ve evden çıkıyor. Arabaya bindiğinde radyoyu açıyor. Birkaç farklı kanalı dinledikten sonra 95 frekansındaki radyo programını beğeniyor. İşe vardığında doluyla karışık yağmur bastırıyor. Şemsiyesi evde. Sırılsıklam oluyor B yüz metrelik yolu koşarken. Bir yıl sonra B kişisi her sabah erken kalkan, çayını sütlü içen, işe giderken 95 frekansını dinleyen ve arabasında her zaman şemsiye bulunduran biri oluyor. Her gün birbirinden farklı binlerce karar veriyoruz. O anda çok önemli gözükmüyor bu kararlar bize. Hatta pek çoğunu bilinçsiz bir şekilde alıyoruz bu kararların. Lakin kısa vadede üzerinde mutlak otoriteye sahip olduğumuz bu kararlar, uzun vadede bizim kim olduğumuzu belirliyor. Şu anda gerçekleştirdiğimiz her eylemle, gelecekteki alternatif versiyonlarımızı yaratıyoruz. Zamanı genelde esnek olmayan, tek yönlü bir olgu olarak resmediyoruz zihnimizde. Onu, bir daha asla geri dönemeyeceğimiz bir geçmiş, şu anda içinde bulunduğumuz şimdiki zaman ve henüz yaşamadığımız gelecek olarak sınıflandırıyoruz. Ben bu sınıflandırmayı tamamıyla doğru bulmuyorum. Zaman bence tekil değil, çoğul olan bir şimdiki zamandan ibaret. Tabii, edebiyatta ve bilim kurgu filmlerinde henüz sıklıkla karşılaşmadık böyle bir zaman tanımıyla. Genelde fazlasıyla duygusal olarak yaklaştığımız zaman kavramını, geçmişte yaşadığımız pişmanlıklar ve gelecekte bizi bekleyen ölümle özdeşleştirip karamsar baktık ona hep. Onun bize sunduğu milyonlarca seçeneği görmezden gelip kin besledik ona. Hâliyle, zamanda geçmişe veya geleceğeAyşe Eda Tarakcı ilerlemekle fazlasıyla meşgul ettiğimizden ötürü kendimizi, elimizin altında olan şimdiki zamanı görmezden geldik. Zamanın üzerine gereğinden fazla düşünerek harcadık zamanımızı. Ne ironi ama! Zamanın kesinlikle herkesin anlayamayacağı, ama kişinin bir kere anladıktan sonra bir daha asla görmezden gelemeyeceği ilginç bir mizah anlayışı var. Geçen gün izlediğim “Doctor Strange” filmi, zaman kavramı üzerindeki düşüncelerime yakın bir perspektif sundu bana. “Doctor Stange” de zamanı üçlü alt başlıklara ayırmak yerine, onu çoklu evrenlerden oluşan şimdiki zaman içerisinde inceliyor. Kendini bir anlığına bağlı olduğu gerçeklikten soyutlayan karakter, farklı bağlamları inceleyerek pek çok geleceği, ileride dönüşeceği ve dönüşmeyeceği alternatif versiyonlarını gözlemliyor. Tabii filmde CGI ve yüksek bütçeli efektlerle doğaüstü bir kabiliyet olarak lanse ediliyor karakterin zamanı analiz etme yetenekleri. Elbette bir yere kadar öyle, yine de kurgunun özünde film aslında sahip olduğumuz bir yeteneği genişleterek yeniden önümüze sunuyor. Yani karakterin nesnel bir performansla yaptığı zaman analizi, aslında bizim düşünsel olarak gerçekleştirdiğimiz zaman analizinden pek de farklı değil. Şu anda önümüzde milyonlarca seçim sonucunda ulaşabileceğimiz uçsuz bucaksız bir kararlar ağı ve bu ağı takip ederek dönüşeceğimiz milyonlarca “biz” uzanıyor. Eğer bu ağın dallarını dikkatle inceleyip takip edebilirsek alacağımız kararların bizi hangi “bize” yönlendireceğini öngörebiliriz belki. Hangi patikayı seçersek seçelim, verdiğimiz karar bizi sadece daha çok “biz” yapar. Önemli olan tek şey ise kararlarımız sonucunda kendimizi bulurken bunu bilinçli bir şekilde yapmamız. İlerideki kendimizi tasarlarken hiçbir şeyi şansa bırakmadan verdiğimiz her bir karar üzerinde düşünmemiz. Yani sütlü çay içmeye başladıktan yıllar sonra “aaa ben sütlü çay seviyormuşum” demek yerine sütlü çay içmeyi sevmeye başladığımız anın bilincinde olmamız. Neden sabah erken kalkan biri olduğumuzu, neden arabada şemsiye taşıdığımızı, neden 95 frekansını dinlediğimizi bilmemiz. Kendimizi tanımamız.Ayşe Eda Tarakcı Kaynak Doctor Strange. Yön. Scott Derrickson. Perf. Benedict Cumberbatch. 2016. Film.
Adem Derinel 21402054 TURK 101-19 Başak Berna Cordan 23.12.2014 Değişim İnsan olarak bazı güzelliklerin farkına varamayız, onları kendi ellerimizle boğarız. Küçükken dedemlerin Mersin’deki yazlığında geçirdiğim günler de bu güzelliklerdendi. Kahvaltı için sabahın erken saatlerinde çıkıp fırından aldığım sıcak pide, arıtma sistemi olmayan havuz ve her gün megafonla “Balıkçı geldi balıkçı!” diye seslenen balıkçıdan anneannemle balık almaya gitmemiz… Her akşam anneannemle sahile yürüyüşe indiğimde iskelede balık tutan amcaları izlerdim. Bazıları profesyonel balıkçı oltası kullanırdı, bazıları ise misinaya olta iğnesini geçirip iskeleden sallandırırdı. Ekipman fark etmeksizin bütün amcalar tutardı balıkları. Bu balıkların bazıları gittiği evde kızartma olurdu, bazıları da fırında sıcak saatler geçirdikten sonra sofraya gelirdi. Evin küçükleri balık sevsinler veya sevmesinler akşam yemeğinde onları yemek zorundaydı. Eminim o çocukların yerinde olsaydım o balıkları büyük bir hevesle yerdim; çünkü babaları, dedeleri tutmuştu onları. Bazen anneanneme sorardım: “Anneanne ben de balık tutabilir miyim?” diye. Anneannem hevesimi kırmaz, neden olmasın derdi. İlk oltamı kendim yapmıştım, anneannemin dikiş ipliğinden. Profesyonel oltalara benzesin diye de ipi bir kaleme bağlamıştım. Güneş’in tam tepede olduğu saatlerde anneannemin “Öğlen sıcağında dışarıda durulmaz, doktorlar diyor.” demesine rağmen inmiştim iskeleye. Heyecanla oltamı suya attıktan sonra anladım oltamın gerçek bir oltaDerinel, 2 olmadığını, hâlbuki o benim için oltaların en birincisiydi. Kocaman kocaman balıklar tutacaktım onunla, her ne kadar daha su yüzeyinden aşağı inemese de. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen vazgeçmemiştim. Bir ya da iki saat Güneş’in altında öylece durdum. En sonunda iskelenin oradan geçen bir amcanın uyarısıyla vazgeçtim: “Evladım bu saatte balık tutulmaz, bak başka kimse var mı burada?”. Gerçekten de tek başımaydım, denizde yüzen bile yoktu. Belki de balıklar hava çok sıcak olduğu için su yüzeyine gelmiyorlardı, belki onlar da anneannem gibi öğlen uykusuna yatmıştı. Saat altı gibi oltamı tekrar denemek için sahile indim, her ne kadar ümidim kırılsa da. İskeleye indiğimde öğlen beni uyaran amcanın dediği gibi gerçek balıkçılar akşamüstü serinliğini bekliyordu balık tutmak için. Ben de onlar gibi attım oltamı; ama oltam beni utandırıyordu. Bir iki saat sonra bu işin böyle olmayacağını anlamıştım, diğer amcalar çoktan büyüklü küçüklü balıkları kovalarına doldurup iskeleyi terk ediyorlardı. Elim boş döneceğimi anlayan bir amca kararlılığımı görüp kovasındaki iri bir balığı bana vermişti, “Al bakalım, tuttuğun ilk balık bu olsun.” diyerek. Tuttuğum ilk balık kendi yaptığım oltadan değildi belki, ama kararlılığın ve azmin bir sonucuydu. Yıllar sonra yine gittim yazlığa, bu sefer dedem belki yanımda değildi ama eminim ki her şey yerli yerindeydi, havuz eskisi gibi üç günde boşaltılacak, iskelede amcalar balık tutacak ve “Balıkçı geldi balıkçı!” diyen amca yine balık satacaktı. Yazlığa varır varmaz tahminlerim doğru gibi gözüküyordu; ama yanıldığımı sahile indiğimde anladım. Üzerinde koşarak denize atladığım, ilk oltamı kullandığım iskele yerinde değildi, yerine daha küçük bir iskele yapmışlardı ama yine de balık tutan amcalar yoktu. Değişmeyen tek şey sahilde yürüyüş yapan kalabalıktı. Denizin rengi bile değişmişti, artık çamur rengindeydi. Balıklar iseDerinel, 3 çoktan terk etmişe benziyordu bu kıyıları. Yıllardır duyduğum ve uyguladığım çevreyi koruma amaçlı uygulamalar Mersin halkı için işlemiyordu sanki. Kendi denizlerini kendileri yok etmişlerdi, maviye düşmanlıklarını Akdeniz değil onlar ilan etmişti. Sonuç olarak ne balık kalmıştı, ne de eski deniz. Buna rağmen insanlar duyarsızlıklarını sürdürüyordu. Bütün bu değişime rağmen denize kendimi eski bir dost olarak tanıtmak istedim. Ona ihanet eden türden biriydim ben aslında, bana kızabilirdi hırçın dalgalarıyla. Üstelik bu sefer yanımda siyah dikiş ipliğinden değil de, profesyonel bir olta takımı vardı. Balıklar tutacaktım ve yıllar öncesinde bana balık vererek beni sevindiren amcaya “Bak amca, artık ben de balık tutabiliyorum!” diyerek onunla sohbet edecektim. Lakin ne balık vardı, ne balık tutan amcalar ne de Mersin’in eski havası. Buna rağmen saatlerce bekledim, hiçbir şey olmayacağını bilerek, eski günleri yâd ederek… Kaynakça: 1- Abasıyanık, Sait Faik. Son Kuşlar. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010.
Ezgi Nur Güngör Yaşarken Unuttuğumuz Zaman Zamanın akıp gittiğini unutan bizler, birçok şeyi hiç düşünmeden hayatımızı yaşıyoruz. Sanki sonsuz sayıda yarınlarımız varmışçasına bugünümüzü erteleyip duruyoruz. Belki de farkında değiliz zaman kavramının tam olarak ne olduğunun ya da bilmiyoruz o kavramın içini nasıl doldurmamız gerektiğini. Bilseydik zamanımızı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini, böyle acımasız, bencil bir dünyada mı olurduk? Yaşayacak bir günümüz olsaydı sadece yine aynı hayatı mı yaşardık acaba? Zamanı nasıl değerlendirmemiz gerektiği konusundan önce hayatımızın nasıl işlediğini düşünelim. Doğduğumuz andan itibaren zaman tıkır tıkır işlemeye başlıyor, bizler büyüyoruz, yaşımız ilerliyor ve her şeyin olduğu gibi bizim de sonumuz geliyor. Ancak biz bu hayatı yaşarken onu isteklerimiz doğrultusunda mı yaşıyoruz acaba? Ben bu yaşıma kadar deneyimlediklerimi şöyle bir gözden geçirdiğim zaman hiç de istediğim gibi bir hayatı yaşamadığımı fark ediyorum. Sonra diğer insanlara bakıyorum ve neredeyse herkesin benim gibi düşündüğünü görüyorum. İstediği hayatı yaşayamayan kimse de bundan kendini sorumlu tutmuyor. Biri de özeleştiri yapmıyor. Çoğu insan bu durumdan sadece yakınmakla yetiniyor ve öylece sıradan hayatlarına devam ediyor. Bu şekilde iyice birbirimizden uzaklaşıp kendi bencil dünyamıza çekilmeye başlıyoruz. Artık hayatımızdaki her şey benden ibaret olmaya başlıyor. Yolda yürürken kafamızı dimdik tutup yanımızdakileri fark etmiyoruz bile. Yanı başımızdaki insan üzgün mü, mutlu mu ya da hasta mı hiçbir şey bilmiyoruz. Çünkü en önemli kişi biziz, benim. Çünkü diğer insanlar benim hayatımı istediğim gibi yaşamama birer engeller. Her ne kadar onlar da bu dünyanın bir parçası olsalar da benim zamanınım bir parçası olmaya layık değiller.Zamanı bencilliğimizle doldurmamızın yanında bir de pişmanlıklarımız var tabiki, olmazsa olmazlarımız. Hadi bir düşünün pişmanlıklarınızı, küçüklü büyüklü. Ben ki şu genç yaşıma kadar öyle çok pişmanlıklar yaşadım, hepimizin tonlarca pişman olduğu şey vardır şu hayatta. Fakat, ah akılsız kafamız, yine de geri döndürmeye çalışmıyoruz o pişmanlıklarımızı. Peki bunun sebebi ne sizce? Mesela benim daha yaşayacak çok günüm var, ne fırsatlar gelir daha ayağıma benim, yani diyorum ki daha zamanım var bu dünyada. İşte bu mantalite bizim hayatımızı zorlaştıran galiba, bizi pişman olacağımız şeyleri yapmaktan alıkoymayan ve en büyük pişmanlıklarımızı dahi geri alabilecekken her şeye kaldığı yerden devam ettiren. Oysa bütün zamanımız bir anda sadece bugünden ibaret olsaydı The Groundhog Day filmindeki gibi belki de biz de biraz biraz değiştirmeye başlardık hayatımızı. Bütün pişmanlıklarımız bir anda tokat gibi, yüzümüze çarpabilirdi. Filmde Phil karakterinin yeniden ve yeniden yaşadığı tek bir günden sonra etrafında olup da umursamadığı insanlara, sonradan değer vermediği için pişman olması gibi... En azından ben filmi izlerken dahi bütün pişmanlıklarım gözlerimin önüne geldi, bütün o gerçekleştirmeyi çok isteyip sırf korktuğum ve çekindiğim için yapmaktan vazgeçtiğim şeyler. Ya da sadece kendi bencilliğim yüzünden kırdığım, incittiğim arkadaşlarım, annem ve babam geldi aklıma. Meğer zaman kavramı ne önemliymiş ve ne kadar büyük bir yere sahipmiş hayatımızda. Her gün baktığımız saatler, tarihler bize ne çok şey anımsatıyorken biz onun farkına bile varmıyormuşuz aslında. Bütün bu bencilliğimiz, diğerlerini görmezden gelişimiz, kendi dünümüze hiç bakmayıp yarınlarımızı yaşamaya çalışmamızdanmış. Hatta yarınlarımızı da ertelememizdenmiş. Şu dünyada her şeyden önce gelmesi gereken insanın kendi zamanıymış. Dönüp bakmamız gereken annemizin, babamızın ya da bir başkasının değil sadece bizim zamanımızmış. Kendi zamanımızın bilincinde olarak yaşamayı öğrenebildiğimiz zaman belki de bu dünya daha güzel bir yere dönüşecek. İşte o zaman insanlar bencil olmayı istediğigibi bir hayat yayamayışının sebebini başkasında aramayı bırakıp, pişmanlıklarından kurtulmayı başarabilecekler. Kaynakça The Groundhog Day
Sensiz Ben Yıllar sonra artık hep beraberiz; sen Aşiyan Parkı’nda o çok sevdiğin Rumelihisarı eteklerinde oturmuş, elinde şiir karaladığın defterin, bana bakıyorsun, uçsuz bucaksız mavi rengimle, balıklarım, martılarım ve dalgalarımla ben de sana ! Ne çok sevmiştin sen beni, tutkundun benim kokuma, yosun kokusu hep dudaklarında; senin, sevdiğinin, harbe giden sarı saçlı çocuğun. Liman deyince aklına direkleri getirirdin, açık deniz deyince de yelkeni…. Benimle uğraşmayı severdin, ben de seninle, hatta bana bakan odanda tavanına yansıttığım ışıltı bile kızdırmaya yetmişti seni, konu etmiştin bana yazdığın şiirinde... Benimle olduğunda mutluydun, ben senin hayallerini resmediyordum... Elifbanın yapraklarında kurşun kalemle kırmızı bayraklı gemiler çiziyordun… Hatırlıyor musun bir yelkenin olup, sana sunduğum uçsuz bucaksız diyarlara gidip, yeni limanlar keşfetmeyi istemiştin; sırf bağlı olduğun yerden kurtulmak için…O zamanlar hayata daha iyi bakıyordun; umutluydun, ömrünün sana sunduğu güzellikleri görebiliyordun, güzel havalarda ekmekle tuz götürmeyi unutmuştun bir kere evine, hatta cesur davranıp evkaftaki memuriyetinden bile istifa etmiştin… Arkadaşların Oktay Rıfat’la Melih Cevdet gıpta etmişlerdi sana…. Ne de olsa saat dokuzda, saat on ikide, saat beşte siz sizeydiniz hep caddelerde... Bir demli çay bile yüzünü güldürmeye yetiyordu. Baktığın her şey anlamlıydı; hava da güzeldi, oğlan çocuk da… Âşıktın tabii o zamanlar… Hepimiz gibi sevdiğini düşünmeden edemiyordun. Uykusuz kalıyordun, senin de düşüncelerin olmuştu, çok sevdiğin salatayı bile aramıyordun… Sormuştun bana “ben böyle mi olacaktım” diye… İçin pırpır ederdi, güneş vurmuş bir şekilde içine, kuşlara yapraklara dönüşürdün... Sonra evlendin, olmadı, götüremedin evliliği, ayrıldın. Eski karını rüyanda gördüğünü söylediğinde onu aslında hâlâ sevdiğini anlamanı ben sağlamıştım yine bir dertleşme zamanımızda… Aşklar, sevdalar gelir geçer dedin ama kadınsız da hiç yapamadın…. Dedikodun bile çıkmıştı; Süheyla’ya vurulmuşsun, Eleni’yi öpmüşsün, Melahat’ı da almış Alemdar’a götürmüşsün diye ! Ne oldu sonra kaybettin bu tılsımı; bütün güzel kadınları kandırdın… Onlara şiir yazdığını sandılar oysa sen sadece iş olsun diye yaptığını söylemiştin bana... Ondan sonra da bir daha o gerçek aşkı yaşamadın, yavaş yavaş yitirdin hevesini, yaşam enerjini, gençliğini… İttin kendini bir yalnızlığa, yoksulluğa, küstün hayata ! Bir melankolik hava içinde yazdın durdun şiirlerini… Geçmişi düşündün hüzünlendin, gençliğini düşündün hüzünlendin, yitirdin umutlarını… Rüyalarında gördüğün allı pullu gemilere ağladın, dünyaya bir midye kabuğunun aralığından ilk bakan sen olarak beni hep çok özledin, aslında arkama saklandın, sığındın… Kendini zavallı gibi düşünmek istedin, kabul etmek istemedin Ankara’nın da güzellikleri olabileceğini… Sonra bir gün Gemlik’e doğru beni gördüğünde mutlu oldun ama bu mutluluk eski mutluluğun değildi artık, beni bir kaçış, bir kurtuluş yeri olarak görmeye başlamıştın. Kendini bu yalnızlığın içinde daha da ölüme yakın hissettin; ölünce kirlerinden temizleneceğine, hatta iyi adam olacağına bile inandırdın. Ölümden sonra neşelenmek için bir şarkı bile yazdın ve bana okudun yine dertleştiğimiz bir akşam… Senin için gerçekten endişeleniyordum; gün doğmadan bana atlayacağını, geride bekleyeninin olduğuna aldırmadığını, her yerde hürriyet olduğunu söylemiştin. Ben ise şaşkın şaşkın seni dinlemiş, artık ne o eski şakacı deniz olabilmiştim ne de seni benden koparabilmiştim.Çok erken kaybettik seni. Daha 37 yaşındaydın. Cahit Sıtkı’nın tabiri ile yolun henüz yarısındaydın. Şimdi ebedi bir hürriyette benimlesin; o çok sevdiğin balıklarla, martılarla, deniz kokusuyla... Kendini tarif ettiğin gibi evvela adamdın be Orhan Veli! Ama ne lüzum var hepsini şimdi sıralama, sen hayatta olmadıktan sonra... Seni değil, sen şiirlerini yaşadın. Şimdi sadece İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı, dinmiş lodosların uğultusu içinde…. 525 Kelime
22303886 Salih Emirhan Ataman Asla Değişmeyiz, Dönüşürüz Her insan, hayatının bir noktasında değişmek ister. Kimileri geçmişten kurtulmak, kimileri geleceğe daha sağlam adımlarla yürümek için değişmek ister ancak mesele değişmek değil, aslında neye dönüştüğümüzdür. Çünkü Adam Phillips’in Değişmeyi İstemek Üzerine denemesinde dediği gibi: “Asla değişmeyiz, dönüşürüz.” (Phillips,36) Dönüşüm, insanın kendisiyle yaptığı en derin yüzleşmelerden biridir. Bu yüzleşme çoğu zaman acı verici ve insanın uzak durmak istediği bir süreçtir. Çünkü dönüşüm yalnızca yeni bir kişiliğin inşası değil, aynı zamanda eski bir kişiliğin yıkımıdır. "Dönüşüm sembolik bir cinayettir." (Phillips,55) Bir parçanın ölmesi gerekir ki yenisi doğabilsin. İnsan bu içsel yıkım sürecini yaşarken dönüşümün yalnızca bireysel değil, aynı zamanda çevresel etkilerle de şekillendiğini fark eder. Çünkü dönüşüm yalnızca içten gelen bir arzunun sonucu değil, aynı zamanda maruz kalınan koşulların bir tepkisidir. Bu noktada kim olduğumuz kadar nerede, kimlerle ve hangi atmosferde var olmaya çalıştığımız da önem kazanır. Adam Phillips’in ifadesiyle: "Farklı kişiler ruhsal gelişimleri için farklı koşullara ihtiyaç duyarlar ve bitki çeşitleri gibi aynı fiziksel atmosferde ve iklimde sağlıklı bir şekilde aynı ahlak içinde var olamazlar."(Phillips,25) Üniversiteye geçtiğimde bu sözü çok daha iyi kavradım. Aynı sınıfta, aynı hocayı dinleyen, aynı şehirde yaşayan insanlar olarak aslında bambaşka dünyaların çocuklarıydık. Ben, Etimesgut’un getto sayılabilecek bir semtinden buraya türlü zorluklarla gelmiştim. Bazılarının dönüşümü ise bu kadar çetin şartlar altında gerçekleşmemişti. Yine de yaşadığım zorluklara karşı bir isyanım yok. Çünkü onlar, beni ben yapan en temel unsurlardı. Peki biz neye dönüşüyoruz ve neden? Adam Phillips tam da bu sorunun altını çiziyor: "Dönüşüm yaşayarak uzaklaşmak istediğimiz şey nedir ve dönüşüm gerçekten işe yarayabilir mi?"(Phillips, 77) Bu soruyu kendime sıkça sordum; neye dönüşmek istiyordum? Uzaklaşmak istediğim şeyin ne olduğunu bazen tam olarak bilemiyordum. İçimde, sürekli bir ağırlık vardı: yer değiştirme arzusu, başka bir yerde, başka bir biçimde var olma isteği. Etimesgut’ta zor bir çocukluk geçirmiştim ve tüm travmalarım osokaklarda, o mahalledeydi. İşte bu yüzden bir an önce oradan kaçmak, o geçmişten uzaklaşmak istiyordum. Ancak kaçışın ardında daha farklı bir versiyonuma ulaşma isteği vardı. Bu arzu, beni içsel bir dönüşüm sürecine itti ve farkında olmadan o dönüşümün bir parçası oldum. Dönüşümüm, dışarıdan bakıldığında başarı hikâyesi gibi görülebilir. Lakin iç dünyamda bu süreç bir yıkım ve yeniden inşa hâliydi. Geçmişle bağımı hiç koparmadım ama o bağa artık başka bir yerden bakıyorum. Ne kadar kaçmak istesem de yaşadığım mahalle, çocukluğumun geçtiği sokaklar, kalbimde hâlâ sıcak bir yer tutuyor. Oradan çıkmış olmak, orayı unuttuğum anlamına gelmiyor. Aksine kim olduğumu ve nereden geldiğimi hatırlamak bana her zaman yön veriyor. Bazılarının dönüşüm süreci daha sessiz, daha pürüzsüz olabilir. Ancak benimki çetrefilli ve yer yer sancılıydı. Yine de bu sancılar olmasaydı ne kadar güçlü olduğumu bu kadar erken fark edemezdim. Kendimle kavga ettim, sustum, yeniden konuştum. Bazen kendime mesafe koydum, bazen yeniden yaklaştım. Ama hep hareket hâlindeydim. Hep dönüşümün içinde bir yerlerdeydim. Şimdi geriye dönüp baktığımda, her zorluk bir öğretmen gibi geliyor bana. Her başarısızlık, her eksiklik, beni bugünkü hâlime yaklaştıran duraklar gibi. Belki daha farklı şartlarda büyüseydim, daha rahat bir hayatım olsaydı, bu kadar erken dönüşme ihtiyacı hissetmezdim. Ama hayat bana başka bir yol sundu ve o yol, beni ben yaptı. 13 yaşında zorluklarla mücadele eden tombul çocuk, 21 yaşındaki hâlini görse o zorlukları çekerken bu kadar şikayetçi olmazdı. Dönüşüm sürecim ne kadar sancılı ne kadar uzun olsa da yolun sonunda çektiğim acıların buna değdiğini düşünüyorum. Bu yüzden ne geçmişime kırgınım ne de bugünüme kibirliyim. Her şey olması gerektiği gibi aktı belki de. Bugün kim olduğumu daha net görebiliyorsam bu dönüşümün dürüstlüğü sayesindedir. Çünkü artık biliyorum: değişmedim, dönüştüm. Kaynakça Phillips, Adam. Değişmeyi İstemek Üzerine. Ayrıntı Yayınları, 2023. Baskı
Mustafa Selçuk Öztürk Rüyadaki Pencere Hepimiz hayatımızın bir anında zorlanırız ancak hepimiz buna aynı şekilde tepki vermeyiz. Bazılarımız ısrarla tekrar tekrar dener, bazılarımız ise hemen pes eder. Ancak zorluklar karşısında hemen hemen hepimizin kullandığı en etkili yöntem kendimize hikâyeler söylemektir. İnsanların inandığının aksine hikâyeler bizi gerçeklikten koparmaz, sadece başka bir gerçekliğe götürür. Hikâyeler ile normalde gidemeyeceğimiz yerlere gider, normalde yapmamıza imkân olmayan şeyleri yaparız. Onlarla Everest’in tepesine de çıkabilir, Mariana Çukuru’nun en dibinde de bulunabiliriz. Hikâyelere sadece zorluklar karşısında başvurmayız. Onları istediğimiz zaman ortaya çıkarabiliriz. Hayatımızın bir parçası olan toplu taşıma araçlarında bile. Saatlerce beklediğimiz otobüse binince cam kenarına oturup kulaklığımızı takıp en sevdiğimiz müziklere dalıp varmak istediğimiz yere bir an önce varmayı isteriz. Bu yolu kısaltan en önemli şey hikâyelerdir. Kafamızda şekillenmeye başladıkları an onları durdurmak çok zordur, en uzun yolları bile göz açıp kapayıncaya kadar gitmemize olanak sağlarlar. Hikâyeler kendi özel alanımızdır, içerisine girmesini istediğimiz her şeyi sokabiliriz. Yazdıklarımızı başkalarıyla paylaşmak zorunda da değilizdir, paylaşsak bile kimse bizi yazdıklarımızdan dolayı eleştiremez. Hikâyelerde doğru veya yanlış yoktur, sadece ben vardır. Benim istediğim benim istediğim şekilde olur, başka bir durum söz konusu değildir. Her bir hikâye bizim mutlak hakimiyet sahibi olduğumuz küçük krallıklar gibidir. Hikâyelerin sahibi biz olsak da konusu her zaman biz olmak zorunda değilizdir, hatta konu çoğu zaman biz bile değilizdir. Konu biz değilsek ne olabilir diye düşünmemize bile gerek yoktur çünkü evrende var olan hatta var olmayan her şey konumuz olabilir. Bize hersabah günaydın diyen komşumuz bir hikâyemizin konusudur, Mars’ta yaşayan ve varlığı insanlar tarafından henüz tespit edilmemiş uzaylılar ise başka birinin. Herhangi bir kısıtlama olmadan istediğimiz her şeyi yazabiliriz. Bir zaman kısıtlaması da yoktur, istersek peşimize dinozorları takıp gezeriz, istersek Jüpiter’e ayak basan ilk insan oluruz. En eğlenceli hikâyeler sonunu bilmediklerimizdir. Yanımıza her sabah oturan kişinin sabah duş alıp almadığını söyleyebiliriz veya giyimine göre iyi bir işte çalışıp çalışmadığını. Ellerindeki yara izlerine bakarak bir kedisi olduğunu tahmin edebiliriz, gözlerinin altındaki morluklardan tüm gece çocuğuna baktığı için uykusunu alamadığını da. Akşam eve dönerken elindeki çiçeği evlilik yıl dönümü olarak da yorumlayabiliriz, karısının kalbini kırdığı için af dilemek amaçlı küçük bir jest olarak da yorumlayabiliriz. Aslanda onları tanımadan onlar hakkında fikir sahibi oluruz. Bir şekilde kendimizi onlara yakın hissederiz. Hikâyelerimizde onlara da yer veririz. Otobüse binmeyince endişelenir, kendi durağı olmayan bir durakta inince şüpheleniriz. Bunlar hep hikâyeler sayesinde olur. Hikâyelerimi sadece biz şekillendirmeyiz. Onlar başka insanların hayatlarına açılan pencerelerdir, bu insanlar bazen kafalarını bu pencerelerden içeri uzatırlar. Bu insanlar yani çevremiz bizim hikâyelerimize katkıda bulunarak bizi oluştururlar. Sonuçta bizi biz yapan , hikâyelerimizdir, biz onları onlar bizi şekillendirir. Sonuçta ortaya “BENİM” diyebileceğimiz bir benliğimiz oluşur. İnsanoğlu aslında bu hikâyelere çoktan bir isim vermiş bile. Hayal. Rüya. Hangisini tercih ederseniz. Özünde ikisi de aynı şey, her zaman istediğimiz şeylerin bilinçaltımız tarafından bize gümüş tepside sunulması. Kimi için bir kaçış kapısı, kiminin korkulu rüyası. Ne olursa olsun onlarsız yaşayamayız, onları hayatımızdan atmak için çok geç kaldık bile. Eğer bir şekilde bunlarsız bireyler yetişirse sonumuz gelmiş demektir çünkü hepsi birbirininaynısı olan kişilerle insanlık asla ilerleyemez. Biz onlarsız yapamayız, onlar bizsiz. Bu yüzden hayal edin, hayal edin ki kendiniz olun.
Eksik Miyiz İnsan Mı? Pek sevmem aslında şiir okumayı falan. İlgim yoktur bir şiir kitabını okuyup içindeki aşk hikâyelerinde boğulmaya veya onlardan ders çıkarmaya. Oldum olası hiç inanmamışımdır bir kitaba, şiire veya şarkıya yansımış olan hikayelerin herkesin hayatıyla denk tutulabileceğine. Fakat bir gün, sevdiğim bir dizinin Hırsız Yavuz karakterini oynayan Osman Sonant’ın seslendirdiği Palyaço şiiriyle karşılaştım. Bu şiir ne bir aşk hikayesinden alıntıydı ne de bir aile faciasından. İnsan değil, insanoğluydu bu şiir; hepimizdi, herkesti. Bir şeylere sahip olduğunda hep kazandığını görür insan. Sahip olduğu şeyin ne olduğu önemli değil; soyut, somut, maddi veya manevi... Hep kendisinin arttığını görür. Çocuğu olduğunda, âşık olup ilişki kurduğunda veya üniversiteyi kazandığında kendisinden bir şeyler eksildiğini göz ardı eder. Aslında kazanç dediğim şey insanı mutlu eden, insanın hayata karşı tutumunu düzenleyen ve daha iyisi için umut büyütmesine vesile olan muhteşem bir dopingdir. Bunlar gibi hayatı güzel gösteren oluşlar dururken, insan kazancın kendini eksilten taraflarını varsaymaz. Kimse de birbirini bardakta dudak payı olsun diye bırakılan boşluğu göremediği için eleştiremez. Ama öyle bir gün gelir ki çocuğundan asla beklemediğin bir hareketle karşılaşırsın. Mesela onu sigara içerken görürsün veya okuldan devamlı kaçtığını öğrenirsin. O çok sevdiğin, hayat arkadaşım dediğin insanın senden sakladığı kötü huylarını öğrenirsin ya da daha kötüsü aldatıldığını hissedersin. Koca bir yıl çalışıp büyük heves ve umutlarla kazandığın üniversitede, en önemli sınavını trafik yoğunluğu yüzünden kaçırırsın ve okul bunu telafi etmene izin vermez. Bu durumlara genel olarak “ömür törpüsü” derim ben. İnsanlar kendilerine bitmeyecekmiş gibi gelen ama gayet de kısa olan ömürlerinde bu olayların onları törpülediğini hissetmezler. Üstünden birkaç yıl veya daha az zaman geçer, ve unuturlar. Çünkü bu ömür törpülerinin geldiği yere; yani çocuklarına, sevdiklerine ve okullarına büyük bir şevkle bağlıdırlar. Bilirler ki sahip oldukları şeyin götürüsünden çok getirisi vardır kendilerine. Buradaki asıl sorun şu: Bu insanlar kazançlarının kendilerine yaşattığı ihanet duygusunu kimseye anlatmazlar, anlatamazlar. Bir ebeveyn herhangi bir tanıdığına çocuğunun sigara içtiğini anlatırsa, karşısındaki insanın çocuğu değil de ebeveyni yargılayacağını bilir. Aldatılan bir âşık insanların ona acıyacağını bilir. Üniversitede okuyan bir öğrenci sınavını trafik yüzünden kaçırdığını birilerine anlatırsa kimsenin ona inanmayacağını, kaldığı için bahane uydurduğunu zannedeceklerini bilir. Dolayısıyla ömür törpüsüne maruz kalan insanlar, yaşadıklarını birilerine anlatmadıkça eleştirilmeyeceklerini, yani eksilmeyeceklerini düşünürler. İşte bu durum saçma geliyor bana. Çünkü insanlar kendilerini eksiltenin dışarıdan gelen eleştiriler değil, Turgut Uyar’ın “palyaço” dediği ve benim “iç ses” olarak gördüğüm kalpleri olduğunu bilmiyorlar. Açıkçası ben her insanın hayatında ömür törpülerinin olduğuna inanıyorum. Dünyada her şeyi mükemmel giden hiçbir hikaye ile karşılaşmadım şu yaşıma kadar. Karşılaşacağımı da hiç zannetmiyorum. Fakat ne zaman insan kendi kazancından bir tokat yese, kendi iç sesi bunun bir eksiklik olduğunu kişiye söyler ve sanki ondan başka hiç kimsede eksiklik yokmuş gibi insanın ömrünü o anda törpülemeye başlar.Kazançlarına olan bağlılıkları sayesinde belli bir zaman sonra akıllarından çıkarabilirler eksikliklerini. Ama bence önemli olan akıldaki değil kalpteki yeridir. Akıl kendini yenileyebilir ama kalbimiz bunu yapabilecek bir mekanizmayla yaratılmadı. Eksikliklerin tamamen bitirilebileceğini zannetmiyorum çünkü insan sosyal bir varlıktır ve her zaman kazanç ve kayıpları olur. Fakat bunu azaltmanın, en azından acısını hafifletmenin tek yolu o çok korktuğumuz insanlarla paylaşmaktır. Bırakın insanlar sizi eksiklerinizle bilsinler. Eğer karşınızdakinin ömür törpüsü olmadığına inanıyorsanız, ki bence böyle bir insan yok, inançlarınıza liderlik yapan insanların hayatlarından örnek alın. Göreceksiniz ki hepimiz insanız ve kendi yanlışlarımızla dize getirilerek büyüyoruz. Eksiklerimizden ders alıp ya yolumuzu değiştiriyoruz ya da öğütler vererek yakınlarımızın yoluna sokak lambası oluyoruz. İnsanoğlu ister inansın ister inanmasın, eksikliklerimiz alçak insanlar olduğumuzu göstermez. Eğer öyleyse de hiç problem değil; herkes alçaktır biraz. Özge GÜNGÖR Fotoğraf: nobodylovesnone.blogspot.com.tr
Sahil Kıyısında Ölüm Caruso, beni her dinlediğimde etkileyen, hüzünlediren nadide parça. İnsanlar onu bir opera klasiği olarak tanıyor çoğunlukla. İlk dinleyişinizin ardından neden bir klasik olduğunu anlamak zor olmuyor. İster İtalyanca versiyonunu, ister Fransızca versiyonunu dinleyin; Caruso’nun sözlerini anlamadan yüreğinize işliyor oluşu onu bir klasik yapmaya yetiyor. Ancak, ifade ettiği gerçeği, sözlerinin anlamını öğrendikçe Caruso’nun değeri bir kat daha artıyor. İnsanı daha da etkiliyor, duygulandırıyor. Çünkü, Caruso aslında bir adamın bu dünyaya vedasını anlatıyor. İnsan genelde öleceği ihtimalini hep göz ardı eder. Öyle ki kimi zaman sonsuza kadar yaşayacağımı hissediyorum. İçimdeki hayat enerjisi, sahip olduğum hayaller… Bunların hepsi ölüm gerçeğini kafamdan atmak, ölümü sanki bir musibetmişçesine kovalamak için birlik ediyorlar. Ben de pek çoğumuzun yaptığı gibi ölümü unutmayı seçiyorum. Ancak unutmak önemli bir konuda çok aciz kalıyor. Ölüm gerçeğini değiştiremiyor. Caruso’yu her dinleyişimde aklıma işte bu gerçek geliyor. Enrico Caruso’nun o son gecesinde avazı çıkana kadar şarkısını bağırması, bu hayattaki son şovunu sergilemesi bana ağır geliyor. Çok parlak başlayan hayatı, ondan en kıymetli hazinesini yani sesini aldıktan sonra bile hayata onu sevdiğini haykırması beni kendimi düşünmeye zorluyor. “Acaba” diyorum kendi kendime. “Her ne yaşarsam yaşayım, sonunda bana sunduğu fırsatlar için hayatı sevecek kadar güçlü olabilir miyim?” Caruso’nun o genç kadını kucakladığı sahilde onu izliyorum. Tepesine binmiş ölüm gerçeğiyle yüzleşen, aslında yapayalnız o adamı görüyorum. Ona hayata karşı hâlâ nasıl güçlü durabildiğini, mutlu olabildiğini sormak istiyorum. Sahilde rüzgar eserken, usul usul hareket eden balıkçı teknelerine bakıyorum Caruso gibi. Onun gibi benim de gözlerim doluyor, anlamıyorum. Yarın bu dünyada olmayacak, gidecek olan kişi ben değilken bile Caruso gibi için için üzülüyorum. Yaşamayı seviyorum ve ona nasıl veda edilmesi gerektiğini bilmiyorum. Caruso’nun “Seni seviyorum!” diye her haykırışında daha çok sallanan balıkçı tekneleri gibi ben de titremeye başlıyorum. O genç kadına bakıyorum. Onun da Caruso gibi ölümle yüzleştiğini görüyorum. Gözlerindeki hüznün yanı sıra bir sis perdesinin ardında parıldayan öfkeyi görüyorum. Sevdiği adamı elinden alacağı için ölüme olan öfkesini görüyorum. Daha önemlisi hiçbir şey yapamadığı için kendine duyduğu öfkeyi görüyorum. O da bir an beni görüyor gibi oluyor. Gözlerime sanki yardım istercesine bakıyor. Sevdiği adamı kurtarmak için yardım dilemediği bir gerçek. Bunu gözlerinde görüyorum. O da benim gibi biliyor ki kimse ölüm karşısında duracak kuvvete sahip değil. Onun istediği yardım, nasıl alışacağını öğrenmek. Yanında sevdiği olmadan bu hayatta nasıl güçlü duracağını, nasıl hayatı sevmeye devam edeceğini bulmak istiyor. Ben de cevapları bulamıyorum. Anlıyor. Başını eğip, uzun uzun Caruso’ya bakmaya başlıyor. Bir daha göremeyeceği bu adama, bu son akşamında yüzünün her detayını ezberlercesine, sesinin her tınısını zihninin derinliklerine kaydedercesine bakıyor. Bu genç kadını, Caruso’yu ve ölümü o sahil kıyısında bırakıp uzaklaşıyorum. Daha fazla hüzünlenmek istemiyorum. Caruso her dinlediğimde beni tekrar o sahil kıyısına, buluttan süzülen ay ışığının aydınlattığı o geceye götürüyor. Balıkçı teknelerini görüyor, Caruso’nun sesini duyuyor, rüzgarı yanaklarımda hissediyor gibi oluyorum. Her seferinde o genç kadına bakıyor ve hüzünleniyorum. Belki zamanla o genç kadına yardım etmenin, sorularını cevaplamanın bir yolunu bulurum umuduyla yaşamaya devam ediyorum. Caruso gibi bu hayatı sevmeye, hayata minnettar olmaya çalışıyorum. En önemlisi ölümden korkmamaya çalışıyorum. Çünkü; ölüm, doğmak, büyümek, yaşamak gibi bir gerçek. Bu gerçekleyüzleşirsem Caruso gibi hayata güzel veda edebileceğimi biliyorum. Her dinlediğimde şarkı sona ererken hayatla son karşılaşmamı onun gibi yapabilmeyi diliyorum. Çünkü, biliyorum ki insan yalnızca bir kere yaşayabiliyor, bir kere bu hayata veda edebiliyor. Sonuçta bize tüm verdikleriyle hayat, güzel sonlar hak ediyor.Kaynakça Bocelli, Andrea (2015, Ekim 23). Caruso - Live From Piazza Dei Cavalieri, Italy / 1997 [Video Dosyası]. https://www.youtube.com/watch?v=6iBjxRy8acQ adresinden elde edilmiştir.
Doruk UĞURER 21202796 Geçmişe Yolculuk Erken kaybettiklerimi bana tekrar tekrar hatırlatan bir kitap oldu. Okuduğum her öyküde ayrı ayrı hayıflandım hayatın acımasızlığına. Her 8 ayrı hikayenin kahramanı da ergenlik çağındaki erkek çocuklardır. Bundan dolayı belkide erkek çocukların hayatına çok güzel girmiştir yazar. Aynı zamanda hikayelerin geçtiği yerleri öyle güzel betimlemişki Emrah Serbes kendimi olayların geçtiği yerde zamanda hissetim kendimi; ağustosun atlet çıkartan sıcağında, nisan yağmurunun eşliğinde. Her öyküye başladığımda onun romana dönüşmesi dileğimin yanında aynı zamanda öyküyü bir çırpıda okumayayı isteyerek kendi içimde çatıştım. Erkek çocuğu olduğum için öykülerin her birinde çoçukluğumun anıları canlandı. İlk aşık olduğum zaman, arkadaşlarımla tartışmalarım, anne ve babamla gereksiz kavgalarım. Duygusal olduğumu bir kez daha hatırladım. Her anımın canlanmasıyla daha çok okumak istedim, daha çok okudum; okudukça çocukluğumdan kalan esintiler arttı ve birde baktım ki kitap bitivermiş. Öykülerin çoğunda 10 yaşına yeni basmış melankolik çocuklardan bahsetmekte Emrah Serbes. Çoğu öyküde kahramanlarımız kendinden büyük olsun küçük olsun bir kıza içten içe aşık oluyorlar. Genellikle açılamayıp aşklarını efsaneler gibi anlatıyorlar. Bazen de açılıp olumsuz yanıtlar alıyorlar. Belkide bu yüzden kitabın ismi erken kaybedenler. Genellikle öyküler kahramanları kazananları anlatır çünkü herkes sever kahramanlarla ilgili şeyler okumayı ancak Emrah Serbes adete madalyonun öteki tarafına ışık tutuyor. Bunları sokakta her gün duyabileceğimiz bir dille bol bol küfürle anlatıyor. Topu kesilen çocuk kesen adama hiç çekinmeden saydırabiliyor öykülerde. Belki de bu yazarın anlattıklarının gözümüzde daha net belirmesini sağlıyor. Öykülerin hiç birinde nezaketten bir eser göremedim özellikle mahallenin küçük çocuklarından. Şiirsel bir dil, imgelerden olışan anlatımlar; bunların hiç biri olmadan çok güzel hikayeler yazılabileceğini çok iyi göstermiş Emrah Serbes Kitabi okudukça pragmatizmle, materyalizmle alakası olamayan çocukluğum geldi aklıma. Karşılıksız sevgilerim, umarsizca eğlendiğim günler, ölüm hakkında en ufak bir fikrimin bile olmadığı, tek amacımın arkadaşlarımın bilyelerini almak olduğu, babamdan her kaçtığım zaman annemin bacaklarına sarıldığım günler.. işte okudukça bu yazdıklarım gelecek aklınıza. Hayatınızdaki en büyük problemin tatile oyuncak mi büyük bir kova mi götürceğiniz olduğu, jelibonunuzun yere döküldüğü için ağladığınız günler.. küçüklüğümüzden yüzümüzü güldüren, gözümüzü dolduran günlerden.. Geçmişe bir yolculuk yapmak istiyorsanız ‘Erken Kaybedenler’ bu yolculuğun en güzelbiletlerinden. Bir kaç saatliğine de olsa erkeklerin çocukluklarında kaybolmaları iyi hissetirecek kendinizi. Açık bu betimlemelerle kendinizi kaptıracaksınız kitaba çayınıza düşen bisküviyi kurtaracak bir kahraman arayarak. Kendinizi karşı koyamayacağınız yüzleşmelerle karşı karşıya bırakacak. Ergenliğinize dönerken gülmekten hakim olamıyorsunuz yanak kaslarınıza. Bir de bakıyorsunuz dalmışsınız kitaba, sizde küçük kahramanlarla küfür ediyorsunuz, birlikte eğleniyor, birlikte tokatları yiyorsunuz. Üzgünlükleri ve pişmanlıkları unutarak.. Kitabın en güzel özelliği bu bence. Fazlasıyla kendinizi öykülerin içinde buluyorsunuz, kayboluyorsunuz adeta. Biraz korku, biraz hüzün ve fazlası ile kahkahayla. Özellikle üçüncü öyküyü okuduğumdan sonra dakikalarca güldüm. Gülmem bittiğinde tekrar okuyup tekrar güldüm aslında yazan çoğu şeyin bizim başımızdan da geçtiğini hatırlatan kitaba. Bu kitabi özellikle genç bayanlara tavsiye ediyorum. Karşı cinslerinin çocukluğunu en iyi şekilde bu kitapla görebilirler ve belki kadın-erkek ilişkilerinide olumlu etkileyebilir. Mesela erkekerle aralarındaki sorunların yine farklı kadınların açtığı yaralardan kaynaklandığını görebilirler. Aynı zamanda bu kitap babama, dayıma, amcama, dedeme verebileceğim en güzel hediyelerden birisi olabilir bu. Hayata bir sıfır geride başlayan ya da adaleti olmayan bu yarışta baştan kaybeden gençlerin bulunduğu Emrah Serbes’in kitabı.
BENİM TATLI HIRSIZLARIM Bir eşya, bir koku, bir ses, bir gülüş, bir bakış, hissettiğimiz her nokta bir anı. Eski bir kıyafettir "anı". Giyeriz, onunla gezer, çıkarır, yine yerine koyarız. Bizden sonra bizden kalan bir eşya olur, arada bir ona bakarlar, yâd ederler, sanki sahibi karşılarındaymış gibi konuşurla onunla. Bir başka kişiyle yaşanmış, başka bir hayat vardır anılardan oluşan. Ve insanların hayatlarına dokunuruz kendi anılarımızla, yeni anılar meydana getiririz başkalarının hayatlarında. Peki biz onların anılarını mı almış oluyoruz böylece ellerinden? Yaşamlarından bir parça mı çalıyoruz onların hayatlarına değerek? “Anı Hırsızı” mı oluyoruz her birimiz bir başkasının hayatında bir dakikalığına bile yer edinsek? Anılar, bizden bağımsız bir birey gibi olurlar zamanla. O kadar özgürdürler ki pılılarını pırtılarını bir bavula koyar ve giderler süreleri dolduğunda. İnsanlar da yapar bunu zaman zaman. Başka birinin hayatına dokunuruz. Süresinin önemi yoktur, yerinin önemi yoktur. Sadece dokunur ve taze bir anı bırakırız başka birinin aklında. Belki iyi bir hatıra bırakmışızdır onda, her anımsadığında bizi tebessüm eder. Buruk bir tebessüm olur belki bir daha tekrarı olmayacağı için ama en azından hafızasından silinmeyecek güzel bir yerimiz olmuştur onda. Bazen de kötü anılar bırakırız insanlarda ve pişman oluruz hayatlarına girdiğimiz için; suçluluk duyarız. Neden suçluluk duyarız peki? Yerini güzel hatıralarla doldurabilecekleri çiçekli anıları bir köşeye savurup yerine diken diktiğimiz için mi? İyi kötü fark etmez. Başka birine kattığımız her bir anı yeni bir değer, yeni bir tecrübe, yeni bir bakış açısı, yeni bir anlam o insanın hayatında. Bir başkasını hayatına girdi diye suçlamak, ona anımsadığında gözlerinin dolmasına sebep olan anılar bıraktığı için pişmanlık duymak sadece kaçış yolu olur yaşanmışlıklarımızdan. Anılar kendilerine ait kokularıyla, tatlarıyla, tebessümleriyle, hüzünleriyle, pişmanlıklarıyla tutunurlar insana. Kimsenin kimseden alamayacağı belki de tek şeydir ve prangalarımızdır her birimizin. En özel ve güzel tarafı sadece sana aitlerdir. Bu kadar özgün bir şeyi bize hediye ettiği için nasıl suçlarız bir başkasını şimdi? Veya biz nasıl suçlu hissederiz kendimizi bir başkasının hayatından güzel dakikalarını çaldığımızı düşünüp? “ Sanki bütün hücrelerim,benim yüzünden acı çeken insanlarıbulup getirmek için kıvranıyor.Daha bir gün bile geçmemişken bu denli karanlığın içine bürünen ben,zaman geçtikçe daha da saplanacağımı biliyor ve aciz vücudumun toprağa karışmasını, yeryüzünde ölü gibi yaşamaktan daha mantıklı buluyorum.” Fakat ben mutlu oluyorum bir insanın hayatına değdiğimde; mutlu oluyorum bir insanın yarın bir gün beni anımsayacağını düşündüğümde. Anılarını çalmıyorum onun, aksine yeni hatıralar armağan ediyorum ona. İçimde anlar biriktiriyorum mesela bazen fakat anıya dönüşemiyor. Bir sureti başkasında da olmadıkça vuku bulmuyor hiçbiri. O yüzden suçlamıyorum kimseyi hatıralar bıraktı diye bende. Hepsini başımın üstünde taşıyorum, beynimin derinlerinde saklıyorum, göz bebeklerimin içinde tutuyorum, kulaklarımda seslerini çınlatıyorum, burnumda kokularını soluyorum her bir gün. Ne büyük kıymet anılarımız. Keşkesi yoktur, iyi ki denir. İyi ki yaşamışım. İyi ki hatırladığımda beni gülümsetecek, gözden bir damla akıtsa bile tecrübeye dönüşebilecek anılar biriktirmişim. İyi ki bir başkasının tomurcuğu çiçek açmış bende, iyi kötü bir sürü anım olmuş. Suçlamadan suçlanmadan yaşanmışlıklarımızla yaşamasını bilelim. Bugünü canlı tutabilmek için onlara ihtiyacımız var. "Bugün"ün asıl güzelliğini benimseyebilmek için onun anıya dönüşmesi şart. Bir insanın öbür insanda anılar bırakması şart yeni anılara yelken açabilmek için. Sezin Özkara
YAŞ YALNIZCA YİRMİ Otuz beş yaşında değilim, daha yaşlı da değilim ama bu şiirin insanda bazı duyguları uyandırması için yaşınızın otuz beş ya da daha üzeri olmasına gerek yok. Aynı diğer milyonlarca insan gibi yolun yarısında olup olmadığımı da bilmiyorum. Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirinde de konu aldığı gibi yolun yarısında olup olmadığımızı gösteren şey rakamlarmış gibi görünse de, ne yazık ki ömür matematiksel bir hesaplama ile ölçülebilecek kadar basit değil. Ben daha gençliğimin baharında henüz yirmi yaşında olmama rağmen “Otuz Beş Yaş” şiiri dönüp geçmişime bakmama ve bugüne kadar yaşadıklarımı düşünmeme sebep oldu. Ortalama bir insan ömrünü düşündüğümüz zaman yirmi yıl çok uzun bir süre gibi görünmese de öylesine yaşanmışlıklarla dolu bir yirmi yıl ki ben bile şaşırıyorum bu yaşıma kadar onca şey biriktirmiş olmama. Sevinç, üzüntü, heyecan, gözyaşı hepsini ayrı ayrı yaşadığım dolu dolu koskoca yirmi yıl. Dakikalar, saatler, günler nasıl bu kadar çabuk geçmiş olabilir? Kim bilir belki de yıllar sonra Tarancı’nın da şiirinde yazdığı “Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz” diyerek ayna karşısında yılların ne denli hızlı geçtiğini düşüneceğim. John Lennon “Hayat siz başka planlar yaparken başınıza gelenlerdir” demiş. Ömür; planlar yapıp, planlar doğrultusunda yaşamak için öyle kısa ki aslında her dakikayı dolu dolu yaşamak, yaşadığımız her saniyeden zevk alarak yaşamamız lazımken, anı yaşarken bunları düşünemiyoruz. Kum saati gibi geçen koca ömrümüzde, geçmişe baktığımda üzüldüğüm, mutsuz geçirdiğim her an için pişman oluyorum. Ailemiz ve arkadaşlarımızla birlikte sağlıkla geçirdiğimiz dakikalardan daha önemli, daha güzel başka ne olabilir ki? Çevrenizde size değer veren, sizi seven, birlikte vakit geçirmekten mutlu olduğunuz insanlarla hayat ayrı güzel. Sahip olduğumuz bazı şeylerin daha çok kıymetini bilsek ve bu doğrultuda yaşamımızı devam ettirsek ömrümüzün geri kalan kısmında derdin ve tasanın daha az olacağını fark ettirdi bana “Otuz Beş Yaş” şiiri. Yaşadığımız bu hayatta takvimlerle bir savaş içindeyiz. Her geçen gün ömrümüzden yirmi dört saat daha gidiyor ve giden bir dakikayı bile geri geriye getiremiyoruz. Yaşımın da getirdiği sağlıklı yaşantımda, dert ettiğim şeyler yalnızca aile ve arkadaşlık ilişkilerimde yaşadığım sorunlar ya da derslerimde yaşadığım sıkıntılarken bundan birkaç yıl sonra beni nelerin beklediğini bilmiyorum. Belki sağlık sorunlarıyla yüzleşeceğim ve aynı şiirde de olduğu gibi her günün yeni bir sorun çıkaracağını düşüneceğim yeni güne uyanma isteğim yavaş yavaş azalacak. Belki de şiirin aksine otuz beş yaşıma geldiğimde endişelenmek yerine, sağlık sorunlarıyla yüzleşmek yerine yine küçük küçük sorunlarla yüzleşeceğim. İlerleyen yıllarda önümüzde ne bizleri nelerin beklediğini ne de alacağımız nefesin sayısını biliyoruz. Cahit Sıtkı Taranci kendi hayatından yola çıkarak, diğer şiirlerinde de olduğu gibi kendisini rol model olarak aldığı şiirinde ölümü konu almaktadır. Henüz otuz beş yaşında iken kendisini ölüm korkusu sarmıştır. Nitekim otuz beş yaş şiirini yazdıktan iki yıl kadarsonra hayata gözlerini yummuştur. Sanki kendisini neyin beklediğini biliyor gibi, ölüm konusunu işlerken sorunların günden güne artarak onu ölüme sürükleyeceğini düşünürken ölüm onu zamansız, beklenmedik anda yakalıyor. Aynı yaşadığımız hayatta olduğu gibi ölüm korkusu ve ölüm herkesin ortak derdi ve herkesin ortak sonu. Kimse ölümün nerede, ne zaman, nasıl geleceğini bilmeden yaşarken bazılarını beklenmedik anlarda buluyor ölüm. İşte bu yüzden daha öncede yazdığım gibi yaşadığımız her dakika ve her saniyenin kıymetini bilerek yaşamalıyız sayılı nefesimiz olan bu hayatı. Elif YURDEMİ
Ayşın Binnas Yaşa 21501030 İçimdeki Karamsarlık İnsanlar bazen karamsarlık içinde kalırlar. Hepimiz kalırız, yaşadıklarımız zor, ağır, üzücü veya yorucu şeyler yaşarız. Bunların hepsinin sonucunda birçoğumuz karamsarlığa düşeriz. Hayata bakış açılarımız değişir ve daha negatif bakmaya, düşünmeye ve yaşamaya başlarız. Benim de böyle oluyor bazen. Okul, yollar, ödevler, sınavlar derken kendime zaman ayıramadığımı fark ediyorum ve bu beni çok üzüyor. Okul ve ev arasında sadece bir şeyler yetiştirmeye çalışarak sürdüyorum hayatımı. Bu da tabii karamsarlığa itiyor insanı, sadece okul hayatında değil elbette, özel hayatımın da her anında etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta hayalleri bile etkiliyor. Sonuçta insanın hayatını etkileyen herşey sadece somut örneklerde can bulmuyor hayat, aynı zamanda bilinçaltımızda etkileniyor. Eminim ki, gerçek hayatta yaşanılan bazı kötü olaylar sonucu, gece rahat uyuyamama, kötü rüyalar görme, içi sıkılma veya daralma gibi durumları birçok kişi arkadaşlarından, ailesinden veya etrafından duymuştur. Bunları nasıl aşabileceğimiz konusunda kesin bir düşüncem veya çözüm önerim yok açıkçası. Ama aklıma gelen en mantıklı şey aklımıza gelenleri yapmak, yaşamak istediğimiz şeyleri içimizde bırakmamak. Ayrıca biraz cesaret ve risk de lazım gibi geliyor bana. Ya da hayatımızda yapacağımız ufak değişikliklikler de belki çözüm olabilir. Meselâ, eve veya işe giderken yolumuzu değiştirmek, kendimizi yormadan, çok vakit almayan yeni hobiler bulmak, farklı arkadaş ortamlarında bulunmak, evimize bir hayvan almak ve onunla uğraşıp zaman geçirmek vb. şeyler biz farkında olmadan bizi olumlu yönde etkileyebilirler. Hayal kurma konusuna da değinmeden geçemem. Hayalkurmak, düşünmek veya hayatımızla ilgili planlar yapmak bence bizi güçlendirir. Yani aslında ben bazı insanların aksine hayal kurmanın kötü bir şey olduğuna inanmıyorum. Tabiki sürekli değil ama ölçüsünde olmak şartıyla anı yaşamak gerekiyor; çünkü geleceği planlayalım derken yaşadığımız andan vakit kaybediyoruz ve o kaybettiğimiz vakit bir daha geri gelmiyor. Canımız her ne isterse, hiçbir şeyi düşünmeden kimseye bakmadan başıboş hareket edelim demiyorum tabii ki ama monoton hayatımıza biraz renk katabilmeliyiz bence. Yani biz kendiliğinden bir şeyler olsun diye beklersek, o şeyler gelmiyor, tecrübeyle de sabitlenmiş tabii ki bu. Bir de, benim içimden sürekli dışarı çıkıp kaybolasım geliyor. Kaybolmasam bile, tanıdığım bildiğim sokaklar veya yerler olsa da, dışarı çıkmak istiyorum işte. İnsanların arasına karışmak dükkânların adlarını ezberlemek, çalışan esnafları görmek, parkta oturup oyun oynayan çocukları izlemek veya çimlik bir alana yayılıp kulağıma da kulaklığımı taktım mı tamam olur. Bunlar kendileri küçük ama etkileri büyük olan şeyler ve bence denemeye değerler. Çok param olmasa da olur, böyle az az ama tadında olsun istiyorum. Zaten her şeyin fazlası zarar değil mi? Düşünürsek aklımıza daha birçok şey gelebilir, bizi içimizdeki karanlıktan kurtaracak, karamsarlıklığımızdan uzaklaştırabilecek… Ve bazen de sessiz kalıp insanın kendisini dinlemesi gerekir. Mesela ben çoğu akşam ya da gece yaparım bunu, böyle nedense terapi gibi geliyor bana. Yatağıma oturup gözlerimi tavana dikip düşünüyorum. Böyle önce günün özetini geçiriyorum gözümden. Bir bakıveriyorum ki gülüyorum veya gözlerim dolmuş. Sonra ertesi gün yapacaklarımı düşünüyorum, oradan nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde ya geçmişteki hatıralaraya da gelecekteki hayallere gidivermişim. Bu bir çeşit psikolojik seans gibi. Hasta da benim, doktor da. Faydalarını da bolca gördüm açıkası. İnsan kendi kendini mutlu edebilmeli. Hep başkasından bekleyeceğimize belki o aradığımız mutluluğun bir kısmını da olsa kendimizde bulabiliriz.Karamsarlık, iç sıkıntısı, yorgunluklar, depresyonlar, bunalımlar ve nicesi… Hepsi zor ama insanın kendine güveniyle, içindeki yaşama sevgisiyle aşabileceği durumlar. Ben gerçekten böyle olduğuna inanıyorum. Umarım hepimiz içimizdeki karanlıklara açılacak bir pencere bulabiliriz.
Mümkün Dünyaların En Kötüsü Günümüz dünyasındaki çoğu hükümet son derece baskıcı, gözetimci ve otoriterdir. Halkını, insanını sonuna kadar sömürür ve yine de hor görür. Teknolojiyi de insanını gözetlemek için kullanır. Gücü elinde toplayan iktidarlar, insanları tek tipleştirmeye bayılır; farklılık ve asiliğe de hiçbir şekilde imtiyaz vermezler. Bu anlattığım bir distopya olmalıydı esasen, ama distopya ile günümüz dünyasında ciddi bir anlamda fark olduğuna inanmıyorum maalesef. Farkın var olduğuna inanmaya çok isterdim ama şu gerçekliğin de son derece farkındayım ki şu an yaşadığımız dünya mümkün dünyaların en kötüsüdür. Açlık Oyunları'nda Capitol'de yaşayan insanların refah seviyesi yüksektir ve rahat bir hayat yaşamaktadırlar. Lakin diğer mıntıkalarda yaşayan insanlar uzun çalışma saatleri, ölüm ya da sakat kalma riski yüksek iş koşulları ile cebelleşmek zorundadırlar. Kitapta, çalışmak zorunludur; Panem hükümeti bunu kolluk görevlileri ile mecbur kılar. Günümüzde ise çalışmayana hükümet bir şey demeyebilir ama çalışmayan açlıktan kırılacağı için çalışmayı da zaten ister. İkisi arasında da ortak nokta şudur ki çalışmayana ekmek yok. Ben bunu biraz değiştirerek söylemek isterim; sonuna kadar sömürülmeyene ekmek yok diye... Teknolojik gelişmeler, bilimin ilerlemesi biz insanlarda her zaman büyük heyecanlar yaratır. Bu heyecanımızın temelinde var olan şey, hayatımızıkolaylaştıracağına olan inancımızın şüphesiz yüksekliğidir. Teknoloji hayatımızı kolaylaştırıyor bu doğrudur, yanlış olan sadece herkesin aynı şekilde faydalanamamasıdır bu muntazam teknolojiden. Bugünün teknolojisi utilitarizmden uzak bir anlayış sergilemektedir. Modernite öncesinde asiller, günümüzde de elitlere servis edilen; diğer insanlar tarafından kolaylaştırılan bu yaşam şekilleri (teknoloji) tek taraflı olduktan sonra varlığı da manasızdır. Çocuk işçilerin hala varlığını sürdürdüğü bir dünyada istersek ışık hızına ulaşalım, toplum gelişimi bu yavaşlıkta sürdüğü müddetçe insanlık tarihi gelişime tanıklık edemeyecektir. Dünyanın sahip olduğu bu teknolojiye karşın çocukları kar hırsıyla istismar etmesi bize ne denli bir ilkellikte olduğumuzu gösterir. Edinilen teknolojiler insana onun doğasına ve doğaya aykırı bir biçimde kullanıldığında nitekim insanlık sonunu kendi kendine getirecektir. Bizi köleleştiren bu sistem rekabetçi bir dil ile bizi birbirimize düşürür. Doğaya verdiği zararlar yetmezmiş gibi bir de insan toplumlarının arasına nefret tohumlarını eker. Devlet yayın organlarını kullanarak medyatik bir dille insanlara istediğini ilettirir ve böylece teknoloji bir kez daha nefretin odalığı olur. Bunu durdurmak eğitimden geçer, okumaktan geçer ama eğitimi de ele geçirir güç sahipleri. Bu yüzden nerede ne okursak okuyalım her daim şüpheci ve sorgulayıcı olmalı her insan zira her şey manipüleye çok açık. Bu şartlar altında, bu sisteme karşı çıkmak, durmak insanların doğal ve kaçınılmaz tepkisidir. Nitekim Açlık Oyunları'nda da bir tepki mekanizması oluşuyor ve isyana neden oluyor. Korkusunu yenen insanlar hesap sorabiliyor sorumlu kişilere. Ne kadar olumsuz konuşsam da dünya dönüyor; sistemler de elbet gelip geçer. Gelecekte kötü bir dünya beklememiz belki de ironik olarak iyiye işarettir, çünkü insanlar bu kadar depresif ise bir başkaldırış olabilir her an. Bu başkaldırı dünyaya eşitlik, adalet, özgürlük gibi ve daha nice hayata geçirilememiş kavramlara canverebilir. Bu kavramlar günümüzde sadece ismen vardır veyahut da belli bir kesim için vardır. Her insan için var olmadıkça tam varlığından söz edemeyiz hak ve özgürlüklerin. Tüm dünya yavaş yavaş bu illüzyonların farkına varıyor, bu nedenden dolayı umutsuz olmak ya da umutsuz kalmak için bir sebep görmüyorum ben açıkçası. Resim Kaynak http://rack.3.mshcdn.com/media/ZgkyMDEyLzEyLzA0Lzc0LzIwdW5pcXVldGhlLmIw dS5qcGcKcAl0aHVtYgk5NTB4NTM0IwplCWpwZw/6edf704f/18c/20-unique- thehunger-games-items-on-etsy-121272a9ba.jpg
Yiğit Mirza Bilinç, Beden ve İnsan Ölüm her insanın daimi meselesi olsa gerek. Herkesin bir gün yaşayacağı, yaşayacağı yetmiyormuş gibi bir de üstüne hayatının rastgele bir anında anımsayacağı bir kavram, son derece olumsuz çağrışımlarla aklımızda yer edinen, buz gibi ve itici bir kelime. Oysa her an hayatımızda yer alıyor, yaşadığımız her an ihtimalini taşıyoruz ölümün. Fakat Değiştirilmiş Karbon, bu ihtimalden bihaber insanların doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı ve “ölmediği” bir geleceğin ihtimalini veriyor. Bilincin kaydedildiği bellekler sayesinde alıştığımın aksine herkesin meselesi ölüm değil burada. Burada ölüm bir mesele değil aslında. Benim dünyamdaysa kocaman bir mesele ölüm. Nadir anlarda ağırlığını hissettiriyor gibi gelse de her zaman bütün gücüyle yer alır genelde hayatımızda. Bir saygı duruşunda görürüz bazen onu mesela. Nadir anlarındandır bu hayatımızın çünkü o bir dakika, her vakit ihtimalini taşıdığımız ölümün hayatımızda kendine yer bulabilen birkaç hatırlatıcısından biridir. Saygıdeğer birinin kaybından duyulan üzüntü, yaşarken yaptıklarına duyduğumuz minnet gibi pek çok duygumuzla gerçekleştirdiğimiz pek doğal bir olay olarak varlığını sürdürür. Bu pek doğal olan olayda hep gözümün önüne yası tutulan o insan gelir benim. İlkokulda, 10 Kasımlarda yaptığımız anma etkinlerinden beri hep tek bir yüz belirirdi mesela kafamda. Fakat çok sonradan anladım ki aslında orada gerçekleşen ritüel benim tasavvur ettiğim gibi fiziksel bir şey için değilmiş. Fiziksel derken demek istediğim şu: bir insanı düşündüğüm zaman yüzü gelir aklıma, ardından bedeni, ses tonu, ten rengi, göz rengi ve giydiği kıyafetler. Oysa o insanı, o insan yapan şey tek başına bunlar değildir. Gözlerini kımıldatan, ağzından kelimeleri çıkaran ve mimiklerini oynatan bilinçtir bizim yasını tuttuğumuz. Boyu posu, göz rengi, saç rengi için değil, o insanın ağzından çıkansözcükleri, gözlerinde beliren ışığı kaybettiğimiz için üzülürüz. Fakat ne oluyor da benim aklıma sesi, yüzü, göz rengi geliyor o insanın? Madem insanı insan yapan bilincidir, neden bu somut şeylerden bağımsız düşünemiyorum o insanı, o yas anında. Ölüm işte burada benim düşündüğümden farklı bir hal alıyor. Ben bütün sevdiklerimi ve kendimi bu tatsız ölüm kavramının içinde düşünürken mermer gibi sağlam bir cildi bana armağan edecek ve kendi bedenimde ebedi bir yaşamı bana sunacak kurgusal bir teknolojiyi belki de son derece çocukça bir şekilde hayal ediyormuşum. Fakat şu an bu çocukça hayalden uyanmış vaziyetteyim. Bir bellek sayesinde insanın bilincinin kaydedildiği bir dünyaya uyanmış gibiyim daha ziyade. Hani şu fizikselden öte olan, aslında yasını tuttuğumuz şey olması gereken bilinç. Anlatmak istediklerimi nihayete erdirmeye yaklaşmışken yanlış anlaşılmak istemem, iğneleme amacım yok kimseyi. Ölmüş bir bilincin yasını tutmuyoruz diye kızmıyorum insanlara. Söz konusu olan bir insan olunca onun bir tasvirinin gözümüzde canlanmasından daha doğal bir şey olmasa gerek. O insanın hayalini kurarken tutunabileceğimiz tek somut şey o bilindik özellikler çünkü. Fakat yüzlerin, seslerin ve gözlerde beliren o parıltının hiçbir anlamı olmadığı bir dünya görmek de ürpertmiyor değil beni. Düşünmeden edemiyorum: insanın ne kadarı düşünceleridir, yaşadıklarıdır, hissettikleridir; ne kadarı içinde bulunduğu bedendir? Bunun cevabını tam olarak veremiyorum kendime, veremediğim için de biraz kızmıyor değilim. Fakat sanırım ne sevdiğim bir insanın düşüncelerinden, biriktirdiği anılardan ve kişiliğinden vazgeçebilirim ne de yüzünde beliren o gülümsemeden, gözlerindeki yansımamdan. Vazgeçemem sanırım ne bir insanın teninden ne de aklının keskinliğinden. Yani ölümün artık mesele olmaması için bir bellekten fazlası gerek zannediyorum bana. Çünkü benim için insan olmak ne sadece bilinciyle alakalıdır ne de bedeniyle. Çelikten, soğuk birbelleği ölümsüzlük addedemiyorum ben. Yani benim için ne bilinçsiz bir bedendir insan ne de bedensiz bir bilinç. Bir bütün olarak var olur insan, ayrılmaz bir bütündür belki de bilinç, beden ve insan.
TEK YÖNLÜ BİR BİLET Herkesin kendinden bir parça bulduğu ve dönmekten vazgeçemediği şehirler vardır. Ben hayatıma dokunan bu şehirle küçük yaşta tanıştım. Uzun bir aradan sonra bu hafta sonu çıktığım yolculuk ise bana bundan tam on iki yıl önce hayatımda ilk kez İstanbul’a gelirken yaşadığım hisleri ve bu şehrin beni nasıl etkilediğini hatırlattı. O zamanlar içimde buruk bir heyecan vardı, hem çok sevdiğim ufacık şehrimden çıkmış hem de Türkiye’nin en ilgi uyandıran şehrinde yeni bir öyküye atılıyordum. Ailem için de zor olan bu süreç tahmin ettiğimden çok daha hızlı başladı ve taşınmamızın üstünden iki hafta bile geçmemişken okulum belli olmuş, kıyafetlerim, kitaplarım alınmıştı. Bir yandan gelen yeniliklere mutlu oluyordum bir yandan da yaşamımın böyle hızla değişmesi karşısında çaresiz hissediyordum. Hızlı giden tek şey oturtmaya çalıştığımız hayatımız değil, koskoca bir şehirdi. İstanbul sanki yaramaz beş yaşındaki bir çocuk gibi durduğu yerde durmuyor, kimsenin şöyle rahat bir nefes almasını istemiyordu. Özellikle sabahları erkenden kalkan o haylaz çocuktan kaçan insanların tempoları evlerinden çıktıkları ilk an itibariyle başlıyordu. Önce otobüse, oradan işe ardından koştur koştur geri eve... Çünkü herkesin göz bebeği İstanbul, akşamları da sıkılıp sağa sola sarıyor, saatlerce trafikte kalmanıza ya da meşhur meydanlarda yürüyememenize sebep oluyordu. Sekiz yaşındaki ben İstanbul’u nedense hayali bir arkadaş gibi görüyor ve onu dışarıda top oynayanları izler gibi penceremden izliyordum. Evden dışarı çıktığımda ise o kadar tedirgindim ki sanki bu haylaz çocuk gelip saçımı çekecek veya beni kendi kaosuna sürükleyecek sanıyordum. İstanbul'a olan korkum öyle garipti ki mesela karanlıktan korksanız gerekirse ışıklar açık uyursunuz ya da asansöre binmekten korksanız merdivenden çıkarsınız ya, bu korkudan kaçma şansınız olmuyordu. Binlerce yıldır istenen, uğruna savaşlar yapılıp kanlar dökülen koskoca bir şehirden kim, nasıl, nereye kaçabilirdi ki? Hem de benim gibi okumayı bile zar zor söken içine kapanık bir ilkokul öğrencisi... İstanbul’dan kaçmak için yapabileceğim en güvenli yolu seçtim. Dışarıya pek de çıkmayan biri oldum, ev okul arasında mekik dokudum. Evde kaldığım sürelerde belki ailemin doğru yönlendirmesi, belki o zamanlar bu kadar gelişmemiş teknoloji sayesinde kendimi kitaplara kaptırdım. Güçlükle okuyan ben, sular seller gibi okumaya başladım. Kendimi o kadar özgür hissediyordum ki satırlar arasında, çekinmeden çokça yeni arkadaş edindim. Onların dertlerini derdim, sevinçlerini sevincim bildim. İstanbul’un keşmekeşliği bana hâlâ ekmeğini yediğim, kitap okuma alışkanlığı ve sevgisi kazandırdı. Kitaplar sayesinde dünyayı tekrar keşfetmeye, sorunlarımla baş etmeye ve özgüven kazanmaya başladım. İstanbul ile savaşabilirim, onun güzelliklerinin tadına ben de varabilirim diye düşünmeye başlamışken bize yine yol görünmüştü. Bu seferki durağımız içinde huzur bulduğum Eskişehir'di. Orada günlerimi dinginlikle geçirdim. Kitapların dostluğu ile artan özgüvenim ve Eskişehir'in sakin yapısıyla dışarıya çıkmaya, şehirleri keşfetmenin hazzını yaşamaya başladım. Böyle küçük bir şehirde bile, her sokağın aslında ne kadar anlamlı olduğunu, binlerce anıya ev sahipliği yaptığını anladım. Kentlerin daha okumadığım kitaplar gibi beni kendine çektiğine, merakımı uyandırdığına inandım. Ardından şimdilerde günlerimi geçirdiğim Ankara’ya taşındım ve ilk kez kendi başıma kararlar almaya başladım. Özgürce yaşamak hissi, zamanında kendisinden korkup içime kapandığım ama sayesinde daha küçükken beni kitaplar dünyasıyla tanıştıran dostumla araları düzeltmenin gerektiğini hatırlattı. Türkiye’nin tonla anıya ev sahipliği yapan şehrine gitmek için bulduğum ilk fırsatta bir otobüse atlar oldum. Kendimi denizde martılara simit atarken, hiç bilmediğim sokaklardaturlara çıkarken buluyordum. Şu an bu satırları da çok güzel geçen bir hafta sonunun ardından Ankara’ya dönerken yazıyorum. Hâlbuki cumartesi sabahı İstanbul’a indiğimde yine o kargaşa yüzüme vuracak, beni küçükken korktuğum o hislerle bir başıma bırakacak sanıyordum. Hayat yine beni şaşırttı ve onu ilk kez çok sessiz gördüm. Galiba bizimki hâlâ uykuda diye düşündüm. “Ne güzelmiş böyle sükûnetle seyretmek şu denizi.” dedim, içim bir parça da olsa bir ümitle doldu. Manzara karşısına oturup dostlarımla sohbet ettim ve durup bu şehrin beni korkutmasına rağmen neden hâlâ ona gelmek için bu kadar çabaladığımı düşündüm. Hani yorucu, trafikli, gürültülü bu şehir nasıl böyle bir bağımlılığa sebep olabilir? Sonra fark ettim ki belki de herkesin bir parça sevmesi bu şehri, onun bize yaşattığı zorluklarındaki minik güzelliklerdir. Kadıköy’ün girintili çıkıntılı Arnavut kaldırımlarında zar zor yürürken o küçük sevdiğim sahafı bulacağımı, aradığım kitabın gerçekten orada olacağını biliyorum. Veyahut çokça vaktini trafikte harcadıktan sonra seni eşsiz manzarasıyla karşılayan ışıltılı köprüleri sayesinde hâlâ kaçmadan duran binlerce insan ve her fırsatta eski dostuna koşan benim gibiler var. Deniz kokusunda çayımı yudumlarken fark ettim; İstanbul’un ondan kopmamanı sağlayan bir büyüsü vardı ve ben çoktan ona kapılmıştım. Ayrıca bu şehir bana hayatın zorluklarının olduğunu ama getirdiği mutluluklar için direnmem gerektiğini öğretti. Binlerce kitap arasında mutlu olabileceğimi, ondan kaçsam da her zaman ona bir parça muhtaç olacağımı gösterdi. Milyonlarca insana ev sahipliği yapan bu küçük dostum, herkesin sende hayata tutunmasına, kendini istediği gibi yaşamasına izin verdin ve vereceksin. Kim bilir belki başka bir zaman diliminde yollarımız tekrar kesişir ama o zamana kadar bir başka hafta sonu buluşmak dileğiyle.
ÜÇ MAYMUN KANUNU Maymunlar Cehennemi(Planet of the Apes) serisine ilk olarak yeni çıkan filmlerini izleyerek başlamıştım. O zamanlar serinin eski filmlerinden haberim yoktu. Açıkçası serinin yeni filmlerinin tipik bütçe odaklı diğer modern Hollywood filmlerinden pek bir farkı yok. İzleyici çekme amaçlı bol bol bilgisayar animasyonu, aksiyon sahneleriyle dolu. Hani kötü demiyorum fakat çerez niyetine izlenecek ayarda yapmışlar, sabun köpüğü yani, pek kafa yorulacak filmler değil. Geçen aylarda dayımla bunun muhabbetini yaptık biraz. ‘’Yeğen, bunun eski filmleri var, ilk çıkanını izle sen’’ dedi. Ben de dayımın önerilerine güvenirim hep, hemen izledim. İzledikten sonra fark ettim, 1968 yapımı Planet of the Apes’in hikâye altyapısı dışında yeni filmleriyle uzaktan yakından alakası yok. Günümüzdeki versiyonları ile kıyaslayınca sadece film çekmek için değil, belirli bir mesaj verme çabası ile çekilmiş. Toplumdaki hiyerarşik yapı, insanın doğadaki konumu, din ve tabular gibi birçok noktaya değinilmiş. Sadece öylesine izlenen değil, düşündüren filmler kategorisine konacak bir yapıt olmuş. Ben şahsen beğendim fakat vaktinde bazı kesimlerin tepkisini toplamış olabilecek bir film, özellikle din ve tabular üzerine eleştirileri açısından. Filmdeki akıllı maymunlardan oluşan toplum kurgusu açık bir şekilde insanlara gönderme. Şuan ki konumumuza bakarsak insan ırkı doğada efendi olmuş durumda. Besin zincirinin en tepesinde. Öyle bir kibirle bakıyor ki aşağıya, sanki hiç düşmeyecekmiş gibi. Her çıkışın bir inişi vardır tabi ki ama benim bahsedeceğim şu anki durumumuz. Toplumumuzu etiklerden oluşan bir temel üzerine kurmuşuz. Din ile de bu temelleri korumaya çalışıyoruz. Fakat düşünmemiz lazım, ya bazı şeyler bize yanlış öğretildiyse? 16.yüzyıl Hristiyan dünyasında dünyanın güneş etrafında döndüğünü iddia eden Galileo nerdeyse kellesinden oluyordu, günümüzde ise bu inkâr edilemez bilinen bir gerçek. 19.yüzyılda Darwin, maymunla ortak bir atadan geldiğimizi iddia edince o dönemin bilim dünyası gülüp dalga geçmişti, günümüzde bazı kesimler tarafından hala tartışılsa da birçok kazıdan elde edilen farklı yapıda iskeletlerle aslında soy ağacımızda birçok akrabamız olduğu keşfedildi. Şimdi geçmişteki bu hatalarımıza bakıp gülüyoruz ve günümüzde bilgi ve ilim konusunda en uç noktada olduğumuzu düşünüyoruz. Fakat şöyle bir durum var, ya 500 yıl sonraki atalarımız bizim şu anki kafa yapımıza bakıp gülerlerse? Aynı bizim geçmişteki hatalarımıza güldüğümüz gibi. O yüzden bilim ve dünya görüşü olarak asla kafamıza kesin ve değişmez kanunlar oturtmamalıyız. Eğer bu kanunları oturtursak ilerde değiştirmesi çok zor olabilir, aynı insanların geçmişten gelen değişmez din ve ahlak anlayışı gibi. Sonra asıl doğruları duyunca üç maymunu oynayıp bu doğruları görmezden gelmek istemeyiz, şahsen ben istemem. Burada söylemek istediğim dinin ve ahlakın yanlış olduğu değil, bu olguların zamana ayak uydurması gerektiği. Böyle önemli yapıları katı ve değişmez kalıplar içine koymamalıyız. Eğer koyarsak büyük problem ile karşılaşırız ve problem şudur ki her şey değişkendir. Dünya değişkendir. İnsanlar değişkendir. Ve bu yüzden bu derece kritik olguları bu değişkenliklere ayak uydurabilecek seviyede esnek yapılar üzerine kurmalıyız. Yoksa bu olgular bize yol göstereceği yerde ilerlememizi engelleyen kafesler haline gelir. Sonuç olarak, filmde bir insanın gelişmiş maymun toplumuna sizden önce biz vardık dediği gibi, yarın bir gün maymunun teki dile gelip sizden önce biz vardık derse bunu hemen katı kalıplarla reddetmemeliyiz. Her ne kadar kulağa saçma gelse de, her ne kadar kafa yapımıza ters olsa da, kendimize sormalıyız; ya doğru olan o ise, ya benim doğru bildiğim şey yanlışsa?
Söğüt İdil Güneş 21400810-­‐LAW KEŞKE BEN DE AYLAK OLSAM Yükümlülükler, sorumluluklar ve toplumun bize dayattığı birçok şey her gün her saniye bizi yiyip bitiriyor. Birçoğumuz sabah uyandığında, aklına gelen sorunlar yüzünden gözlerini sımsıkı yumup tekrar uyumak istiyor muhtemelen. Peki nedir hayatı bu kadar çekilmez ve nemrut kılan? Her insan klişeleşir ve bu kısır döngüye en sonunda ait mi olur? Küçüklüğümüzden itibaren büyükler bize ne yapmamız gerektiğini söylerler; şu saatte yemek ye , okula git, doktor ol, mühendis ol gibi. Ne yazık ki hepimiz ne kadar daralsak da sıkılsak da bu kalıpların içine bir gün gireriz ve daha da kötüsü kendi çocuğumuzu da sokarız. Peki ya hayatın bu sevimsiz yönünde istemsizce ilerlemekten başka çaremiz yok mudur? Birçoğumuz göre belki yoktur ama C.’ye göre hayat istediği şeyi istediği anda yapmaktadır. Yusuf Atılgan öyle bir hayat çizmiştir ki yarattığı karaktere, okurken hayrete düşmemek mümkün değildir. Özgürce saatlerce kitap okuyabilen, yüzebilen, bir sinemada oturup saatlerce birini bekleyebilen meyhanelerde gezen bir adamdır bu C. ve ne ilginçtir ki kendi mesleğini aylaklık olarak tanımlamaktadır. Ben en son ne zaman C. gibi olabildim, düşünmeden özgürce içimden geldiği gibi yaşadım hatırlayamıyorum. C. aylaklık ederken ben hep bir yerlere geç kalıyordum, veya birini memnun etmeye çalışırken o çok değerli zamanımı öldürüyordum. Halbuki ne çok isterdim ben de sıcacık bir İstanbul sabahında denizi izlerken kitabımı okumayı. Bu hissettiklerimin saf tanımı muhtemelen kıskançlıktır. Ama hayatın bu kargaşasında kaybolan hangimiz C.’nin rahatlığına özenmiyoruz ki? İyi hoş C.’nin hayatın bu monotonluğuna ve dayatmalarına karşı duruşu güzel ama bu umursamazlık insan ilişkilerinin de üstüne çökünce elde sabit ve güvenilir ne kalıyor ki? C. birkaç ilişkisi dışında insanlara karşı çok tutarsız çok fevri. Güven vermeyen ilişkiler kuruyor, onları yıkıyor ve sonra da arkasına bile bakmadan yeni insanlar, yeni ilişkiler tüketmeye gidiyor. Her ne kadar C.’nin hayatına gıpta etsem de ilişkiler konusundaki tavrı bana göre hiç değil. Eğer aylak adam sıfatını taşıyabilmek hem C.’nin yaşam tarzını hem de ilişki perspektifini örnek almayı gerektiriyorsa, ben aylak olamam. Çünkü insanları tüketmek bana göre onlara verilebilecek en büyük zarardır, tüketmek insanları yaralar ve yıpratır. Ben C.’nin aksine güvenebilecek bir dal arayan insanlardanım, en zor zamanımda yanımda birileri olmalı ki zorlukları onlarla beraber aşayım, sorunların üstesinden onlarla beraber geleyim. Çok ilkel bir yaklaşım geliştirirsek eğer, belki de sığınacak bir çatı arama duygusu C.’nin erkek benim de bir kadın olmam temellidir. Ama insanları cinsiyetlerinden çok kişiliklerinden dolayı farklı noktalara koymak ve onlara bazı sıfatlar atfetmek benim bakış açıma daha uygun bir hareket. C. benden daha az duygusaldı, daha güçlüydü demek en doğrusu herhalde çünkü onu şu romanın 150 sayfasından daha fazla tanıma fırsatım yok. Ancak kendi kafamda yarattığım aylak adam figürüne talimim, herhangi bir durum karşısındaC. ne yapardı ve Aylak İdil ne yapardı diye düşünmek, romanı devamını kafamda kurgulamamı sağlayabilir belki de kim bilir. Eğer ben bu romanın baş karakteri olsaydım, C.’nin bizlere tanıttığı aylaklık olgusuna başka bir bakış açısı getirirdim. Çünkü aylaklık bana göre başkasının yarattığının üstüne konarak hayat boyu kendini dışarı kapayarak “aylak adamım ben!” demek değil. Aylak olsam bütün gün okurdum ve yazardım. İnsan okudukça beslenir, gelişir. Okumayla kazandıklarımı harmanlar bana ait bir eser yaratırdım. Gezdiğim yerler, tanıdığım, incelediğim insanlar hakkında olurdu bu yazdıklarım. Ama insanları tanırken, onlar hakkında yorum yaparken asla C. kadar sert ve acımasız olmazdım. Her insanı bir şans, bir kaynak olarak görürdüm çünkü insan kitaplardan beslendiği kadar diğer bireyleri tanımaktan da beslenir. Yani ben felsefe olarak aylaklığa başka bir boyut getirirdim ve eminim ki insanları keşfetmenin bana kattıkları, aylak olarak başardığım en güzel işlerden biri olurdu. Kısacası bu roman okurken, hayatın gereklilikleri yüzünden bastırılmış ve içimde kalmış duyguların dışarıya çıkmasını sağladı. Aslında üretmemek, okumak, dinlenmek ve insanlardan kaçmak belki de çok iyi bir şey ama biz bu fikre bile o kadar kapalıyız ki hayatımızdaki C.’leri yargılamak ve onlardan kaçmak yaptığımız en iyi şey.
Dile Gelen Kalem Kalem böyle sözlere tanıklık etmemişti hiç. Cemal Süreya’nın düşüncelerini kağıda dökmesine vesile olurken yazdıklarını tek tek düşünüyordu. "Sevmek ne uzun kelime." sözü çınlıyordu kulaklarında. O anda mürekkebi kurudu. Sanki kalemin nutku tutulmuştu. Yazamadı. Süreya salladı ve kendine geldi kalem. Düşündü sonra; sevmek cidden uzun bir kelime. Cemal Süreya kendini şaşırtacak sözler yazmaya devam ediyordu. O an kalem ne düşündüğünü unuttu ve şu sözleri dikkatini çekti: " Ferhat Şirin'e kavuşsaydı, aradan bu kadar yıl geçtikten sonra bizim birbirimize olduğumuz gibi tutkun olabilir miydi?"(31). Çok şaşırdı kalem. Nasıl olurdu da Ferhat'ın Şirin'e aşkıyla yarıştırabilirdi kendininkisini. Süreya'nın sanat aşkından dile gelmişti kalem ama daha fazla ortak olmak istemedi bu yazılara. Devam etmek zorunda olduğunu da biliyordu. Onun görevi sadece Cemal'in yüreğinden ve aklından geçenleri kağıda dökmeye vesile olmaktı. Bir de minnet duygusu vardı Süreya'ya karşı. Büyük usta kalemi eline almadan önce hiç böyle şeyler hissetmemişti. Nasıl onu yarı yolda bırakırdı, nasıl kendini onun yazdıklarından mahrum ederdi? Devam etti üstadın yüreğinden geçenlere eşlik etmeye. Sonra yine onun bir yazısına takıldı aklı. Başka bir şairden bir satır almış Süreya. Şair diyor ki : " Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti" (39). Çok etkileniyor bu sözden kalem ve soruyor kendine : "Acaba ben bu sözlerin efendisine ait olsam daha mı mutlu olurdum?". Sonraki satır bu soruya net bir cevap veriyor. Süreya: " Aynı şair şöyle bir dize de ekleyebilirdi şiirine: 'Aşklar tam güven istiyor güvenemedin gitti' " (39). Büyük usta şiirin üstüne şiir koyuyor yani. Nasıl başka birine ait olmak isteyebilir ki kalem? Bu coşkuyla yazmaya devam ederken bir sarsıntı hissetti. Süreya kalemi bir köşeye kaldırıp dolma bir kalemle yazısına devam edene kadar ne olduğunu anlayamamıştı. Olan şuydu: Mürekkebi bitmişti. Hayrete düştü kalem. Sonuçta onun yoldaşı olmuştu yıllarca ve çoğuyazısını onla yazmıştı Süreya. Mürekkebi değiştirebilirdi ama değiştirmemişti. Acelesi varmış gibi başka bir kalem almıştı eline. Şimdi başka bir kalem bu anılarına ortak olacaktı. O an kırıldı yazara. Bir süre sonraysa kafasına dank etti. Cemal Bey bunu eşi Zuhal'e olan aşkından yapmıştı. Sonuçta şu anki mektupları karısı için yazıyordu ve sabırsızlanıyordu Süreya. Nasıl yeni mürekkep doldurmakla zaman kaybedebilirdi ki? Kabullendi durumu ve bir köşeden olaylara tanıklık etmeye karar verdi. Biliyordu ki bu mektuplar bittiğinde tekrar onunla yazacaktı üstad. Sabırsızlıkla o günü bekliyordu. Sonuçta Süreya'nın ellerindeyken yükü çok büyüktü. Hem yazılanları anlamaya çalışıyor hem de zanaatini yerine getiriyordu. Böyle ne de zevkliydi şairi hissetmek ama üzülmüyor da değildi. Bu eserlerde kendisinin de bir payının olmasını isterdi elbet. Ama Süreya'nın yazılarına o kadar hayrandı ki o ne yapsa en iyisini yapardı. En çok cümlelerini tamamlamayışını seviyordu mesela. O, sözlerini tamamlamayınca kalem devralmak istiyordu cümleyi. Bu heyecan ona yeterdi galiba... "Bu nasıl bir aşktı böyle? Bu sözler Cemal'in aklına nerden geliyordu? Bu onun bir yeteneği miydi yoksa ona bunu yaptıran Zuhal'in ta kendisi miydi? " Kalemin aklında bu sorular yankılanıyordu sürekli. Tam da bu sorulara dalmışken Cemal Süreya'yı duydu. Mektupta eşine, "Sadece sana özel bir şiir yazacağım" (75) diyordu Cemal Bey. Ah keşke benim mürekkebim bu şiire hayat katsa diye geçirdi içinden kalem. O günü düşlüyordu artık. Zaten Zuhal Hanım da çıkmıştı artık hastaneden. Acı günler geride kalmıştı. Kalem de bu sevince ortak oldu.Eski günler geldi aklına. Cemal Süreya her zaman mektup yazardı eşine ama bu sefer bir başkaydı. Daha aşk dolu ve daha içten. Nedenini biliyordu kalem. "Ya kaybedersem? " diye korkuyordu Süreya. Ne kadar ümitli konuşsa da biricik aşkına bir şey olabileceği fikri onu yiyip bitiriyordu. Bu yüzden daha samimiydi yazılarında.Üstadın onu tekrar eline alacağı, bu ölümsüz eserlere ortak olacağı günü hayal ederken olduğu yerde yazara ilham gelmesini bekledi kalem... Kaynak: Süreya, Cemal. On Üç Günün Mektupları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010. PELİN KESKİN
Başak ÖZAYDIN Hayatın Renkleriyle Süslü Robotlar Üniversite hayatıma adım attığımdan beri kendimi geleceğin mühendisi olarak görüyorum. Ortaokuldan beri kurulan hayallerin gerçekleşmesine bir adım daha yaklaşmaktı benim için elektrik-elektronik okumak. Kendimi bildim bileli bu alanda araştırmalar yapabileceğim konuları düşünmek beni adeta büyülemiştir. Ancak ya izlediğim filmlerden ya da okuduğum bilim kurgu romanlarından olacak, özellikle çekildiğimi hissettiğim bir alan var. O da yapay zekâ. Yapay zekayla niye ilgileniyorsun diye soracak olursanız cevabım çok basit. Çoğu insan gibi yapay zekaya sahip robotların insanlık için çok büyük bir gelişme olacağına inanıyorum inanmasına ama yapay zekâ deyince “Tamam, ben hayatım boyunca bu konu üzerinde çalışmak istiyorum.” dedirten asıl şey yapay zekâ sahibi robotların yaşayacakları hayatlar, üretecekleri fikirler, yapabilecekleri şeyler. Olasılıklar sınırsız. O yüzden yapay zekaların sınırlarını belirleyen temel faktörün, insanların kendi zekâları ve hayal güçlerinden başkası olamadığına inanıyorum. Yapay zekâ dediğimiz olgunun sadece robotların, var olan olasılıkları analiz edip yapabilecekleri en iyi şeyi yapmaları olduğunu düşünmüyorum. Onu şu anki bilgisayarlar bile yapıyor. Yapay zekanın sınırlarını adeta elinde fırçasıyla tuval üzerine resim çizen sanatçılar gibi, bu konu üzerinde çalışan insanlar kendi düşüncelerine göre şekillendiriyorlar. O yüzden yapay zekanın sınırları benim yorumuma açık bir konu. Bana göre gerçek bir yapay zekâ olması için robotların, insan zekasının işlevine sahip olması lazım. Peki o zaman insan zekasının işlevi ne? Zor bir soru bu. Hakkında sayfalarca tartışılabilecek bir konu. Ama kendi fikrimi kısaca özetlemem gerekirse dünyaya kendi gözleriyle bakan, olayları kendi tecrübelerinin ve bilgi birikimlerinin izin verdiği ölçüde kavrayan ve belki de insan hayatının vazgeçilmezi olan duyguların oluşmasını sağlayan bir araç olarak tanımlayabilirim insan zekasını. O zaman gerçek bir yapay zekada bunların hepsi olmalı. Yani bir insanı, kendisinin bir insan olduğuna inandırabiliyor olmalı. Bütün bu özelliklere sahip bir robotun kendine ait bir hayatı olacağını düşünüyorum. Yapay zekâ, robotların kendilerine ait, insan hayatının tüm renklerini içeren hayatlara sahip olmasını gerekli kılıyor. Beklenen bir olayın gerçekleşmesi için duyulan heyecandan tutun değerli bir şeyi kaybetmekten duyulan acıya, küçük sürprizler sayesinde hissedilen mutluluk, var olan olasılıklar üzerinden hissedilen umut, 1Başak ÖZAYDIN başkalarının kaba davranışlarından kaynaklanan üzüntü… Bunlar ve daha nicesini barındıran bir hayat yapay zekâ sayesinde robotları bekliyor. Yani insanların sahip olduğu duyguların her biriyle donatılmış bir hayat. Peki bu durum robotlar için ne kadar uygun? İnsanlar robotları kendi yapmadıkları ağır ve zorlu işleri yapmak için üretiyor. Yani her bir robot insanlığa hizmet için tasarlanıyor. Durum böyleyken insanların robotlarla ilgili tek düşünceleri onların insanlığa hizmet için yaratıldıkları. Robotların yapay zekaya sahip olmalarının insanların bu algısını değiştireceğini düşünmüyorum. Bazen kendi bencilliklerinden ötürü başka insanlara bile zarar verebilen bireyler varken robotlar yapay zekaya sahip diye duyarlı davranacak insan sayısı gerçekten acınacak sayıdadır. O zaman bu yapay zekalardan beklentimiz kendileri kadar zeki olmayan atalarının, daha ilkel robotların, üstlendikleri görevlerden çok da farklı olamaz. Bir insanın yapmaya tenezzül etmeyeceği şeyleri yapması temel sorumluluğu olurdu. İlkel robotlar üstlendikleri görevleri yapmak için özel olarak tasarlanıyordu. Konu yapay zeka olunca durum tamamen farklı bir noktaya geliyor. Çünkü onlar adeta üzerine bir şeyler çizilmeyi bekleyen beyaz kağıtlar gibi olan işlemcilerle üretilip daha sonradan kendi öğrendikleriyle hareket edebilecek durumda olmalılar. Eğer yapay zekalar da insanlarla aynı algı düzeyine sahip olurlarsa, o zaman hissettikleri şeyler o 2Başak ÖZAYDIN durumdaki bir insanın duygularına paralel olurdu. Yani onlar haksız veya zorlu bir durumla yüz yüze gelince insanlar gibi önce bir üzüntü hisseder sonra bu üzüntüler yerini öfkeye bırakır. Böylece bir çıkış yolu aramaya başlarlar. Bu açıdan bakıldığında Spielberg’in “Yapay Zeka” filminde anne sevgisini hissetmek için yaratılmış yapay zeka robotunun annesi onu terk edince hissettiği dehşetle annesine gitmemesi için yalvarması ve ardından annesini aramaya koyulması insana oldukça mantıklı geliyor. Bundan ötürü insani duygular hissedebilen ve bu duygularla hareket edebilen bir robot, kendisine uygun davranılmadığı takdirde adeta işkence çekmeye mahkûm olur. Yapay zekâ teknolojisi beraberinde avantajlar kadar dezavantajlar da getiriyor. Mühendislerin programlaması gerek olmayacağı için çok geniş bir kullanım alanına sahip olabilir ancak kesinlikle yapay zekaların, şimdi kullandığımız makinelerden çok daha hassas bir kullanım gerektireceği açık. İnsan hayal gücünün sınırlarına kadar uzanabilecek bu alandaki çalışmalar bu yüzden ayrı bir incelikle yürütülmeli bana göre. Yapay zekâ çalışmaları, bütün bunlardan ötürü bir yanı zorluklarla bezeli diğer yanı ise mucizelerle süslü çok nadir bir madalyon. Zorlayıcı doğasından ötürü bana adeta altında birçok gizemin cevabını barındıran bir bilmece gibi geliyor. Belki de insanlığın çözmeye uğraştığı en zorlu bilmece… 3